Evvel zaman içinde, Delain adlı bir krallıkta, iki oğlu olan bir Kral yaşıyordu. Delain çok eski bir krallıktı. Yüzlerce, belki binlerce kral görmüştü. Aradan çok uzun zaman geçince, tarihçiler bile pek her şeyi hatırlayamaz zaten. İyi Roland adıyla anılan bu Kral, ülkeyi yönetmiş olan kralların en iyisi olmadığı gibi, en kötüsü de değildi. Kimseye pek fazla kötülük etmemeye çalışır, genellikle başarırdı. İyi işler yapmaya da çalışırdı, ama ne yazık ki bunda pek o kadar başarılı olamazdı. Sonuç olarak, vasat bir kral görünümü yansıtıyordu. Öldükten sonra uzun süre hatırlanıp hatırlanmayacağından pek emin değildi. Ölüm de her an çalabilirdi kapıyı. Yaşlanmıştı artık. Kalbi ikide bir tekliyordu. Belki bir yıllık, belki üç yıllık ömrü kalmıştı. Onu tanıyan, ya da kül rengi yüzüyle titreyen ellerini gören herkes, pek pek beş yıl içinde Needle’ın dibindeki sarayda yeni bir kralın tahta çıkacağından emindi… Bu işin beş yıl sürmesi bile tanrıların bir lütfü olurdu ancak. Bu yüzden ülkedeki herkes, en zengin baronla süslü metresinden, en yoksul çiftçiyle yamalı karısına kadar herkes, durmadan prensi düşünüyor, prensten söz ediyordu… Yani Roland’ın büyük oğlu Peter’den.
Ama bir tek kişi vardı ki, o bambaşka şeyler düşünmekte, planlamakta, tasarlamaktaydı. Nasıl edip de tahta Roland’ın küçük oğlu Thomas’ı çıkarabileceğini hesaplayan bu kişi, kralın sihirbazı Flagg’dı.
Kral Roland ihtiyardı. Kendisi yetmiş yaşında olduğunu söylese de, kesinlikle.daha ihtiyardı. Ama oğullarının ikisi de gençti. Geç evlenmiş olmasının nedeni, daha önce karşısına hoşuna giden bir kadın çıkmamış olmasıydı. Bir neden daha vardı: Delain’in Ana Kraliçesi, yani Roland’ın annesi, herkese olduğu gibi Roland’ın gözüne de ölümsüzmüş gibi görünüyordu o sıralar… Kraliçenin kendi de inanıyordu zaten buna. Ülkeyi elli yıl boyunca yönettikten sonra, günün birinde çay içerken, bir haftadır kendisini enikonu rahatsız eden öksürüğünü dindirmek için ağzına bir limon dilimi atmıştı. O sırada bir soytarı Ana Kraliçeyi eğlendirmeye çalışıyordu. Özenle yapılmış beş kristal topu havaya ata ata gösteri yapmaktaydı. Tam kraliçe limon dilimini ağzına attığı sırada, soytarı cam toplardan birini yere düşürdü. Top, Doğu Salonu’nun taş zeminine çarpıp büyük bir gürültüyle tuzbuz oldu. Ana Kraliçe bu sesi duyunca şaşkınlıkla soluğunu içine çekti. Bu hareketiyle limon dilimini gırtlağına çekmiş oldu, çabucak boğularak öldü. Dört gün sonra Needle Sarayı’nda Roland’ın taç giyme töreni yapıldı. Soytarı o töreni göremedi. Needle’ın arkasındaki idam yerinde, celladın baltasıyla can vereli üç gün oluyordu çünkü.
Veliahdı olmayan bir kral herkesi sinirli ederdi. Hele yaşı elliyse ve kafası kelleşmeye başlamışsa. Bu nedenle Roland’ın çabucak evlenip veliaht sahibi olması kendi yararınaydı. Yakın danışmanı Flagg da bunu ona her fırsatta hatırlatıyordu. Yaşı elliyi bulduğuna göre, bir kadının karnında çocuk oluşturabilme yıllarının pek fazla olmadığını da hatırlatıyordu. Hemen evlenmesini, hayallerindeki soylu kadına rastlama umudundan vazgeçmesini söylüyordu Flagg ona. Eğer hayalindeki kadın, bir erkeğin karşısına elli yaşına kadar çıkmamışsa, belki de hiç çıkmayacaktır, diyordu.
