Roman özetleri

Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din Kitap Özeti

Osmanlı toplumsal yapısı, tarihsel olarak inancın ve devletin özerk yetki alanlarına sahip olduğu kendine has bir “laiklik” anlayışı üretmişti. Osmanlılar, etnik ve dinsel olarak karmaşık bir toplumu idare ederken bir yandan da Müslüman kalmayı başarabilecekleri bir yola ihtiyaç duyuyorlardı. Çözüm, belli başlı her gayrimüslim grubu bir millet olarak düşünmek ve her birine kendi inanç, dil ve aile ilişkileri konusunda eksiksiz bir özgürlükten yararlanmalarını sağlayacak mutlak bir özerklik vermekti.

Tanzimat döneminde kırsal kesimde, devletten nispeten bağımsız ve mevki sahibi olmayan ulema arasında yeni bir dini liderler kuşağı ortaya çıktı. O güne dek kâh statükonun korunmasıyla, kâh toplumsal ve siyasal değişimi İslami açıdan meşrulaştırmakla meşgul olan ulema kesiminin içinden çıkan bu yeni zümrenin toplumsal konumu, yeni oluşmaya başlayan Osmanlı orta sınıfıyla paraleldi bundan böyle. Ve bu paralellik, Osmanlı-Türk siyasal tarihini derinden etkileyecekti. Neticede Cumhuriyet Türkiye’sinde modernite ve laikliğin yol haritasını hem devlet, yani askeri ve sivil bürokrasi hem de mahalli eşrafın liderlik ettiği siviller belirledi.

Dünya çapında pek çok Osmanlı tarihi kürsüsüne değerli katkılarda bulunmuş olan Prof. Dr. Kemal H. Karpat, siyaset bilimi ile tarihin buluşma noktasında, Türk toplumunun son yüz elli yıldan geçirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal değişime ilişkin kuşatıcı bir perspektif sunuyor;

Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de siyasal katılımın halka halka genişleme sürecini, bir bakıma Türk demokrasi tarihinin toplumsal arka planını anlatıyor.

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ: DEĞİŞİM VE OSMANLI’NIN MİLLİLEŞMESİ ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER.
1. BÖLÜM
ELİTLER VE DEMOKRASİ
YAPISAL DEĞİŞİM, MODERNLEŞME SÜRECİNİN TARİHSEL AŞAMALARI VE TÜRK SİYASETİNDE SOSYAL GRUPLARIN ROLÜ.
EKONOMİK ÇIKAR, SOSYAL SINIF, DEMOKRASİ VE TÜRKİYE’DE ANAYASACILIK (1850-1990)
SİYASAL KATILIM VE ELİTLERİN BİLEŞİMİNDEKİ DEĞİŞMELER (2000 YILINA KADAR).
2. BÖLÜM
DİN VE LAİKLİK
İFTA VE KAZA: TÜRKİYE’DE İLMİYE, DEVLET VE MODERNİZM (1820-1960).
LAİKLİK VE İSLAM: 19. YÜZYILDA MODERNİZM, POZİTİVİZM VE İNANÇ.
CUMHURİYET TÜRKİYESİ’NDE MODERNİTE
VE LAİKLİK.
İSLAMCI BİR TÜRK PARTİSİNİN MODERNİTE VE DEMOKRASİ YOLCULUĞU.

