Roman özetleri

Edgar Sawtelle’nin Öyküsü Kitap Özeti

“Ben Edgar Sawtelle’nin Öyküsü kitabını çok sevdim. Sadece çok iyi bir öykü okumuş bir okuyucunun yaşadığı bir deneyim ile kitabı kapattım: Evet, işte bitti, ben uzun bir süre boyunca başka bir iyi kitap buluncaya kadar artık okumayacağım… Sonunda, bu köpekler hakkında ya da Amerika’nın merkezi hakkında bir roman değildir—Edebiyat alanında derin bir Amerikan çalışmasıdır. Bu kitap insan kalbi hakkındadır ve orada yaşanan gizemler hakkındadır. Anlaşılırdır fakat bunu kelimelere dökmek olanaksızdır. Mükemmel, gizemli, uzun ve tatminkar: Bu kitabı alan okuyucular daha zengin bir dünyaya giriş yapacaklardır. Ben onların çıkacakları yolculuğu kıskanıyorum. Ben hayat çok kısa olduğu için neredeyse hiçbir kitabı yeniden okumam. Bu kitabı yeniden okuyacağım.”
—STEPHEN KING
“Hamlet oyununa benzerlikler içeren kitapta trajik bir olay ele alınmaktadır. Roman klasikler arasına girmeye aday bir yapıttır. Okuyucular nefes almadan son bölüme ulaşacaklardır.”
—Publisher Weekly
“David Wroblewski tarafından yazılmış olan Edgar Sawtelle’nin Öyküsü kitabı benim uzun zamandan beri okuduğum en iyi kitap! Bir aile, bir çocuk, köpekler ve bunlar etrafında gelişen olaylar kitabı bitirmek için gece boyunca uykusuz kalmama neden oldu. Siz de elinizden bırakmak istemeyeceksiniz.”
—Liz Murpy, The Learned Owl Bookstore
“Sizin bu kitap hakkında çok fazla şey duyacağınıza eminim. Bu kesinlikle bir bestseller yapıttır ve eğer öyle olmazsa ben işimi hak etmiyorum demektir. Bu, muazzam, duygusal, kavrayıcı bir yapıttır…”
—Megan Sullivan, bookwarf.com
“Bu çok güzel yazılmış romanda, David Wroblewski insanlarla olduğu kadar köpeklerle de dolu olan bir dünya içinde, geçmiş ve gelecek arasında bir bağ kuruyor. Edgar Sawtelle’nin Öyküsü tutku dolu, okuyucuyu içine çeken ve derinlemesine şaşırtıcı bir başlangıçtır.”
—MARGOT LIVESEY

Önsöz
Pusan, Güney Kore, 1952
Hava karardıktan sonra yağmur başladı ama o zaten gitmeye karar vermişti ve yağmur da haftalardır yağıyordu. Dok yakınında onu taşımak için yanına gelmek isteyen el arabacılarını geri gönderdi, kendisine verilen yol tarifine göre deniz üssünden uzaklaştı. Kıveng Li Pazaryerindeki kalabalığı, kafesler içinde tavuk, horoz, kutular içinde domuz kellesi, haşlanmış, kızarmış balık satan satıcıları geçti Bir süre sonra Woes Köprüsü üzerinde tanıdığı son işaret olan Tong Gang’ı geride bıraktı.
Barlar sokağında, çatılarda sallanan renkli flamaların altında, yerde birikmiş sular kırmızı ve yeşil renklerde parlıyordu. Etrafta başka asker ya da inzibat görünmüyordu, etrafına bakınarak ve bir kaplumbağa ve iki yılan resminden ibaret olan bir işareti arayarak bir süre yürüdü Sokakların sonu gelmiyordu, öyle bir işaret göremedi ve bir süre sonra yağmur çiselemesi sise dönüştü. Ama o yürümeye devam etti, birkaç kez sağa ve sola dündü ve sonra kaybolduğunu anladı. Aramaktan vazgeçtiğinde vakit gece yarısını geçmişti. Geldiği yoldan geriye dündü, daha önce iki kez geçtiği bir sokaktan yine geçti ve sonunda bir barın köşesinde küçük ve sarı işareti gördü. Takın söylediği gibi, yılanlardan biri kaplumbağanın kuyruğunu ısırmak için geriye doğru kıvrılmıştı. Ona söylediklerine göre işaretin karşısında dar bir sokak olmalıydı ve çok geçmeden limana doğru inen ve üzerinde ışıklı pencereler olan dar sokağı da gördü. Sokağa girip biraz yürüdü ve kapısında kırmızı bir fener olan, şifalı bitkiler satan dükkânın önünde durdu. Başını kaldırıp evlerin çatılarına ve gökyüzündeki bulutlara bakfı. Eski bir hamamın penceresinden bir kadınla bir erkeğin kahkahaları duyuldu. Soma Doris Day’in bir plağından yükselen şarkıyı dinledi bir süre.