Roland bu sözlerdeki gerçeği gördü, razı oldu. Razı olurken, o hortlak suratını sürekli olarak kukuletasının altına saklamaya çalışan Flagg’ın, aslında yüreğindeki en gizli sırrı bildiğinin pek farkında değildi. Kralın hayalindeki kadına rastlayamamış olması, kadınların onun hayalinde pek fazla yer almamasından ötürüydü. Kadınlar kaygı uyandırıyordu onun yüreğinde. Onların karnında çocuk oluşturan o olayın da pek yeri yoktu kralın hayallerinde. O da kaygılandırıyordu kralı.
Ama yine de sihirbazın öğütlerindeki gerçeği görüyordu. Ana Kraliçe’nin cenazesinden altı hafta sonra krallık çok neşeli bir olayı kutlamaktaydı. Kral Roland, ilerde Peter’le Thomas’ın annesi olacak olan Sasha’yla evleniyordu.
Roland, Delain’de kimsenin çok sevmediği, kimsenin nefret de etmediği bir tipti. Ama Sasha’yı herkes çok sevdi. İkinci oğlunu doğururken ölmesi bütün krallığı bir yıl bir gün süren kapkara bir yasa gömdü. Sasha, Flagg’ın krala gelin olarak önerdiği altı kadından biriydi. Roland bu kadınların hiçbirini tanımıyordu. Hepsi de aileleri ve mevkileri açısından benzer durumdaydılar. Hepsi soyluydu, ama hiçbirinde hanedan kanı yoktu. Hepsi sessiz, çekingen, hoş kadınlardı. Flagg krala öğütler verip kendisine rakip olacak birini önermiyordu elbette. Roland’ın Sasha’yı seçmesi, yarım düzine kadının arasında en sessiz ve en çekingen görüneni o olduğu içindi. Dolayısıyla kendisini en az korkutan o olacaktı herhalde. Böylece evlendiler. Sasha, çok küçük bir baronluk olan Batı Baronluğu’ndan gelmeydi. Evlendiği sırada on yedi yaşındaydı. Kraldan otuz üç yaş daha gençti. Düğün gecesinden önce hiçbir erkeği iç çamaşırsız görmüş değildi. O gece kocasının sümsük penisini görünce, “Nedir o, kocacığım?” diye sormuştu ilgiyle. Eğer bunu sormak için başka sözler seçmiş olsa, ya da aynı sözleri biraz farklı bir ses tonuyla söylemiş olsa, gecenin olayları tümüyle farklı olur, tarihin akışı da yön değiştirebilirdi. Flagg’ın kendisine daha bir saat önce içirdiği o iksire rağmen, Roland içine kapanabilir, karısından uzaklaşabilirdi. Ama Roland o soruyu soran karısını tam gerçekte olduğu gibi gördü o anda… Çok genç bir kız… Bebek yapma konusunda kendisinden bile daha az şey bilen bir genç kız… Dudaklarının, içine hiç kötülük karışmamış bir ifadeyle kıvrıldığını da görüyordu. O anda onu sevmeye başladı kral… Delain’de herkesin de seveceği gibi.
“Kralın demiri o,” dedi.
Sasha kuşkulu bir sesle, “Pek de demire benzemiyor,” diye mırıldandı.
“Tavını bulmadı daha.”
“Ya! Tavı ne zaman peki?”
Kral yatağa, onun yanına yatarken, “Eğer bana güvenirsen, sana birazdan gösteririm,” dedi. “Onu aslında sen Batı Baronluğu’ndan yanında getirdin ama haberin yok.”
