New York Times çok satanlar yazarı Julie Garwood’dan sürükleyici bir hikaye…
kalbinizi ısıtacak karakterler…
Leydi Madelyne acımasız ağabeyi Baron Louddon’ın zalimce planlarının cezasını çekmektedir. Kurt olarak bilinen Baron Duncan intikam ateşiyle Louddon’ın arazisine adamlarını saldığında genç kızı esiri olarak kaçırır… Fakat bu mağrur güzeli tanıdıkça onu hayatı pahasına koruyacağına dair and içer. Zamanla her ikisi de birbirlerine karşı koyamazlar ancak Madelyne lordu gibi cesur ve bir kurt kadar güçlü bir şekilde onuru için mücadelesini sürdürmeye devam eder.
“Tek kelimeyle büyüleyici.”
Romantic Times
***
Birinci Bölüm
“Gerçek, saygıdeğer, doğru, pak, sevimli, hayranlık uyandıran, erdemli ve övülmeye değer ne varsa, onu düşünün.”
İNCİL, FİLİPİLİLER, 4:8
*
İngiltere, 1099
Niyetleri onu öldürmekti.
Esir ıssız bir avlunun ortasında elleri arkadan kenetli halde bir kazığa bağlanmış öylece duruyordu. İfadesiz bir yüzle tam karşıya bakıyordu, düşmanını yok sayar gibiydi.
Hiç direnmemişti, onu beline kadar soyduklarında bile ne elini kaldırmıştı ne de ağzından bir itiraz sözü çıkmıştı. Kürk astarlı kalın pelerinini, zırh yeleğini, pamuklu gömleğini, çoraplarını ve deri botlarını çıkarıp önüne, buz gibi yere koymuşlardı. Düşmanın niyeti belliydi. Esir asker savaş yaralarıyla dolu bedenine yeni bir tane eklenmeden ölecekti. Seyircilerin iştahlı bakışları altında donarak ölüme giderken giysilerini izleyebilecekti.
On iki adam çevresini sardı. Cesaretlenmek için bıçaklarını çektiler, dondurucu soğuktan korunmak adına çizmeli ayaklarını sertçe yere vurarak daire halinde dönerken hakaretler, küfürler savuruyorlardı. Yine de hepsi sakin sakin duran esirleri tavrını değiştirir, bağlarını çözüp saldırmaya kalkar korkusuyla aradaki mesafeyi koruyordu. Bunu başarabileceği kuşkusunu az da olsa taşıyorlardı çünkü onun Herkül gibi gücünü anlatan pek çok hikâye dinlemişlerdi. Hatta bazıları bir iki dövüşünü izlemiş, onun üstün kuvvetine tanık olmuştu. Bağlarını koparırsa bıçaklarını kullanacaklardı ancak o an gelmeden esir aralarından üç ya da dördünü çoktan öbür dünyaya göndermiş olurdu.
Bu on iki adamın lideri böylesine şanslı olduğuna inanamıyordu. Kurdu yakalamışlardı ve biraz sonra onun ölümüne şahit olacaklardı.
Esirleri ne kadar büyük bir hataya düşmüştü. Wexton’ın güçlü baronu Duncan, düşmanının kalesine tek başına, kendini korumak için yanında silahı olmaksızın girmiş ve kendisi kadar arazi sahibi bir baron olan Louddon’ın aralarındaki geçici ateşkese uyacağını zannetmişti.
Hakkında söylenenlere inanmış olmalı, diye düşündü lider. Abartılarak anlatılan dövüş hikâyelerindeki gibi yenilmez olduğunu sanmıştı. Şu anda içinde bulunduğu korkunç koşulları umursamıyormuş gibi görünmesinin nedeni de muhtemelen buydu.