ÖNSÖZ: DEĞİŞİM VE OSMANLI’NIN
MİLLİLEŞMESİ ÜZERİNE BAZI
DÜŞÜNCELER
1. Bu kitabın ana konusu Türk toplumunun son yüz elli yıldan beri geçirdiği kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi değişimdir. Osmanlı döneminde başlayan bu süreci anlamak için her şeyden evvel temel bir soruya cevap vermek gerekir. Soru şudur: Acaba geleneksel tarihi bir toplum ve devlet, kendi iç gücü ile kendisini yenileyebilir mi? Soru göründüğünden çok daha karmaşıktır. Tarih boyunca Müslüman devletleri kuruluşlarından bir iki yüzyıl sonra dağılmış, yok olmuşlardır. Bu devletlerin eskiden yönettiği toplumlar ise bir siyasi varlığa, yani onları temsil eden bir kuruma, devlete sahip olmadıkları için gelişememiş ve 19. yüzyılda Batının müstemlekesi olmuşlardır. Din temelli devletlerin yok olmasının mukadder olduğunu Ibn Haldun Mukaddime’sinde uzun uzadıya anlatır, çünkü bu devletler kendilerini kendi güçleriyle yemleme kabiliyetinden mahrumdurlar. Bu değişmez siyasi mukadderatın tek büyük istisnası, Osmanlı Devleti ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Gerçekten, devlet ve toplum olarak köklü değişmeler geçirerek bugüne kadar, yedi yüzyıl süre ile varlığını devam ettiren tek Müslüman devleti Osmanlı ve bugünkü Türkiyedir.
Osmanlı 18. yüzyılda kendi iradesiyle, bilinçli olarak kendini yenilemeye karar vermiştir. Cumhuriyet, Osmanlı’nın siyasi rejimini değiştirmiş ve ancak halkın kültürüne, diline, kimliğine dayanarak ayakta kalabilmiştir. Bir devletin ve toplumun kendi dilini, kültürünü, kimliğini muhafaza ederek ayakta kalabilmesi ancak değişimle, yani kendini kendi gücüyle, içeriden yenilemesi ile mümkündür. Özünü ve dilini muhafaza ederek değişmek bir bakıma mucizedir, çünkü Osmanlı ve Türkiye bazen birbirine karşıt olarak hareket eden Asya ve Avrupa, Müslümanlık, Hristiyanlık, Roma-Bizans ve Arap-Fars medeniyetleri ve kültürlerinden etkilendiği gibi kendi göçebelik, şamanizm, Türk kavim bilinci, gelenek ve alışkanlıklarını da muhafaza etmiş ve sonunda hepsini bağdaştırıp sentez yaparak kendine mahsus özellikleri olan bir medeniyet yaratmıştır. Gerçekten Osmanlı daha kuruluşunda kendi özelliklerine sahip olan Müslümanlığı ve Anadolu’da ve Rumeli’de bulduğu Hıristiyanlığı bir arada yaşatmıştır. Fakat Osmanlı’nın Ortodoks-Bizans Hıristiyanlığı Batı Hıristiyanlığından farklıdır. Osmanlı idaresinde bulunan dinlerin ve toplumların ayakta kalanları, kendi çerçeveleri içinde gelişmişlerdir. Bu arada Osmanlı, temelde yine Müslümanlığın ilkelerine bağlı kalarak ve Bizans-Roma kurumlarından bir derece etkilenerek kendine mahsus bir idari, siyasi ve kültürel sistem yaratmıştır. Böylece daha kuruluş zamanından beri Osmanlı Devleti ve günümüzdeki Türkiye hem Batılı hem Doğulu, yani tam manasıyla bir Avrasya devleti ve toplumu olarak gelişmiştir. Fakat Osmanlı ve Türkiye, Batıyı ve Doğuyu sinesinde birleştirmekle beraber, ne tam Batılı ne tam Doğulu olmuştur, olamaz da. Medeniyetler kökenleri ve onları etkileyen güçler ne olursa olsun kendi kimlik ve özelliklerini yaratarak bunları muhafaza etmek zorundadırlar. Özellik ve kimliklerini muhafaza edemeyen medeniyetler, başka medeniyetler içinde eriyip yok olur, giderler.
