SEVGİLİ GÜNLÜK,
EVDEYİM!
Fell’s Church kasabasında yaşayan hiç kimse, Kurucular Günü’nden bu yana hayatın her zamanki gibi devam etmediğini bilmiyor.
Ben ve en yakınlarım hariç.
Başardık.
Herkesi kurtardık.
Damon dışında.
İçimdeki bu umut dolu his ne kadar tuhaf ve saçma. Ya bir şekilde Damon ölmemişse, diye düşünüp duruyorum.
Sonra umudum tükeniveriyor, çünkü o öldü ve bunu kabullenmem gerek. Eğer güçlü kalmak istiyorsam, kendime yalan söyleyemem.
Ama o umut kırıntısından bir türlü kurtulamıyorum. Ya hiçbir şey bildiğimiz gibi, … değilse?
– Elena
***
1
Elena Gilbert geniş çimenliğin yumuşak yüzeyine adım attı. Çimenlerin sivri ve süngerimsi uçları ayaklarının altında eziliyordu. Topraktan kırmızı güllerle eflatun renkli hezaren çiçekleri fışkırmıştı. Etrafındaki karanlık, fenerlerin pırıltılı ışıklarıyla biraz olsun aydınlanmıştı. önündeki terasta yuvarlak, beyaz mermerden iki çeşme vardı. Etrafa sıçrattıkları sular gökyüzüne kadar yükseliyordu. Her şey güzel, zarif ve her nasılsa tanıdıktı.
Bloddeuwedd’in sarayı, dedi kafasının içinde yankılanan ses. Buraya en son geldiğinde etraf dans edip eğlenen davetlilerle dolup taşıyordu. Şimdi hiçbiri yoktu ama arkalarında bazı izler bırakmışlardı. Çimenlikteki masalara saçılan boş kadehler, bir sandalyenin arkasında unutulan ipek şal, çeşmelerden birinin yanında duran tek topuklu ayakkabı.
Bir tuhaflık daha vardı. Daha önce, tüm bu manzara Karanlık Boyut’un cehennemden çıkma kırmızı ışığıyla aydınlanıyordu. Mavileri mora, beyazları pembeye ve pembeleri kadifemsi bir kan rengine dönüştüren ışıkla. Şimdiyse net ve berrak bir aydınlık vardı. Dolunay kocaman ve parlak bir top gibi gökyüzünde asılı duruyordu.
Elena arkasında fısıltıyı andıran bir hareket hissetti ve hayretle yalnız olmadığını fark etti. Birdenbire beliren karanlık silüet ona yaklaştı.
Damon.
Tabii ki Damon’dı. Elena gülümsedi. Dünyanın sonu gibi gelen bir yerde -ya da en azından bir parti bittikten en az bir saat sonra- aniden karşısına çıkan kişi Damon’dan başkası olamazdı zaten. Tanrım, ne kadar da yakışıklıydı. Simsiyah. Siyah, parlak saçlar, gece karası gözler, siyah kot ve siyah, yumuşacık bir deri ceket.
Gözleri buluştuğunda Elena onu gördüğüne o kadar sevindi ki, bir an nefes bile alamadı. Kendini onun kollarına atarken bir elini boynuna koydu. Kollarındaki ve göğsündeki sert kasları hissetti.
“Damon,” dedi. Nedense sesi titriyordu. Vücudu da öyle. Damon kollarıyla omuzlarını okşayarak onu sakinleştirdi.
“Ne oldu prenses? Sakın benden korktuğunu söyleme.” Yüzünde tembel ve yapmacık bir gülümseme belirdi. Ellerinin dokunuşu güçlü ve kararlıydı.
“Korkuyorum,” diye karşılık verdi Elena.
“İyi ama neden?”
Bu soru Elena’nın kafasını karıştırdı. Sonra yavaşça yanağını onunkine dayayarak “Bunun sadece bir rüya olmasından korkuyorum,” dedi.
“Sana bir sır vereyim prenses,” diye fısıldadı Damon kulağına. “Sen ve ben buradaki tek gerçekleriz. Diğer her şey bir rüya.”
“Yalnızca sen ve ben mi?” diye tekrarladı Elena. İçinde bir huzursuzluk vardı. Sanki bir şeyi unutuyormuş gibi. Ya da birini. Elbisesine konan kül tanesini dalgınca silkeledi.
