“Biz fetihleri kılıç kalkan, mızrak, top tüfek gibi kabukların başka kabuklarla savaşı gibi görüyoruz. Bunlar tarih değil, tarihi yapan araçlar. Tarih daha derinlerdedir: ruhlarda, beyinlerde ve ideallerde.”
“29 Mayıs 1453’de gerçekleşen fetihten sonra küllerinden yeniden doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul’du. Müslümanların yönetiminde ciddi bir canlanma, bir yenilenme yaşandı.”
“İstanbul kuşatmasında, karadan gemilerin yürütülmesi çok tartışılan bir konu. Bazı yazarlar zaman zaman çıkıp, ‘Böyle bir şey olmamıştır, bu hayâl ürünüdür’ diye demeçler veriyorlar. Hâlbuki bunun olmadığından bahseden hiçbir tarih kaynağı yok, sadece hangi güzergâhtan gittiği konusunda ihtilaf var.”
“Bir asrı aşan ömrüyle İstanbul’un fethi kutlamaları, günümüzde Osmanlı’yı Cumhuriyete bağlayan en önemli bağ olarak tarihî bir köprü işlevini görüyor.”
Osmanlı tarihi alanında ülkemizin çok okunan yazarlarından Mustafa Armağan Fetih ve Fatih’i çok farklı bir açıdan değerlendiriyor ve kafa kurcalayan soruları şüpheye yer vermeyecek cevaplandırıyor.
İÇİNDEKİLER
Sunuş.
önsöz.
SÖYLEŞİLER
1. Fethi araçlara indirgemişiz.
2. İstanbul’un gözüyle Fetih. .
3. Peygambermerkezli bir Fatih arayışı.
4. Fetih efsaneleri
5. Bilinmeyen yönleriyle Fetih.
MAKALELER
1. Fatih zehirlenmiş miydi?
2. Fatih’i Yahudiler mi öldürdü?
3. Fetih köprüsü.
4. Fatih’in felsefesi
5. Fatih’in eğitim projesi.
6. Fatih Sultan Mehmed’in özel dünyası
7. istanbul’un fethi 29 Mayıs’ta başlamıştı.
8. Fatih’in annesi Hıristiyan mıydı?.
9. Ayasofya’nın din değiştirdiği gün
Sunuş
Fatih Sultan Mehmed’in benzersiz bir kumaşa sahip olduğunda kuşku yok. Bu önemli olmakla birlikte o kumaşı ütüleyenler, biçenler, dikenler ve tam amaca uygun bir kıyafete büründürenler sanki biraz ihmal edilmektedir.
Şehzade Mehmed’de İlk zekâ ve aşk kıpırtılarını görüp sezen kişi, hakkında nakledilenlerden biraz sert ve bükülmez bir mizaca sahip olduğunu anladığımız hocası Molla Gürani olmalıdır. Fatih, daha Edirne’deki Sarayı Amire’nin bahçesinde koşup oynayan 9 10 yaşlarında bir çocukken babasının isteğiyle ondan ders görmeye başlamıştı. Molla Gürani, Şehzade Mehmed’deki has kumaşı, muhtemelen bu dersleri sırasında fark etmiş olmalıdır. Neredeyse bir babaoğul kadar yakınlaştılar zamanla. Hatta kitaplarda geçen bir olay, aralarındaki bağın, her zaman anlaşamasalar bile ne denli derinlere uzandığını gösterecek niteliktedir. Bir dönem Fatih’e küsüp Kahire’ye giden Molla Gürani ile Memluk Sultanı Kayıtbay konuşmaktadır:
Kayıtbay Molla Gürani’yi [Kahire’den] göndermek istemiyordu. Fakat Molla Gürani, “Ben gitmezsem aranızda husumet artacak. Fatih’le benim aramda baba oğul muhabbeti vardır” diyerek izin istedi.
Ne var ki, biz Sultan Fatih ile etrafındaki insanların sırlı münasebetlerini ve aralarındaki yaş ve nesil farkını sık sık tekrarlasak da, hakkıyla kavrayabildiğimiz! söyleyemeyiz.
Zira bahsettiğimiz insan, yani geleceğin İstanbul Fatih’i, ilk tahtta çıkışında henüz 12 yaşında, yani ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuk kadardır. Düşünün ki, Şehzade Mehmed mektebe başlarken boynuna sırmalı cüz kesesini geçiren kişi, o tarihte dahi yaşını başını almış, tecrübeli bir ilim ve devlet adamı olan Çandarlı Halil Paşa’dır. Yani Fatih’in, etrafındaki kadroyla arasında ortalama olarak 3540 yaş fark vardı. Bir başka deyişle Fatih, en azından İstanbul’u fethettiği yıl dedesi yaşında insanlarla muhataptır. Bu, görmezden gelinemeyecek kadar ciddi bir yaş farkıdır. Bu farkı göz önüne almayan hiçbir anlama çabası, Fatih’i istanbul’un fethine yönlendiren akıl ve iradelerin değerini hakkıyla takdir edemez.