Osmanlı’nın bir medeniyet yarattığını birçok kimse inkâr etmektedir. Bu konuyu tekrar ele almadan evvel dinlerin medeniyet yaratıp yaratamayacağına kısaca temas etmek yerinde olur. Tüm dinler isimleri ne olursa olsun manevi değer, inanç, siyasi ve sosyal ahlak kaynağı olarak medeniyetlerin temel unsurlarıdır. Belirli bir dine sahip olmayan, yani manevi yönü bulunmayan bir medeniyetin -vücut bulamayacağı gibi- uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Diğer yandan dinler ancak siyasi-dünyevi kurumların yarattığı hukuk düzeni ve güvenlik içinde ayakta kalabilirler. Şüphesiz dinler hukuk düzenini daima etkilemişlerdir. Fakat kendi başlarına siyasi, dünyevi, idari yapı yaratamazlar; çünkü devlet, siyasi ve dünyevi güçlere, yani maddiyata dayandığı için dinin temsil ettiği manevi inançlardan ayrı bir siyasi varlıktır. Evet, din kısa süre için kendi devletini yaratabilir, fakat bu din-devlet beraberliği uzun sürmez, islam’da Hazreti Mu-hammed ve Halife Ebu Bekir zamanında din-devlet ayrılığı yoktu, çünkü Müslüman toplumu farklılaşmamıştı, küçüktü. Halife Ömer zamanında ümmet genişleyince devlet de idari bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Din-devlet ikiliği islam’da devamlı tartışma konusu olmuştur fakat sonunda ib’n Teymiyye gibi köktenci düşünürler bile devlerin lüzumunu-zaruretini kabul etmişlerdir.
Maddiyatı yani dünyayı, dünyeviliği inkâr eden bir din uzun zaman ayakta duramaz. Diğer yandan maneviyatı ve dini inkâr eden bir devlet de uzun süre yaşayamaz. (Orta Amerika’da Maya ve Azteklerin yarattığı medeniyetler -ki Mısır’ı andıran muhteşem yapıtları hâlâ ayaktadır- maddiyatı ve maneviyatı bağdaştırmadıkları için bir avuç ispanyol Katoliğe karşı koyamamış, bunlara köle olarak yok olmuşlardır. Yetmiş sene boyunca dini, yani maneviyatı inkâr eden Sovyet Birliği dağılmıştır. Bugün Rus devleti Ortodoksluğu diriltmek için büyük çaba sarf etmektedir.) Osmanlı maddi yaşam ile maneviyatı, yani devleti ve dini bağdaşb-rarak çeşitli Hıristiyan din gruplarının Müslümanlarla bir arada yaşamasını sağladığı gibi Müslümanlığın da gelişmesini garantilemiştir, fakat 17. yüzyılda din-devlet dengeleri bozulmuş, devlet dini (islam) kendi amaçlan için kullanmaya başlamıştır.
Din ile medeniyetin birbiriyle kaçınılmaz ilişkisine kısaca yukarıda işaret ettim. Fakat asıl üzerinde durmak istediğim diğer önemli nokta şu: Dinden Müslümanlık, Hıristiyanlık şeklinde söz etmek mümkün olduğu gibi medeniyetlerden de Batı, Doğu, Asya medeniyeti olarak bahsetmek olağandır. Fakat tatbikatta dinler ve onların bağlı olduğu medeniyetler belirli bir kavmin ismi altında ortaya çıkmışlardır. Örneğin Batı medeniyeti Fransız, İtalyan vs. kavim isimleriyle ortaya çıkar, islam medeniyetini ise Arap ve Fars kültür ve dilleri biçimlendirmiş, dünyevileş-tirmiştir. (Kuran Arapçasının halkın konuştuğu dil olmadığı malumdur.) Farsça ve Arapça arasında çatışma olmuştur ve bu çatışma din değil, dil etrafında dönen kavmi-milli bir çatışmadır. (Şuubiyye olarak bilinen bu çatışma Arap dilcilerinin başarısıyla sonuçlanmıştır.) Buna karşılık Osmanlı kendine mahsus bir devlet ve toplum yaratarak kendi medeniyetini kurmuşsa da bunu Arap, Fars gibi kavmi kökene bağlayamadığı -daha doğrusu bağlamak istemediği için- yarattığı medeniyetin kendine mahsus bir kimliği olduğunu dünyaya kabul ettirememiştir. Gerçi Arap ve Fars medeniyetlerinin büyük bir bölümü din kökenli, yani İsla-midir, fakat dil sayesinde İslam, millileşmiştir. Osmanlı da kavmi bir dile, yani Türkçeye sahip olmakla beraber ancak 19. yüzyılda dini kavmi bir şekilde ifade etmek yolunu aramıştır. Son sultan-halifeler, Abdülhamid (1890′dan sonra) dâhil kendilerini Türk olarak görmüşlerdir.
2. Tekrar edelim: Osmanlı Eski Roma ve Bizans’ı ve bu arada Hıristiyanlığı yaşatmış ve kendi dini ve felsefesiyle birleştirerek, yani Müslüman idare şekli ve felsefesiyle bağdaştırarak Batı ve Doğu arasında bir sentez yapmış, kendi medeniyetini yaratmıştır. Osmanlı medeniyet ve kimliğine öz veren en önemli kökenler arasında -dinin yanında- sırası ile Orta Asya devlet geleneği, kavim bilinci ve dil vardır; fakat Osmanlı ne kavim ne dil kimliğini siyasileştirmiş, bunları bilinçaltında yaşatmıştır.