Yakalamış olduğu esiri inceledikçe liderin huzursuzluğu arttı. Adamın unvan ve değer ifade eden mavi beyaz tacını parçalamışlar, soylu kişiliğinin hiçbir kalıntısını bırakmamışlardı. Baron Louddon esirinin onursuz ve itibarsız olarak ölmesini istiyordu. Gelgelelim önlerinde duran yarı çıplak asker hiç de Louddon’ın istediği vasıflara uygun görünmüyor, ölmek üzere olan biri gibi davranmıyordu. Hatta hayatının bağışlanması ya da sonunun çabuklaştırılması için sızlanmıyordu bile. Fiziksel olarak da ölecekmiş gibi durmuyordu. Rengi solmamış, korkudan kasılmamış, sadece güneşten yanıp rüzgârdan sertleşmişti yüzü. Lanet olsun, titremiyordu bile. Adamı soymuşlardı, fakat üzerinde asalet simgesi kat kat giysiler olmasa da hakkında övgüyle anlatılan hikâyelerde olduğu gibi ilkel ve korkusuz bir savaş kahramanı vardı karşılarında. Gözlerinin önünde bir Kurt vardı sanki.
Bağırışlar kesilmişti, yalnızca avluyu kasıp kavuran rüzgârın sesi duyuluyordu. Lider bakışlarını adamlarına çevirdi ve hepsinin yere baktığını fark edince esirle göz göze gelmekten çekindiklerini anladı. Bu korkaklıklarına kızamazdı çünkü kendisi de doğrudan onun gözlerine bakamıyordu.
Baron Duncan lideri koruyan adamların en uzunundan bir baş daha uzundu. Onun kadar yapılı ve kaslıydı, dahası niyet ederse hepsini öldürebilecek güce sahip görünüyordu.
Karanlık bastırıyor, yağan hafif kar görüş alanını perde gibi kapatıyordu. Askerler havadan ciddi anlamda yakınmaya başladılar. “Bizim de onunla birlikte ölmemize gerek yok,” dedi içlerinden biri.
“Bu daha saatlerce ölmez,” diye yakındı bir diğeri. “Baron Louddon gideli bir saat oldu. Dışarıda bekleyip beklemediğimizi nereden bilecek ki!”
Geri kalanlar da başlarını sallayıp homurdanarak liderlerini etkilediler. Soğuk ona da dokunmaya başlamıştı. Buna rağmen tedirginliği artıyordu çünkü Baron Wexton’ın başkalarından farklı olmadığına onu inandırmışlardı. Gücünün tükeneceğinden ve acıyla haykıracağından emin olsa da adamın dayanma gücü onu çılgına çevirmişti. Tanrım, baron onlardan çok sıkılmış gibi görünüyordu. Lider rakibini küçümsediğini itiraf etmek zorundaydı. Bu kolay bir itiraf değildi ve onu öfkelendiriyordu. Kendi ayakları kalın botlar içinde olduğu halde sert havadan dolayı acı verici bir şekilde sızlarken Baron Duncan çıplak ayaklarını hareket ettirmek şöyle dursun bir an için bile dengesini kaybetmemişti. Belki de anlatılan hikâyelerde bir gerçeklik payı vardı.
Lider esirin doğaüstü yapısına lanetler savurarak askerlere içeri girme emri verdi. Son adamı içeri girer girmez Louddon’ın kölesinin iplerini kontrol etti, ardından adamın tam karşısına geçip, “Senin bir kurt kadar yırtıcı olduğunu söylüyorlar ama sadece bir insansın ve biraz sonra öleceksin,” dedi. “Louddon sende taze bıçak yaraları olsun istemiyor. Yarın sabah gelip bedenini millerce ötede bir yere sürükleyeceğiz. Kimse bu işin arkasında Louddon’m olduğunu anlamayacak.” Adam kafasını eğip ona tek bir bakış dahi atmayınca öfkelenerek ekledi: “Bana kalsa kalbini söküp bu işi bitirirdim.” Askerin yüzüne tükürmeye hazırlanıyor, bu aşağılamanın bir tepki uyandıracağını umuyordu.
