FARE KAPANINA YAKALANANLAR:
Molly Davis : Yeni evli genç bir kadın. Pansiyon işletmeye kalkışmış.
Giles Davis : Molly’nin kocası. Çocukluğundan söz etmekten hoşlanmıyor.
Christopher Wren : Kızıl saçlı bir genç. Mimar olduğunu iddia ediyor.
Bayan Boyle : Yaşlıca bir kadın. Son derece ukala.
Binbaşı Metcalf: Orta yaşlı bir adam. Belki de göründüğü gibi değil.
Paravicini: Bir yabancı. Pansiyona gece yarısı gelmiş.
Trotter: Genç komiser. Katili bildiğini sanıyor.
Müfettiş Parminter: Islık çalan katilin peşinde.
POLİSİN ELİNDE ŞU İPUÇLARI VARDI :
• Bir çocuk şarkısı
• Üç fare resmi
• Küçük bir defter
• Eski bir olay
• Psikiyatri uzmanlarının raporları
• Hain bir çiftçi
• Bir yetimhane
• Kopuk telefon telleri
• Bir piyano
• Kaybolan kayaklar
POLİS ESRARI ÇÖZEBİLMEK İÇİN ŞU SORULARA YANIT VERMEK ZORUNDAYDI:
• Katil neden ıslıkla şarkı çalıyordu?
• Giles belirli günde nereye gitmişti?
• Molly, Wren’i önceden tanıyor muydu?
• Genç kadın gazeteyi kimin getirdiğini biliyor muydu?
• Molly o eski olaydan söz edilmesinden niçin hoşlanmıyordu?
• Genç kadın Londra’ya gitmiş miydi?
• Paravicini genç miydi, yoksa yaşlı mı?
• Bayan Böyle neyi gizliyordu?
• Wren aslında kimdi?
• Metcaif neden endişeliydi?
Üç Kör Fare
Üç Kör Fare
Nasıl koşuyorlar bak.
Nasıl koşuyorlar bak!
Hepsi de çiftçinin karısının peşinden koştular.
Kadın da kuyruklarını et bıçağıyla kesti.
Hayatında böyle garip bir şey gördün mü hiç?
Üç Kör Fare gibi…
Giriş
Hava çok soğuktu. Gökyüzü henüz yağmamış kar bulutlarıyla dolu ve karanlıktı.
Koyu renk palto giymiş olan bir adam Culver Sokağında ilerleyerek 74 numaralı apartmanın kapısı önündeki basamaklardan çıktı. Atkısını yukarı çekerek çenesine sarmış, şapkasını özlerine kadar indirmişti.
Parmağını düğmeye bastı ve zilin aşağıdaki bodrum katında tiz bir sesle çaldığını duydu.
Bulaşık yıkamakta olan Bayan Casey acı acı, «Şu zil de,» diye homurdandı. «Hiç rahat yok insana!»
Hırıltılı hırıltılı soluk alarak bodrum merdiveninden çıktı ve kapıyı açtı. Dışarıda duran adamın yalnızca silueti belli oluyordu. Alçalmış gibi gözüken gökyüzü bu gölge için uygun bir arka plandı. Yabancı fısıltıyla, «Bayan Lyon?» diye sordu.
Bayan Casey, «İkinci kat,» dedi. «Yukarı çıkabilirsiniz. Sizi bekliyor muydu?» Adam, «Hayır,» der gibi ağır ağır başını salladı. «Neyse,» diye ekledi kadın. «Siz yukarı çıkıp kapısını vurun.»
Bayan Casey yabancının eski halı döşeli merdivenden çıkışını seyretti. Sonradan, «Ona bakarken içim bir tuhaf oldu,» diyecekti ama aslında şu anda yalnızca, müthiş soğuk almış, diye düşünüyordu. Ancak fısıltıyla konuşabiliyor. Buna da şaşmamak gerek. Şu havaya bak. Adam merdivendeki dönemeci aştıktan sonra usulca ıslık çalmaya başladı. Bir çocuk sarkışıydı bu. «Üç Kör Fare…»
Molly Davis yolda gerileyerek bahçe kapısının yanına asılmış olan pırıl pırıl boyalı tabelaya baktı.
