“Atatürk’le birlikte yaptığım seyahetlere dair bazı defterde notlarım olduğu gibi, Atatürk’ün bana gönderdiği çok kıymetli mektupları vardır. Bunları neşretmek için benden satın almak isteyenler olmuştur, fakat Atatürk buna müsaade etmedi ve ‘Bunları biz öldükten sonra neşretmek üzere çocuklarına miras bırak’ dedi. Ben de onun için hepsini muhafaza ederek size miras bıraktım”.
İşte Salih Bozok’un bu mirası, ölümünün 60. yıldönümündeoğlu Muzaffer Bozok tarafından yayımlanıyor. Esir aldığı Trikopis’e Napolyon’u örnek gösteren…
İzmirde kendisine diklenen İngiliz konsolosu odasından kovan…
Annesinin mezarının başında ulusal egemenlik yemini eden bir Mustafa Kemal bulacaksınız.
Tabiî Latife Hanım’la evlenmelerinin ve boşanmalarının öyküsü,
İnönü ile küslüklerinin içyüzünü,
sofrada kopan kimi kavgaların ilginç ayrıntılarını
ve Atatürk’ün hastalığının perde arkasını da..
önsöz
“Atatürk’ün yaveri Salih Bozok, şuursuzca Saray’ın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içerden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar içerde onu kanlar İçinde buldular
Tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti.”
1993′te Sarı Zeybek’i bu cümlelerle noktalamıştık.
O günden sonra belgeseli izleyen, kitabını okuyan hemen herkes bana Salih Bozok’u sormaya başladı.
Atatürk’ü uğruna ölecek kadar seven bu adam kimdi?
Ne olmuştu ona?..
Kurşunu kalbine sıktıysa daha sonra o günü nasıl anlatabilmişti?
Onlara biraz daha sabretmelerini söylüyordum. Yazıda hatalı bir sözcük vardı:
Bozok. merdivenleri “şuursuzca” inmemişti.
Ben bu önemli ayrıntıyı belgesel yayınlandıktan sonra Salih Bozok’un hayatta kalan tek çocuğu Muzaffer Bozok’tan öğrenmiştim.
80 yaşındaki Muzaffer Bozok, zaman zaman yaşlanan gözleriyle daha dün gibi hatırladığı o meşum 1938 yılını şöyle anlatmıştı:
“Ben o yıl 17 yaşında. Galatasaray”da 10. sınıfta talebeydim. Babam ise Savarona’daydı. Bana haber yollamış, ‘Bu hafta sonu araba göndereceğim. Gelsin onunla konuşacaklanım var’ diye. ‘Eyvah yine top oynadığımı duydu, haşlayacak” diye korktum. Kızdı mı. çok sert olur, hatta döverdi. O gün bir makam arabası kapıya dayandı. Moskof Ziya’ diye tanınan üniformalı bir şoför beni evden aldı. Arabada Kel Ali (Ali Çetinkaya) de vardı. Elini öptüm. Birlikte Savanora’ya geçtik.
O ters. aksi. vurdu mu çınlatan babam gitmiş, yerine müşfik, sevecen, cana yakın bir adam gelmişti. Beni karşısına oturttu;
‘ Bak evladım’ dedi, ‘Artık koca adam oldun. Seninle açık konuşacağım. Hakikatleri helmelisin: Atatürk çok hasta. Son günlerini yaşıyor. Onu ancak bir mucize kurtarır. Sağlığı için hep dua ediyoruz ama şayet ona bir şey olursa ben de yasamamaya kararlıyım. Benim için ondan sonra hayat düşünülemez artık…’
Bunları o kadar ciddiyetle söylemişti ki. ben karşısında ağlamaya başladım.
Ağlama oğlum. Erkek adam ağlamaz, dedi. İçerde uyuyan Atatürk’ün sesimi duyup rahatsız olabileceğini söyledi. Beni susturdu.
Konuştuklarımızın aramızda kalmasını istedi.
Annemler o sıra Avrupa’daydı. Onlara da telgraf çekip bir an önce trenle dönmelerini istemiş. ‘Sen de kendine çekidüzen ver. Annenler gecikirse senin yapacağın şeyler var. Ailenin erkeği sensin. Annen, ablaların sana emanet. Oku. memleketine faydalı bir adam ol’ dedi.
Babam bunları söylerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Hiçbir şey söyleyemedim.
Beni öptü ve uğurladı.”
Henüz 17 yaşındayken babasının ölüm kararını kendisinden dinleyen bir çocuk ne hisseder?
Korku?.. Endişe?.. Hüzün?..
