Roman özetleri

Yazın Gene Yazın Kitap Özeti

Tahsin Yücel, Yalan, Peygamberin Son Beş Günü gibi yazınsal yapıtlarıyla olduğu kadar deneme ve eleştirileriyle de tanınan çok yönlü bir yazın adamı. Yazdığı deneme ve eleştiriler, Türkiye’de olduğu kadar dünyada da geniş yankılar uyandırdı, edebiyat eğitimcileriyle öğrencilerin başvuru kaynaklarından biri oldu. Yeni basımını sunduğumuz Yazın, Gene Yazın, ilk bakışta birbirinden bağımsız yirmi denemeden oluşan bir derleme gibi görünse de, bunlar bütüncül bir yapıtın bölümleridir. Her biri yazın olgusunun belirli bir yönünü irdeleyip aydınlatmayı amaçlar. Böylece, kitabın başından sonuna, biçiminden içeriğine, kurgusundan işlevine, gelişiminden değişimine, yazarından okuruna, tanımından tüketimine, yazın yapıtı ve yazın olgusu sorgulanır; yazına adanmış bir yaşamın damgasını taşıyan özgün, tutarlı, olabildiğince bütüncül yanıtlar getirilir.

Dilek
Tanrım, şu sıcacık temmuz gününde, uzaktan bir avuç deniz gören şu köy evinde, yani her zamanki çalışma ortamımdan uzakla, elimde bir kurşunkalem, dizimin üstünde bir küçük defter, içimde incecikten bir coşku, bu kitabı yazmaya girişirken, önce sana seslenmek geliyor içimden. Sana seslenmek ve, yeryüzünde yetkilendirilmiş görevlilerin olduklarını söyleyenlerin hiç hoşlanmadıkları bir alanda: her şeyi yeniden sorgulayan yazının alanında yol almaya çabalayan bir yaratığa yardımcı olmanda sakınca yoksa, bu alçakgönüllü kitaba ilişkin dileklerimi sıralamak istiyorum.
Tanrım, bizlerle sıradan yaratıkların içinden geçenleri bile bilecek ölçüde, tek tek ilgilendiğin doğruysa, seni tanık göstererek söyleyebilirim ki bildiğimi eksiksiz bilmek gibi bir savım olmadı hiçbir zaman; tam (ersine, kendi uzmanlık alanımda bile, eksiklerimi hep gördüm, gizlemek için de fazla çaba harcamadım. Gene de şu küçük kitapta bilgi yanlışlarına düşmeme izin verme, okurlarım söylediğinin doğruluğunu iyice araştırıp kesinleştirmeden kitap yayımlamaya kalkan bir saygısız sanmasın beni.
Tanrım, yeteneklerimizi sınırlı, yaşam süremizi kısa tutmuşsun; koşulumuz sonucu, yüzeysel bilgilerle, yüz kızartıcı önyargılarla donanmışız, yaşamımız acıklı koşulumuzun örnekleriyle dolu; gene de, hiç değilse kitaplarımda, içi sırada da bu kitabımda, okurumun karşısına yüzeysel bilgilerle, yazarlıkla bağdaşmayan önyargılarla çıkacak olursam, beni durdur demiyorum, her is bitli de sıradan bir yazara çobanlık mı edeceksin, ama içime fazladan bir tepke yerleştir de beni sürekli uyarsın; kalıplaşmış bilgilerle, taşlaşmış önyargılarla okurumu yanlış yola sürüklemeyeyim.
Tanrım, gözlerini bir an için şu sıradan kulunun üzerine çevirecek olursan, açıklıkla görürsün ki, kendi kendimle baş başa kaldığım zamanlarda bile, benzerlerinden daha iyi ya da daha doğru düşündüğünü sananlardan olmadım, farklı verilerin ve farklı alışkıların farklı sonuçlara götürdüğünü de çoktan öğrendim; ayrıca, yalnızlığında azıcık eğlenmek istediğinden olacak, saçmalık ve çelişki dağıtımında bizlere fazlasıyla cömert davrandığını bilme; değilim. Gene de şu kitapta okurumun karşısına yalan yanlış, düşüncelerle çıkarma beni.
Tanrım, “Çıkarma.’” diyorum ya çıkardıklarının çok olduğunu da iyi biliyorum. Ne yapalım, sağlam bilgilerle donatmıyorsun bizi, biz de, hemen her konuda, sanılar, varsayımlar, eğretilemeler arasında bocalayıp duruyoruz. Birkaç yıl önce, şimdi elimin altında olmayan o eşsiz araçla çalışmaya yeni başladığım sıralarda, hem de kaç kez, parmaklarımın camda görünür kıldığı söylem benim kendi görüntümmüş, en azından benim kendi görüntümden birşeyler yansı «yormuş gibi bir sanıya kapılarak donup kaldığımı anımsıyorum. Şimdi, elde kalem, dizde defter, düşünüyorum da izlenimim çok aykırı gelmiyor bana. “Önce söz vardı,” diyen aracıların haklıysa, hepimizin sözden geldiğini, sözün de tıpkı bedenimiz gibi. bedenimizle birlikte, bedenimizle kaynaşmış olarak, varlığımızın özünü oluşturduğunu kesinlememiz gerekmez mi? Gerekirse, hatta gerekmese bile, sözüm de, tıpkı bedenim gibi, bedenimle birlikte, bedenimle kaynaşmış olarak, beni hem benzerlerimle birleştiren, hem onlardan ayıran özüm, özdeğim değil mi? Öyleyse, okur karsısına aksak bir dille çıkmama izin verme, Tanrım. Güzel yazmak bir yetenek işi, ama aksak yazı ortak özümüze değer vermediğimizi gösterir, ya da bu öze yabancı olduğumuzu. Benimki konuğunun karşısına en düzgün ferahlığıyla çıkmak isteyen yoksulun dileği.
Tanrını, söylemimi görmemişler gibi süsleyerek gülünç düşmeme de izin verme.
Tanrım, yazarken yüzüm kızarıyor ya, belli mi olur, bakarsın, su alçakgönüllü kitapta doğru sözler de ederim, olur ya, yeni şeyler bile söylerim belki; böyle bir tansığın gerçekleşmesi durumunda, yazdıklarım benzerlerimin önyargılarına (akılıp kalmasın, onlara gerçekten ulaşsın isterim; bu nedenle, son dileğim şu senden: dilimde ne düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme.
Benden istemesi.

