Roman özetleri

Yusuf’un Defteri / Kaderin Ürkütücü Labirentinde Üç Genç… Kitap Özeti

Haliçli bir balıkçının kimsesiz kalan ikizleri Hasan, Yusuf ve güzel Heleni.

Haliçli bir balıkçının Sultan Murad’ın tahta oturduğu gün doğan ikizleri Hasan ve Yusuf anneleri ve babaları ölünce kimsesiz kalırlar. Bütün imparatorluğun Murad’ın acımasız yasaklarıyla ve hesapsız can almalarıyla korku içinde yaşadığı bir zamandır. Evlatlık verilen iki kardeş birbirilerinden ayrılmak zorunda kalırlar. Başkasının yanında sığıntı gibi yaşamayı içine sindiremeyen Hasan babasının sandalıyla balıkçılık yaparken güzel Heleni’ye vurulur. Aşkı karşılıksız değildir ama yaşadıkları zamanın acımasız gerçekleri karşısında kavuşmaları mucizelere bağlıdır.

Yusuf bir tüccarın yanında, Hasan’a göre çok daha iyi şartlarda yaşamaktadır. Tüccarla birlikte çıktıkları bir seyahat sırasında eşkıyanın baskınına uğrarlar. Yolda yanlarına aldıkları Floransalı hekim ve tüccar ölür. Hekim, son nefesinde en değerli hazinesi olduğunu söylediği bir defteri Yusuf’a verir. Yusuf defterin sırrını çözebilmek ve kardeşine kavuşmak umuduyla yollara düşer.

17.Yüzyıl İstanbul’unun Haliç kıyılarında, kaderlerinin ürkütücü labirentlerinde yolculuğa çıkan üç gencin macerasının anlatıldığı “Yusuf’un Defteri” okurunu son satırına kadar heyecan içinde tutmayı başarabilen bir roman.

