Renksiz metropollerin birbirine çok benzeyen günleri arasında sıkışıp kalmıştır, Giacomo. Soru sormayı unutan Giacomo için çalar saatin sesiyle, kendisini yüzeysel bir aşk ilişkisine davet eden sesin arasındaki fark da yok olmuştur. Ancak her gün tramvayda karşılaştığı genç bir kadın, kahramanımızın yaşamındaki tek renk haline dönüşür. Ne var ki, bu yabancı kadını, uzaklara götürecek bir yazgı bekler. Peki ya Giacomo? O ne yapmalı yaşamının anlamı için? İşte tam da burada yazgıların birbirine değdiği bir süreç başlar ve tüm oyunlar tazeliğinden bir şey kaybetmeden olgunlaşan bir aşk için oynanır. Fabio Volo’nun yalın ve yetkin dilinden, insanı daima ürpertecek kadar taze ve ona bir ömür mutluluk vaat edecek kadar olgun bir aşk, Fazladan Bir Gün.
‘İki insan arasındaki sevgi, onların birbirlerine bakmaları değil, birlikte aynı yöne bakmalarıdır.”
“Geç geldiğim için özür dilerim. Aslında seni yirmi dakikadan beri izliyorum. Korkuyordum ve çok heyecanlıydım. Geldiğimde sen zaten buradaydın. Ne kadar zamandır bekliyorsun?”
“Aşağı yukarı otuz beş yıldır.”
………………..
Rüyamda, gece boyunca sevdiğim kadınla sonsuz mutluluk anlarımıza tanıklık eden, denize çok yakın bir evde uyandığıma eminim. Çıplak vücutlarımızın sıcaklığıyla birbirimize sarılmışken, dalgaların gürültüsü önce uyanışımıza ve yeniden uykuya dalışımıza karıştı.
Gerçekte, Paris’te, bir otel odasında uyanıyorum ve rüyadan ayrılma zamanının geldiğini bilmeme rağmen dalgaların tatlı gürültüsünü duymaya devam ediyorum.
Ama Paris’te deniz yok ki!
Bu kaçınılmaz gerçekle birlikte, metropol cadde gürültülerinin giderek arttığını duyuyorum.
Saat yediyi yirmi geçiyor. Alarmımı sekize kurmuştum ama son zamanlarda daha erken uyandığım oluyor. Bugün ise alarmdan önce uyanmamın sebebi belli. Dün akşam, otele vardığımda hem yolculuğun hem de yoğun geçen bir günün ardından çok yorgun düştüm. Saat ona doğru yemeğimi yemeden yatağa uzandığımda hemen uykuya daldım. Yemek yemediğim anlar diyet yapmaya başladığım günlere benziyor, kahvaltı yapacak olmamın bilinciyle kolayca uyanıveriyorum.
Belki de zamanından önce uyanmamın gerçek sebebi bugünkü randevuma bağüdır. Hayatımın en önemli randevusu. Gerçekte neler olup biteceğini henüz bilmiyorum ama şu anda yaşadığım heyecan öylesine gizemli bir çekiciliğe sahip ki, beni geceleyin gelen Noel hediye paketlerini açıp içinden çıkanı öğrenmek için gecenin ortalıktan elini eteğini çekmediği o erken sabahlara götürdü. Beni sarıp sarmalayan bu düşüncelerle aklım yoğun, yatakta kalmaya devam ettim. Perdeleri açmak için yataktan kalktım ama hemen geri döndüm. Mahmurluğumun sıaklığında kalmak hoşuma gidiyor. Beni bekleyen haberin içine yavaş yavaş girmeme yardım ediyor. Camdan dışarı bakıyorum, Paris’in gökyüzüne ve çatılarına hayranlık duyuyorum. Birkaç tane aceleci bulut var yukarıda. Düşüncelerimi bir düzene sokuyorum ve biraz hayatımı inceliyorum. Sabah saatlerinde kendimle baş başa kalmayı seviyorum. Akşam vaktinden çok daha fazla seviyorum hem de. Akşam yatağa gittiğimde sık sık yaşadıklarımı düşündüğüm oluyor ama yıllar geçtikçe sabahları hakkımda daha iyimser kararlara vardığımı keşfettim. Daha rahatım herhalde. Erken uyandığımda yatakta kalıp tüm küçük sesleri dinliyorum. İçimdekileri de. Evin seslerini, bazen komşuların mırıltılarını ya da sokaktan gelen sözcükleri duyuyorum. Bugün duyduğum tüm sesler yeni. Kapanan kapılar, bitişik odadaki açık musluklar, koridordaki yabancı dilden sohbetler Daha önce deniz olduğunu zannettiğim gürültü, aslında sokağı temizleyen kamyonetin sesıymiş. Bu otel erken uyanıyor.