Yine  vahşileştim, baştan çıktım işte,
Sırıtan, sızıldayan çocuk oldum yine
Cadılaştım, rahatsızım ve şaşkınım

Dar sokak biraz İlerde sağa kıvrıldı. Köşeyi dönünce siyah tellerle sarılmış koyu kırmızı camdan feneri gördü, içinde yanan alev hafifçe titriyor ve gölgeler hareket ediyordu. Kapının üzerinde dar bir çıkıntı vardı. Yukarda, hafit ışıklı odanın perdesinde, içinde hayvanlar olan yelkenli bir nehir teknesi resmi vardı. Kabanının yakasını kaldırdı, sokakta sağa sola takındıktan sonra kapıyı hatifçe vurdu, sanki hava sogukmuş ve üşümüş gibi hafifçe tepindi.
Kapı açıldı ve üzerinde pamuk pantolon ve kaba bir gömlekle yelek olan yaşlı bir adam durup dikkatle baktı ona. Yanık tenli yüzü iyice kırışmış!. Karşı duvarda asılmış çeşitli bitki kökleri sanki rüzgâr yemiş gibi hatifçe dalgalandılar.
Kapıyı çalan adam yaşlı adama, “Pak senin iyi İngilizce konuştuğunu söyledi,” dedi.
“Biraz konuşurum. Alçak sesle konuş.”
Yaşlı adam dışarıya çıkıp kapıyı arkasından biraz çekti. Yağmur yine başladı, zaten bu ülkede yağmur her zaman yağıyordu ve insanın sokakta dolaşırken kuru kalması adeta bir mucize
Yaşlı adam, yeni gelene, “İlaç var mı?” diye sordu. “Ödeyecek param var.”
“Ben para istemiyorum, Pak sana söyledi bunu, değil mi?” Yaşlı adam içini çekti ve başını iki yana salladı. “Bu konuda konuşmak yasaktır. Sen ne istiyorsun peki?”