Hacı Bayramı Velinin müritlerinden Şeyh Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Molla Zeyrek ve hatta kazaskerliğe kadar yükselmiş bir derinliğin sahibi olan Çandarlı Halil Paşa’nın ve dahi Osmanlı’nın ilk ilim güneşi olan Molla Fenari’nin talebeleri vasıtasıyla katıldığı uzun ve sabırlı bir yoğurma sürecinden bahsediyoruz.
Fatih Sultan Mehmed 1445 yılında tahttan indirilince Manisa’ya lalaları Kasapzade Mahmud (sonradan Paşa) ve Nişancı İbrahim b. Abdullah efendilerle beraber gitmişti. Tabii yanında kitaplarını da götürdüğü biliniyor. Doğrusu bu isimler kimlerdir? Kasapzade Mahmud’un Alanya’da bir camisinin, Çatalca’da da bir hamamının varlığından haberdarız. Ancak kişiliğini, birikimini, eğitimini, karakterini vs. tanımıyoruz yeterince. Ama beraberinde götürdüğüne göre en azından güvenilir insanlar olan bu zatların onun kişiliği ve fikriyatı üzerindeki etkileri derinliğine incelenince öyle sanıyorum ki, Fatih’in tahta çıkar çıkmaz ‘Fetih ideali’ne nasıl olup da olanca varlığıyla kilitlendiğinin sırrını çözme imkânımız olacaktır.
Muhakkak ki, hocaları onda buldukları cevheri en hassas şekilde islemeye koyulmuş ve hem 857 yıl gecikmiş olan “arzı mev’ud”umuzu, yani İstanbul’un fethini gerçekleştirecek derin iradenin tecellisini onda bulmuşlar, hem de onun, fethin aslında aklen ve kalben bir son değil, taze bir başlangıç olduğu gerçeğini görmesi için gece gündüz ter dökmüşlerdi.
Evet, unutmayalım ki, İstanbul’un fethi onların nazarında bir son değil, bir başlangıçtı. ‘Dış’ gibi görünen ‘İç’İn fethiydi asıl amaç. ‘İç’, yani hem İstanbul surlarının İçi (belgelerde nefs~i istanbul denilmesi İlginçtir ona), hem dünyanın içi (kalbi), hem de insanın küçük bir kâinat olan derûnu.
İşte hocaları, Fatih’te bu iç ve dışın yaman terkibini bir nur heykeli halinde tecelli ettirmek üzere onun üzerine düştüler ve sonunda da bugün bile meyvelerini yediğimiz o mübarek neticeyi almayı başardılar. Nitekim artık vasiyeti gereği mi yoksa hürmet ve takdir hisleriyle mi yapıldığı meçhul Fatih’in destarıyla, yani sarığı ve kılıcıyla birlikte defnedildiğini öğreniyoruz kaynaklardan.
Sarık bilgiyi, kılıç kuvveti; başka bir deyişle sarık ahireti, kılıç dünyayı temsil ediyordu. Fatih, hayatında olduğu gibi ölümünde de ‘İki fetih’ yolunu göstermiş oluyordu böylece. Bazı tıp tarihî araştırmacıları, resimlerinden yola çıkarak Fatih’in gözünün şehla olduğundan söz ederler. Doğrudur. Belki de her iki boyutu birden kavramak için gözlerini ziyadesiyle zorlamıştı, Olamaz mı?
Bakın Nurettin Topçu bu ‘iki fetih’ kavramını nasıl açıklamış:
…İnsanın iki dünyası var: Hırs için sürünen vücuduyla aşk İçin yaratılan ruhu… Fethin de iki cephesi vardır: Maddeden ibaret olan toprağın ve servetin fethinden aydınlıklar âlemi olan ruh dünyasının fethine yükselmedikten sonra şu arzın senle ben arasında paylaşılmasından ne çıkar?.. İkinci fetih ruhun fethidir ve birincisi buna ulaştıncı vasıta olunca mübecceldir, manalıdır, değerlidir ve Peygamberin diliyle tebşirlere [müjdelere] lâyıktır. Fatih bu ikizli fethi başarmış büyük insandı.’
Böyleydi ama 555. yıldönümünde İstanbul’un fethini hatırlamanın bize ne faydası dokunacaktır? diye soranlar çıkabilir.
Buna yine Nurettin Topçu’nun bir tespitiyle cevap vereceğim: “Biz Fatih’te kendimizi arıyoruz.”
