Üniversite düşüncesini kafama sokan, bir kadınınki kadar yumuşak bakışlı, sevimli, bir o kadar da yakışıklı bir delikanlı olan lise öğrencisi N. Yevreinov’du.
Benimle aynı evde, tavan arasındaki odada kalıyordu. Sık sık beni elimde kitaplarla gördüğü için ilgisini çekmiştim. Bir süre sonra da tanıştık. Zamanla Yevreinov öğrenmek için olağanüstü bir yeteneğim olduğuna dair beni de inandırmayı başarmıştı.
Uzun saçlarının kâküllerini zarif bir biçimde sallayarak, “Siz bilime hizmet etmek için yaratılmışsınız!” derdi.
Ben o dönemde bir tavşan olarak da bilime hizmet edilebileceğini henüz bilmiyordum. Yevreinov ise üniversitelerin özellikle benim gibi gençlere ihtiyaçları olduğu konusunda beni öyle ikna ederdi ki!.. Tabiî bu arada Mihayil Lomonosov’un* anısını da parlak bir örnek olarak öne sürerdi.
Yevreinov Kazan’da onunla beraber oturacağımı, sonbahar ve kış boyunca lise derslerime çalışacağımı, “Birtakım” sınavlar vereceğimi -o aynen “Birtakım” diyordu- üniversite süresince bütün giderlerimin devlet tarafından karşılanacağını, beş yıl sonra da “Bir bilgin” olarak mezun olacağımı söylüyordu. Bütün bunlar oldukça kolay görünüyordu; çünkü Yevreinov çok iyi yürekliydi ve on dokuz yaşındaydı.
Yevreinov sınavlarını verdikten sonra yola çıktı. İki hafta sonra, ardından ben de hareket ettim. Ninem beni uğurlarken,
– Sakın kimseye sinirlenme! Sen her şeye kızıyorsun, sert ve ukalâ oldun! Tıpkı dedene çekmişsin. Deden ne oldu? Ne geçti ki eline? Bunca yıl yaşadı, sonunda hiçbir amacına ulaşamadan ölüp gitti. Zavallı ihtiyar! Kulağına küpe olsun diye sadece şunu söyleyeceğim: İnsanları mahkum eden Tanrı değildir; bundan sadece şeytan hoşlanır. Hadi, yolun açık olsun!
Esmer, solgun yanaklarından süzülen yaşlan silerek konuşmaya devam etti:
– Bir daha birbirimizi göremeyeceğiz! Sen çok uzaklara gidiyorsun, bense burada öleceğimi
Son günlerde bu sevimli ihtiyardan uzaklaşmıştım. Onu sık görmüyordum. Şimdi ise anîden bu kadar yakın, bu kadar içten bir insanı bir daha göremeyeceğimi büyük bir acı ile hissedebiliyordum.
Geminin arkasmda duruyor, ninemin iskelenin üzerinde bir eli ile nasıl istavroz çıkardığını, diğer eli ile de yıpranmış şalının ucundan tutarak yüzünü bütün insanlara karşı bitmek tükenmek bilmeyen sevgi ışıltılarıyla dolu kara gözlerini nasıl sildiğini izliyordum.
Sonunda yarı Tatar bir şehirde, tek katlı bir evin küçük odasındaydım. Bu küçük ev bir tepenin üzerinde, dar ve fakir olduğu belli olan bir sokağın sonundaydı. Evin duvarlarından biri eski bir yangının manzarası yabani otların sardığı bir bahçeye bakıyordu. Daha yaşlı ağaçların çevrelediği pelit otları, kuzukulaklarının arasından tuğla bir binanın harabeleri görünüyordu. Harabelerin altında başıboş köpeklere hem ev, hem mezar geniş bir mahzen vardı. Üniversitelerimin arasında yer alan bu mahzeni hiç unutmam.
Bir anne ve iki oğlundan oluşan Yevreinov ailesi zor şartlarda geçiniyorlardı. Beyaz saçlı minyon dulun pazardan gelip aldığı şeyleri mutfaktaki masanın üstüne sererek az ve kötü bir et parçasından, kendisini saymadan, genç, kuvvetli üç delikanlıyı doyurabilmek için iyi bir yemek yapabilmek gibi zor bir konuyu acı bir hüzünle nasıl çözmeye çalıştığım ilk günlerde gördüm.
Çok sessiz bir kadındı. Gri gözlerinde bütün gücünü harcamış bir beygirin yorgun ve ümitsiz çabası görülebiliyordu. Zavallı beygir yokuşun sonuna kadar çıkamayacağım bilmesine rağmen, yine de yükünü çekmeye devam ediyordu.
Gelişimin üçüncü günüydü. Bir sabah çocuklar daha uykudayken, mutfakta ona yardım ederek sebzeleri ayıklıyordum. Kadın sessizce ve tedirginlikle,
– Siz ne için buradasınız? diye sordu.
– Üniversitede okumak için geldim.
Sapsarı alnının derisi ile birlikte kaşları yukarı doğru kalktı. Elindeki bıçakla parmaklarından birini kesti.
Akan kanını emerek kendini bir sandalyeye bıraktı ama hemen yerinden fırlayarak,
– Hay aksi şeytan! diye mırıldandı.
