Birlikte dolaşan iki gezgin toprak işçisinin bağlılığı ve dostluğu üzerine bir roman. Bu romanda Steinbeck, insan ruhunu derinlemesine ortaya koyan keskin gözlemlerini, kendine özgü yalın ve alçakgönüllü üslubuyla aktarıyor.
Salinas nehri, Soledad’ın birkaç kilometre güneyindeki bir tepenin eteklerinde birdenbire yavaşlar; sulan yeşil ve derin bir su birikintisi oluşturur. Burada su ılıktır da, çünkü bu minik gölcüğe varana dek güneşin altında ısınmış sarı kumların üzerinde oynaşarak akıp gelmiştir. Nehrin bir yakasındaki altın renkli yamaçlar, güçlü ve kayalık Gabilan dağlarının doruklarına doğru döne kıvrıla yükselirler, ama vadinin olduğu yakada nehir kıyısı ağaçlarla çevrilidir. Bunlar arasında her bahar taptaze yeşil yapraklar veren, alt dallarında kış akıntılarının sürükleyip getirdiği çalı çırpıyı taşıyan söğütler; suya doğru büyüyen benekli beyaz dalları ve yapraklarıyla gölcüğün üzerinde bir kemer ören çınarlar görülür. Ağaçların altındaki kumluk kıyı, yapraklardan oluşan kalın bir tabakayla kaplıdır. Bu yapraklar öyle kurudur ki, aralarından geçen küçücük bir kertenkele bile hatırı sayılır bir çatırtı koparır. Akşamları fundalıklardan çıkıp gelen tavşanlar bu kumsalda otururlar, ıslak kumlar geceleri burada gezinen rakunların, geniş patili çiftlik köpeklerinin ve karanlıkta su içmeye inen çatal ayaklı geyiklerin izleriyle kaplıdır. Söğütlerin ve çınarların arasında uzayıp giden bir patika vardır; derenin oluşturduğu derin gölcükte yüzmek için çiftliklerden gelen oğlanların ve akşam vakti yorgun argın anayoldan inip su kıyısında geceleyen evsiz barksızların ayaklan altında ezile ezile sertleşmiş bir patikadır bu. Koca bir çınarın yanlamasına uzamış alt dallarından birinin önünde, burada yakılmış sayısız ateşin külleri birikmiştir ve bu dal, üzerinde oturulmaktan artık aşınmış, kayganlaşıp pürüzsüzlesin iştir.
Sıcak bir günün akşamı, yapraklar arasında hafifçe esen bir rüzgârla başladı. Gölgeler tepelere doğru uzayarak dağın doruklarına tırmandılar. Nehir kıyısındaki kumsalda gri tavşanlar tıpkı küçük taş heykelcikler gibi kıpırtısız oturuyorlardı. Derken anayolun olduğu taraftan, kuru çınar yapraklarının üzerinde yürüyen ayak sesleri duyuldu. Tavşanlar sessizce fundalıklara kaçıştılar. Uzun bacaklı bir balıkçıl havalandı ve sonra nehir boyunca kanat çırparak uzaklaştı. Bir an için kumsalda tek bir yaşam belirtisi bile görülmez oldu ve ardından patikadan çıkagelen iki adam, yeşil gölcüğün bulunduğu açıklığa doğru yürüdüler.
Patika boyunca tek sıra halinde art arda yürümüşlerdi, açıklığa vardıktan sonra da adamlardan biri diğerinin arkasından yürümeyi sürdürdü. Her ikisinin üzerinde de kot pantolon ve pirinç düğmeli kot ceketler vardı, ikisi de biçimini yitirmiş siyah şapkalar takmışlar, omuzlarına, durulmuş battaniyelerden oluşan birer denk atmışlardı. Öndeki adam ufak tefek ve çevikti; esmer bir yüzü, canlı bakışları, keskin ve güçlü hatları vardı. Adamın bütün özellikleri birbiriyle uyumluydu; elleri küçük ama güçlü, kollan zayıf, burnu ince ve kemikliydi. Arkasından yürüyen adamsa onunla taban tabana zıttı; şekilsiz bir yüzü, ölgün bakışlı iri gözleri olan dev gibi bir adamdı bu. Geniş omuzlan düşüktü, tıpkı pençelerini sürüyerek giden bir ayı gibi, hantal hantal yürüyordu. Yürürken kolları ileri geri sallanmıyor, iki yanında öylece sarkıyordu.