1.
KORKU VE ÖLÜMDÜ FERMANI
İstanbul’un ünlü falcılarından Uzun Kamber Hoca, rüyasında koca İstanbul şehrini fani bir insan bedeni gibi bir cellâdın ipinde çırpınarak can veriyorken görüp, öğle uykusundan korkuyla uyanmış, bu rüyasından aklına ve yüreğine sığdıramayacağı olmaz tabirler çıkarıp, dehşet içinde titreyerek kendini don gömlek sokağa atmıştı.
“Hey ahali felâket vaaar! Hey ahali başımıza gelecekler vaaar!”
Uzun Kamber Hoca gördüğü rüyanın yalnızca kendi kötü kaderi olmadığını, rüyasında bütün halkın başına gelecek korkunç olaylara işaret edildiğini böyle haykırmış, ama herkes yeni sultanın tahta çıkma törenini seyretmeye gittiği için ortalıkta sesini duyuracak kimse bulamamıştı.
O saatlerde Saraya giden bütün yollar yoksul halk tarafından doldurulup yüz yılda bir görülecek kalabalıklar meydana gelmişken, Sultan Murad’ın melek masumluğundaki çocuk yüzü, kılıç kuşandırılıp oturtulduğu tahtta bir güneş gibi parlayıp, renk renk ışıklar saçıyordu çevresine.
Başta Şeyhülislâm Hazretleri, ardında Sadrazam, sonra öteki vezirler, aksakallı ulemalar, ermişlik mertebesi verilmiş şeyhler, beyler, komutanlar bu renk renk ışıkların yüreklerinde yarattığı düşsel duygularla az önce kendilerini tahtın önüne atmışlar, kimi Sultanın eteklerini öpmüş, kimi ayakucuna yüzünü sürmüştü. Çünkü bu melek yüzlü çocuk İstanbul’un, Edirne’nin, Bursa’nın ve daha nice güzel şehrin, nice ülkenin tek hâkimi ve bütün Müslümanların Kutsal Halifesiydi artık.
O gün Haliçli Balıkçı Salih de yeni Sultanın tahta çıkma töreni nedeniyle kendini oldukça neşeli hissetmişti. Davullu zurnalı halaylar sabahtan beri ortalıkta dolaşıp, yediden yetmişe sokaklara dökülen ahalinin yüreğine heyecan kıvılcımları saçıyordu. Kendisi de bu coşkudan oldukça etkilenmiş, hatta bu halaylardan birinin peşine takılıp epeyi sokak dolaşmıştı. Şehrin birkaç meydanında düzenlenen kutlama şölenlerinden birine katılmayı da çok istemişti, ama ha doğurdu ha doğuracak bir halde hamile olan karısını bırakıp gitmeyi uygun bulmamıştı. Sabah davul zurna sesine evden dışarıya fırlarken karısını yatakta iniltili sancılar içinde bırakmış, bu yüzden sokaklarda içi pek rahat etmemiş, içine düşen sevincin tadını çıkaramadan dönüp eve gelmişti. Korktuğu da olmuştu. Evde komşu kadınların telâşlı koşturmaları vardı ve kendisini de içeriye sokmayıp dolaşmaya göndermişlerdi. O da aklını evde bırakıp kahveye gitmiş, daha bir köşeye oturmadan bir çocuk koşturarak ikizlerinin doğumunu müjdelemişti.
Hasan İle Yusuf adını koyduğu çocuklarının bu mutlu günde doğmasını onlar adına çok hayırlı bir durum olarak yorumlamış, tahta geçen çocuk Sultan büyüyüp devlet ve din adına büyük işler başardıkça onların da yıldızları parlayacak, belki onlar da büyük işler başaran birer devlet adamı olacaklardı.
Tahta çıkma töreni Sultanın çocuk gözleri için, kısa sürecek yaşamı boyunca bir daha göremeyeceği, bir daha böylesine mutlu olamayacağı kadar büyük bir şölendi. Bu mutluluğu sonraki saatlerde Saray bahçesinde düzenlenen kutlama gösterilerinde de sürmüştü. İnce belli rakkaseleri izlerken, bülbül sesli şarkıcıları dinlerken, bin bir hünerli hokkabazları, korkusuz cambazları seyrederken bir sultan olmanın, dünyanın en mutlu insanı olarak yaşamak olduğuna inanmaya başlamıştı.