Delain halkı Sasha’yı iyi yürekli olduğu için seviyordu. Büyük hastaneyi yaptıran, Kraliçe Sasha’ydı. Ayı avı bayramından ötürü gözyaşı döken de Kraliçe Sasha’ydı. Nitekim sonunda Kral Roland o geleneği yasaklamak zorunda kalmıştı. Havalar kurak gittiği yıl vergi almaması için Krala yalvaran da Kraliçe Sasha’ydı. Ulu Ağaç’ın yaprakları bile kurumuştu o yıl. Şimdi diyeceksiniz ki, Flagg hiç kraliçeye karşı komplo kurmuyor muydu? Başlangıçta kurmuyordu. Bunlar önemsiz konulardı ona göre. Kendisi gerçek bir sihirbaz olduğu, yüzlerce yıl yaşamış olduğu için, önemsiz ve küçük buluyordu böyle konuları.
Vergi almama işini bile önemsemedi, ona da razı oldu. Razı oluşunun nedeni, önceki yıl Delain donanmasının Andua korsanlarını yenip dağıtmış olmasıydı. Yüz yıldır Delain’in güney kesimlerini kasıp kavurmuştu Andua korsanları. Şimdi artık korsan reisinin başı bir mızrağın tepesinde, saray duvarlarının dışında gelip geçene sırıtıyor, Delain hazinesi de o yağmadan gelenlerle tıka basa dolu bulunuyordu. Önemli konularda, devlet işleriyle ilgili konularda, Kral yine yalnızca Flagg’ın sözünü dinlerdi. Bu yüzden aldırış etmemişti Flagg olup bitenlere. Başlangıçta o da mutluydu.
Roland gerçi zamanla karısını sevmeyi öğrendi ama, pek çok erkeğin tatlı bulduğu o faaliyeti, hani en aşağı aşçı yamağını da, en yüce tahtın varisini de yaratan o faaliyeti hiçbir zaman sevemedi. Sasha’yla ikisi ayrı yatak odalarında yatıyorlardı. Kral karısını pek sık ziyaret etmiyordu. Ziyaretler yılda beş altı kereden fazla değildi. Bunların bazısında demir tavını bulmuyordu… Hem de Flagg’ın giderek gücünü arttıran iksirlerine, Sasha’nın hiç şaşmayan tatlılığına rağmen. Bununla birlikte, evliliklerinin dördüncü yılında Peter annesinin yatağında oluştu. O gece Roland, Flagg’ın o yeşil, köpüren iksirine de ihtiyaç duymamıştı. İksir her seferinde kafasını biraz garip hissetmesine yol açıyor, Kral delirdiğini sanıyordu zaten. O gün adamlarından on ikisiyle birlikte ‘Koruma’ bölgesinde ava çıkmıştı. Roland’ın en sevdiği şeydi av. Ormanın kokusu, havanın o keskinliği, boru sesleri, omzundaki yayın ağırlığı harikaydı. Delain’de barut da bilinmekteydi ama, pek seyrek kullanılıyordu. Avı delikli boruyla vurmak zaten aşağılık ve iğrenç bir uygulama sayılıyordu.
Odaya geldiğinde, Sasha’yı yatakta kitap okur bulmuştu. Kralın gözleri alev alev, sakallı çehresi ışıl ısıldı. Sasha kitabını göğsüne koydu, kocasının anlattıklarını dikkatle dinledi konuşurken. Elleri durmadan kıpırdıyordu Kralın. Hikâyenin sonuna doğru, yayım nasıl gerdiğini, babasından kalma Sivri Çekiç adlı oku nasıl fırlattığını gösterebilmek için hafif geri çekilince Sasha güldü, ellerini çırptı, kocasının kalbini tümüyle kazandı.
Kralın ‘Koruma’ bölgesi, avlana avlana pek kelleşmişti. Modern çağlara gelinceye kadar, insan orada bol sayıda iri geyiğe rastlayamaz olmuştu. Hatırlanabilen zaman içinde, orada ejderha gören ise hiç yoktu. O ormanda böyle mitoloji hayvanlarının hâlâ bulunabileceğini söyleseniz, çoğu kimseler gülerdi. Ama o gün güneşin batmasından bir saat önce Roland’ın grubu, tam dönmek üzereyken, işte öyle bir ejderha bulmuşlardı… ya da ejderha onları bulmuştu.