Meydanda diğer bir gerçek vardır. Türk kavimlerinin ve dillerinin varlığı milattan üç bin sene evvele kadar gitmektedir. Aynı zamanda bu kavimler birbirleriyle ve kendilerinden olmayan kavimlerle karışarak; durmadan doğudan batıya göç ederek; örgüt, din, yaşam değiştirerek ve nihayet 10. yüzyılda kitle halinde Müslümanlaşarak ve yeni değişmelere uğrayarak bugüne kadar gelmişlerdir. Bu arada Türk kökenli kimselerin birçok devletin kuruluşunda yer aldıklarını söylemek gerek. Fakat gazneliler olsun, Iran Selçukluları veya Hindistan Baburileri vs. olsun tüm bu Türk elitleri kendi kültürlerini ve dillerini bırakarak yerli halk içinde eriyip gitmişler ve eski kavim kimliklerini kaybetmişlerdir. Çünkü bu sülaleler (Baburi, İran Selçukluları) kendi kültürel kimlikleri ve dil bilinci üzerine kurulmuş bir devlet yaratmamışlardır. Gerçi bugünkü ütopist Türk milliyetçileri Türklerin tarihte on altı devlet yarattıklarından söz etseler de bu devletlerin -Osmanlı hariç- fazla iz bırakmadan yok oldukları aşikârdır, iran’da Selçuk-Safavi devletlerinin kurucuları Farslaşmışlardır.
Bugünkü duruma gelelim. Hanedan devletlerin yerini bugün genelde milli devletler almıştır ve bunların arasında Türkiye ön planda gelir. Fakat bugünkü Türkiye’nin kökenleri büyük tartışma konusudur. Osmanlı’nın bir hanedandan başka bir şey olmadığını, onun yerini alan Cumhuriyet’in yepyeni bir toplum ve devlet kurduğunu; yani bugünkü Türkiye’nin irade ile yaratılmış bir varlık olduğunu iddia edenler vardır. “Türkiye ilk ve son Türk devletidir” diyenler, bugünkü Cumhuriyet’in Osmanlı temelleri üzerine kurulduğunu görmezlikten gelemezler. Gerçeklerle ve ilimle bağdaşmayan bu yanlış görüşlerin kökeninde zoraki “Türkleştirme”, yabancılaşma vs. gibi birçok nedenler vardır. Fakat asıl neden, tarihi kültür değişmelerinin, din ve devlet ilişkilerinin doğru anlaşılmaması ve doğru anlaulmamasıdır. Kişi iradesinin devlet yaratılışında rolü inkâr edilemez, fakat bu iradenin hem tarihe hem halk kültürüne uygun olması gerektir. Kısacası, bugünkü Türkiye’nin temelinde yatan güç, hem din hem laik temellere dayanan kültür ve bunun en açık ifadesi olan dildir. Evet, çok değişmiş, zedelenmiş fakat yine de temel yapışım korumuş bir Türk dili vardır. Evet, uzun zaman devletinden mahrum kalmış (bir yazımın başlığı “Devletini Arayan Bir Dil”dir) fakat her şeye rağmen binlerce yıllık tarihi olan bir dil.
istanbul’un 1453′te fethedilmesiyle Osmanlı Devleti Bizans’ın (Doğu Roma) mirasına sahip olmuş ve çeşitli Bizans kavimlerini (Bulgar, Sırp, Ulah, Yunanlı, vs.) bir din çatısı altında birleştirmek için Patrikhane’yi öne sürmüştür. Müslüman kavimleri birleştirmek için de İslam’ı bizzat kendisi kullanmıştır. Din, Müslümanları ve Ortodoksları ayrı ayrı birleştirmiş ve ayrı topluluk halinde gelişmelerini sağlamıştır. Yani din, en belirleyici kimlik unsuru olmuştur. Kilisenin dili Rumca (Grek) olarak kabul edilmiş, fakat küçük yerlerde eski Slavonca ve halkın konuştuğu kavmi dil kullanılmıştır. 1767′den sonra Patrikhane Helen dilini konuşmayan Sırp, Ulah ve Bulgarları Helenleştirmeye girişmiştir. Sonunda Helen dilini konuşmayan Ortodoksları hem devletten hem de Patrikhane’den uzaklaşnrrruştır, ki Ortodoks Hristiyanlar arasında milliyetçiliğin başlangıç nedeni, Patrikhane’nin dili millileştirmesi, yani Helenleştirmesidir.
