Umberto Eco, bu romanın yarattığı geniş yankılara yanıt olarak, Alfabeta dergisinin Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Sonrası (Postille) başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Eco, bu yazısında, Gülün Adı’nın yazılış sürecini anlatmakta, romana çeşitli yönlerden açıklık getirmektedir. Gerek bu bakımdan, gerekse Eco’nun roman anlayışını ortaya koyması bakımından (bir anlamda, roman üstüne bir deneme sayılabilecek) bu ilginç yazıyı kitabın sonunda bulacaksınız.
CAN YAYINLARI
……….
DOĞAL OLARAK, BİR ELYAZMASI
16 Ağustos 1968′de Vallet diye bir rahip tarafından kaleme alınmış bir kitap geçti elime: Melkli Dom Adso’nun, Dom J. Mabillon’un baskısından Fransızca’ya çevrilmiş elyazması (Presses de l’Abbayede la Source, Paris, 1842). Gerçekten oldukça yoksul tarihsel bilgilerin eklendiği bu kitabın, Benedikten tarikatının tarihine ilişkin çok şey borçlu olduğumuz, on altıncı yüzyılda yaşamış büyük bilgin taraftndan bulunmuş olan, on dördüncü yüzyıla ait bir elyazmasının tıpkısı olduğu öne sürülüyordu. Bu bulgu (kronolojik sıraya göre üçüncü olan kendi buluşumdan söz ediyorum), sevdiğim birisini beklemek üzere Prag’da bulunduğum sırada beni neşelendirdi. Altı gün sonra Sovyet birlikleri talihsiz kenti istila ettiler. Şansım yolunda gitti; Linz’de Avusturya sınırına ulaştım; oradan Viyana’ya gidip beklediğim kimseyle buluştum ve birlikte Tuna boyunca yukarı çıktık.
Büyük bir düşünsel coşkuyla, büyülenmiş, Melkli Adso’nun korkunç öyküsünü okuyordum; kendimi kitaba öylesine kaptırmıştım ki, yumuşak bir kalemle üstüne yazması çok zevkli olan Papéterie Joseph Gilbert’den alınma o büyük defterlerden birkaçını bir çırpıda kitabın çevirisiyle doldurdum. Böylece Melk yakınlarına geldik; ırmağın dirsek çevirdiği bir yerde, bir tepe üstünde, yüzyıllar boyunca birçok kez restore edilmiş olan güzelim Stift hâlâ ayakta duruyordu. Okurun tahmin edebileceği gibi, manastırın kitaplığında Adso’nun elyazmasının izine rastlamadım.
Salzburg’a varmadan önce, Mondsee kıyısında küçük bir otelde, trajik bir gecenin ardından, yol arkadaşlığımız birden sona erdi ve kendisiyle birlikte yolculuk etmekte olduğum kişi, Abbé Vallet’nin kitabını da alarak ansızın yok oldu; kötülüğünden değil, ilişkimizin plansız ve ansızın bitmesinden ötürü. Böylece, elimde elyazısıyla yazdığım defterler, yüreğimde kocaman bir boşluk kaldı.
Birkaç ay sonra, Paris’te, araştırmamı derinleştirmeye karar verdim. Fransızca kitaptan çıkardığım birkaç nottan, kaynağa, olağanüstü ayrıntılı ve kesin bir yollama kalmıştı elimde:
Vetere analecta, sive collectio veterum aliquot opera & opucculorum omnis generis, varminum, epistolarum, diplomaton, epitaphiorum, &, cum itinere germanico, adaptationibus aliquot disquisitionibus R.PD. Joannis Mabillon, Presbiteri ac Monachi Ord. Sancti Benedicti e Congregatione S. Mauri. Nova Editio cui accessere Mabilonii vita aliquot opuscula, scilicet Dissertatio de Pane Eucharistico, Azymo et Fermentatio, ad Eminentiss. Cardinalem Bona. Subjungitur opusculum Eldefonsi Hispaniensis Episcopi de eodem argumentum Et Eusebii Romani ad Theophilum Gallum Epistola, De cultu sanctorum ignotorum, Parisis, apud Levesque, ad Pontem S. Michaelis, MDCCXXI, cum privilegio Regis.