Ejderha çalıların arasından hızla çıktığında vücudunun kabuklan yeşilimsi bakır renginde parlıyor, kenarlarında sümüklerin kuruduğu burun deliklerinden dumanlar çıkıyordu. Pek küçük bir ejderha da sayılmazdı yani. İlk deri değiştirme dönemine yaklaşmış bir erkekti. Av grubunun üyeleri sersemlemiş, ne yaya bir ok sürebilmiş, hattâ ne de kıpırdayabilmişlerdi.
Hayvan avcılara bir baktı, normal zamanda yeşil olan gözleri sararmıştı, kanatlarını hafifçe çırptı. Uçup kaçması diye bir şey söz konusu değildi. Kanatlarının onu taşıyacak kadar güçlenmesi için aradan daha bir elli yıl geçmesi, bu arada belki iki kere deri değiştirmesi gerekirdi. Ama bebek ejderhaların kanadını vücuduna yapışık tutan, onon iki yaşında kopup düşen o zar yoktu artık. Bir tek kanat çırpışının yarattığı rüzgâr, baş avcının eğerden yere yuvarlanmasına, borazanının elinden uçmasına yol açmıştı.
Grupta sersemleyip hareket yeteneğini kaybetmeyen tek kişi Roland’dı. Gerçi öğünmüş olmamak için Sasha’ya söylemiyordu ama, bundan sonraki bir hareketinde gerçek anlamda kahramanlık ve sportmenlik izleri gizliydi. Eğer Roland zamanında harekete geçmemiş olsa, tüm grubu soluğuyla haşlar, kızartma yapardı o ejderha. Roland atını birkaç adım öne sürmüş, okunu fırlatıvermişti. Ok dosdoğru hedefe uçmuş, ejderhanın boğazının hemen altındaki o yumuşak çukura saplanmıştı. Hayvan alev püskürtebilmek için gerekli havayı oradan alırdı. Son alevlerini fışkırtarak hemen devrildi, çevredeki çalıları tutuşturuverdi. Avcılar alevleri çabucak söndürdüler. Birazını suyla, birazını birayla, birazını da üzerine işeyerek. Ama şimdi düşünüyorum da… sidiklerinin de çoğu biraydı zaten. Çünkü Roland ava çıktı mı, yanına çok bol bira alır, dağıtırken hasislik de etmezdi.
Yangın beş dakika içinde söndürüldü, ejderhanın karnı da onbeş dakika dolmadan yarılıp boşaltıldı. İşkembesi çıkarılıp toprağın üzerine konulurken, hayvanın burnuna bir çaydanlık tutsanız fokur fokur kaynardı. Kanlan damlayan dokuz odacıklı kalbi büyük bir tören havası içinde Roland’a götürüldü. Roland geleneğe uyarak o kalbi çiğ çiğ yedi, çok da beğendi. Tek üzüldüğü ömründe bundan bir kere daha yiyemeyeceğinden hemen hemen emin olmasıydı.
Belki o gece bu kadar güçlü olmasını yediği ejderha yüreği sağlamıştı. Belki sebep yalnızca avdan duyduğu sevinç, ya da başkaları aptala döndüğü sırada kendisinin çabucak ve soğukkanlı biçimde harekete geçmiş olmasından gelen gururdu. Budala gibi eğerlerinin üzerinde oturakalmıştı avcılar….Bir tek baş avcı hariç tabii. O da budala gibi sırtüstü yatar durumdaydı. Hangi nedenle olursa olsun, Sasha ellerini çırpıp, “Yaşa, benim cesur kocacığım!” diye bağırınca Roland yatağa sıçrayıverdi. Sasha onu gözleri iri iri açılmış, yüzünde kocasının zaferini yansıtan bir gülümsemeyle karşıladı. O gece Roland karısını ilk defa ayık olarak kucaklamanın zevkini tattı. Dokuz ay sonra (ejderhanın kalbinin her odacığı için bir ay) Peter yine aynı yatakta dünyaya geldi, tüm krallık bayram etti. Artık tahtın bir varisi de vardı.