Oysa oturduğu taht, onun çocuk aklının henüz anlayamayacağı kadar derin bir bataklığın içindeydi ve ihanet, entrika, düzenbazlık ağlarıyla sarılmıştı. Bu yüzden büyüdükçe gözleri hep kan gördü; isyanlar, zorbalıklar, katliamlar, akıl almaz gaddarlıklar gördü. Tahta çıktığı o ilk günkü mutluluğunun ve sevincinin yerini gece uykularını bölen boğucu kâbuslar aldı. Yalnızca sadrazamına, vezirine, komutanlarına değil gidip kucağına baş koyarak teselli bulmaya çalıştığı annesine bile güvenemeyen bir insan olarak yaşadıkça tuzlanıp güneşte kurumaya bırakılmış bir et parçası gibi öz suyunu yitirip, artık hiçbir güzel duygunun yumuşatamayacağı kadar katılaştı yüreği.
Ve bulutlu bir Mayıs günü, kendini bir ipek böceği kozası içinde gibi hissettiği korkusunu kin, nefret ve intikam duygularının yarattığı bir hırsla yırtıp, zorba başı dediği kendi Sadrazamının kellesini istedi. Sadrazam, o an orada hazır bulunan birkaç zülüflü baltacı tarafından hemen kement atılarak, bir kere daha nefes almasına fırsat verilmeden boğulmuştu. Cesedi sürüklenerek dışarıya çıkartılıp Saray kapısı önünde bekleyen zorba sipahilerin, isyancı ruhlu yeniçerilerin, yanlarındaki müritlerinin, belki bir paylaşma olur da önlerine bir kemik parçası düşer diye bu kalabalığın peşine takılmış çapulcu askerlerin önüne atıldı. Bu andır ki o mangal yürekli sipahilerin, ölümü yiğitlik şerbeti bellemiş yeniçerilerin ve hayatlarında canlarından başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan çapulcu askerlerin yüreklerine öyle bir korku düştü ki hemen dağılıp ortadan kayboldular. Onlar gidip sinecek birer metruk delik bulup kellelerini kurtardılar belki ama peşlerinden gelen korku öyle arsızdı, öyle yapışkandı ki onların kaçıp saklandıkları viranelerden, mahzenlerden, kör sokaklardan başlayıp meyhanelere, kahvehane sedirlerine, kabadayı yuvalarına çöküp, oralardan saray odalarına, paşa konaklarına, bey evlerine, yol vermez geçitlere, yıkılmaz kalelere kadar bütün bir imparatorluğu bir ucundan ötekine sardı.
Sultan Murad’ın sanki korkudan yaratılmış bedeni, hükmetmeye kararlı ve acımasız bir tiranın rengine bürünmüştü artık. Ölüm ve sonsuz korkuydu dünyaya fermanı. En önde intikam alması gerekenler sonra saray entrikacıları ardından rüşvetçiler, adaletsiz kadılar, beceriksiz vezirler, eşkıyalar, kabadayılar, afyonkeşler, tütün içenler, içki içenler… Kafasındaki liste hiç eksilmemiş, aksine gün ve gün giderek çoğalmıştı. Hesapsızca, hiçbir zaman arkası aranmayacak, hesabı sorulmayacak, çetelesi tutulmayacak, binlerce, yüz binlerce, kimi korkulu yüreklerin dediği gibi gökteki yıldızlar kadar çok insan canı alacak bir kıyım…
İstanbul’da hayatın ölüm kâbuslarıyla yaşandığı o günlerde Haliçli Balıkçı Salih, Haliç’in durgun sularına emanet ettiği sandalının içinden Galata’yı, Eminönü’nü, Unkapanı’nı, Fener’i, Kasımpaşa’yı uzaktan seyreder, bu güzel şehirde yaşamak gibi yüce bir kısmeti kendine verdiği için Allah’a şükür duaları ederdi. Şehri saran kan kokusu ve korkudan elbette haberi vardı. Kimilerinin ağızlarına tütün çubukları sokulmuş, kiminin ellerine rakı ibrikleri tutturulmuş, kiminin bellerine şarap testileri bağlanmış, kimisi eziyet işkence görmüş, hatta kimi kabadayılığa özenmiş yeni yetme delikanlılar olan insanların yol kenarlarındaki, meydanlardaki çınar ağaçlarının dallarına asılarak öldürülüşlerini çok duymuş, bazılarını kendi gözleriyle de görmüştü. İçki içmeyi hiç denememişti, ağzına bir kez olsun tütün çubuğu değdirmemişti, kahveye çıkmazdı, devlet işlerine karışmazdı, paşa asker takımına hele de Sultanın kendisi ya da ailesi için tövbe bir kelime dahi kötü söz etmeyi aklının ucundan bile geçirmezdi; bu yüzden Sultan Murad’ın bostancısından, kadısından, askerinden niye korkayım ki diye düşünür, zaman zaman kendi içine düşen korkuyu da böyle savuşturur rahatlardı. Sabah