Evet, başkasını değil, kendimizi…
İşin aslına bakarsanız, bir milletin geçmişindeki başarılarından başka neyi vardır ki? Mayıs ayında ülkemizi ziyarete gelen İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’e bile günlerce sarayları. camileri, hanları, mezarlıkları gezdirmedik mi? ‘Biz’ deyince aklımıza geçmişimizin içinden içimize doğru akan bir ılık sıvıyı hissettiğimizden olacak, kimliğimizi, farklılığımızı ve özelliğimizi yine tarih üzerinden tanımlıyoruz. Başka türlüsü de olamazdı zaten.
Aslında gözlerden kaçan çarpıcı bir olay yaşandı Kraliçe’nin Türkiye’ye gelişinde. Tıpkı 1936′da özel bir ziyaret için ziyaret etmesine rağmen ne yapılıp edilip Atatürk’le görüştürülen Kral VIII. Edward’ın Nahtin adlı vapuruyla geçişinde olduğu gibi, Kraliçe’yi getiren Queen F.lizabeth zırhlısı (ki aynı isimdeki geminin 1915′te Çanakkale’yi geçemediğini hatırlayın lütfen) Çanakkale Boğazı’ndan Ocean, Irreristible gibi İngiliz zırhlılarının battığı yere gelince hız kesmiş ve gemi personeli,93 yıl önce burada ölen ataları için selam ve saygı duruşunda bulunmuşlardı.
Bu, ingiliz denizciliğinin olduğu kadar geleneklerine bağlılıgıyla tanınan bir toplumun geçmişine ne kadar titizlendiğini gösteren bir örnektir sadece. Hem Rusların Gelibolu’da 1917 yılında ölen vatandaştan için yakınlarda diktikleri anıtın çimentosu ise henüz kurumamış durumda.
Adam gibi milletler geçmişlerindeki başarıları bir çıta olarak kabul eder, başarısızlıkları da ibret dersi halinde hafızalarına nakşederken, dünyanın en akıllı milleti biz miyiz ki, atalarımızın başarılarını unutalım ve herkesin yararlanmak için tarih icad ettiği bir çağda kendimizi bu değerli hazineden mahrum kılalım? Hele Fatih Sultan Mehmed gibi binbir boyutlu bir dehanın gerçekleştirdiği ve İnsanlığa “Gürün, yani Peygamber Efendimiz’in ve İslamiyet in sembolü olan çiçeğin fethi olarak geçecek bu muazzam hadiseyi hatırlamak ve onun gerçek anlam ve değerini sık sık vurgulamak zorundayız.
Gülün Fethi işte bu amaçla sunuluyor sizlere. Yani hem içinizde ‘fetih gülü’nü açtırmak, hem de ‘gülün fethi’ üzerinde yeniden düşünmenizi sağlamak için…
Daha doğrusu, ‘Biz’de Fetih ve Fatih’i aramak için değil, Fetih ve Fatih’te ‘Bİz’i aramak için…
Umarım Fatih bir gün bizi de fetheder!
Ümraniye, 23 Mayıs 2008
önsöz
Eşrefoğlu, al haberi, bahçe biziz, gül bizdedir Biz Şahı Merdan kuluyuz, yetmiş iki dil bizdedir.
Temeşvarlı Gazi Hasan Dede varımızı yoğumuzu özetlemiş şu iki laf İçinde. İnsanlık bahçesinin bahçıvanı olduğunun bilinciyle hareket eden bir medeniyet, bu bahçenin gövdesine serdiği bin bir kokulu güle erişmek üzere yola koyulmuştu.
Bu hedefe doğru giderken, bahçesini büyütürken, yeni güller eklemeyi ihmal etmemiş, “yetmiş iki dilin konuşulduğu ve bir arada yaşatıldığı bir dünyanın, Avrupa’daki anlı şanlı ütopyaların ancak silik kopyalarını sunabildiği “insanlık bahçesi”nin temellerini atmış, atmakla da kalmam iş, yeryüzüne “İstanbul” gibi bir mucizeyi, üflediği kutlu rüzgârların arasına bir avuç tohum gibi saçmıştı. Medine’de, Gırnata’da, Bağdat’ta, Semerkand’da, Konya’da kurduğu bahçelerden bir bahçe olacaktı İstanbul.
İşte İstanbul’un (‘Kostantiniyye’nin) 29 Mayıs 1453′teki fethi, birçok başka açıdan olduğu kadar yeryüzünde yeni bir medeniyet kurma çabasını, bir medeniyet projesini temsil ettiği için de önemlidir ve günümüzde asıl bu yönüyle anlatılmalı ve anlaşılmalıdır.