Şimdi siz sanırsınız ki (tabii eğer bu konuda düşünme zahmetine katlandıysanız) Peter’in doğumundan sonra Roland herhalde artık Flagg’ın iksirini içmekten vazgeçmiştir. Ama öyle olmadı, iksiri hâlâ arada sırada içmeye devam ediyordu. Sasha’yı çok sevdiği, onu memnun etmek istediği için yapıyordu bunu. Dünyanın bazı taraflarında insanlar yalnız erkeklerin seksten zevk aldığını varsayar, kadınları rahat bırakırsanız daha hoşlarına gideceğine inanırlar. Ama Delain halkının böyle acayip saplantıları yoktu. Dünyanın en hoş yaratıklarını oluşturan faaliyetten kadınların da normal bir zevk aldığını varsayarlardı. Roland karısına bu konuda gerekli dikkati yöneltmediğinin farkındaydı. Yine de elinden geleni yapmakta kararlıydı… Flagg’in iksirini içmek zorunda kalsa bile. Roland’ın kraliçeyi ziyarete ne kadar seyrek gittiğini bilen tek kişi de Flagg’dı.
Peter’in doğumundan dört yıl kadar sonraki yılbaşı günü Delain’de müthiş bir tipi başladı. O sıra yaşayanların belleğinde bundan büyük tipi; bir teki hariç, hiç olmamıştı. O eski tipiyi zaten size daha sonra anlatacağım.
Flagg kendinin bile anlamadığı bir içgüdüyle o gün krala iki kat sert bir iksir karıştırıp hazırladı. Belki de rüzgârın getirdiği bir şey zorlamıştı onu böyle yapmaya. Normal zamanda Roland onu tadınca yüzünü buruşturur, belki de bir kenara bırakıverirdi. Ama fırtınanın heyecanı, yılbaşı partisinin pek neşeli geçmesine yol açmıştı. Roland da iyice sarhoştu. Şöminedeki ateş ejderhanın ölürken burnundan çıkardığı alevleri hatırlatıyordu. Nice kere, getirilip duvara asılmış olan ejderha kafasına kadeh kaldırmıştı. Yeşil iksiri de bu yüzden bir dikişte içip bitirdi, hemen ardından içini kötü bir şehvet duygusu bürüdü. Hemen yemek salonundan çıkıp Sasha’yı ziyaret etti. Onu sevmeye çalışırken canını da acıttı.
Sasha hıçkırarak, “Lütfen, kocacığım!” diye bağırdı.
“Özür dilerim,” dedi Roland. “Koc…” Kelimenin ortasında derin bir uykuya daldı, yirmi saat boyunca da uyanmadı. Sasha onun soluğunun o gece nasıl garip koktuğunu hiç unutamadı. Çürümüş et gibi, ölüm kokusu gibiydi. Ne yedi acaba… ne içti, diye merak etti kadın.
Roland bir daha Flagg’in iksirine elini bile sürmedi. Ama Flagg yine de çok memnundu. Dokuz ay sonra Sasha ikinci oğlu olan Thomas’ı doğurdu, doğururken de öldü. Böyle şeyler olağan şeylerdi tabii. Herkes üzülüyor ama hiç kimse pek şaşırmıyordu. Olup biteni bildiklerine inanıyorlardı. Ama Sasha’nın ölüm nedenini koca krallıkta tek bilenler, Anna Crookbrows adlı ebe ile kralın sihirbazı Flagg’dı. Sasha’nın her şeye burnunu sokması karşısında, sonunda sabrı tükenivermişti Flagg’in.
Annesi öldüğünde Peter henüz beş yaşındaydı ama yine de annesini hiç unutmadı, hep sevgiyle hatırladı. Onu tatlı, şefkatli, sevgi dolu, merhametli bir insan olarak tanıyordu. Yine de, beş yaş epey genç bir yaş olduğundan, anılarının çoğu o kadar da net değildi. Yalnız bir tanesi netti çocuğun zihninde… bir keresinde annesi sitem etmişti ona. Çok sonraları o sitem büyük önem kazanmıştı Peter’in hayatında. Konu peçeteyle ilgiliydi.