erkenden balığa çıkar, Haliç’te kıyıdan kıyıya kürek çeker, bazen denize yelken açar, Adalar açıklarına kadar giderdi. İyi balıkçıydı, sepetini doldurmadan dönmezdi kolay kolay. Balığını satar, çarşıdan alacağını alır hemen kapanırdı eve. Bir daha sabah oluncaya kadar ne dışarıya çıkar ne de tanıdık tanımadık bir kula kapısını açardı. Tek eğlencesi de Sultan Murad’ın tahta çıktığı gün doğduklarını çevresine gururla söylediği ikizleri Yusuf’la Hasan’dı. İkisi de çocuk irisiydiler. Hiç büyümemişler gibi onlarla alt alta üst üste güreşir, şakalaşır, oyunlar oynar sonra da mutlu bir yorgunlukla erkenden yatıp uyurdu.
Bir gece berbat bir rüya gördü.
Rüyasında da geceydi ve yatağında uykudaydı. Ortalığı yırtan köpek havlamalarıyla uyandı. Kendi evlerinin kapısı önünden gelen havlamalar o kadar ısrarcıydı ki kalkıp kapıyı aralayıp bakmadan edemedi. Dışarısının sisli karanlığında bir sürü köpek toplanmıştı kapının önüne. Her balıktan dönüşte önlerine birkaç balık attığı mahallenin başıboş köpekleriydi bunlar. Onu görünce havlamaları kesip çocuk ağlaması gibi iniltilerle kapının eşiğini yalamaya başladılar. İçlerinden ikisi gelip geceliğinin eteğinden ısırıp çekiştirdi. Sanki onu bir yere çağırıyorlardı. Şaşkındı Salih, elinden tutulup çekilen bir çocuk gibi gitti peşlerinden. Mahallenin meydanına geldiklerinde gecedeki koyu sis biraz dağıldı ve meydandaki kocaman çınar ağacının dallarında yan yana boyunlarından asılmış iki delikanlı gördü. Yumruklanmaktan ağızları burunları patlamış, falakadan çıkmış çıplak ayaklarından kanlı etler sarkıyordu. Birinin ağzına tütün çubuğu sokulmuş, ötekinin eline küçük bir rakı testisi tutturulmuştu. Yaz kış bordo yelek, beyaz gömlek giyen, siyah kuşak sarınan, ellerine biraz para geçince de tütün içen, bulurlarsa şarap demlenip, içkiden tütünden cesaretlenip ortalıkta kabadayı görünmeye çalışan zararsız gençlerden ikisine benzetmişti bunları önce;  korkuyla uzaktan seyretmiş, sonra vah bu civanlara, vah bu bahtsız fidanlara diyerek üzülmüştü.
Biraz daha yaklaşınca bir baktı ki biri Hasan öteki Yusuf! Duyulmaz bir “ah!” çıktı ağzından. O anki duygularını anlatamayan anlamsız bir ah. Oysa yüreği bir anda öylesine acıyla yanmıştı ki,  yarısı hemen kül olup yere dökülmüş, yarısı kara bir duman olup sisli gecenin karanlığına karışıvermişti. Bir Yusuf’un ayaklarına sarılıp ağlamaya başladı, bir Hasan’ın… Öyle bir ağlıyordu ki sesi, gözü dönmüş bir vahşî hayvanın böğürtüsü gibi bütün mahalleyi yerinden oynatıyor, göz yuvalarından fışkıran yaşlar koca çınarın dallarından sağanak yağmur taneleri gibi süzülüyordu.
Salih, sıçrayarak bir uyandı ki uzun etek geceliği suya düşmüş gibi sırılsıklam; elleri titriyor, yüreği kafesinden kaçmak istercesine göğsünün kemiklerine saldırıp duruyor. Yataktan fırlayıp, hemen alt kata çocukların yattığı odaya koştu.  Baktı ki Yusuf’la Hasan uykuda, o zaman derin bir oh çekip, çocukların yataklarına yorganlarına yüz sürüp ağladı. Ağladı, ama içindeki heyecan geçmedi; daha gün doğmasına epeyi vardı ki karısını uyandırdı. Uyku tutmadı deyip, rüyasından söz etmeden giyinip Haliç kıyısına indi.
Gün doğumunu Haliçte kürek çekerken karşıladı o gün. Gece rüyasında çocuklarının ağaç dallarında sallanışlarını bir türlü gözlerinin önünden silemiyor, sanki bu olayı gerçekten yaşamışçasına hala içi dehşetle titriyordu. Bu yüzden, irili ufaklı belki yüzlerce teknenin bulunduğu koca Haliç birden çok dar geldi ona. İçi sıkıldı,  önce Sarayburnu’na doğru kürek çekti olmadı, sonra Adalara doğru yelken açtı. Koca deniz de dar geldi sıkılan yüreğine. Daha güneş tepeye dikilmeden bir tek balık bile tutamadan dönüp karaya çıktı. Doğruca mahalleye gitti. Babalarından duydukları ağaçlara asılmış, başları kesilmiş adam hikâyelerini birbirilerine ballandıra ballandıra anlatarak sokaklarda Sultan Murad’çılık oynayan çocukların arasından aldığı Yusuf’la Hasan’ı ellerinden tuttuğu gibi götürüp Şehlâ Hocanın önüne dikti.