Kesilen parmağını mendille sararak beğendiğini belli eden bir sesle:
– Patatesi çok iyi soyuyorsun, dedi.
İyi artık, patates soymasını da mı bilmeyecektim yani! Kadına gemide çalıştığımı anlattım. Kadın bana,
– Üniversiteye girebilmek için bunun yeterli olduğunu mu düşünüyorsunuz? diye sordu.
O zamanlar espriden pek anlamazdım. Kadının sorusunu ciddîye alarak, bilim yolunun kapısını bana açacak olan plânlarımı uzun uzadıya ona anlattım.
Kadın içini çekerek,
– Ah Nikolay ah! diye mırıldandı.
Nikolay tam o sırada, uykulu gözlerle, saçları darma dağınık ve her zaman olduğu gibi neşeli bir şekilde yüzünü yıkamak için mutfağa girdi. Annesine dönerek,
– Anneciğim, tatar böreği yapsan iyi olur! Kadın,
– Tamam, yaparım, diyerek bu isteğini kabul etti. Aşçılık sanatındaki yeteneklerimi göstermek isteyerek, tatar böreği için etin hem az, hem de kötü olduğunu söyledim.
Ben bunları söyleyince Varvara İvanovna alındı, bana öylesine ağır birkaç söz söyledi ki kulaklarıma dek kızardım. Kadın elindeki havuç demetini masanın üzerine atarak mutfaktan çıktı. Nikolay bana göz kırparak kadının bu tavrını, – Canı çok sıkkın, diyerek açıklamaya çalıştı. Sonra bir sıranın üzerine oturarak, genellikle kadınların erkeklerden daha sinirli olduklarını, yaradılışlarının böyle olduğunu, bu hâllerinin tartışmasız bir şekilde tanınmış İsviçreli bir bilgin tarafından kanıtlandığını anlattı. John Stuart Mili* adındaki İngiliz’in de bu konu hakkında bir şeyler söylemiş olduğunu sözlerine ekledi.
Bana bir şeyler öğretmek Nikolay’ın çok hoşuna gidiyordu. Her fırsattan yararlanarak, bilmeden yaşanabilmesi olası olmayan çok gerekli bazı şeyleri kafama yerleştirmeye çalışırdı. Onu büyük bir içtenlikle dinler, Foucault, La Rochefo-ucauld, La Rochejacquel kafamda kişilik hâlinde yenilikleri şekillendirirler, ben Lavoisier mi, Dumauriez’in, yoksa Du-mauriez mi, Lavoisier’in kafasını kestiğini bir türlü ayıramazdım!
Bu iyi yürekli genç, beni adam etmeyi bütün kalbiyle ister, bunu büyük bir inançla söylerdi fakat benimle ciddî olarak ilgilenebilmesi için ne zamanı, ne de gerekli imkânı vardı. Gençliğine özgü bencillik evi idare edebilmek için annesinin ne büyük güçlüklerle uğraşmak zorunda kaldığım görmesini engelliyordu. Sessiz ve ağır bir lise öğrencisi olan kardeşi ise bunları onun kadar da hissetmiyordu. Oysa ben mutfakta meydana gelen karışık kimya ve ekonomi hilelerini en ince detayına kadar çoktan öğrenmiştim. Çocuklarının midelerini her gün kandırmak, üstelik de çirkin suratlı, garip tavırlı benim gibi bir eklemeyi doyurabilmek için kadıncağızın ne gibi el çabukluklarına başvurmak zorunda kaldığını pekâlâ görebiliyordum. Payıma düşen her lokma, doğal olarak, mideme bir taş parçası gibi oturuyordu.
Kendime bir iş aramaya başladım. Öğle yemeğinde bulunmamak için sabahın erken saatlerinde evden çıkıyor, kötü havalarda ise bahçedeki mahzende oturuyordum. Orada, kedi ve köpek leşlerinin iğrenç kokulan içinde, yağmur ve rüzgâr uğultusu arasında üniversitenin benim için hayalden başka bir şey olmadığını, iran’a gitmekle çok daha akıllıca davranmış olacağımı kısa bir sürede anladım. Ben artık kendimi elma büyüklüğünde buğday taneleri, birer pud* ağırlığında patatesler yetiştirmek yolunu keşfeden ve genellikle benden başkalarının da üzerinde bu kadar zorlukla yürüdükleri şu toprak için bir sürü iyi işler yapan ak sakallı bir sihirbaz olarak görüyordum.
Artık olağanüstü maceralar, büyük projeler hayal etmesini öğrenmiştim. Hayatımın çok zor günlerinde bunun bana çok faydası oldu. Oysa, böyle günler neredeyse hayatımdan hiç eksik olmadığı için, hayal kurmaya gün geçtikçe daha da alıştım. Başkalarından bir yardım beklemiyordum. Hiçbir olağanüstü rastlantıya da bel bağlamıyordum fakat irademin gittikçe kuvvetlendiğini de fark ediyordum. Yaşam koşullan benim için ne kadar güçleşirse, o oranda kendimi daha güçlü, daha akıllı hissediyordum. İnsanı insan yapanın kendini saran çevreye gösterdiği direnç olduğunu fark edeli epey zaman olmuştu.