Her yıl beşinci ayın birinde sarayda bir şölen verilir, ilkbahar ekimleri kutlanırdı. Peter beş yaşına geldiğinde, onun da ilk defa olarak katılmasına izin verildi. Gelenek gereği, Roland masanın başında oturacak, veliaht prensi sağına alacaktı. Kraliçe ise masanın öbür başına oturmak zorundaydı. Böyle olunca, Peter doğal olarak yemek boyunca annesinden uzakta kalacak demekti. Bu yüzden Sasha ona önceden bol bol öğütler verdi, nasıl davranacağını öğretti. Oğlunun terbiyeli ve nazik görünmesini istiyordu. Yemek süresince tek başına oturacak demekti çocuk… babasının nezaketle, görgüyle hiçbir ilişkisi yoktu çünkü.
Belki bazılarınız, Peter’i her alanda eğitme görevinin neden Sasha’ya düştüğünü merak etmişsinizdir. Mürebbiyeleri yok muydu bu çocuğun? (Aslında iki tane vardı.) Sırf prense hizmet etmek üzere tutulmuş hizmetçiler yok muydu? (Taburlar dolusu vardı) Ama mesele bu insanların Peter’e bakmasını sağlamak değil, onları Peter’den uzak tutabilmekti. Sasha oğlunu mümkün olduğu ölçüde kendi istediği gibi büyütmek istiyordu. Oğlunun nasıl büyütülmesi gerektiği konusunda çok kesin görüşleri vardı. Onu çok seviyor, sırf bencil nedenlerle bile hep onun yanında olmayı istiyordu. Ama aynı zamanda, Peter’in yetiştirilmesi konusunda kendisine derin ve ciddi bir sorumluluk düştüğünün farkındaydı. Günün birinde kral olacaktı bu küçük çocuk. Her şeyden çok da, onun iyi bir insan olmasını istiyordu Sasha. İyi bir çocuk, iyi bir kral da olur, diye düşünmekteydi.
Kralın salonlarında verilen büyük şölenler pek derlitoplu geçmezdi. Dadıların çoğu da, böyle zamanlarda çocuğun masada nasıl davrandığına aldırış etmezlerdi.”Nasılsa Kral olacak o!” derlerdi kendilerinden onu eleştirip hareketlerini düzeltmeleri istenince. “Etin sosunu masaya dökse ne olur ki? Çenesinden yakasına salça akıtsa, hatta o yakaya ellerini süse ne olur? Eskiden Kral Alan bazen tabağına kusmaz mıydı? Sonra da soytarıyı çağırıp, ‘İç bakalım şu güzel çorbayı,’ demez miydi? Kral John sık sık balıkların başlarını ısırmaz mıydı? Gövdelerini de servis yapan kızların yakalarından içeri atmaz mıydı? Nasılsa bu şölen de hepsi gibi sona ermeyecek mi? Davetliler yemekleri tabaklarından alıp birbirine fırlatmayacaklar mı er geç?”
Sasha bu yüzden Peter’e her şeyi dikkatle öğretti, sofrada onu her an izledi. Daha sonra, çocuk uyumak üzere yatağa yattığında, annesi konuştu onunla.
İyi bir anne olduğu için önce ona sofradaki davranışlarıyla ilgili sevgi dolu iltifatlar etti. Gerçekten de, çocuğun genel davranışı örnek sayılabilecek nitelikte olmuştu. Ama yaptığı hataları kendisi düzeltmezse kimsenin düzeltmeyeceğini biliyordu Sasha. Onu da hemen, şu birkaç yıl içinde, çocuk annesine tapma dönemindeyken yapmalıydı. Bu yüzden, iltifatlarını bitirince “Bir tek yanlış hareket yaptın, Peter,” dedi. “Onu bir daha yaptığını görmek istemiyorum.”
Peter yatağından o iri lacivert gözleriyle annesine bakıyordu.
“Neydi o, anne?” diye sordu.