Şehlâ Hoca, hem mahalle camiinin imamı, hem de mahalle mektebi hocasıydı. Mahalledeki küçük camiinin yan duvarına bitiştirilmiş iki göz oda ile güzel havalarda altında ders yapmaya yarayan üstü kiremit döşeli bir açık sundurmaydı mektep de. Büyük odanın toprak zeminine atılmış hasırların üstüne dizilmiş yırtık, sökük minderlere diz çöküp oturmuş otuza yakın çocuk vardı öğrenci olarak. Hepsi de aşağıda iskelelerde ya da çevredeki hanlarda çalışan hamalların, at bakıcılarının, arabacıların, kayıkçıların, gündelikçilerin çocuklarıydı. Okula başlama yaşı genelde yediydi, ama Yusuf’la Hasan on bir yaşına gelmişler, üstelik artık küçük bir çocuk görünümünden çıkmışlar, uzamaya başlayan boylarıyla yaşlarından daha da büyük gösteriyorlardı. Hoca neredeyse mektebi bitirme yaşına yaklaşmış çocukları görünce,
“Bu zamana kadar nerdeydin be adam?” diye azarladı Balıkçı Salih’i. Sonra da Salih’in bir suçlu gibi kızarıp bozararak başını öne eğmesini fırsat bilip avını köşeye sıkıştırmış bir avcı gibi bastırdı hemen,
“Bu okuma zamanı geçen çocuklar için peşin birer altın alırım, Kur’an okumaya başladıkları zaman da birer altın isterim…”
Salih, hemen kesesine el atıp, aylardır bir akçe bir akçe biriktirip yaptığı dört altının ikisini çıkartıp verdi Hocaya. Gözleri parladı hemen Hocanın, avucuna konan çil çil parlayan altınları sevincini belli etmemeye çalışarak kuşağına sokup çocukların başını okşadı. Sonra onlara bahçedeki kuyudan su çektirip ellerini yüzlerini yıkattı. Dershaneye sokmadan önce de elini öptürüp,  besmele çektirdi.
Salih, Hasan ile Yusuf’un, toz ve küf kokusunun yayıldığı büyük odanın içindeki çocukların arasına diz çöküp oturduklarını kapı aralığından biraz seyredip eve geriye dönerken içi oldukça rahatlamış, geceden gündüze boğazına sarılmış endişe duygusu içinden tamamen kaybolmasa da azalmıştı. Çocukları okuma yazma öğreneceklerdi, Kur’an okuyacaklardı, dualar bileceklerdi. Onlar için bundan sonra iyi bir şeyler düşünebilir, onları bir gün boyunlarına bir ayyaş, bir afyonkeş, ya da gözü dönmüş bir zorba yaftası geçirilerek bir çınar ağacına asılacağı korkularını da unutabilecekti biraz.
Çocukların mektebe gidip gelmelerinde ilk yıl çok fazla sorun çıkmadı. Hasan’ın aşırı sıkılmasına, bir türlü ezberi sevememesine, Hocanın elinde bir değnekle sık sık omzuna başına, eline vurmasına sinirlenmesine, annesine babasına akşamları evde uflayıp puflayıp şikâyetçi olmasına karşın Yusuf mektebe gitmeyi sevmişti. Dershanede hiç dikkat dağıtmadan sessizce oturuyor, kimseyle itişip kakışmıyor, Hocanın her okuttuğunu hemen ezberliyordu. Mektebe haftada bir gün Fatih medresesinden gönüllü bir müderris geliyor, Şehlâ Hocanın önerdiği, çoğu zaman da kendisinin seçtiği zeki, uslu, ezberde becerikli çocukları ayırıp onlara yaşına ve becerisine göre güzel yazı, gramer, hesap yapma gibi dersler veriyor, verdiği derslerde ilerlemiş olanları bazen medreseye götürüp bilgi ve becerilerini artırmaya çalışıyordu. Ola ki bir cevher varsa ziyan olmasın diye düşünen, kendisi de yoksul bir mahalle mektebinden yetişmiş medrese baş müderrisinin yoksul mahalle mekteplerine özel bir uygulamasıydı bu. Yusuf daha mektepte yılını doldurmadan bu hocanın ilgilendiği çocuklar arasına girdi. Kâğıt, kalem, mürekkep sahibi oldu, güzel yazı yazmayı öğrenmeye başladı.