öndeki adam açıklığın ortasında ansızın durunca arkasındaki az kalsın ona çarpıp üstüne yıkılıyordu, öndeki adam şapkasını çıkardı, işaret parmağıyla şapkanın alınlıgındaki teri sildi, sonra terden ıslanan elini silkeledi, iriyarı arkadaşıysa omzundaki battaniye dengini bıraktığı gibi kendini yüzükoyun yere atarak yeşil gölcüğün suyundan içmeye koyuldu; büyük yudumlarla içiyor, bu arada tıpkı bir beygir gibi burnundan soluyarak suyu hopürdetiyordu. Ufak tefek adam telaşla onun yanına geldi.
“Lennie!” dedi sertçe. “Gözünü seveyim Lennie, içme o kadar.” Lennie höpürtüler çıkararak İçmesini sürdürdü. Ufak tefek adam eğildi, onu omuzlarından tutup sarstı. “Lennie. Dün geceki gibi hastalanacaksın yine.”
Lennie kafasını olduğu gibi suya daldırdı, şapkasını çıkarmamıştı bile, sonra doğrulup kıyıya oturdu. Şapkasından boşanan sular mavi ceketini ıslatarak sırtından aşağı süzülüyordu. “Oh be, dünya varmış,” dedi. “Sen de iç George. Bol bol, kana kana iç.” Keyifle gülümsedi.
George omzundaki dengi usulca kıyıya bıraktı. “Su pek temize benzemiyor,” dedi. “Üstü köpüklü gibi.”
Lennie pençeyi andıran kocaman ellerinden birini suya sokarak parmaklarını oynatmaya koyuldu, parmaklarının arasından minik fıskiyeler gibi su fışkırıyor, suyun yüzeyinde oluşan halkalar küçük gölcüğün öbür yanına kadar yayılıp geri geliyordu, Lennie bir süre bu halkaları seyretti. “Bak George,” dedi. “Bak. ne yaptım.”
George gölcüğün kenarına çömelerek sudan birkaç avuç içti. “Tadı fena degil,” dedi sonra. “Pek akarsuya benzer bir hali yok ama neyse. Asla durgun sudan içmemelisin, Lennie.” Sesinde bezgin bir ifade vardı. “Gerçi sen susadın mı lağım suyu bile olsa içersin.” Yüzüne bir avuç su çarptı, yüzünü, çenesinin allını ve ensesini sıvazladı. Sonra şapkasını yeniden basına geçirdi, çömeldigi yerden doğrulup biraz geriye çekildi, kollarını dizlerinin etrafında kavuşturarak oturdu. Bütün bu süre boyunca George’u izlemekte olan Lennie de onu taklit etti. Tıpkı onun gibi dizlerini göğsüne çekerek oturdu, kollarını dizlerine doladı, ardından aynı onun gibi yapıp yapmadığını görmek için dönüp George’a baktı. Sonra şapkasını biraz daha gözlerine doğru indirdi, George’unki öyleydi çünkü.
George gözlerini suya dikmiş öylece oturuyordu, suratından düşen bin parçaydı. Güneşlen kamaşan gözlerinin kenarları kızarmıştı, öfkeli bir sesle. “Şu şoför bozuntusu Öyle ukalalık etmeseydi çiftliğe kadar otobüsle giderdik,” diye söylendi. “‘Anayoldan azıcık aşağıda,’ diye tutturdu hergele. ‘Azıcık’ aşagıdaymış! En az beş kilometre yol yürüdük be! Çiftliğin kapısında durmak istemedi de ondan. Tembel herif oraya kadar gitmeye üşendi. Soledad’da bile durmaya üşeniyordur o hergele. Bizi otobüsten atıp, ‘Yolun azıcık aşağısında,’ demeyi biliyor ama. Bahse girerim beş kilometreden de fazlaydı. Amma da sıcak be.”
Lennie ürkek gözlerle ona baktı. “George?”
“Ne var?”
“Biz nereye gidiyorduk George?”
Ufak tefek adam, şapkasını hırsla aşağı çekti, kızgın kızgın Lennie’ye baktı. “Demek şimdiden unuttun ha? Yani yine söylemem gerekecek öyle mi? Hey güzel Allahım, amma da salaksın!”
“Unuttum işte,” dedi Lennie usulca. “Unutmamaya çalıştım. Yemin ederim unutmamaya çalıştım George.”
“Peki, tamam, tamam. Bir daha söylerim. Nasıl olsa başka işim yok. Sabahtan akşama kadar sana laf anlatsam ne çıkar. Sen her şeyi unutursun, ben yine söylerim.”
“Yemin ederim çok uğraştım,” dedi Lennie, “ama olmadı İşte, ne yapayım. Tavşanları hatırlıyorum ama George.”