Bibliothèque Sainte Geneviève’de, Vetera analecta’yı hemen buldum; ama bulduğum baskının, betimlemeden iki ayrıntı bakımından farklı oluşu şaşırttı beni: önce ‘Montalant, ad Ripam P.P. Augustinianorum (prope Pontem S. Michaelis)’ diye belirtilen editör ve iki yıl sonrasını gösteren tarih. Bu analecta, Melkli Adso ya da Adson’un herhangi bir elyazmasını kapsamıyordu – tersine, dileyenin denetleyebileceği gibi, bunlar, kısa ya da orta uzunlukta metinlerin bir araya getirilmesinden oluşuyordu; oysa Vallet’nin kopya ettiği öykü birkaç yüz sayfa tutuyordu. Aynı zamanda, ünlü ortaçağ uzmanlarına, örneğin sevgili, unutulmaz Etienne Gilson’a başvurdum; ama tek Vetera analecta’ların Sainte Geneviève’de gördüklerim olduğu açıktı. Passy yakınlarında, Abbaye de la Source’a hemen bir ziyaret ve arkadaşım Dom Arne Lahestedt’le bir konuşma, manastırın basımevinde Abbé Vallet diye birinin kitap bastırmadığına (böyle bir basımevinin de var olmadığına) inandırdı beni. Fransız araştırmacılarının güvenilir yaşamöyküsel bilgi konusundaki savruklukları ünlüdür; ama bu durum usun alabileceği her türlü karamsarlığın da ötesine geçiyordu. Elime geçmiş olan kitabın uydurma olduğunu düşünmeye başladım. Artık Vallet’nin kitabını da yeniden elde edemezdim (ya da en azından, onu benden almış olan kimseye gidip geri isteyemezdim). Elimde notlarımdan başka hiçbir şey kalmamıştı; onlardan da kuşku duymaya başlıyordum.
Bazı büyülü anlar vardır, büyük fizik çaba ve yoğun dürtüsel heyecan anları; geçmişte tanımış olduğumuz kimselerin sanrıları belirir öyle anlarda (‘en me restraçant ces détails, j’en suis à me demander s’ils sont réels, ou bien si je les ai rêvés’ *). Daha sonra, Abbé de Bucquoy’nın güzel kitaplığından öğrendiğime göre, henüz yazılmamış kitapların da sanrıları vardır.
*(Fr) ‘Bu ayrıntıları anımsadığım zaman. kendi kendime onların gerçek mi olduğunu, yoksa onları düşlediğimi mi sormak gereğini duydum’ (Çev.)
Yeni bir şey olmasaydı, Melkli Adso’nun öyküsünün nereden kaynaklandığını belki de hâlâ düşünüyor olurdum; 1970′te, Buenos Aires’te, Corrientes’te, o büyük caddenin ünlü Patio del Tango’sunun oldukça yakınında, küçük bir sahafın raflarına göz gezdirirken, Milo Temesvar’ın, Satranç Oyununda Ayna Kullanılmasına Dair adlı kitapçığının standart İspanyolca bir nüshasına rastladım. Apocalittici e integrati adlı yapıtımda, bu yazarın daha sonra yayınlanan I venditori di Apocalisse’sini eleştirirken, bu kitabtn adını (ikinci elden) anma olanağı bulmuştum daha önce. Artık bulunması olanaksız olan, Gürcü dilindeki özgün yapıtın (Tiflis, 1934) İtalyanca çevirisiydi bu; kitapta, Adso’nun elyazmasından birçok alıntı görmek şaşırttı beni; ama bunların kaynağı ne Vallet’ydi, ne de Mobillon; Peder Athanasius Kircher’di (ama hangi yapıtı?). Daha sonra -adını anmamayı uygun bulduğum- bir bilgin (ezbere dizinler alıntılayarak), büyük Cizvit’in, Melkli Adso’nun hiç sözünü etmediğine dair güvence verdi bana. Ama Temesvar’ın sayfaları gözlerimin önündeydi; aktardığı olaylar da Vallet’nin elyazmasındakilere tıpatıp uyuyordu (özellikle labirentin betimlemesi kuşkuya yer vermiyordu). Daha sonra Beniamino Placido* ne yazmış olursa olsun, Abbé Vallet diye biri yaşamıştı; kesinlikle Melkli Adso da.