Yeşil kabanlı âdâmın biraz gerisinde ki çaya gıyla topallayarak yürüyen bir köpek göründü ve durup iki adama baktı,
Kabanlı adam, “Farelerle uğraştığımızı düşün.” dedi. “Berbat fareler.”
“Donanmanız fareleri kolayca öldürür. En fakir kaptanlar bile bunu çok kolay yaparlar. Arsenik kullanın.”
“Hayır şey biz bir yöntem arıyoruz. Pakın söylediği gibi. etkisini hemen gösterecek bir yöntem olmalı bu. İlacı alan farede baş ve karın ağrısı olmamalı, diğerleri onun uykusunda öldüğünü sanmalı.”
“Yani Tanrı onu aniden almış gibi, öyle mi?”
“Tamamen öyle. Diğer fareler ölene olağandışı bir şey olduğunu asla düşünmemeliler.”
Yaşlı adam başını salladı ve “Bunu pek çok insan ister,” dedi. “Böyle bir şey varsa, buna sahip olan insan neredeyse Tanrı kadar güçlü sayılır.”
“Ne demek istiyorsun sen?”
“Hayatı Tanrı verir ve alır, öyle değil mi? insanı aniden öldüren kişi de yarı Tanrı sayılabilir.”
“Hayır, öldürme gücü hepimizde vardır. Sadece yöntemler farklıdır.”
Şifalı otlar satan ihtiyar, “Yöntem Tanrı emri gibi görünürse o zaman her şey değişir tabii,” dedi. “Böyle şeyler farklıdır ve bunlar acı ve ani olur. Ama biz toplum olarak barış içinde yaşarız.
İhtiyar bunu söyledikten sonra köpeği gösterdi ve “Senin mi bu hayvan?” diye sordu.
“Hayır, hiç görmedim onu.”
Şifalı ot satıcısı dükkâna girdi ve kapıyı açık bıraktı. Dükkânda, duvarda asılı şifalı otlar ve köklerden başka raflarda ilaç dolu sürahiler ve geyik boynuzu parçaları vardı, Adam bir ara gözden kayboldu ve geri geldiğinde, bir elinde bir çorba kasesi, diğerinde de küçük bir kamış kutu vardı. Eğildi ve kâseyi kapıya, parke taşının üstüne bıraktı, sonra kamış kutudan parfüm şişesine benzer bir şişe çıkardı. Şişenin ağzı mantar ve mumla kapatılmıştı, içinde yağlı gibi duran ve suya benzer bir sıvı vardı. Yaşlı adam şişenin ağzındaki mumu ve mantarı çıkarıp, ucu sivriltilmiş bir kamışı şişedeki sıvıya batırdı. Kamışı alıp sokağa çıktı ve ıslık çalarak üçayaklı köpeği çağırdı. Köpek sekerek ve kuyruğunu sallayarak geldi ve kâsenin içindeki yağı diliyle alıp yemeğe başladı.
Dükkâna gelen adam, “Buna gerek yok,” dedi.
Şifalı ot satıcısı, “O zaman bunun etkisini nasıl bileceksin?” diye sordu. Kamışı tutan elini biraz havaya kaldırdı ve sonra ani bir hareketle sivri ucu köpeğin boynuna sapladı. Hayvan önce hiçbir şey hissetmedi.
“Buna gerek olmadığını söyledim. Tanrı aşkına!”
Şifalı ot satıcısı ihtiyar ona cevap bile vermedi. Bir süre yağmurun ve rüzgârın sesini dinlediler.
Köpek düşüp hareketsiz kalınca yaşlı adam şişenin mantarını kapadı ve müşteri olarak gelen adam o zaman şişenin boynundaki küçük yeşil şeridi ve onun üstündeki siyah Hangul harflerini gördü. Adam Hangul yazısını asla okuyamazdı ama buna zaten gerek yoktu, orada ne yazdığını biliyordu o.
Satıcı ihtiyar ağzını sıkıca kapadığı küçük şişeyi kamış kutuya koydu, ucu sivri kamışı karanlık bir çukura attı, kâseyi de tekmeleyip yağmur kanalına gönderdi. Kâsenin parçaları çukurda kayboldu.
“Bu kâseden kimse bir şey yememeli, tehlikeli bir kap bu. Yok edilmesi gerekir onun.”
“Evet.”
“Bu gece ellerimi küllü suda iyice yıkamam gerekiyor. Anlıyorsun beni, değil mi?”
Müşteri cebinden bir tüp çıkardı ve “Burada penisilin var,” dedi. “Ama bu da garantili bir tedavi sayılmaz.”
Yaşlı dükkâncı tüpü alıp ışığa kaldırarak hafifçe salladı ve “Fazla bir şey yok burada,” dedi.
“Dört saatte bir, bir tane hap alınır. Torunun bu haplar bilmeden iyileşse bile yine de hepsini yutmalı. Anlıyorsun beni, değil mi?”
Yaşlı adam başını salladı.
“Garanti yok ama unutma.”
“İşe yarayacaktır, ben şansa pek inanmam. Sanırım burada bir hayata karşı başka bir hayatı kullanıyoruz,”
Satıcı ihtiyar kamış kutuyu ona uzattı. Müşteri hafifçe titreyen eliyle küçük kutuyu aldı ve yeşil kabanının cebine dikkatle koydu. Yaşlı adama veda bile etmedi, geriye döndü ve hâlâ Doris Day müziğinin duyulduğu eve doğru yürüdü. Bir süre sonra, yapmaması gerektiğini bildiği halde kendini tutamadı, elini yan cebine attı ve parmağıyla kamış kutuyu yokladı.
Barlar sokağına geldiği zaman bir ara durup neon ışıklarına, sonra da omzunun üstünden geriye doğru baktı. Oldukça uzakla, şifalı otlar satıcısı yaşlı adam yağmur altında, kapı önünde durmuş, onun arkasından bakıyordu. Sonra ölen köpeği arka bacaklarından tuttu ve bir yere doğru sürüklemeye başladı.