İşte esir o anda yavaşça bakışlarını kaydırdı ve düşmanıyla göz göze geldi. Lider o gözlerde her ne gördüyse sesli bir şekilde yutkundu. Korkuyla arkasını döndü. Sadece emir kulu olduğunu mırıldanarak o gözlerde gördüğü karanlık tehdidi savuşturmak adına çaresizlik içinde haç çıkardı. Sonra da kalenin koruyucu duvarlarına doğru koştu.
Madelyne duvara vuran gölgeler arasından olup bitenleri izliyordu. Ağabeyinin askerlerinden hiçbirinin geri dönmeyeceğinden emin olmak adına bir süre bekledi ve bu dakikaları planının işe yaraması için dua ederek değerlendirdi.
Her şeyi tehlikeye atmıştı. İçten içe başka çaresi olmadığını biliyordu. Esiri kurtarabilecek tek kişi oydu. Yaptığı şey keşfedilirse bunun kendi ölümüne mal olacağının bilincinde olarak tüm sonuçları ve sorumluluğu kabullenmişti.
Elleri titriyordu ama adımları hızlıydı. Yapılması gereken şey bir an önce yapılmalıydı, başka türlü huzur bulamayacaktı. Esiri serbest bıraktıktan sonra yaptığı şeyi düşünüp endişeleneceği epey bir vakti olacaktı nasılsa.
Siyah bir pelerin onu başından ayaklarına dek örtüyordu, bu yüzden önüne geçip durana kadar baron onu fark etmedi. Aniden esen bir rüzgâr kapüşonunu açınca kestane rengi gür saçları omuzlarının üzerine düştü. Madelyne yüzüne gelen bir tutam saçı geriye itip başını esiri görecek şekilde kaldırdı.
Duncan bir an için zihninin ona oyun oynamakta olduğunu düşündü. Bu yüzden durumu yadsır gibi başını iki yana salladı. Sonra kızın sesini duydu ve gördüklerinin hayal olmadığını anladı.
“Bir iki saniye içinde sizi çözeceğim. Dua edin de ses çıkarmadan buradan uzaklaşalım.”
Duyduklarına inanamıyordu. Kurtarıcısının sesi arpların en gerçeği kadar berraktı, sıcak yaz günlerini çağrıştırıyordu. Duncan olayların böyle birdenbire seyrinin değişmesi karşısında kahkahalar atmamak için kendini zor tuttu, savaşmak için bağırmak ve bu aldatmacaya son vermek istedi ama hemen vazgeçti. Merakı galip geldi. Kurtarıcısı gerçek niyetini açıklayana kadar bir süre daha bekleyecekti.
Kızın yüzünde anlaşılmaz bir ifade vardı. Pelerininin altından küçük bir hançer çıkarırken Duncan sessiz kaldı. Bağlı olmayan bacaklarıyla yakalayabileceği kadar yakınında duruyordu kız. Yanlış bir şey söylediği ya da silahı kalbine doğrulttuğu anda ona vurmaya mecbur kalacaktı Duncan.
Leydi Madelyne tehlikeden habersizdi. İşine odaklanıp ona daha da yaklaştı ve kalın ipi kesmeye başladı. Duncan kızın ellerinin titrediğini fark etti, ancak bunun sert havadan mı yoksa korkudan mı olduğunu bilemedi.
Burnuna gül kokuları geldi. Bu hafif taze kokuyu içine çekerken dondurucu soğuğun kafasını karıştırdığını düşündü. Kışın ortasında bir gül, Araf kalesinde bir melek… Bunların hiçbiri mantıklı gelmiyordu ona ama yine de bahar çiçekleri gibi kokuyordu genç kız ve gökten inmiş bir hayal gibiydi.
Yine başını salladı. Zihninin mantıklı yanı onun kim olduğunu biliyordu. Aldığı bilgilere her şekilde uyuyordu kız, fakat yanıltıcıydı da. Louddon’ın kız kardeşinin orta boylu, kahverengi saçlı, mavi gözlü olduğu söylenmişti ona. Ve hoş görünümlü olduğu. İşte doğru olmayan buydu. Şeytanın kardeşi ne hoş ne de güzeldi. Harikuladeydi.
