Berzah âlemi, dünya dışındaki sayısız âlemden yalnızca biridir. Sırrı Yaradan’a ait olan Ruh’un öz vatanının bu Berzah âlemi olduğu söylenir.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi der ki:
“Semâya girdin mi iki dünyadan da dışarıya çıkacaksın. Zira semanın âlemleri iki âlemlerin de dışındadır.”
Sema’ya giren kişi dünyadan çıkıp acaba hangi âlemlere geçiş yapar?
***
Başlarken…
Meydancı Dede semahaneye girdi ve yerde yayılı duran kırmızı renkli postu sol omzuna koyarak şeyhten semâ izni istedi. Şeyh efendinin “Eyvallah!” sözünü duyan meydancı dede semâ için hazır bekleyen dervişlerine döndü ve yüksek sesle “Abdeste tennureye sala” diye seslenerek omzundaki postu yere serdi. Ardından okunan ezanla birlikte semâa girecek olan dervişler semâ kıyafetlerini giyinmeye başladı.
Dervişler arasında öyle biri vardı ki ülkenin en önemli romancılarından biri sayılıyordu. Romanlarında anlattığı sıra dışı hikayeler kadar, hiç gidip görmediği yerleri anlatırken yaptığı kusursuz tasvir ve tanımlamalarıyla da halkın dikkatini çekiyordu. Sinan, büyük bir yazar olma yolundaydı. Ama bu onu hiç ilgilendirmiyordu. Yazma süreci onun için bambaşka bir serüvendi ve o romancılığı sırf bu sıra dışı serüveni yaşamak için sürdürüyordu.
Sinan ayda bir kez bu mevlevihaneye gelir ve sema ederdi. Toplam dört selamlık semâ sırasında romanı için ilham almaya başlar ve semâ sonunda romanını zihninde yazmayı bitirmiş olurdu. Bunun nasıl olduğunu açıklaması mümkün değildi. Ama oluyordu işte.
Mevlevihanedeki dervişler kefeni simgeleyen tersine katlanmış beyaz tennurelerini koltuklarından tutup kıbleye karşı oturdular ve Mevlâna hazretlerinin ruhuna üç İhlas ve bir Fatiha okuduktan sonra tennurenin yakasını öpüp başlarından aşağı geçirdiler. Sonra ayağa kalkıp kabri simgeleyen geniş kollu, uzun ve siyah hırkalarını sırtlarına geçirip, mezar taşını ifade eden sikkelerini başlarına giydiler. Meydancı Dede’nin “Buyurun Ya Hû!” hitabı ile âyinin mûsikisini icra edecek olan mûsiki heyeti semahaneye girdi ve yerlerini aldı. Hep birlikte şeyh efendinin gelişini beklemeye koyuldular.
Sinan da dahil tüm dervişler sağ ayak parmakları sol ayak parmakları üzerinde ve sağ elleri sol omuz üzerindeyken sol elleri sağ omuz üzerinde olacak şekilde duruyorlardı. Şeyh efendi semahaneye girip başını eğmek suretiyle selam verdiğinde herkes aynı biçimde sessizce selama cevap verdi. Şeyh efendi postuna geçip oturdu ve söze başladı:
“Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin,
Kâfiri, putperesti, mecûsisi gelsin.
Dergâhımızda bizim yoktur umutsuz,
Yüz kere tövbe edip tövbesini bozan gelsin.
Bazen görünmeyen, gizli kalan,
Bazen görünen belli olan biziz.
Biz bazen müminiz, bazen Mûsa’nın dinindeniz
Bazen de hristiyanız.
Bu gönlümüz, her gönlün örneği olmak için
Her gün bir başka surette görünür ve kendini gösterir.
Göz gamın ne olduğunu bilseydi şayet, gökyüzü ayrılık acısını çekseydi ve padişah bu acıyı duysaydı;
İşte o zaman göz, gece demez, gündüz demez ağlardı.
Gökler yıldızlarla, güneşle ve ayla, gece demez, gündüz demez hep ağlardı.
Padişah bakardı ününe, tacına, tahtına, tolgasına ve kemerine,
gece demez, gündüz demez hep ağlardı.
İşte bu ayrılık acısıyla, bu gam ve kederle biz semâ etmeye niyetlendik. Semâ, ki sevgiliye olan naz ve niyazdır. Semâ, Sevgilide fani olma niyeti ve gayretidir. Semâ, pervanenin ateşe uçmak için sıçrayıp durmasıdır.
İşte Mevlâna böyle buyurur. Onun buyurdukları ne uyku halindeki rüyadır, ne faldır, ne de yıldız bilgisidir. Doğrusunu Allah bilir ama herhalde Hakk’ın bir vahyi olsa gerektir” diyerek şeyh efendi sözünü bitirdi.
Sinan şeyh efendinin son sözüne takılıp kalmıştı. Kendisi de ne zaman semâya girecek olsa semâ sırasında uyku ile uyanıklık arasında bir hale geçer, bu sırada yazacağı roman gönlüne harf harf iner ve kaleminden kağıda döküleceği zamana kadar gönlünde tıpkı bir tohumun filizleneceği zamanı beklemesi gibi bekler durur gibi hissederdi.