«Monksvvell Köşkü – Pansiyon.»
Genç kadın beğeniyle başını salladı. Evet, profesyonellere yakışacak bir hali vardı bu tabelanın. Ya da ‘hemen hemen profesyonelleşmiş olanlara yakışacak’… Pansiyonun ‘n’si biraz yukarıya doğruydu.
Köşkün son hecesindeki harfler de hafifçe sıkışmışlardı. Ama genel olarak Giles bu işi olağanüstü bir biçimde başarmıştı. «Giles gerçekten çok becerikli… Kolaylıkla yapabildiği o kadar çok şey var ki.» Genç kadın kocası hakkında her gün yeni şeyler öğreniyor, o ise kendiyle ilgili pek az bir şey söylüyordu. Molly de yavaş yavaş kocasının ne değişik yetenekleri olduğunu ancak farkediyordu. Eski bir denizcinin elinden hemen her şey gelirdi. Daha doğrusu herkes öyle söylüyordu.
Bu yeni işinde de Giles’in tüm yeteneklerine gereksinimleri olacaktı. Hiç kimse pansiyon işletmek konusunda Molly ve Giles kadar deneyimsiz olamazdı. Fakat pek eğlenceli bir şey olacaktı bu iş. Sonra bu sayede ev sorunu da kendiliğinden çözümlenmiş oluyordu.
Moily’nin fikriydi bu. Katherine Halası öldüğü zaman avukatları genç kadına mektup yazarak Monksvvell Köşkünün kendisine kaldığını bildirmişlerdi. Kan koca tabii ki önce köşkü satmayı düşünmüşlerdi.
Giles, «Orası nasıl bir yer?» diye sormuştu.
Molly de, «Victoria devrinden kalma iç sıkıcı eşyalarla dolu, koskocaman, eski bir ev,» demişti. «Bahçesi hoştur. Fakat son yıllarda orayı da ot bürüdü. Çünkü köşkte yalnızca yaşlı bir bahçıvan kaldı.»
Böylece evi satılığa çıkarmaya, tutacakları küçük bir villa veya bir kat için de yeteri kadar eşya ayırmaya karar verdiler. Ne var ki hemen o an iki güçlükle karşılaştılar. Önce satın alacak kadar küçük bir villa veya kat bulamadılar. Ve sonra da, köşkteki eşyaların koskocaman olduğunu farkettiler.
Molly, «Ne yapalım?» dedi. «Eşyaların hepsini satarız. Tabii alıcı çıkarsa.»
Avukat onlara son zamanlarda her şeyin satılabildiğini açıkladı. Sonra da, «Herhalde alacak olanlar köşkü otel veya pansiyon yapacaklar,» dedi. «Tabii o zaman evi içindeki eşyalarla birlikte isteyeceklerdir.
Neyse ki köşk harap halde değil. Miss Emory bir ara köşkü tamir ettirmiş, bazı bölümlerini de modern bir hale sokmuştu. Onarılan yerlerde fazla bir bozulma da olmadı. Evet, köşk gerçekten mükemmel durumda.»
İşte o zaman Moily’nin aklına bir şey geldi.
«Giles!» diye bağırdı genç kadın. «Neden orayı pansiyon olarak biz işletmiyoruz?»
Kocası önce bu fikri küçümsedi. Ancak Molly diretti.
«Fazla pansiyoner almamız şart değil. Özellikle başlangıçta. Köşkü yönetmek kolay. Yatak odalarında sıcak ve soğuk su var. Halam köşke kalorifer de koydurmuş. Mutfağa da gaz sobası. Tavuk ve ördek yetiştirir, yumurtalarından da yararlanırız. Bahçeye sebze de ekeriz.»