* La Repubblica, 22 Eylül 1977
Bundan, Adso’nun anılarının, doğru olarak, anlattığı olaylarla aynı niteliği paylaştığı sonucunu çıkardım. Başta yazarın adı, en sonunda da, Adso’nun caymak bilmez bir titizlikle suskun kaldığı manastırın yeri olmak üzere, birçok gölgeli gizeme bürünmüştü bu anılar. Kestirimler, Pomposa ile Conques arasında, belli belirsiz bir alan tasarlama olanağı veriyor bize; büyük bir olasılıkla burası Apeninler’in sırtında, Piemonte, Liguria ve Fransa arasında (yani Lerici ve Turbia arasında) bir yer. Betimlenen olayların geçtiği döneme gelince; 1327 Kasımı’nın sonunda oluyor olaylar; öte yandan, yazarın bunları ne zaman yazdığı kesin değil. 1327 yılında kendisinin bir çömez olduğuna ve anılarını yazdığı sırada ölüme yakın olduğunu söylediğine bakılırsa, elyazmasının, on dördüncü yüzyılın son on ya da yirmi yılı içinde yazıldığını kestirebiliriz.
İyi düşünülürse, beni, elimdeki, on dördüncü yüzyılın sonuna doğru bir Alman rahip tarafından Latince yazılmış bir yapıtın on yedinci yüzyıl Latincesiyle yapılmış nüshasının, açık seçik olmayan, neo-Gotik bir Fransızca kopyasının İtalyanca kopyasını yayınlamaya götüren nedenler oldukça azdı.
Her şeyden önce, nasıl bir üslup kullanmalıydım? O dönemin İtalyanca örneklerini izleme eğilimini, tümüyle gerekçesiz olduğundan, bir yana bırakmalıydım; Adso yalnızca Latince yazmakla kalmıyor, kültürünün (ya da onu etkilediği açıkça görülen manastırın kültürünün) çok daha eskiye gittiği anlaşılıyor; bu kültürün, geç ortaçağ Latince geleneğine bağlanabilen bilgi ve üslup süslemelerinin yüzyıllar boyu oluşan bir toplamı olduğu açık. Adso, yerli konuşma dilinin evrimine kapalı kalmış, betimlediği kitaplığın içinde barındırdığı sayfalara bağlı, öğrenimini pederler ve araştırmacıların metinleri üstünde yapmış bir rahip gibi düşünüp yazıyor; öyküsü (sayısız zihin karışıklıkları ve hep kulaktan dolma anlattığı, on dördüncü yüzyıl olaylarına yollamalar dışında), dil ve bilimsel altntılar bakımından, on ikinci ya da on üçüncü yüzyılda yazılmış olabilirdi.
Öte yandan, Vallet’nin, Adso’nun Latincesini, kendi neo-Gotik Fransızcasına çevirirken, bir ölçüde özgürce davrandığına kuşku yok; hem yalnızca üslup bakımından değil. Örneğin kişiler bazen otların erdemlerinden söz ederken, yüzyıllar boyunca birçok değişikliğe uğramış olan, Albertus Magnus’a yorulan gizler kitabına açık yollamalar yapıyorlar. Adso’nun bu kitabı bildiği kesin, ama onun bu kitabın, gerek Paracelsus’un formüllerini, gerekse Albertus’un Tudor döneminden kaldığı kuşku götürmeyen bir baskısından* yapıldığı açıkça anlaşılan ekleri gereğinden çok sözcüğü sözcüğüne yansıtan bölümlerini alıntıladığı gerçeğini değiştirmez bu. Öte yandan, Vallet’nin, Adso’nun elyazmasını kopya etmekte olduğu (?) sırada, Paris’te, artık onarılmaz bir biçimde bozulmuş olan Grand ve Petit Albert’in* bir on sekizinci yüzyıl baskısının dolaşmakta olduğunu daha sonra doğruladım. Ne olursa olsun, Adso ya da tartışmalarını anlattığı rahiplerin yorumladıkları metnin, notlar, şerhler ve çeşitli eklerin yanı sıra, daha sonraki araştırmaları zenginleştirecek açıklayıcı notları da kapsamadığından nasıl emin olabilirdim?
* Liber aggregationis seu liber secretorum Alberti Magni. Londinium, Juxta ponlem qui vulgariter dicitur Flete brigge, MCCCCLXXXV.