Sinan bunları düşünürken Mustafa Itri efendinin rast makamındaki Nat-ı Mevlana’sı okunmuş, ardından ney taksimi çalınmaya başlamıştı. Küdümcübaşının küdüme arka arkaya vurduğu darbe sesleriyle dervişler hep birden ellerini şiddetli bir şekilde yere vurup ayağa fırladılar. Sinan her zamanki gibi çok heyecanlıydı.
Dervişler arasında selamlaşma faslı başladı. Bu bölümde iki derviş Şeyh efendinin postunun önüne geliyor, birbirlerinin yüzüne, gözüne ve özellikle iki kaşının ortasına bakarak selamlaşıyordu. Sinan önündeki dervişle selamlaşırken dervişin iki kaşının ortasında “OL” hitabının yazılı olduğunu gördü. Selamlaştığı derviş sırtını posta dönmeden geri geri giderek alanın ortasındaki yerini aldı. Sinan aynı selamlaşmayı şimdi de arkasındaki dervişle yapacaktı. Sağ elleri kalpleri üzerinde Sinan ve arkasındaki derviş cemâl cemâle geldi. Sinan bu dervişin iki kaşının arasında ise “ÖL” hitabının yazılı olduğunu gördü. Dervişler selamlaşmanın ardından semahanenin etrafını üç defa dolaştılar. Herkes içinden İsm-i Celâl’i zikrediyordu. Allah, Allah…
Semahane etrafında yapılan üç turun ardından dervişler şeyh efendinin önünde sıraya girdiler. Sırası gelen derviş şeyh efendinin açıkta duran elini öpüyor, şeyh efendinin sikkesini öpmesinin ardından meydanın ortasına doğru üç adım atarak semâya başlıyordu. Sıra Sinan’a geldi. Sinan şeyh efendinin postunun önünde durdu ve şeyhin elini öptü. Şeyh efendi Sinan’ın sikkesini öperken onun kulağına doğru eğildi ve kulağına bir kelime fısıldadı: Efsûn.
Sinan meydanın ortasına doğru üç adım attı ve omuzlarını tutan ellerini çözerek yavaşça aşağıya indirdi. Sonra çözülen ellerini omuz hizasına kadar kaldırdı ve sağ elini İlahi olandan almak üzere yukarıya, sol elini aldıklarını halka vermek üzere aşağıya doğru çevirdi. Başı hafifçe sağa eğilmiş, kısık gözleri arasından sol elinin baş parmağına bakışlarını kilitlemişti. Sağ ayağını sol ayağının etrafına atarak kalbi istikametinde dönüyor; kâinatı simgeleyen bu semâhanede sanki maddeden mânaya doğru bir seyahate çıkıyordu. Küdümün her vuruşunda “Ol” hitabını duyuyor, ney sesinde insan-ı kâmilin sesini işitiyordu. İşte yine o uyku ile uyanıklık arasındaki hale geçmişti. Semahanenin ışıkları birer birer söndü. Dilinden dökülen her bir Allah lafzında Sinan, uzay boşluğunda süzülüyor, bu boşlukta gördüğü her yer ışıltılı harflerle doluyordu. İşte şimdi yazacağı yeni romanın ilhamı Sinan’ın gönlüne inmeye başlamıştı.
1.
“Ölüm gibi, rüya gibi, belki de şey gibi, bir hayal gibi” demişti Efsun bey berzah âlemini anlatırken. Gerçekten çok bilge bir adamdı bu Efsûn bey. Hele dünya dışındaki âlemlerden bile haber veriyor olduğuna göre, gerçekten öyle biri olmalıydı. Anlattıklarını can kulağıyla dinleyen yanındaki genç oğlan Efsûn beye berzahla ilgili sayısız soru soruyordu. Efsûn bey ise onun her sorusunu hiç usanmadan yanıtlıyor ve tıpkı bir ustanın çırağını yetiştirdiği gibi genç oğlanı yetiştiriyordu. Efsûn bey usta ise, genç oğlan onun çırağı sayılırdı. Efsûn bey çırağına anlatmayı sürdürdü:
“Berzah âlemi tıpkı gölgeyi güneşten ayıran bir çizgi gibidir. Anlıyor musun? Ne var ne de yok; ne bilinen ne bilinmeyen; ne inkar edilen ne de tasdik edilen. Diyorum ya oğlum, orası tıpkı bir hayal gibi, hayal! “
Çırak anlamış mıydı Efsun beyin tam olarak ne anlattığını bilinmez. Ama kafasına koymuştu bir kere. Dünyasını değiştirecek, berzah âlemine geçecekti. Bir sene kadar önce aniden ölen babası bunu başarmıştı ve berzah vatanına uçup gitmişti. Ama ölmüş olanların oraya gitmesi doğaldı. Çırak da berzah âlemine gitmek istiyordu. Tek farkla: O bunu ölmeden önce gerçekleştirecekti. Bunun mümkün olduğunu Efsun beyden öğrendiği zamandan beri aklındaki tek şey buydu. Berzah tarafına geçmek. Oraya geçtiği takdirde neler olacağını bilmiyordu ama bu bilinmezlik ona büyük bir heyecan veriyordu.