Yazının çevresinde

Aşırı genellemelerden kaçınmak gerekir; ama, bazı bazı, birkaç saatlik bir yaşam dilimi içinde görüp işittiklerimizi şöyle bir usumuzdan geçirdiğimiz zaman bile, insanların gerçeği arayanlar ve gerçeği gizleyenler diye ikiye ayrılabileceğini kesinleyebiliriz. En azından, onları özel ve toplumsal yaşamlarında gerçek karşısındaki tutumlarına göre sınıflandırmak yaşamı tanıma konusunda bizim için önemli bir adım olabilir. Örneğin değişik uğraşlardan insanların, bir kunduracının, bir yargıcın, bir hekimin, bir politikacının belli gerçekleri arama, bulma, değerlendirme, başkasına iletme biçimlerini düşünelim, karşıtlıkları ve benzerlikleri arasında, ne ayrıntılar, ne seçenekler belirmez! Bu açıdan bakılınca, belki de dünyanın en arı, en yalın, en tutarlı ve en günahsız kişileri yazın adamlarıdır. Gerçekçilik XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir akım, ama, Erich Auerbach Mimesis’te çok güzel gösterir, en eski dönemlerden günümüze, yazın adamının en temel kaygılarından biri gerçeği (hiç kuşkusuz kendi gerçeğini) kavramak ve başkalarına iletmek olmuştur.
Bu yüzden, size bir şiirini ya da bir öyküsünü okuttuktan sonra, “Nasıl, beğendiniz mi?” diye soran birine “Vallahi, nasıl söylesem, bana pek olmamış gibi geldi, inandırmıyor!” deyip de “Ama hepsi gerçek!” türünden bir yanıtla karşılaştık mı biraz bocalarız ister istemez. Ne de olsa, yazarlar ve ozanlar tarih boyunca hep gerçeği aktarmaktan söz etmişler. Daha da iyisi, tüm yazını olmasa bile. romanı tarih ve coğrafyayla yarışa sürmeye kalkmış olan yazarlar var: Alexandre Dumas, birbirini izleyen romanlarla, tüm Fransa tarihini baştan yazmaya kalkışır; Balzac da, çok iyi biliriz, tarihi, coğrafyası, köyü, kenti, taşrası, başkenti, bireyi ve toplumuyla, XIX. yüzyıl Fransa’sını yansıtmak ister bize. Ülkemizde de, biliriz, tüm Türkiye’nin romanını yazmaya yeltenen yazarlara pek rastlanmasa bile, romancılardan hiç değilse belirli bir bölgenin yazına kazandın İm asını bekleyenler vardır. “Orhan Kemal’le Yaşar Kemal Çukurova’nın romanını yazdı!” dedikten sonra, öteki bölgeleri anlatan romancıları sayar, sonra da “Peki, Karadeniz’in romanını kim yazacak?” diye sorar, boşlukların bir an önce doldurulmasını isterler.
Ev da bir yerde güzel bir dilektir, çünkü yazın bir kenti ya da bir bölgeyi yansıtmakla kalmaz, bir ölçüde onun belli Özelliklerinin, belli köşelerinin olduğu gibi korunmasını, hiç değilse bunlardan bir anı saklanmasını sağlar. Örneğin Fransız romancılar nerdeyse Paris’e başka bir boyut katmış, onu bir başka düzene göre de işleyen bir uzama dönüştürmüşlerdir; örneğin, Shakespeare’in ünlü yapıtından sonra, Verona’da her şey yıkılsa bile, Giulietta’mn eviyle mezarı kalır. Ancak, ne yazın