Bir Avuç Yaprak

Edcar’in kapri̇sli̇ bi̇r adam olarak doğmuş olan dedesi 0 toprakları ve üzerindeki mülkleri, 1911 yılında Shultz adında ve hiç tanımadığı bir adamdan satın almıştı Shultz da beş yıl kadar önce bir kütük kızağından düşen kütüğün altında kalıp ezilmekten kurtulmuş ve korkup ekipten ayrılmıştı, Schultz’un bir dakika içinde durduğu yere yuvarlanan yirmi ton ağırlığında Akçaagaç kütükleri, oradaki bir ormancıyı ezip öldürmüştü. Schultz ölen adamı oradan alıp götürürlerken Melten’in kuzey ve batısında gördüğü güzel ve ucuz arazileri hatırladı. O topraklan satın aldıktan Sonra arazisindeki bir tepenin yamacına bir ev ve bir ahır yaptırdı. Sonra iki atını bir arabaya koştu ve eşyalarını yeni yuvasına taşıdı. İlk birkaç ay Schultz atlarıyla beraber yaşadı ve geceleri rüyalarında üzerine yıkılan kütükleri görerek korkuyla uyandı.
Schultz daha sonra arazisinde bir süt çiftliği kurdu. Ondan sonra orada yaşadığı beş yıl içinde topraklarında bazı ağaçlan kesti, açtığı arsalara birkaç çiftlik binası, ahır ve ev yaptırdı, su ihtiyacını karşılamak için bahçesinde büyük ve derin bir kuyu açtırdı. Tannery Town’dan Park Falls’a kadar birçok yerde ambarlar inşa ettirdi.
Bir yandan da ormancılık yaptı, fazla ağaçları keserek atlarına çektirdi ve kereste olarak sattı. Tarlalar açtı, topraklarındaki taşları temizleyip kenarlara yığdı, çalılıkları temizleyip yabani otları yaktı Bir süre sonra taş ve betondan, ambardan büyük bir silo inşa ettirdi ama onun üzerini kapayıp bitiremedi. Keten tohumu, süt, mantar ve hayvan kanını karıştırıp kırmızı boya yaptı ve bununla ambarı ve müştemilatı boyadı. Güney arazisinde ot, saman, batıda mısır yetiştirdi, çünkü batıdaki topraklar daha sulaktı. Çiftlikte yaşadığı son yaz aylarında kasabadan iki işçi tutarak çiftliğine getirdi, çalıştırdı. Ama sonbahar yaklaşırken kimse neden olduğunu bilmiyordu birkaç hafta içinde bütün çiftliği ve hayvanlarını satarak uzaklaştı oralardan.
O sırada John Sawtelle de kuzeye doğru yolculuk yapıyordu ve çiftlik satın almaya hiç niyeti yoktu. Balık takımlarını almış ve karısı Mary’ye, yolda tanıştığı bir adama bir köpek yavrusu götürdüğünü söyleyerek çıkmıştı yola. Bu söylediği yalan değildi ama cebinde yedek bir tasma olduğunu kimse bilmiyordu.
i̇lkbaharda i̇yi̇ ama bi̇raz sinirli bir hayvan olan köpekleri Violet bahçe duvarının dibinde bir çukur açmış ve macera aramak üzere sokağa kaçmıştı. Bir süre sonra bahçenin bir köşesinde yedi köpek yavrusu buldular. Adam yavruları tanıdıklarına dağıtabilirdi ama onları çok sevdi. Violet onun ilk köpeğiydi ve bu yavrular da gördüğü ilk köpek yavrularıydı, onlar da onu çok seviyor, ayakkabılarını yalıyor, havlayarak etrafında dolaşıyorlar, onunla oynuyorlardı. Geceleri bahçede çimlerin üzerine oturup Mary ile sohbet ederken yavrulara çeşitli oyunlar Öğretiyordu ama onlar bu oyunları ertesi gün unutuyorlardı. Henüz yeni evli sayılırlardı ve karısıyla bahçede saatlerce oturup konuşurlardı. John böyle gecelerde bazen eski ve önemli bir şeye bağlı olduğunu düşünür ama onun ne olduğunu bilemezdi.
Ama bir yabancının köpek yavrularını ihmal ettiği fikrinden hoşlanmazdı. Onun için onları yakınlarındaki tanıdıklarına vermek ve büyüdüklerini görmek istiyordu. Yakınlarında köpek isteyen en azından yarım düzine çocuk vardı. Yavruları onlara verebilir ve arada sırada gidip onları görebilirdi.