* Les admirables secrets d’Albert le Grand, L Lyon: Chez les Héritiers Beringos. Fralres, à l’Enseigne d’Agrippa, MDCCLXXV: Secrets merveilleux de la Magie Naturelle et Cabalistique du Petit Albert. A Lyon, ibidem. MDCCXXIX.
Son olarak, Abbé Vallet’nin kendisinin, belki de o dönemin ortamını korumak için, çevirmeyi uygun bulmadığı bölümleri Latince olarak mı bırakmalıydım? Böyle yapmak için, belki de yararlandığım kaynağa yersiz bir bağlılık duygusundan başka kesin gerekçeleri yoktu… Aşırılıktan kaçındım; ama bir ölçüde olduğu gibi bıraktım onları. Korkarım bir Fransız kahramanı tanıtırken ona, ‘Parbleu!’ ve ‘La femme, ah! La femme!’ dedirten kötü romancılar gibi davrandım ben de.
Sonuç olarak içim kuşkularla dolu. Cesaretimi toplayıp Melkli Adso’nun elyazmasını sanki sahiymiş gibi niçin sunduğumu gerçekten bilmiyorum. Bir sevdalanma diyelim. Ya da, dilerseniz, kendimi sayısız eski saplantılardan kurtarmanın bir yolu.
Metni hiçbir çağcılık kaygısı gütmeksizin yazıyorum. Abbé Vallet’nin kitabını keşfettiğim yıllarda, insanın yalnızca şimdiki zamana karşı bir yükümlülükten ötürü dünyayı değiştirmek için yazması gerektiğine dair yaygın bir inanç vardı. Aradan on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra salt yazma sevgisinden ötürü yazabilmek (en yüce saygınlığa yeniden kavuşturulmuş olan) yazın adamının avuntusu şimdi. Böylece ben de Melkli Adso’nun öyküsünü, yalnızca anlatma tadı için anlatmakta kendimi özgür hissediyorum ve (usun uyanışının, uykusu sırasında üretmiş olduğu tüm ucubeleri kaçırdığı günümüzde) bu öykünün, zaman içinde ölçülemez uzaklıkta, günümüzle herhangi bir bağıntıdan öylesine görkemli bir biçimde arınmış, umutlarımıza ve kesinlemelerimize zamanla ilintisiz yabancılığını görmekle yüreğim yatışıyor ve avunuyorum.
Çünkü kitapların bir öyküsü bu; gündelik kaygıların değil ve bu öyküyü okumak bizi Kempisli büyük taklitçiyle* birlikte ‘In omnibus requiem quaesivi, et nusquam inveni nisi in angulo cum libro’* demeye götürebilir.
5 Ocak 1980
* 1379 (80?) – 1471 yılları arasında yaşamış Alman mistik yazar Thomas à Kempis. İsa’nın Taklidi adlı kitabından ötürü, Eco ondan ‘büyük taklitçi’ diye söz ediyor. (Çev.)
* (Lat.) “Her şeyde erinç aradım, ama hiçbir yerde bulamadım: bir kitapla çekildiğim köşeden başka.” (Çev.)
……….
Umberto Eco’nun 1980′de yayınlanan dev romanı Gülün Adı, artık çağdaş klasikler arasında yerini almış bulunuyor. Çok katmanlı bir yapıt olan bu romanda, 1327′de İtalya’daki bir manastırda geçen bir cinayet soruşturması anlatılıyor. Ama günümüz edebiyatına bambaşka bir soluk getiren, yepyeni bir türün kapılarını açan Gülün Adı, hem ortaçağ Hıristiyan dünyasını derinliğine irdeleyen bir tarihsel roman; hem de büyük bir ustalıkla kurulmuş, soluk soluğa okunan bir polisiye öykü. 1986′da başrolünü Sean Connery’nin üstlendiği film, çok daha geniş bir okur kitlesini romana yöneltmişti. O günden bu yana dünyanın belli başlı tüm dillerine çevrilen Gülün Adı’nı, Şadan Karadeniz’in benzersiz çevirisinden okurken, kendinizi 14. yüzyıl Avrupa’sının dinsel entrikalarının ortasında bulacak, gizemli bir öykünün labirentlerinde din ve bilimin çatışmasını izleyeceksiniz.