Sonunda ip koptu ve elleri serbest kaldı. Duncan ifadesiz bir halde olduğu yerde kaldı. Kız önüne geçti ve onu bir tebessümle ödüllendirdikten sonra arkasını dönüp onun eşyalarını toplamak üzere eğildi.
Bu basit işi korku zorlaştırıyordu. Ayağa kalkarken sendeledi, sonra toparlanarak ona doğru döndü. “Beni takip edin,” diye emretti.
Duncan kıpırdamadı, olduğu yerde kalıp izlemeye ve beklemeye devam etti.
Madelyne onun duraksaması karşısında soğuğun düşünme yetisini dondurduğunu aklından geçirerek kaşlarını çattı. Adamın giysilerini göğsünde taşırken bir eliyle de ağır botları tutuyordu, diğer koluyla onun beline sarılarak, “Dayanın bana,” diye fısıldadı. “Size yardım edeceğime söz veriyorum. Ama lütfen… Acele etmeliyiz.” Bakışları kale kapılarına takıldı ve korkusu sesine yansıdı.
Kızın çaresizliği karşısında Duncan ona saklanmaya gerek olmadığını, adamlarının şimdilerde kale duvarlarını tırmanmakta olduğunu söylemek istedi ama vazgeçti. Kız ne kadar az bilirse, zamanı geldiğinde bu Duncan’ın lehine olacaktı.
Madelyne adamın omzuna ancak yetişiyor olsa da kolunu omzuna dolamış halde kahramanca onun ağırlığını taşımaya çalışıyordu. “Şapelin arkasında rahibin ziyaretçileri için bir yer var, oraya gidelim. Oraya bakmak kimsenin aklına gelmez,” dedi yumuşacık bir sesle.
Duncan’ın onun söyledikleriyle pek ilgilendiği yoktu. Kuzeydeki duvarın üzerine bakıyordu. Yarım ay hafif hafif yağan kara ürkütücü bir parlaklık veriyor, tepeye tırmanan askerlerini aydınlatıyordu. Adamları duvarın üstünü çeviren ahşap yolda toplanırken etrafta hiçbir ses duyulmuyordu.
Halinden hoşnut bir edayla kafasını salladı. Louddon’ın askerleri liderleri kadar aptaldı. Kapıdaki askerler sert hava yüzünden içeri girmişler, duvarı korunmasız ve saldırıya açık bırakmışlardı. Düşman zayıflığını ispat etmişti. Ve hepsi bu yüzden ölecekti.
Kızın ilerlemesini yavaşlatmak adına ona ağırlığını daha çok verdi ve ellerinin uyuşukluğunu gidermek için parmaklarını esnetti. Ayaklarını çok az hissetmesi ise iyiye işaret değildi ama o anda ayakları için yapılacak bir şey olmadığının farkındaydı.
Hafif bir ıslık sesi duyunca elini havaya kaldırarak bekleyin işareti verdi. Hareketini görüp görmediğini anlamak için yanındaki kıza baktı, neler olduğunun farkına vardığını hissederse diğer eliyle ağzını kapama niyetindeydi. Fakat kız onun ağırlığıyla mücadele halindeydi, evinin işgal edilmekte olduğunun farkında değil gibiydi.
Dar bir kapı girişine vardılar. Madelyne esirin çok kötü bir durumda olduğunu düşündüğü için bir eliyle onu duvara dayamaya çabalayıp diğer eliyle kapıyı açmaya çalıştı.
Kızın niyetinin farkında olan baron bir taraftan onun giysileri tutmaya çalışmasını, diğer taraftan da buz tutmuş zincirle cebelleşmesini izliyordu.
Kapı açılınca kız onun elinden tuttu ve kendilerini bir anda buz gibi bir koridorun karanlığında soğukla ve nemle mücadele ederken buldular. İkinci kapıya ulaştıklarında Madelyne kapıyı açıp ona içeri girmesini işaret etti.