«Bütün bu işleri kim görecek? Hizmetçi bulmak kolay değil sanırım.»
«Ah, işi biz yaparız. Zaten nerede oturursak oturalım buna mecburuz. Bir iki kişi işimizi fazla artırmaz. Pansiyonculuğa başladıktan bir süre sonra gündelikçi bir kadın tutarız. Beş pansiyonerimiz olsa. Adam başına haftada yedi sterlin…» Molly kafasında biraz da iyimser bir hesap yapmaya başladı. Sonra da sözlerini, «Düşün Giles,» diye tamamladı. «Bu bizim kendi evimiz olacak. Kendi evimiz ve kendi eşyalarımız. Duruma bakılırsa oturabileceğimiz bir yeri ancak yıllar sonra bulabileceğiz. »
Giles bunun doğru olduğunu itiraf etti. Apar topar evlendikten sonra o kadar az birlikte olabilmişlerdi ki, bir yuva kurup yerleşmek için sabırsızlanıyorlardı. İşte böylece o büyük serüvene atıldılar. Oranın yerel gazetesine ve Tımes’a ilanlar verildi. Bunlara türlü yanıtlar geldi.
Ve şimdi de ilk konukları gelecekti. Giles o sabah erkenden, gazetelerde satılacağı ilan edilen tel örgüden almak için arabayla bölgenin ta öbür ucuna gitmişti. Molly ise, son dakikada, gerekli olan şeyleri almak için köye kadar yürüyeceğini açıklamıştı. Uygun olmayan tek bir şey vardı; hava. Son iki gün boyunca hava çok soğumuştu. Şimdi de neredeyse kar yağmaya başlayacaktı. Molly bahçe yolundan telaşla ilerledi. Kuş tüyüne benzeyen kar taneleri genç kadının yağmurluğunun omuzlarına ve parlak, kıvırcık saçlarına konmaya başladı. Hava haberleri hiç de hoşa gidecek gibi değildi. Yoğun kar yağışı bekleniyordu.
Molly endişeyle, umarım bütün borular birden donmaz, diye düşündü.
Tam işe başladığımız sırada bir aksilik olursa üzülürüm. Saatine bir göz attı. Çay zamanı geçmiş bile. Giles döndü mü acaba? Benim nerede olduğumu merak etti mi? Kocasına, «Unuttuğum bir şeyi almak için yeniden köye inmek zorunda kaldım,» diyecekti. Giles de gülecekti o zaman. «Yine konserve mi aldın?» diye soracaktı.
Bu ‘konserve’ onlara özgü bir şakaydı. Hep konserve yiyecek alıyorlardı. Artık kilerleri iyice dolmuştu. Acil durumlarda sıkıntı çekmeyeceklerdi.
Molly gökyüzüne bakarak yüzünü buruşturdu. «Galiba pek yakında acil durumlarla da karşılaşacağız.»
Ev boştu. Giles dönmemişti daha. Molly önce mutfağa gitti. Sonra da yukarı çıktı. Yeni hazırlanmış olan yatak odalarını dolaştı. Bayan Boyle’a içinde dört sütunlu bir karyola ve maun eşyalar olan güney taraftaki oda verilecekti. Binbaşı Metcalf a ise meşe takımlı mavi oda. Bay Wren’e de şahnişini olan doğu taraftaki oda ayrılmıştı. Hepsi de pek güzeldi bunların, «Allah’tan Katherine halamın bu kadar çok yatak takımı varmış.» Molly bir karyolanın örtüsünü düzelterek yeniden dışarı çıktı. Aşağıya indiği zaman hava kararmak üzereydi. Birdenbire genç kadına köşk çok sessiz ve boş gözüktü. Ev ıssız bir yerdeydi. Köyden üç kilometre uzaktaydılar. Ya da Moily’nin dediği gibi, «Her yerden üç kilometre uzaktaydılar…»
Genç kadın daha önce de evde sık sık tek başına kalmıştı. Ama bu ana kadar kendini böyle yalnız hissettiği hiç olmamıştı. Kar taneleri hafifçe uçarak usul usul pencerelere vuruyor, bu da insanı endişelendiren, fısıltıya benzer bir ses çıkmasına neden oluyordu.