Belki hepsi birden…
Sonradan bir sabah, bir başka ayrıntıyı öğrenmiş Muzaffer Bozok…
Okula gitmek üzere kapıdan çıkarken, banyoda tıraş olan babası. “Gel evladım öpeyim seni” diye yanına çağırmış. Orada vedalaşırken babasının göğsünü kapattığını fark etmiş.
Meğer Salih Bozok. Atatürk’ün ardından seçebileceği en kolay ölüm yöntemini belirlemek için hekimlere danışmış. Atatürk’ü tedavi eden doktorlardan birine:
Doktor. İnsan kalbinin hangi tarafına kurşun yerse ölür, diye sormuş.
Doktor:
” Aç göğsünü göstereyim, demiş.
Bozok. doktorun parmağıyla gösterdiği noktayı hemen tentürdiyotla işaretlemiş.
Yanlış yere nişan alıp ona kavuşamamaktan korkuyordum, demiş daha sonra…
Yani 10 Kasım sabahı muhafız kumandanı İsmail Hakkı Tekçe’nin odasında yaptığı şey. “şuursuz” bir feveranın yansıması değil, aylar süren bir hazırlığın sonucuymuş.
Bozok, odaya girdikten sonra tam işaretlediği noktaya sıkmış kurşunu… Lakin vücudu çok yağlı olduğu için kurşun kalbin bir iki milimetrelik bir sapmayla sıyırmış, ciğerini boydan boya delip geçmiş, sırtına saplanıp kalmış.
Dostları kanlar içinde haslanaye kaldırmışlar Bozok’u…
Operatör (Kara) Kâmil Bey’in vücuttan çıkardığı o kurşunu Salih Bozok’un kızı. ölene dek boynunda kolye olarak taşımış.
10 Kasım 1938′i anlatırken “O sabah ben her zamanki gibi mektebe gittim diyor Muzaffer Bozok;
“Saat 9.30′da müdüriyete çağırdılar. ‘Eve gitmen lazım’ dediler. Sokağa çıkar çıkmaz olandan anladım. Çünkü bayraklar yarıya inmişti. Evimiz Osmanbey’deydi o zaman… ‘Nerede babam’ diye sordum. ‘Şişli Sıhhat Yurdu Hastanesi’ nde’ dediler. Koşarak gittim. Olup biteni orada öğrendim. Atamı kaybetmiştim, babamı da kaybetmek üzereydim. Babam, canı çok kıymetli bir insandı. Böyle bir şeyi nasıl yapabildiğine inanamadım önce… Ancak Atatürk sevgisi o kadar büyüktü ki, onsuz bir dünyayı anlamsız buluyordu”.
Salih Bozok. intihar girişiminden sonra 1 yıl ölü gibi yaşadı. Zaten rahatsız olan kalbi, bir de sıyırıp geçen kurşunun etkisiyle hepten yorgun düşmüştü.
O sert, otoriter adam. sakin, suskun bir kişiliğe bürünmüştü. Bütün gün odasına kapanıyor, hiçbir şeyden zevk almıyordu.
Biraz iyileşir gibi olunca İsmet Paşa, kendisini Ankara’ya çağırttı:
Sen bana Atatürk’ten yadigârsın. Seni mebus yapmak istiyorum, dedi.
Ve Bozok ömrünün son 1.5 senesini Ankara’da Bilecik milletvekili olarak yaşadı.
Bozok anılarına 1910 yılından başlıyor. Lakin Atatürk’le dostluktan daha eskiye dayanıyor.
O da Atatürk gibi 1881 Selanik doğumlu…
“Selanik’ten mahalle komşulukları, hatta uzaktan akrabalıktan var.
İlk subaylık yıllarında beraberler…
1908′de Hürriyetin ilanından sonra yollar yine Selanik’te kesişiyor.
Atatürk’ün onu daha o yıllardan “ömür boyu yoldaş” olarak seçtiğini gösteren ilginç bir sahne vardır:
Selanik’te meşhur Olimpos gazinosunda oturdukları bir akşam. Mustafâ Kemal sofradaki dostlarına ilerde nasıl iktidara geleceğini anlatır.
Sonra da orada bulunanlara istikbaldeki görevlerini açıklar:
Masadakiler. Fuat Bulca. Nuri Conker. Fethi Okyar. Salih Bozok hayretle izlerler onu…
Herkesin görev taksimi yapıldıktan sonra sıra Bozok’a gelince:
Salih der, … seninle hiç ayrılmayacağız. Seni kendime yaver yapacağım
Masadakiler sorarlar:
Peki sen ne olacaksın? Yanıt kısadır:
Ben size bu görevleri verecek adam olacağım.
Gerçekten de öyle oldu.
Atatürk, onlara o görevleri verecek mevkie geldi.
Ve Salih, Suriye Cephesi’nden İtibaren onun emrine girdi. Birinci Dünya Savaşının sonuna dek yaverliğini yaptı.