Saatim çalıyor. Yataktan kalkmaya karar veriyorum. Duşumu yapıp giyiniyorum. Eylül ayındayız. Tam olarak 16 Eylül. Camdan dışarı bakarak havanın bozup, yağmurun yağıp yağmayacağını kestiremiyorum. Hayatım boyunca, havanın bozup bozmayacağını öğrenmeye ihtiyaç duyunca daima anneanneme danıştım. Şimdiye kadar bir kere bile yanılmadı. “Bacaklarım ağrıyor, yarın yağmur yağacak,” derdi ve ertesi gün yağmur yağardı. Küçük bir çocukken havanın durumuna göre renk değiştiren bir Meryem Ana heykelim vardı ama anneannemin bacakları Meryem Ana’ya göre sanki daha fazla doğrulardan yanaydı.
Pencereyi açıyorum. Pek soğuk değil ama yine de yanıma bir kazak alıyorum.
Annem birkaç ay önce bana bir çamaşır kurutma makinesi hediye etti. Artık evimde hiç çamaşır asılmıyor ama kullanmaya başladığımdan bu yana giysilerim biraz küçüldü. Uyurken giydiğim tişört ancak göbeğimin altına kadar geliyor, yeni giydiğim külotum da belimi, bacaklarımı sıkıyor. Bu makine, elbiselerimi kurutuyor ve küçültüyor. Yine de annemin bu hediyesi beni çok mutlu etti, çünkü benim eski yöntemim tam bir felaketti. Çamaşırlarımın hepsini çamaşırlığın üstüne atıyordum, tabii ki üst üste yığılmış bu çamaşırlar parça parça kuruyorlardı; önce bir kolu, sonra boynu ve geri kalanı, yavaş yavaş. Bu yöntemin en kötü yanı, terlediğinizde bu giysilerin etrafınıza korkunç bir koku salmaları. Islak köpek kokusu.
Otelde kahvaltı etmek yerine, sevdiğim birkaç kafeden biri olan Le Pain Quotidien’e gitmeyi tercih ediyorum. Bulunduğum yer Pompidou merkezine yakın, dolayısıyla da kafenin olduğu Rue des Archives’e, kadar yürüyüş yapmaya karar veriyorum. Lı Pain Quotidien, dünyanın her yerinde şubesi bulunan bir restoranlar zinciri. Hepsi de birbirinin aynı ve ortalık ahşaptan yapılmış; zemin, masalar, sandalyeler, dolaplar, tezgâh; her şey tahta. Yemeğini yerken kendini ormandaki bir sincap gibi hissediyorsun. Sütlü kahve, cappuccino, Amerikan kahvesi, tüm içecekler kâselerde sunuluyor, tıpkı anneannemin yaptığı gibi.
Portakal suyu, Amerikan kahvesi ve bir kurvasan aldım. Paris’te olduğunu anlamamı sağlayan bir şey varsa o da kurvasan ile yaptığım kahvaltıdan sonra bütün gün boyunca ellerimde kalan tereyağının kokusudur.
İçerisi şimdiden dolmuş ve burada sadece Fransızca konuşulmuyor. Masamın etrafından Almanca, Portekizce ve İngilizce sesler geliyor.
Şimdi biraz serin oldu. Kazağımı giyiyorum.
Yolun karşı tarafında, her zamanki gibi camekânın içine konmuş kanepe ve koltuklarıyla Starbucks Cafe var. Kim bilir kaç kere, dünyanın herhangi bir yerinde, o koltuklara oturup kitap okudum ya da bilgisayarımın klavyesini gıdıkladım. Özellikle de eve dönüş uçağım gecenin bir saatinde olduğu için, oteldeki odamı sabahın on birinde boşaltmam gerektiği zaman. Dolayısıyla, Starbucks o gün benim evim oluyordu, hatta o koltuldarın üzerinde uyuduğum günler bile oldu.
Randevum saat on birde Lüksemburg Bahçesi’nde, şu anda saat on bile değil, ben de yakınlarda bir yerde Paris’in sevdiğim yerlerinden biri olan Place des Vosges’yi görmeye gidiyorum. Orasını her gördüğümde duygulanmışımdır. Marais’yi dolaşıyorum.
Eylül en çok sevdiğim aylardan bir tanesi. Dolaşırken güneşi aradığım mevsimlere bayılırım. Yolun bir kenarı gölgeli, diğeri güneşli olduğunda, güneşi hissetmek için hemen karşı yola geçtiğin aylardandır, eylül. Yazın, tam tersine, gezinirken güneşten korunmak için gölgedeki sokağa kaçmaktan çok daha güzeldir.
Rue des Francs Bourgeois’nin bu saatinde güneş, yolun sağ tarafına düşüyor.