Molly, ya Giles geri dönemezse diye düşündü. Ya kar yolları kapar da araba geçemezse?… Ya burada yalnız başıma kalırsam?… Hem de günlerce?
Genç kadın mutfakta çevresine bakındı. Koskocaman, rahat bir mutfaktı burası. Buraya şöyle şişman, rahat halli bir aşçı kadın yaraşırdı. Kadın mutfak masasının başına geçerek pasta yerken çenesi ritmik bir şekilde oynayacak, sonra da yediklerinin üzerine kopkoyu bir çay içecekti. Bir yanında uzun boylu, yaşlıca bir orta hizmetçisi olacak, ikinci kata bakan tombul, pembe yanaklı hizmetçi ise aşçının öbür yanında oturacaktı. Aşçıya yamaklık eden kız ise masanın bir ucundan korku ve saygıyla, kendisinden üstün olan bu üç kadına bakacaktı. Fakat bütün bunların yerinde yalnızca kendisi vardı şimdi;
Molly Davis. Daha alışamadığı bir role çıkacaktı.
Molly’e şu anda bütün yaşamı gerçek değilmiş gibi geliyordu. Giles de gerçek değildi. Yalnızca bir role çıkmıştı. Bir role çıkmıştı…
Pencerenin önünden bir gölge geçince Molly irkildi. Karların parasından bir yabancı belirmişti. Genç kadın yan kapının tıkırtısını duydu. Yabancı orada, açık kapının eşiğinde duruyordu. Üzerindeki karları silkmekteydi.
Sonra Molly bu hayalin etkisinden kurtuldu.
«Ah, Giles!» diye bağırdı. «Geldiğine o kadar sevindim ki!»
«Merhaba sevgilim! Ne berbat hava! Allah’ım, dondum, dondum!»
Giles ayaklarını yere vurarak ellerine hohladı. Molly, Giles’in meşeden yapılmış bir masanın üzerine her zamanki gibi fırlatıverdiği paltosunu dalgın dalgın aldı, bir askıya geçirdi. Paltonun şişkin ceplerinden bir atkı, bir gazete, bir yumak sicim ve sabah gelen mektupları çıkardı. Mutfağa girerek bu eşyaları büfenin üzerine bıraktı. Sonra da çaydanlığı ocağa koydu.
«Tel örgüden aldın mı?» diye sordu. «O kadar geciktin ki.»
«Tel örgü istediğim cinsten değildi. Bizim işimize yaramazdı. Başka bir dükkâna daha gittim. Ancak onun da bir yararı olmadı. Sen ne yaptın?
Herhalde daha gelen olmadı.»
«Bayan Böyle yarın sabah gelecek zaten.»
«Binbaşı Metcalf’la Bay Wren’in bugün burada olmaları gerek.»
«Binbaşı Metcalf bir kart yollamış. O da ancak yarın gelebilecekmiş.»
«Demek ki yemekte biz ve Bay Wren’den başkası olmayacak. O nasıl bir adam acaba? Bana şöyle uysal, emekli bir memurmuş gibi geliyor.»
«Hayır. Bence ressam o.»
Giles, «Öyleyse ondan haftalık ücreti peşin alalım,» dedi.
«Buna gerek yok ki, Giles. Eşyalarını getirecekler. Para vermezlerse, biz de eşyalarına el koyarız.»
«Ya bavullarından gazete kâğıtlarına sarılmış taşlar çıkarsa? Açıkçası bu işde nelerle karşılaşacağımızdan haberimiz bile yok, Molly.
Müşterilerin bu işde yeni olduğumuzu anlamayacaklarını umarım.»
Molly, «Bayan Böyle bunu muhakkak farkedecek.» dedi. «Çünkü o, bu tip bir kadın.»