“Başlatma şimdi tavşanlardan. Zaten tavşandan başka bir şey girmiyor kafana. Pekâlâ! Şimdi beni İyi dinle, bu sefer de unutursan başımız belaya girer. Howard caddesinde, yol kenarında durmuş, karatahtaya bakıyordun hani, hatırladın
Lennie’nin yüzü sevinçle aydınlandı. “Tabii George, hatırlamaz olur muyum… ama… sonra ne yaptık? Yanımıza kızlar gelmişti, sen de onlara şey demiştin… şey…”
“Boş ver şimdi ne dediğimi. Murray ve Ready’nin bürosuna gittik, onlar da bize çalışma karnesiyle otobüs bileti verdiler, hatırlıyor musun?”
“Tamam George. Şimdi hatırladım.” Lennie telaşla ceketinin ceplerini yokladı. Sonra usulca, “George… Benimkiler yok,” dedi. “Kaybettim galiba.” Çaresizlik içinde başını önüne eğdi.
“Zaten sende değildi ki salak herif. İkisi de bende. Sana çalışma karneni verir miyim sanıyorsun?”
Lennie rahatlayarak sırıttı. “Ben… Ben onları yan cebime koydum sandım.” Eli yine cebine gitti.
George Krt sert ona baktı. “Ne çıkardın sen o cebinden?”
“Cebimde hiçbir şey yok,” dedi Lennie kurnaz bir tavırla.
“Olmadığını ben de biliyorum. Eline aldın da ondan. Ne o, ne saklıyorsun avucunda?”
“Bir şey yok George. Yemin ederim bir şey yok.”
“Hadi, ver sunu bana.”
Lennie sımsıkı kapalı avucunu George’dan uzağa kaçırdı. “Sadece bir fare, George.”
“Pare mi? Canlı mı?”
“Yok, değil. Sadece Ölü bir fare, George. Ama ben öldürmedim. Yemin ederim! Buldum. Bulduğumda ölüydü zaten.”
“Ver şunu bana!” dedi George.
“Ne olur bende kalsa, George.”
“Ver sunu dedim!”
Lennie’nin kapalı avucu yavaşça açıldı. George fareyi aldığı gibi suyun öte yanındaki fundalıkların arasına fırlattı. “Ne halt edecektin ölü bir fareyle?”
“Yürürken başparmağımla onu okşuyordum,” dedi Lennie.
“Benimle yürürken fare mare okşamayacaksın, o kadar! Şimdi söyle bakalım, nereye gidiyoruz biz?”
Lennie bir an irkildi, sonra utançla yüzünü dizlerinin arasına gizledi. “Yine unuttum.”
George bıkkın bir tavırla, “Hey büyük Allahım,” dedi. “Pekâla bak şimdi, buraya gelmeden önce kuzeyde bir çiftlikte çalışıyorduk ya hani, yine öyle bir yerde çalışacağız.”
“Kuzeyde mi?”
“Weed’de,”
“Sahi ya. Hatırladım. Weed’de.”
“Şimdi gittiğimiz çiftlik de şurada, yarını kilometre kadar ötede. Oraya gidip patronla”1 konuşacağız. Aman ha… Ben ona çalışma karnelerimizi verirken, sen tek kelime bile etmeyeceksin. Öyle mum gibi dikileceksin, ağzım açmak yok. Eğer senin kaçığın biri olduğunu anlarsa bize is falan vermez, ama konuşmandan önce çalışmanı görürse iş tamamdır. Anladın mı?”
“Tabii George. Anladım.”
“Tamam o zaman. Şimdi söyle bakalım, patronun yanına gittiğimizde sen ne yapacaksın?”
“Şey yapacağım… Şey,” Lennie durup düşündü. Hafızasını öyle zorluyordu ki, yüz hatları gerilmişti. “Ben… Tek kelime etmeyeceğim, öyle dikileceğim.”
“Aferin sana. Çok güzel. Bunu birkaç kez içinden söyle de
Lennie kendi kendine mırıldanmaya başladı, “Tek kelime etmeyeceğim… Tek kelime etmeyeceğim… Tek kelime etmeyeceğim.”
“Tamamdır,” dedi George. “Weed’de yaptığın gibi kötü şeyler yapmak da yok.”
Lennie’nin kafası karışmıştı. “Weed’de yaptığım gibi mi?”
“Demek onu da unuttun. Pekâlâ, sana hatırlatacak değilim. Neme lazım, yine yapmaya kalkarsın.”
Lennie’nin yüzü aydınlandı, George’un neden söz ettiğini anlamıştı. Sevinçle, “Bizi Weed’den kovdular,” diye haykırdı.
“Ne kovması be,” dedi George tiksintiyle. “Biz kaçtık. Peşimizden geldiler ama bizi yakalayamadılar.”
Lennie neşeyle kıkırdadı. “Gördün mü bak, unutmadım.”
George sırtüstü kumsala uzandı, kollarını başının altında kavuşturdu. Lennie de onu taklit ederek yattı, sonra başını