Kısa bir ayrılıkları sonra Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’da yeniden buluştular. İkinci Mecliste o zamanlar adı “Bozok” olan Yozgat’ı temsilen milletvekilliği yaptı. Ama asıl İşi hudutsuz bir sevgiyle bağlı olduğu Atatürk’e omuz vermekti. O Atatürk’ün başyaveri, “güzel gözlü, burma bıyıklı Salih’iydi.
O dönem çekilen her resimde Atanın hemen yanıbaşında görünen bu güleç yüzlü adam. Atatürk ölene dek bir gölge ğlbl onu İzledi.
… hatta denilebilir ki, ölümünden sonra bile…
Büyük adamların sırlarına ortak olanlar, hiçbir zaman “her şeyi yazmamışlardır.
Atatûrk’ün kesintisiz birlikte olduğu yegâne dostu ve özel hayatının en yakın tanığı sayılabilecek Bozok da muhtemelen bildiklerinin, gördüklerinin milyonda birini yansıttı anılarına…
Çoğunu, bir sır olarak beraberinde götürdü.
Kitaba baktığımızda Bozok’un kendisini Atatürk’ün gölgesine saklayıp, sadece hayran olduğu ve saygı duyduğu lideri anlattığını, ancak pek çok önemli olayı es geçtiğini görüyoruz.
Yine de anıların satır aralarında yüzlerce İlginç ayrıntı var.
Başta, 1910′lardan başlayarak Mustafa Kemal’in cepheden en yalın, en doğal haliyle kaleme aldığı mektuplar…
Bu mektuplarda Mustafa Kemal’in Bingazi’de fasulye ayıklama sahnesi de var.
… Cabub’da “çarşaf üzerinden dahi dişi görmeden” geçirdikleri 3 ayın öyküsü de…
… iskenderiye’den İstanbul’a “ne kadar züğürt döneceğine” ilişkin yakınmalar da…
Ama aynı zamanda, daha 1912 yılında “vatanın mutlaka selamet bulacağına” İlişkin bir inancın, “memleketi sarsan buhran’a İlişkin teşhislerin ve savaşın muhtemel neticesine ilişkin öngörülerin de İzleri ve belgeleri var bu satırlarda…
Bu anılarda bir an yılgınlığa düşerek emekli olup köşesine çekilmeyi düşünen…
… Enver Paşaya “Makamınızda gözüm yok, o makam bana küçük gelir” diye meydan okuyan…
… Daha 1919 ağustosunda annesine “hareketlerimin somut neticelerini pek yakında bütün dünya görecektir” diye yazan…
… Esir aldığı Trlkopis’e Napolyon’u örnek gösteren…
… izmir’de kendisine diklenen ingiliz konsolosu odasından kovan…
… Annesinin mezarı başında ulusal egemenlik yemini eden bir Muslafa Kemal bulacaksınız.
Tabii Latife Hanımla evlenmelerinin ve boşanmalarının öyküsünü. İnönü’yle küslüklerinin İçyüzünü, sofrada kopan kimi kavgaların İlginç ayrıntılarını ve Atatürk’ün hastalığının perde arkasını da…
Bozok bunları Atatürk’ün sağlığında yayımlamadı Bunun nedeni. I ocak 1936 günü kaleme aldığı uzun vasiyetinde yazılı… Çocuklarına bıraktığı vasiyetin 3. maddesi aynen şöyle:
“Atatürk’le birlikte yaptığım seyahatlere dair bazı defterlerde notlarını olduğu gibi, Atatürk’ün bana gönderdiği çok kıymetli mektuplar vardır. Bunları neşretmek için benden satın almak İsteyenler olmuştur, fakat Atatürk buna müsaade etmedi ve Bunları biz öldükten sonra neşretmek üzere çocuklarına miras bırak’ dedi. Ben de onun İçin hepsini muhafaza ederek size miras bıraktım”.
Bozok. İyileştikten sonra bu notlar ve mektupları “anılar”a dönüştürdü.
Ölmeden 5 ay önce tamamladığı aralarının sonuna da şu notu düştü:
“Uzun yıllar yanlarında ve yakınlarında bulunduğum büyüklerimizin resmi ve hususi hayatlarına ait bildiklerimi. gördüklerimi ve aralarında geçen bazı hadiseleri kendi tarafımdan hiçbir fikir ve mütalaada bulunmadan, olduğu gibi kaydederek tarihe karşı bir hizmet İfa etmek isterim. Elimde mevcut olan vesikaları da buradaki yazılarımla birlikte çocuklarıma değerli bir miras olarak terk edeceğim. Bu satırları yazarken 60 yaşıma girmiş bulunuyorum.
………………