“Peçeteni kullanmadın,” dedi annesi. “Onu tabağının yanında öylece, katlanmış durumda bıraktın. Ben baktıkça üzüldüm buna. Kızarmış pilici ellerinle yedin, iyi ettin, çünkü tüm erkekler öyle yiyor. Ama pilici elinden bıraktığın zaman parmaklarını gömleğine şildin. Bu hiç doğru bir şey değil.”
“Ama… Babam da.. Bay Flagg de… öteki soylular da…” “Bırak şu Flagg’ı! Delain’in öbür soylularını da bırak!” Sasha öyle bağırmıştı ki, Peter yatağında büzülür gibi oldu. Annesinin yanaklarının böylesine kızarmasına sebep olduğu için kendinden utanıyordu. “Baban ne yaparsa doğrudur, çünkü o Kral. Sen Kral olunca, sen de her zaman haklı olacaksın. Ama Flagg hiç de Kral değil. Olmayı ne kadar isterse istesin, yine de değil. Soylularda Kral değiller. Sen de henüz değilsin. Yalnızca görgü kurallarını unutan küçük bir çocuksun.”
Oğlunun korktuğunu farkedince gülümsedi, elini onun alnına dayadı.
“Sakin ol, Peter,” dedi. “Bu çok küçük bir şey. Ama yine de önemli… çünkü zamanı gelince sen de Kral olacaksın. Haydi koş da, karatahtanı getir.”
“Ama şimdi yatma zamanı…”
“Bırak yatma zamanını da! Yatma zamanı bekleyebilir. Getir tahtanı.”
Peter fırlayıp tahtayı almaya koştu.
Sasha tahtanın kenarına asılı tebeşiri eline aldı, özenle üç harf yazdı. “Bunu okuyabiliyor musun, Peter?”
Çocuk başını evet anlamında salladı. Büyük harflerin çoğunu tanıdığı halde, okuyabildiği kelimelerin sayısı birkaç taneyi geçmiyordu. Bu kelime de onlardan biriydi. “Burada GOD yazılı,” dedi.
“Evet, doğru. Şimdi bunu tersinden yaz, bakalım ne çıkacak.”
“Tersinden mi?” dedi Peter kuşkulu bir sesle.
“Evet, öyle.”
Peter yazdı. Harfleri annesinin yazısının bir satır altında, eğri büğrü belirdi. Çocuk yine bildiği bir kelimeyle karşılaşınca şaşırmıştı.
“DOG! Anne! DOĞ diyor burada!”
“Evet, DOG diyor.” Annenin sesindeki hüzün, Peter’in heyecanını hemen söndürdü. Kadın parmağını bir kelimeden öbürüne kaydırarak, “İşte bunlar insan yaratılışının iki yanıdır,” dedi. “Bunları asla unutma, çünkü günün birinde Kral olacaksın sen. Krallar büyürler, uzun boylu olurlar… dokuzuncu deri değişimine gelmiş ejderhalar kadar büyük olurlar.”
“Ama babam büyük de değil, uzun boylu da değil,” diye itiraz etti Peter. Roland gerçekten de hem kısa, hem de çarpık bacaklıydı. Ayrıca içtiği biralar, yediği yemekler nedeniyle kocaman bir de göbeği vardı.
Sasha gülümsedi.
“Büyük ama,” dedi. “Krallar görünmeyen biçimlerde büyürler, Peter. Ve bu bir anda olur. Needle Sarayı’nda ellerine asayı aldıkları anda, taç başlarına konduğu anda olur!”
“Büyürler mi?” Peter’in gözleri iri iri açılmıştı. Konunun sofrada peçetesini kullanmamasından epey uzaklaştığının farkındaydı. Ama o tatsız konunun arada kaynadığına pek üzülmüyordu, çünkü bu yeni konu çok daha ilginçti. Hem bir daha peçetesini kullanmayı unutmamaya zaten kendi kendine söz vermişti… eğer annesi için önemliyse, kendisi için de önemli demekti.