«Nereden biliyorsun? Onu görmedin ki.»
Molly döndü. Masaya bir gazete yaydı. Peynir getirerek üzerinde rendelemeye başladı.
Kocası, «O nesi?» diye sordu.
Molly açıkladı. «Gal usulü peynirli kızarmış ekmek yapacağım. Ama içine galeta unuyla patates püresi de katacağım. Tabii adına layık olması için peynir de koyacağım.»
Kocası hayran hayran mırıldandı. «Usta bir aşçısın.»
«Acaba? Ben bir anda yalnızca tek bir iş yapabilirim. Aslında ustalık isteyen, yemeklerin malzemesini biraraya toplamak. Kahvaltı ise en kötüsü.»
«Neden?»
«Çünkü her şey aynı anda yapılıyor. Yumurta ve domuz pastırması. Sıcak süt, kahve ve kızarmış ekmek. Süt kaynayıp taşıyor. O arada ekmekler yanıyor. Veya pastırma kuruyup kalıyor. Ya da yumurtalar lop oluyor, insanın bir anda her şeye dikkat edebilmesi için ayağı yanmış kedi gibi sağa sola koşuşturması gerek.»
«Yarın sabah kimseye gözükmeden usulca aşağıya süzülüp senin ayağı yanmış kedi taklidi yapmanı seyredeceğim.»
Molly, «Çay oluyor,» dedi. «Tepsiyi kütüphaneye götürüp radyo dinleyelim mi? Neredeyse haberler başlar.»
«Bütün zamanımızı mutfakta geçireceğimiz anlaşılıyor. Onun için buraya da bir radyo koymalıyız.»
«Evet. Mutfaklar çok hoş oluyor, değil mi? Bu mutfağı çok seviyorum. Bence köşkün en güzel yeri burası. Büfe ve tabaklar da hoşuma gidiyor. Sonra bu koskocaman kuzina bana pek lüks geliyor. Ama yemekleri onda pişirmek zorunda olmadığıma da ayrıca seviniyorum.»
«Herhalde bir günde bir yıllık yakıtı tüketir.»
«Öyle sanırım. Ancak orada kızartılan koskocaman butları bir düşün. Sonra biftekler ve koyun döşleri. Kilolarca şekerle pişmiş çilek reçelleriyle dolu bakır kaplar. Victoria devri pek rahatmış! Yukarıdaki eşyalara bak. Büyük, sağlam ve bir hayli de süslü. Hem öyle de rahatlar ki! O zamanki elbiselere göre bunlar. Sonra çekmeceler de kolaylıkla açılıp kapanıyor. Bize kısa bir süre için verdikleri o modern katı hatırlıyor musun? Her şeyi yeniydi ve sözde kolaylıkla açılacaktı. Fakat çekmecelerin hiçbiri açılmıyor, sıkışıp kalıyordu. Kapılar da öyle. Onlar da bir türlü kapalı durmuyorlardı. Kapandılar mı da bir daha açılmıyorlardı.»
«Evet. Modern eşyaların bu kusuru var. Eğer doğru dürüst çalışmazlarsa, mahvoldun demektir.»
«Haydi, gel. Haberleri dinleyelim.»
Haberler daha çok kötü havayla ilgili uyarılar, yine çıkmaza giren dış sorunlar, Parlamento’daki heyecanlı tartışmalar ve Paddington’da Culver Sokağında işlenen bir cinayetle ilgiliydi.
Molly radyoyu kapattı. «Uf! Üzüntü verecek haberlerden başka bir şey yok. Yakıttan tasarruf edilmesi ricalarını da yeniden dinleyecek değilim! Ne yapmamızı bekliyorlar? Oturduğumuz yerde donmamızı mı? Keşke pansiyonu kışın açmasaydık. Bahara kadar bekleseydik.»
Sonra değişik bir sesle ekledi. «Öldürülen kadın nasıl bir insandı acaba?»
«Bayan Lyon mu?»
«Adı öyle miydi? Kadını kim öldürdü acaba? Neden öldürdü dersin?»