Osmanlı ise kendi dilini, yani Türkçeyi ne müslimlere ne de gayrimüslimlere empoze etmiştir. Böylece Arapça, Peygamber’in ve Kuran’ın dili olarak çeşitli kavimlerden oluşan tüm Müslümanların ortak ibadet dili olarak kabul edilmiş, fakat devlet seviyesinde Türkçe ana dil olarak kalmıştır. (Bu durumun istisnaları vardır.) Böylece devletin ve idarenin dili kabul edilen Türkçe-nin din ile çatışması önlenmiştir. Osmanlı devlet elitini (Fatih’ten sonra ihtida edenler çoktur) birleştiren güç, din yani Islamdır. Fakat bir iki kuşak sonra ihtida edenler dil sayesinde Türkleşmişlerdir. Türkçe, Osmanlı elitinin ana dili olmuştur. Osmanlı eliti Farsça ve Arapçayı öğrenmiş ve okumuşlar (ulema dâhil) bu dillerde eserler vermiştir, fakat ana dilleri Türkçe olmuştur. Bu arada halk seviyesinde gruplar, Türkler dâhil, birbirleriyle kaynaşmış, din değiştirmiş (Karamanlılar, Gagauzlar) fakat dillerini muhafaza etmişlerdir. Bazen de içinde yaşadıkları grupların dilini almışlardır; Kürt beylerin himayesine girmiş Alevi aşiretleri gibi.
Osmanlı Devleti’nin eski sosyal yapısı 16. yüzyılın yansından sonra değişme yoluna girmiş, iletişim arttıkça Türkçe ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu arada ekonomik alanda özel mülkiyet ve pazar ekonomisi, devletçi ekonomik görüşle durmadan çatışarak gittikçe büyüyen gerginliklere neden olmuştur. Sosyal ve ekonomik değişmeler, Müslüman toplumların birbiriyle daha çabuk kaynaşmasına yol açtığı gibi kişisel (ferdiyetçi) akımların güç kazanmasını da sağlamıştır. Böylece 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı kültürünün ve kimliğinin belirgin bir şekilde ortaya çıktığı ve Osmanlı medeniyetinin daha açık bir şekil almaya başladığı söylenebilir. Osmanlı siyasi kimliğinin hanedan kimliğinden farklı bir siyasi şekil alması, yine bu dönemde oluşmaya başlamıştır ve bizzat devlet tarafından yönetilmiştir. 19. yüzyılda devleti ve onun üzerinde yaşayan her şeyi padişahın şahsi malı olarak görmek yerine, devleti kendi başına, kendi hayatı olan sosyal-siyasi bir varlık olarak görmek eğilimi başlamıştır. Toplumu devletin temeli olarak görmek, temel bir değişim olmuştur. Topluma devletin temeli olarak bakılmaya başlanınca devlet kültürü ve dilinin de toplumun çoğunluğunu oluşturan kimselerin kültür, din ve diline uygun olması gerektiği düşüncesi zamanla gelişmiştir. Bu gelişmeler de sayıları artan ve modern okullarda akılcı bir eğitim alan devlet mensuplarını, yani bürokrasiyi, toplumu millet şekline dönüştürmek ve bu yolla hakim olmak yollarını aramaya sevk etmiştir. Aynı zamanda akılcılık ve ferdiyetçilik gelişmiştir. Tanzimat ve bilhassa Islahat Fermanı (1856) din, dil, kültür farkı gözetmeksizin ortak vatandaşlık üzerine kurulmuş bir Osmanlı milleti yaratmak gayesini gütmüş; ancak bu teşebbüs başarısızlıkla neticelenmiştir. Yüzyıllardan beri temel örgütü dini cemaat olan ve ona göre kimlikler ve kültür yaratan bir devlet ve ona tabi toplum, yukarıdan gelen emirle felsefesini, değerlerini ve örgütlenme şekillerini bir anda değiştiremez. Neticede devletin Osmanlılığı yaymak gayretlerine rağmen Müslümanlar ve gayrimüslimler birbirlerinden uzaklaşmış ve sonunda ayrılmışlardır.
Osmanlılığın kavimleşmesi, yani kültür ve dil bakımından Türkleşmesi, 19. yüzyılda devletin çok daha etkin hale girmesiyle daha da hızlanmıştır. Bu değişim, din anlayışının da daha akıla ve hatta “milli”, Osmanlı bir şekil almasıyla beraber yürümüştür. Vahhabiliğin doğuşu ve Vahhabilerin 19. yüzyıl başında Mekke ve Medine’yi işgal etmelerinden sonra Mısırlı İbrahim Paşa tarafından İstanbul’un emriyle yenilgiye uğramaları, Osmanlı Müs…

Related Articles

Felatun Bey İle Rakım Efendi Romanı Özeti

admin

İhtişam ve Sefalet

AŞK-I MEMNU