Place des Vosges bahçelerine geliyorum ve dört tane çeşmeden birinin yakınına, bir ağacın altındaki banka oturuyorum. Hava serin. Kollarımı bankın iki yanına uzatıyorum ve gözlerimi kapatıp, güneşin ılık ışıkları beni öpebilsin diye yüzümü gökyüzüne doğru çeviriyorum. Sonra çakıl taşlarının üzerinde yürüyen adımların gıcırtısını duyuyorum. Gözlerimi açıyorum. Bir kız. Yanımdaki banka oturuyor, bilgisayarını açıp yazmaya başlıyor. Bu bahçelerde kablosuz Internet’e bağlanabildiklerinden çoğu kez insanları bilgisayar ile gördüğüm oluyor, özellikle de güneş kendisini gösterdiğinde açık havada çalışmak üzere buraya geliyorlar.
Paris’te dolaşan kadınların kendilerine özgü farklı bir havaları vardır. Onları gözümde bu kadar güzel kılanın ne olduğunu gerçekten hiç anlamadım.
Sanki doğuştan dünyanın basitliklerinden ayrı tutulmuşlar. Belki de onların giyinme şekli özel hayatlarından bir şeyler gösteriyor. Giysileri onları anlatıyor, onları belirtiyor. Ya takılan bir broş, bir şapka, eldiven, saç bandı, kolye ya da bir renk üzerinde başka bir renk. Kimi elbiseler vardır ki, sadece güzel kadınlara yakışır, kimileri ise sadece sağlam, güzel karakterli kadınlarda kendini gösterir. Örneğin yanımdaki bankta oturan kızın giysisi bana kendisi hakkında pek çok şey söylüyor. Kendine ait bir dünyada yaşadığı, bu dünyada mutlu olduğu hissini veriyor ve ona bakınca bu dünyaya ait olma arzusunu hissediyorsun.
Hatta pazara gidip ucuz giysileri alan ve hayal gücüyle yeteneğini birleştirip bu giysileri birbirine uyduran ve onjinal bir şekilde giyinen kadın tipine uyuyor. O kadınların güzel giyinmek için çok para harcamalarına gerek yoktur. İki parça alıp bir araya getirirler ve çekici bir kadın oluverirler. Baştan çıkarırlar bu halleriyle, seksidirler. Onlar elma kokan kadınlardır.
Az da olsa yaşadığım her şehirde “benim yuvam” diyebileceğim bir yer mutlaka vardır. Düşünmeye gittiğim, alışkın olduğum, bana samimilik hissi hediye eden bir yerdir bu barınak. İlk kez gittiğim bir şehirde, daha çok ilk gördüğüm yer benim yerim olur. Paris’teki yerim Place des Vosges’dir. Paris’te yaşadığım zamanlarda buraya sık sık gelirdim. Özellikle pazarları, çünkü girişinde çoğunlukla klasik müzik çalan müzisyenleri vardır.
Buraya kadar yürümek iyi geldi. Beni randevuma yaklaştıran dakikaların ilerlemesiyle üzerime yüklenen gerilimi atmama yardımcı oldu. Yine de biraz baskı yaşıyorum. Belki de sadece korkudur. Yönünü şaşırmış biri gibi hareket ediyorum, heyecanıma söz geçiremiyorum.
Bu heyecan gitgide büyüyor ve neredeyse kontrolümden çıkıyor. Mutlu bir insan olma arzuma rağmen, hüzünden kaçamadım ve her zaman melankolik bir insan olup çıktım. Bu heyecanımı anlamak zor olmasa gerek. Eğer bu randevu umduğum gibi giderse, tüm hayatım değişecek.
1
Tramvaydaki Kız
Alessandro ile birlikte bir basımevinin ortağıyım. Katolog, küçük tirajlı kitaplar, broşürler, reklam kâğıtları basıyoruz. Son seçimlerde, her iki parti için seçim materyalleri bizim matbaanın makinelerinden çıktı. Bastıklarımızın sadece rengini değiştirdik, onun dışında çok büyük bir fark yoktu ikisi arasında. Politikacılar sürekli daha güzel bir gelecekten bahsederler, belki de böyle yaparak sadece cenneti kastediyorlar.
Birkaç yıl önce, Alessandro’nun yardımcısı olarak başladım işe ve kısa bir süre içinde ortağı oldum patronumun. Duyması biraz rahatsız edici gelebilir ama, yaptığı her işte başarılı olan birisiyim. Eğer bir hedef belirlersem, ona ulaşamadığım çok nadir olmuştur. Beni duygusal ilişkilerde cezalandıran her deneyim, bana profesyonel hayatta yardımcı oldu. Başarılı olmamın nedeni bu kadar basit işte. Aslında, işteki yeteneğimden daha çok, bir eksikliğimden dolayı başarılı oluyorum. Kırılgan bir duyarlılığı yönetmekteki beceriksizliğim, kendimi tamamen işime adamaya zorladı.