Arlık iu gemilerin karadan yürütülme», surlara yeniçeri tırmandırılması, Uluballı Hasan’ın kan revan içinde temsilleri, döktüğümüz dev topların surlarda ne muazzam gedikler açtığı edebiyatını bir kenara bırakmalı ve ille de fethin tarihini anlatacaksak, onun hangi medeni kültürel hamlelerin tetikteyicisi olduğunu ve İslam’ın yeryüzünü devasa bir bahçe haline getirme İdealinin hangi noktasını işgal ettiğini dikkatle vurgulamahyız. Ancak bu suretle Fatih’in kafa ve gönlündeki hakiki fethin, bir yarımadanın içine sıkışmış olan toprak parçasını ne pahasına olursa olsun zapt etmekten, ele geçirmekten ibaret olamayacağını görebilir ve gösterebiliriz.
Bu noktada Yahya Kemal’in, ‘Diz İstanbul’da mekânı değil, zamanı fethettik’ seklindeki sözlerini hatırlatmak istiyorum. Zamanın fethi, istanbul’un ruhunun fethi demekti. “Feth”in kelime anlamı ‘açmak’ olduğuna göre, İstanbul’un fethi, İstanbul’un ‘açılması’ anlamına geliyordu. Bir başka deyişle, İslam’ın kurmayı hedeflediği o büyük insanlık bahçesine açma, açılma… Bu ikinci anlamda İstanbul’un fethi artık tarihi bir hadise olmaktan çıkar, İnsanlığı hakikatten ayıran perdelerin ‘açılması’, bahçenin, güllerin ve dillerin gümrah çeşitliliğinin bir başka çağa ve coğrafyaya hicret ederek ihyası demekti. Nitekim Fatih, vakfiyesinde, bu dünyadaki en büyük hünerin bir şehir kurmak ve halkın kalbini kazanmak olduğunu söylerken veya BosnaHersek’teki Fransiskcn rahiplerine verdiği “ahidnâme’yi kaleme alırken bu tezin temellerini ortaya koymuş bulunuyordu.
Fethin tarihi plandaki önemini ortaya koyarak başlayalım.
İstanbul 857 hicri yılında feth olunmuştu. Fatih’in kullandığı takvim, buydu. Müslüman bilinci fethin hakiki anlamını ancak bu tarih üzerinden kavrayabilir, Yahya Kemal’in dediği gibi 1453, ancak Bizans açısından anlamlı olan küf kokulu bir tarihtir ve Fatih’in bu tarihle herhangi bir alakası bulunmamaktadır. Fatih’in hedefi, kendi peygamberinin “mutlaka” diye üzerine basarak arzuladığı bir şehri onun bahçesine taşımak, yeni bir gül bahçesi (gülzAr) yapmaktı. Dolayısıyla o kendisini ancak 857 yıl önce vuku bulan hicret çizgisinde anlamlı bir noklada görecek ve yaptığı eylemin aslında hicretin yeni bir safhası, bir açılımı olduğunu düşünecekti.
Ancak daha da ilginç bir nokta var: 1453 tarihi, ancak 1258′in ardında ve 1492′nin önünde okunduğunda, yani bu iki kritik tarih arasında asıl yerini bulmaktadır. Fetih, İslamiyet’in yeryüzündeki atılımını görünüşte noktalandıran Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal ve yağmasının 195 yıl sonrasına rast gelir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ise, çok ilginçtir, Bağdat’ın düşüşünden sadece 41 yıl sonrasında gerçekleşir. Daha da manidar bir tarih, Osman Gazinin tam da Bağdat’ın düştüğü yıl doğmuş olmasıdır,
Bağdat, İslam medeniyetinin Doğu’daki merkeziydi ve Batı’daki Endülüs ile el ele yeryüzünü bir insanlık bahçesi haline getirme yolunda ilerlemekteydi. 1258′deki işgal, İslam’ın doğu kanadını çökertti. Bağdat, bayrağı teslim edecek bir el arıyordu. Yedeğini önce Meraga’da aradı, sonra de Semerkand’da. Ne var ki, bu iki yapı da uzun ömürlü olmayacaktı. Ama tam da o çöküş yılında doğan Osman Gazi’nin kurduğu devlet, adeta İlahî bir nefhayla devreye sokulacak ve Bağdat’ın yarım bıraktığı göreve talip olacaktı. Aynı zamanda fetihten 39 yıl sonra, 1492′de son kalesi olan Gırnata’yı kaybedecek olan İslam’ın batı kanadının bıraktığı boşluğu da doldurmak gibi ağır bir sorumluluğun içerisinde bulacaktı kendisini.
Eğer Osmanlı Devleti kurulamamış veya yeterince güçlü bir şekilde gelişememiş olsaydı, 20. yüzyıl başlarında uğradığı zillet, Allahu a’lem, İslam dünyasını 16. yüzyılda bekliyor olacaktı. 1258 ile 1492 tarihleri arasından 1453′ü çekip alın, iki ayağı kopmuş, kötürüm ve sahipsiz bir İslam dünyası tablosunun içine fırlatdmış bulursunuz kendinizi. Madde planında istanbul’un…………………..