«Belki kadın yerdeki tahtaların altına çuvalla altın saklamıştır.»
«’Polis o çevrede görülen bir yabancıyı bulmaya çalışıyor,’ dedikleri zaman, bu o adamın katil olduğu anlamına mı gelir?»
«Genellikle öyledir sanırım. Ama onlar bunu böyle nazik bir şekilde açıklarlar.»
Zilin tiz sesi ikisinin de irkilmesine neden oldu.
Giles, «Ön kapı bu,» dedi. Sonra da neşeyle ekledi.«Ve katil içeri girer.»
«Piyes olsa öyle olurdu gerçekten. Çabuk ol. Gelen Bay Wren sanırım.
Bakalım onun hakkında hangimiz doğru karar vermişiz? Sen mi, ben mi?»
Bay Wren’le birlikte karlar da hızla içeri daldı. Kütüphanenin kapısında duran Molly yalnızca konuğun dışardaki beyaz dünyanın önünde kara bir gölge gibi beliren siluetini görebildi.
Genç kadın, uygarlığın zorunlu kıldığı giysilere büründükleri zaman erkekler ne kadar da birbirine benziyor, diye düşündü.
Sonra Giles kapıyı rüzgâra karşı kapattı. Bay Wren atkısını çözdü.
Bavulunu yere bırakarak şapkasını bir kenara fırlattı. Sanki bunların hepsini de aynı anda yapmıştı. Bir yandan da konuşup’ duruyordu. Bay Wren’in tiz bir sesi vardı. Duyan onun kavga ettiğini bile sanabilirdi. Holün ışığı uçuk kızıl saçlarını ve açık renk gözlerini aydınlatıyordu.
Bakışlarını telaşla çevrede dolaştırıyordu. Çok da gençti.
Bay Wren, «Berbat, pek berbat…» diyordu. «İngiliz kışının en feci hali bu. Dickens’e dönmüş gibiyiz… Scrooge’a, Tiny Tım’e filan… insanın bütün bunlara dayanabilmesi için pek sağlam olması gerek. Siz de aynı görüşte değil misiniz? Gal’den gelirken yolculuğum pek kötü geçti. Siz Bayan Davis misiniz? Ah, pek hoş!» Moily’nin elini çabucak, kemikli parmaklarıyla sıktı. «Ben sizi hiç de böyle sanmıyordum.
Hayalimde başka türlü canlandırmıştım. Anlayacağınız, sizin Hindistan ordusunda generallik etmiş birinin dul karısı olduğunuzu sanıyordum.
Son derece haşin ve ciddi. Azametli. Tabii eşyalar da ona göre olacaktı. Harikulade, fevkalade eşyalar… Burada balmumu meyvalardan var mı? Ya da Cennet kuşları? Ah, burasını çok seveceğimi biliyordum. Pansiyonun pek eski zaman havalı olmasından korkuyordum. Ama burası şahane. Köşke tam anlamıyla Victoria devrine özgü o saygıdeğer hava egemen. Söyleyin, sizde o güzel büfelerden de var mı? Şöyle maundan… Morumsu pırıltılı maundan… Tabii üzerinde de kocaman oyma meyvalar olacak.»
Bu konuşma seli karşısında adeta soluğu kesilmiş olan Molly,
«Gerçekten var,» diye cevap verdi.
«Sahi mi? Görebilir miyim? Hemen! Burada mı?» Çevikliği insanı şaşırtıyordu. Bay Wren yemek salonunun kapısını açıp ışığı yakmıştı bile. Molly adamın peşinden odaya girdi. Giles’in sol tarafta, bu işden hiç de memnun olmadığını belirten bir tavırla durduğunun farkındaydı.
Bay Wren takdir ünlemleri çıkararak uzun, kemikli parmaklarını büyük büfenin süslü oymalarına sürdü, sonra da sitemle Molly’e baktı.