“Yalnızca ikimiz, Elena,” dedi Damon sertçe. “Sen benimsin. Ben seninim. Biz zamanın başlangıcından beri birbirimizi seviyoruz.”
Elbette. Elena bu yüzden titriyor olmalıydı. Sevinçten. Damon onundu. O Damon’ın. Birbirlerine aittiler.
Tek bir kelime fısıldadı: “Evet.”
Sonra Damon onu öptü.
Dudakları ipek gibiydi ve öpüşmeleri giderek daha tutku dolu bir hale geldiğinde Elena kafasını arkaya atıp boynunu ortaya çıkardı. Şimdi daha önceleri pek çok kez gördüğü ve hissettiği o iki sivri dişin etine batmasını bekliyordu.
Beklediği olmayınca şaşkınlıkla gözlerini açtı. Ay her zamankinden bile parlaktı. Havayı güllerin güzel ama ağır kokusu doldurmuştu. Ne var ki, Damon’ın koyu renk saçlarının çerçevelediği ve bir keskiyle yontulmuşçasına kusursuz yüzü solgundu. Ceketinin omuzlarına küller konuyordu. Elena’yı huzursuz eden küçük şüpheler bir anda anlam kazandı.
Ah, hayır. Hayır!
“Damon,” diye hıçkırdı ve çaresizce gözlerine bakarken kendininkilerin yaşlarla dolduğunu hissetti. “Sen burada olamazsın Damon. Sen… ölüsün.”
“Beş yüz yıldan fazladır prenses.” Damon o kör edici gülümsemesiyle yüzüne baktı. Şimdi gökten küller yağıyordu. Gri bir yağmur gibi. Dünyalarca ve boyutlarca ötede Damon’ın cesedinin üzerini kaplayan küllerdi bunlar.
“Damon, sen… öldün. Artık bir ölümsüz değilsin. Yok oldun.”
“Hayır, Elena…” Birden görüntüsü bir ampul gibi titreyip solmaya başladı.
“Evet. Evet! Ölürken kollarımdaydın…” Elena çaresizlikle ağlıyordu. Artık onu sarmalayan kolları hissedemiyordu. Damon pırıltılı bir ışığa karışmak üzereydi.
“Beni dinle, Elena…”
Elena ayışığını tutuyordu. Kalbi kederle burkuldu.
“Tek yapman gereken bana seslenmek,” dedi Damon’ın sesi. “Tekyapman gereken…”
Sesi rüzgarın sarstığı ağaçların hışırtısına karıştı.
Elena’nın gözleri açıldı. Bir sis bulutu içinde güneş ışığıyla dolu bir odada olduğunu algıladı. Açık penceresinin pervazına kocaman bir karga tünemişti. Kuş kafasını yana eğip gakladı ve parlak gözleriyle ona bakmayı sürdürdü.
Elena omurgasından aşağı tüyler ürpertici bir serinlik yayıldı. “Damon?” diye fısıldadı.
Ama karga kanatlarını açtı ve uçup gitti.
2
Sevgili Günlük,
EVDEYİM! Buna inanmaya bile cesaretim yok ama gerçekten evdeyim.
Tuhaf bir hisle uyandım. Nerede olduğumu bilmiyordum. Sadece orada uzanmış, çarşafların temiz, pamuklu ve yumuşatıcılı kokusunu içime çekerek neden her şeyin bu kadar tanıdık geldiğini anlamaya çalışıyordum.
Leydi Ulma’nın malikanesinde değildim. Orada satenlerin en pürüzsüzünde, kadifelerin en yumuşağında uyurdum, hep tütsü kokardı. Pansiyonda da değildim: Bayan Flowers yatak takımlarını tuhaf kokulu bitkisel bir karışımla yıkar. Bonnie’nin dediğine bakılırsa o karışım, kötülüklerden koruyor, güzel rüyalar görmeni sağlıyormuş.
Ve birden anladım. Evdeydim. Bekçiler sayesinde! Beni eve getirmişlerdi.