“Büyürler tabii. Krallar koskocaman olurlar. Ve işte o zaman özellikle dikkatli olmaları gerekir. Çünkü büyük bir insan, gezmeye çıktığı zaman, bulunduğu yere döndüğü zaman, ya da yanlış bir yere oturduğu zaman bile farkında olmadan daha küçük insanları ezebilir. Kötü Krallar böyle şeyleri sık sık yaparlar. Sanıyorum iyi Krallar bile bunu yapmaktan her zaman kaçınamazlar.”
“Galiba anlayamıyorum…”
“Öyleyse biraz daha dinle.” Sasha parmağıyla karatahtaya vurdu. “Din adamlarımız diyorlar ki, bizim yaratılışımızın birazı Tanrı, birazı da Ayağıyarık’mış. Ayağıyarık kim, biliyor musun, Peter?”
“Şeytan.”
“Evet. Ama uydurma masalların dışındaki şeytanların sayısı aslında pek azdır, Peter. Kötü insanlar şeytandan çok köpek gibidirler. Köpekler dost hayvanlardır ama, aptaldırlar, bilirsin. Kadınlarla erkekler de sarhoş oldukları zaman genellikle öyle olurlar. Köpekler heyecanlandıkları zaman, akılları karıştığı zaman, ısırmaya kalkarlar. İnsanlar da heyecanlanınca, ya da akılları karışınca, dövüşmeye kalkarlar. Köpekler çok iyi ev hayvanıdır, çünkü sadıktır. Ama bir insan yalnızca ev hayvanı gibiyse, bence o insan kötü bir insandır. Köpekler cesur olabilir… ama korkak da olabilir. Karanlıkta ulurlar, kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp kaçarlar. Köpek, sahibinin elini yalayacaksa, sahibi iyi insansa da yalar, kötü insansa da yalar. Çünkü köpekler iyiyle kötünün arasındaki farkı bilmezler. Köpekler çer çöp yer, midesinin almadığım kusar, sonra gidip yenisini yer.”
Bir an sustu. Belki de aşağıdaki şölen salonunda şu sıra neler olduğunu düşünüyordu. Belki kadınlarla erkekler iyi niyetli sarhoş kahkahalar atıyorlar, birbirine yiyecek fırlatıyorlar, sonra yan dönüp sandalyelerinin yanına, yere kusuyorlardı. Roland da onlar gibiydi. Bazen kocasına baktıkça üzülüyordu Sasha. Ama onu suçlamıyor, başının etini de yemiyordu. O da öyle bir insandı işte. Belki karısını memnun etmek için değişeceğine söz verirdi, hatta kendini zorlayıp değişebilirdi bile… ama ondan sonra bir daha aynı adam olamazdı. “Sana söylediklerimi anlıyor musun, Peter?” Çocuk başını sallayarak anladığını belli etti.
“Güzel! Şimdi söyle bakalım bana.” Oğluna doğru eğildi. “Köpekler peçete kullanır mı?”
Peter kendini küçük düşmüş hissedip utanarak yüzünü yere eğdi, tahtanın çerçevesine baktı, başını iki yana salladı. Demek konu kendi sandığı kadar da sapmamıştı. Akşam çok yoğun geçtiği için, ya da kendisi çok yorgun olduğu için, gözlerine yaşlar doldu, yanaklarından aşağıya süzülmeye başladı. Çocuk hıçkırma isteğini gemlemeye uğraştı, hıçkırıklarını göğsüne hapsetti. Sasha bunu görünce hayranlık duydu.
“Bir peçete uğruna ağlama, sevgili yavrum,” dedi. “Niyetim bu değildi.” Kocaman hamile göbeğiyle ayağa kalktı. Thomas’ın doğumu artık iyice yaklaşmıştı. “Onun dışında davranışın örnek bir davranıştı,” dedi oğluna. “Bu krallıktaki hangi anne olsa, genç oğlunun bunun yarısı kadar iyi davranmasından gurur duyardı. Yüreğim sana olan hayranlığımla dolu. Sana bunları söyleyişimin tek nedeni, bir prensin annesi oluşum. Bu bazen zor gelir ama, değiştirilemez.