«Maundan büyük bir yemek masası da yok mu? Buraya bir sürü küçük masa koymuşsunuz?»
Molly, «Pansiyonerlerin bunu tercih edeceklerini düşündük,» dedi.
«Hayatım, tabii ki siz haklısınız. Ben o devirle ilgili duygularımın etkisinde kaldım. Öyle bir masa varsa, tabii ki çevrelerinde de ona uygun aileden kimselerin oturması gerekir. Sakallı, sert ve yakışıklı bir baba. Fazla doğumdan sararıp solmuş bir anne. On bir çocuk. Somurtkan ve çirkin bir mürebbiye. Ve ‘Zavallı Harriet’ diye çağırılan, işlere yardım eden ve eve alındığı için minnet duyan yoksul bir akraba.
Şu şömineye bakın. Alevlerin bacaya doğru yükselişini ve Zavallı Harriet’in sırtını kavuruşunu düşleyin.»
Giles, «Bavulunuzu yukarı çıkaracağım,» dedi. «Doğudaki oda mı?»
Molly başını salladı. «Evet.»
Giles yukarı çıkarken Bay Wren de yeniden hole fırladı. «Odada dört sütunlu bir karyola var mı? Ya küçük güllü örtüler?»
«Hayır, yok.» Giles merdivenin dönemecinde gözden kayboldu.
Bay Wren, «Kocanızın benden hoşlanacağını sanmıyorum,» dedi. «Denizci miydi o?»
«Evet.»
«Tahmin etmiştim. Bu tipler fazla hoşgörü sahibi değildir. Siz evleneli ne kadar oldu? Kocanıza çok mu âşıksınız?»
«Evet.»
«Evet, biliyorum, küstahça bir soruydu bu. Fakat durumu öğrenmeyi gerçekten istiyordum, insanlar konusunda bilgi edinmek inanın çok ilgi çekici bir şey… Siz de aynı fikirde değil misiniz? Tabii yalnız ne olduklarını, ne yaptıklarını bilmek yeterli değil. Onların duygularını ve düşüncelerini de öğrenmek gerekir.»
Molly ciddi ciddi, «Siz Bay Wren’siniz sanırım,» dedi.
Genç adam durakladı, iki eliyle saçlarını yakalayarak çekiştirdi. «Ah, ne feci!.. Ben en önce yapılacak şeyi hep sona bırakırım böyle. Evet, ben Christopher Wren’im. Gülmeyin, gülmeyin. Annemle babam pek romantiktiler. Benim mimar olmamı istemişler ve bana Christopher adını vermenin pek fevkalade bir şey olacağını düşünmüşler. Böylece savaşın yarısı kazanılmış…»
Molly dayanamayarak güldü. «Siz mimar mısınız?»
Bay Wren zaferle bağırdı. «Tabii mimarım! Yani, hemen hemen. Henüz mezun olmadım. Ama bu da hayallerin gerçek olabileceğini gösteren güzel bir örnek. Tabii adım beni hep engelleyecek. Hiçbir zaman ‘Ünlü Christopher Wren’ olamayacağım. Fakat Chris Wren’in ‘Fabrikasyon Yuvaları’ üne kavuşabilir.»
Giles merdivenlerden indi. Molly, «Size odanızı göstereyim. Bay Wren,» diye mırıldandı.
Genç kadın birkaç dakika sonra aşağıya indiği zaman Giles, «Cici meşe eşyaları da beğendi mi?» diye sordu.
«Dört sütunlu karyolada yatmayı çok istiyordu. Onun için Bay Wren’e ‘Güllü Oda”yı verdim.»
Giles homurdandı. Sonra da, «Tüysüz ukala…» diye bir şeyler mırıldandı.
«Buraya bak, Giles.» Molly son derece ciddi bir tavır takınmıştı.
«Buraya hafta sonunu geçirmeleri için misafir çağırmış değiliz, iş bu, iş. Christopher Wren’den ister hoşlan, ister…»
Giles hemen atıldı. «Hoşlanmıyorum.»