Her şey hem değişmiş hem de değişmemişti. Bebekliğimden beri uyuduğum odadaydım. Cilalı vişne ağacından şifonyerim ve sallanan koltuğum, Matt’in ikinci sıntftaki kış karnavalında kazandığı ve bir rafa koyduğum siyah beyaz oyuncak köpek; kapaklı yazı masam; şifonyerimin üzerindeki oymalı kakmalı, antika aynam ve Judith Hala’yla Washington DC’de gittiğimiz müzelerden aldığım Monet ve Klimt posterleri. Tarağımla saç fırçam bile şifonyerimin bir tarafında yan yana duruyordu. Her şey olması gerektiği gibiydi.
Yataktan kalktım ve dolabımın zeminindeki gizli bölmeyi açabilmek için yazı masamdan gümüş bir mektup açacağı aldım. Bu günlüğü aylarca önce oraya saklamıştım. En son kasım ayındaki Kurucular Günü’nden önce yazmışım. Ölmeden önce. Evden ayrılıp bir daha hiç dönmeden önce. Şimdiye dek…
Son yazımda Caroline’ın benden çaldığı diğer günlüğü geri almak için yaptığım planlar var. Caroline onu Kurucular Günü töreninde herkesin içinde okumayı düşünüyordu. Bunun hayatımı mahvedeceğini bile bile. Ertesi gün Wickery Deresi’nde boğulup bir vampir olarak dirildim.
Sonra yine öldüm ve geri döndüğümde yeniden insandım. Karanlık Boyuta seyahat ettim ve binlerce maceraya atıldım. Ve tüm bu süre zarfında eski günlüğüm onu sakladığım yerde öylece durup beni bekledi.
Bekçilerin, insanların hafızalarına yerleştirdiği diğer Elena aylardır burada okuluna gidip normal bir hayat sürüyordu. O Elena buraya hiçbir şey yazmamış. Aslına bakarsanız, rahatladım. Kendi elyazımla yazılmış ama neden bahsettikleri hakkında hiçbir fikrim olmayan satırlar görmek hoşuma gitmeyebilirdi. Gerçi belki yardımları dokunurdu. Zira Fell’s Church’lülerin Kurucular Günü’nden beri, yani aylardır neler yaşandığını sandıklarını hiç bilmiyorum.
Fell’s Church kasabası her şeye yeniden başladı. Kitsune burayı şeytani amaçlarına alet etti. Çocukları ailelerine karşı doldurdu, insanlar kendilerine ve sevdiklerine zarar verdi.
Ama şimdi sanki bunların hiçbiri yaşanmamış gibi.
Bekçiler sözlerini tuttuysa ölen herkes tekrar dirilmiş olmalı. Kışın Katherine, Klaus ve Tyler Smallwood’un öldürdüğü zavallı Vickie Bennett ve Sue Carson, uyuz Bay Tanner, Kitsune’nin öldürdüğü ya da ölümlerine sebep olduğu tüm o masum insanlar… Ben. Hepsi geri döndü. Yeni bir başlangıç için.
Ben ve en yakınlarım hariç -Meredith, Bonnie, Matt, sevgili Stefan ve Bayan Flowers- kasabadaki hiç kimse Kurucular Günü’nden beri hayatın her zamanki gibi devam etmediğini bilmiyor.
Hepimize ikinci bir şans verildi. Başardık. Herkesi kurtardık.
Damon dışında. O bizi kurtardı ama biz onu kurtaramadık. Ne kadar denesek ve ne kadar yalvarsak da Bekçiler’in onu geri getirmesi imkansızdı. Ve vampirler yeni bir bedende dünyaya gelemiyor. Cennete, cehenneme ya da başka herhangi bir hayata gitmiyorlar. Sadece… ortadan kayboluyorlar.
Elena bir an için yazmayı bırakıp derin bir nefes aldı. Gözleri yaşlarla doldu ama yine günlüğün üzerine eğildi. Gerçekleri anlatmalıydı. Yoksa bu günlüğü tutmasının bir amacı olmazdı.
Damon kollarımda öldü. Benden uzaklaşmasını izlemek öylesine acı vericiydi ki. Ama Stefan’ın, ağabeyi hakkındaki hislerimi bilmesine asla izin vermeyeceğim. Bu zalimlik olur. Hem artık ne anlamı var ki?