Şehlâ Hoca, bütün gün dershanede çocukların başında durmazdı. Bazen bir cenazenin dua ve defin işleriyle uğraşması gerekir, bazen tüccar evlerine dua okumaya gider,  çoğu zaman da daha gün doğmadan kalkıyorum bahanesiyle eve gidip yatar saatlerce uyurdu. Böyle zamanlarda dershanedeki hem yaşça büyük, hem bedenen güçlü iki çocuk sınıfa göz kulak olurlardı. Oysa bunlar çoğu günler gerekli disiplini sağlayamazlar, dershanede gürültü patırtı alır başını giderdi. Çocukların bahçeye taşıp, evine kadar gelen bağrışlarına sinirlenen Hoca öfkeyle sopayı kapıp bu büyük çocuklara her seferinde temiz bir sopa çektiği için onlar da sessizliği sağlamak için çocuklara çok sert davranıp, korkutmaya çalışırlar, olmazsa gözüne kestirdiklerini falakaya bile yatırırlardı. Dershanede yine herkesin birbirine girdiği bir gün Hasan bu çocukların birinden haksız yere kafasına bir sopa yiyince hemen karşılığını vermiş ve bu çocuklara kinlenen birkaç çocuğun da yardımıyla onlara bir güzel dayak atmıştı. Hoca gürültüye koşturup elindeki sopayla rasgele girişip sessizliği sağlayınca herkes sinip susmuş, ortalıkta da tek suçlu olarak Hasan kalmıştı. Hoca uykusu en tatlı yerinde kesildiği için çok sinirliydi. Bunun acısını Hasan’a iki tokat atarak çıkarmaya kalkınca, Hasan, kendisinin haksızlığa uğradığını düşünerek Hocaya da karşılık vermeye kalkmış, ama hem kendisinden çok iri olan Hocaya gücü yetmemiş, hem de üzerine çullanan birkaç çocuğun bastırmasıyla hemen falakaya yatırılmıştı. Hoca, Hasan’ın karşılık vermeye kalkmasıyla iyice zıvanadan çıkmış bir durumda hiç acımadan, kırılıncaya kadar vurmuştu elindeki sopayı çocuğun tabanlarına. Hasan bu dayakla tam üç gün evde kalkmadan yatmış, ayaklarının üzerine basamamış, daha sonra da günlerce topallamıştı.
Dayak olayı daha ilk gününden sevmediği mektebi bırakmak için iyi bir bahane oldu Hasan’a. Anne ve babasının bütün yalvarmalarına karşın bir daha mektebin önünden bile geçmedi. Balıkçı Salih, oğlu için yeniden endişeler yaşamaya başladı. Üstelik Hasan eskisinden daha hareketli daha yaramaz bir çocuk oldu. Sabah evden bir çıkıyor, arada ne yemek yemeğe ne su içmeye uğruyor, bütün gününü mahalle çocuklarıyla kavga gürültü içinde geçiriyor, akşam eve döndüğündeyse üstü başı toz toprak, yüzü gözü yara bere içinde oluyordu. Salih, belki alışır, hiç olmazsa bulunduğu yer belli olur diye onu bir esnafın yanına bedava çırak verdiyse de Hasan haftasını bulmadan daha oraya da gitmemeye başlayınca bir sabah balığa çıkarken çocuğu da uyandırıp, yanına kattı. Salih, çocuğun bu işi hiç sevmeyeceğini, elinden gelen aksiliği göstereceğini düşünüyordu, ama beklediğinin çok aksine sabah daha gün doğmadan kalkmak, sandalda kürek çekmek, derine olta atmak, ağ sallamak işi çok hoşuna gitti Hasan’ın. Daha on beşine varmadan usta bir balıkçı olup çıktı. Çalışkan ve becerikliydi de. Babasının bir dediğini ikiletmiyor, kürek çekmeyi, ağ serpmeyi, çapa salmayı, olta tutmayı, gerektiğinde suya dalıp dibe inmeyi, dipten ağ, çapa kurtarmayı kırk yıllık balıkçılar gibi ustalıkla becerebiliyordu. Salih Efendi çok memnundu bundan. Hem oğlunun bir sokak serserisi olacağı korkularını üstünden atmış, hem de onun ilerde kendinden daha iyi bir balıkçı olacağını görüp, onun geleceği için de umutlanmıştı.

Related Articles

Ada Tavşanın Özelikleri Nelerdir

admin

Nasreddin Hocanın Yaptığı İşler

admin

Kitap Kurdu Olmak