gerçek uzmanları dönüştürme amacı güder, ne de, bu belge bolluğunda, tarihçiler ya2in yapıtlarına başvurmayı düşünürler. Burada sözü edilen gerçek de tarihçilerin nasıl olsa ilgi duymadıkları bir gerçektir. Genç yazar, gerçek derken, ‘olmuş’, ‘duyulmuş’, ‘yaşanmış’ olanı söz konusu eder; bir de gerçekliğe özgünlüğü ekler; gerçektir anlattığı, ama kimsenin başına gelmemiş, tekil, benzersiz bir gerçektir; gerçektir, ama daha önce hiç kimsenin dile getirmediği bir gerçektir. Ne var ki, gerçeğin gerçekliğinin benimsenmesi için yazarın sözlü tanıklığı gerekiyor, yazarımız “Ama hepsi gerçek!” deme gereksinimini duyuyorsa, işin içinde aksayan bir şeyler var demektir. Ama nerede? Yazarımızın dilini kotu kullanmasında, dolayısıyla gerçeği gerçek gibi anlatamamasında mı? ‘Olmuş’ gerçeği yazmanın, yazarımızın düşündüğünün tersine, iyi bir yapıt ‘çıkarmaya’ yetmemesinde mi? Yoksa, gene yazarımızın düşündüğünün tersine, ‘özgün’ün ‘yazınsal’a gölge düşürmesinde mi?
Her üçü de olabilir, her üçü birden de olabilir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, kötü yazmak ayrı bir sorundur, konumuzun dışında kalır: yazının varlığı dilin varlığıyla karıştığına göre, yazar hem aracı, hem amacı olan şeye egemen değilse, ne söylesek boşunadır. Ama, “Hayatım roman olur!” diyenlerden özür dileyerek söyleyelim, ‘olmuş’ gerçeği öykülemek bir yazın yapıtı oluşturmaya yetmez. Söylemek bile fazla, yaşanmış olay bir romanın, bir şiirin çıkış noktasını oluşturabilir, yaşanmış olayın hiçbir şey katılmadan, hiçbir şey çıkarılmadan, olduğu gibi anlatılmasından gerçekten üstün nitelikte bir yazınsal yapıt da doğabilir; ama, genellikle, ‘olmuş’ ‘yazınsal’ın niteliklerinden değildir. Neden? ‘Olmuş’ ancak çok ender olarak yüzde yüz (ya da bire bir) anlatılabildigi için mi? Yazına az geldiği, yani fazla sıradan olduğu için mi, yoksa, tam tersine, olağandışılığı, özgünlüğü, vb. nedeniyle, yazına fazla geldiğinden mi?
Kesin konuşmak zor. Sıradan gerçeklerin de bu dünyada nice romanları, nice şiirleri beslediği bilinir.
Ama, genellikle, insanlar olağandışı ya da özgün gerçek karşısında oldukça çekingen davranırlar, çünkü, yüzyıllardan beri, yazarın gerçek tanıklığına başvurma gereksinimini duymazlar kolay kolay, ‘gerçeğebenzerlik’ onlara yeter, yazın yapıtında gerçeğebenzerliği gerçeklikten üstün tutarlar. Ancak gerçeğebenzerlik görel bir kavram. Kafka’nın Değişim’i, Gogol’un Burun’u, Rabelais’nin Gargantua’sı gerçeğe benzerlik açısından bizi hiç rahatsız etmez, oysa bu yapıtları gerçeğebenzer saymak için olguları biraz zorlamak gerekir. Bu zorlama da ister istemez şu iki çıkarımdan birini benimsemeye zorlar bizi:
1.  Bu yapıtlar gerçeğebenzer yapıtlarsa, yazın yapıtında gerçeğebenzerlik, gerçekle bağıntılı olma, gerçekten kaynaklanma koşulundan başka bir şeye, örneğin yapıtın iç tutarlılığına, öğelerinin birbirleriyle kurduğu bağıntıların uyumuna dayanıyor demektir.
2.  Bu tür yapıtlar gerçeğebenze m ez yapıtlar sayılacaksa, gerçeğebenzerlik yazın yapıtı için zorunlu bir koşul değil demektir.
Kavramı tümden kaldırıp atamayız kuşkusuz. En azından belirli bir anlatı türünde zorunlu koşul özelliğini sürdürdüğünü biliyoruz. Ama, daha genel bir açıdan bakılınca, gerçeğebenzerlik gerçekten ikincil, daha da iyisi, fazladan bir kavram izlenimi yaratır insanda. Bir kez, öyle sanat dalları var ki böyle bir kavrama hiç yer vermiyor. İkincisi, yazın alanında da birçok çağdaş yaratıcının gerçeğebenzer yapıt vermek gibi bir sorunu yok (iç tutarlılık başka şey). Üçüncüsü, Değişim’i ya da Gargantua’yı okurken, bunların gerçeğebenzer olup olmadıklarını kendi kendimize sormadığımız gibi, Karamazof Kardeşler’i ya da Madame Bovary’yi okurken de sormuyoruz. Dördüncüsü, gerçeklik ya da gerçeğe benzerlik yapıt karşısında bizim bir yanılsamamız da olabilir. Örneğin Baudelaire, çağdaşı Balzac’ın bir
‘gözlemci’ olarak tanınmasına çok şaştığını, kendisine güre onun başlıca üstünlüğünün görünenin ötesini gören bir yazar olmasından kaynaklandığını söyler. Görünenin ötesini görmek abartmalı bir sav belki. Ama Malraux da şöyle der: “Romancı, evrenini yaratmak için, herkesin evreninden çıkarmak zorunda olduğu bir gereci kullanır. Bu gerecin kendisi de ya bir yaratım aracıdır, ya da hiçbir şey değildir. Büyük romancı Balzac’tır, Henri Monnier değil. Yeteneğini oluşturan şey değiştirim gücüdür, bu değiştirimin ulaştığı niteliktir; hiç kuşkusuz bir ozandır. Ve burada Zola Balzac’ın eşiti değildir. Margeret Mitchell’ın romansal araçları Dostoyevski’ninkilerden aşağı kalmaz; ama Rüzgâr gidi geçti’nin getirdiği imgesel evrenle Karamazof kardeşleriin getirdiği imgesel evren arasında hiçbir benzerlik yoktur.”‘
Bu çarpıcı gözlem, Malraux’ya göre, yazın yapıtının iççağrısının, hiç değilse en iyi örneklerinde, ‘verilmiş’ gerçeği yeniden kurmak değil, onu değiştirmek ya da dönüştürmek, bunun sonucu olarak da şu ya da bu biçimde ondan uzaklaşmak olduğunu gösterir bize. Malraux böylece ‘yaşanmış’ gerçeği anlatmakla başarılı bir yapıt oluşturulabileceğini sanan genç yazarın tam karşısında yer alırken, çağdaş yazın kuramlarını da haklı çıkarır. Öyle ya, örneğin Roland Barthes, yazarın ya da okurun onunla gerçek dünya arasında kurduğu bağlar ne denli sıkı olursa olur., yazın yapıtının evrenini gerçek dünyayla karıştırmamak konusunda uyarır durur bizi, birincisi ne derdi ikincisinin yansıması olarak görülür….

Related Articles

Yüksel Pazarkaya Oturma İzni Kitap Özeti

admin

Umut Işığım Kitap Özeti

Beyaz Gemi

admin