Oda penceresizdi ancak yanmakta olan birçok mum tapınağı sıcacık bir parıltıyla dolduruyordu. İçerisi küf kokuyordu. Ahşap zemin toz içindeydi, alçaktan ışıklandırılmış tavandan örümcekler sarkıyordu. Ziyaretçi rahipler tarafından giyilen rengârenk cüppeler askılarda dikkat çekiyor alanın tam ortasında iki kalın battaniyeyle bir ot minder duruyordu.
Madelyne kapıyı kilitleyip rahat bir nefes aldı. Artık güvendeydiler. Adama mindere oturmasını işaret etti ve ona elbiselerini verirken, “Size ne yaptıklarını görünce bu odayı hazırladım,” dedi. “Adım Madelyne ve ben…” Ağabeyi ile olan ilişkisinden söz edecek oldu ama sonra fikrini değiştirdi. “Günün ilk ışıklarına dek sizinle kalacağım, sonra da size gizli bir tünelden geçen yolu göstereceğim. Louddon bile bilmez o yolu.”
Baron mindere oturdu ve kızı dinlerken gömleğini üzerine geçirdi. Kurtarıcısının bu cesur davranışının kesinlikle hayatını karıştıracağını anladı ve planını öğrenirse onun nasıl bir tepki verebileceğini düşünmeye başladı, sonra da hareket planını değiştirmemeye karar verdi.
Kız battaniyelerden birini onun omzuna sardı ve karşısına geçip dizleri üzerine çöktü. Bacaklarını uzatması için adama işaret etti. Baron bu isteği yerine getirdiğinde Madelyne endişeyle onun ayaklarını izlemeye başladı. Adam botlarına uzanınca da eliyle onu durdurdu. “Öncelikle ayaklarınızı ısıtmalıyız,” dedi.
Adamın hissizleşen bacaklarını en kısa sürede nasıl canlandıracağını düşünürken derin bir iç çekti. Askerin meraklı bakışlarından kurtulmak için başını eğdi.
Diğer battaniyeyi aldı ve tam adamın ayaklarına saracakken fikrini değiştirdi. Hiçbir açıklama yapmadan battaniyeyi adamın dizlerine sarıp pelerinini çıkardı ve krem rengi mintanını yavaşça dizlerine çekti. Kemeri ile hançerine kılıf olarak kullandığı örgü deriden ipi çözdü ve askerin yanına bıraktı.
Adam onun bu garip davranışlarının nedenini merak ediyor, bir açıklama bekliyordu. Yine de Madelyne tek kelime söylemeksizin derin bir nefes aldı ve onun ayaklarını kavrayıp çabucak, fazla düşünmeden çamaşırının içine sokup karnının sıcaklığında rahatlatmak istedi.
Adamın buz tutmuş teni ılık bedenine değince ürpererek inledi, sonra giysisini düzeltti ve kollarını kavuşturarak adamın ayaklarını sardı. Çok geçmeden omuzları titremeye başladı, asker sanki vücudundaki tüm ısıyı çekip alıyor, kendi bedenine katıyordu.
Bu Duncan’ın hayatı boyunca tanık olduğu en cömert davranıştı.
His gelince binlerce hançer batıyormuş gibi büyük bir acıyla yanmaya başladı ayakları. Duruşunu değiştirmek istedi ancak kız şaşırtıcı bir güçle ayaklarını kucaklamayı sürdürüyordu.
“Acıyorsa bu iyiye işaret,” dedi. Sesi boğuk bir fısıltı halinde çıkıyordu. “Biraz sonra geçer. Hem bir şeyler hissedebiliyorsanız bu gerçekten çok şanslı olduğunuz anlamına geliyor.”
Sesindeki kınama ifadesi Duncan’ı şaşırttı. Tepki olarak kaşlarını çattı.
Madelyne tam o sırada başını kaldırdı ve adamın yüzündeki ifadeyi yakaladı. Aceleyle açıklamaya girişti: “O kadar dikkatsiz davranmasaydınız şimdi bu durumda olmayacak-