|ohn bir gün bir arkadaşıyla Chec|uamegon’a gitti, arabayla bile uzun bir yoldu orası ama balık tutmak için çok güzel bir yerdi. Ayrıca kuzeyin geniş ormanlarında ağaç kesimleri henüz başlamamıştı. Mcllen’de, The Holloıv’da, yol üzerinde bir yerde durup biter bira içerlerken, yanında iri, üzerinde kahverengi lekeler olan gri beyaz bir köpek olan bir adam gördiik’r, iriyarı, çobana benzer biriydi bu, ama şık bir arabası vardı. Birahanede oturanların hemen hepsi aralarında dolaşan köpeği tanır gibiydiler.
Kalabalık atasında doiaşarak kendisine verilen fıstıkları yiyen köpek yanlarındaıı geçerken John Sawtelle, “Çok güzel bir hayvan,” dedi. Köpek sahibiyle dost olmak için ona bir bira ısmarlamak istedi.
Barda oturuyorlardı ve adam barmene işaret ederken, “Köpeğin adı Captain,” dedi. Birasını alınca bir ıslık çalarak köpeğini yanına çağırdı ve ona, “Cappy, baya merhaba de bakalım,” dedi.
Captain başını kaldırıp John’a baktı ve tokalaşmak için ön patisini kaldırdı.
Edgar’ın dedesi köpeğin iriliğinden çok etkilenmişti. Köpeğin başını kaldırıp gözlerine bakması da ayrıca etkiledi Jolın’u ve son zamanlarda köpek yavrularıyla fazla oynadığı için sanki Captain da bir yavruymuş gibi geldi ona. Sonra, o zamana kadar tanıdığı en iyi ve akıllı köpek olan Vi ve Captain’ın muhtemel yavrularını düşündü. Captain’ın ön ayağını bırakınca köpek yine müşteriler arasında dolaşmaya başladı.
Ertesi sabah kahvaltı için kasabaya indiler. Kahvaltı servisi yapan restoran Mellen belediye binasının karşısındaydı. Binanın önünde insan boyunda bir çeşme ile kenarında bir tas, onun yanında atların su içmesi için bir yalak ve yere yakın bir noktada da ne işe yaradığı belli olmayan küçük bir tas vardı. Kahvaltı için restorana girmek üzere kapıya yöneldiklerinde sokağın köşesinden Captain’ın çıktığını gördüler. O koca hayvan sanki bir kuklaynuş da iplerle kontrol ediliyormuş gibi, adımlarını çok hafif ve garip bir tarzda atıyordu. Edgar’ın dedesi restoran kapısında durdu ve hayvanın garip yürüyüşüm’ baktı, Captain belediye binasının önündeki çeşmeye ulaşınca aşağıda duran tastan su içmeve başladı.
John’un arkadaşı, “Hadi dostum,” dedi. “Açlıktan ölüyü
O sırada belediye binasının yanındaki dar sokaktan, arkasında yarım düzine yavrusu olan başka bir köpek çıktı. İki köpek birbirlerine yaklaşıp kokla sırlarken, yavrular da onların ayakları dibinde oynaşmaya başladılar. Captain yavruları birer birer yere yatırıp oynamaya başladı onlarla. Sonra onları bırakıp sokağın ucuna doğru koştu ve bir ara durup dönerek havladı. Yavrular da onun arkasından koşmaya başladılar. Captain yavruları çeşmenin yanına götürüp yine onlarla oynaşırken, anne köpek parkın çimenlerine uzandı ve onları seyretmeye başladı.
O sırada restoranın kapısında önünde önlük olan bir kadın dışarıya çıktı ve köpeklere bakarken, “Bunlar Caplain ile hanımı,” dedi. “Bir haftadır her sabah yavrularıyla beraber buluşup oynaşıyorlar. Violet’in minik yavruları yeterince büyüdüğünden beri yapıyorlar bunu.”
John birden şaşırdı ve “Kimin yavruları?” diye sordu. Bu sefer kadın şaşırdı ve onun yüzüne bakarak, “Kimin olacak, Violet’in elbette,” dedi. “Yavruların anneleri Violet işte. Şurada yatan köpek yani ”
|ohn, “Şey, benim de Violet adında bir köpeğim var da birden onun için şaşırdım,” dedi. “Ve onun da bu yaşta yavrulan var.”
Kadın buna şaşırmamış gibi dudaklarım büzdü ve “Vay canına!” dedi.
“Yani garip bir rastlantı değil mi bu? Köpeğimin adını taşıyan başka bir köpek görüyorum ve benimki gibi onun da aynı yaşta yavrulan var.”
“Böyle tesadüfler her zaman olur bayım.”
………………

Related Articles

TOPRAK UYANIRSA

Kazım Karabekir Kimdir

admin

İstiklal Marşının Açıklaması Kısa Özet

admin