İçindeki kadınlarla tanışmaya hazır mısın?
Sevgili, anne, bilinçli masum, savaşçı… Kadın doğasının dört yönü… Gerçek kadını yaratmak için denge içinde geliştirmemiz gereken dört gücümüz… Dört yüzümüz…
Belki tam olarak ne zaman kadınlık rolünü kabul ettiğimizi hatırlamayız bile.
Sahi! Gerçekten ne zaman kadın olduk? Kadınlığımızın sınırları ve çizgileri ne zaman belirginleşti? Ojemizin rengi mi? Yoksa göğüslerimiz mi? Yoksa ayakkabılarımızın topuğu, boyanmış saçlarımız mı belirginleştirdi? Davranışlarımızdaki işve ya da çocukların gülümsemelerine sebep oluşumuz, bunlar mı kadınlığımızı gösteriyor?
Yoksa gerçekleştirdiğimiz mucizeler mi?
Mesela bir eve gireriz ve orayı aydınlatırız, ellerimizle pişirir, dua eder, dileriz.
Ve hayattaki her baş bizim okşamamıza muhtaçtır.
Kadınlığımızın sınırları nerede?
Kucakladığımız ve emzirdiğimiz çocuklarda mı?
Ya da kucağımızda huzur bulan erkeklerde mi?
Bence kadınlık bunların hepsi ve aynı zamanda bu sınırların çok ötesinde bir şey.
Biz bu karmaşanın, renklerin, kucakların, konuşmaların, isteklerin, üzerimize
yüklenen sorumlulukların ortasında kendimizi unutmuşuz.
Şimdi hatırlama zamanı! İçindeki, uyanmayı bekleyen kadınlarla tanışmaya hazır mısın?
Bazen kalemi eline alırsın ve unutmak için yazarsın. O zamanlar ki yazmak, kendi başına unutmaktır. O zamanlar ki yazarsın, zihninin tüm perişanlıklarını gidermeyi umut ederek. Bazense hatırlamak için yazarsın.
Bugün yazmak her şeyden daha öte bir ihtiyaç benim için. Kendimi hatırlamak için yazmaya ihtiyacım var. Yazıyorum ki önümden geçecek yarınlarda bunları hatırlayayım. Belki de yazıyorum kendimi okumak, kendi sesimi duymak için. “O” içimdeki hiçbir zaman huzur bulamayan naif ve güçsüz sesimi. Hayatımın fırtınaları, tufanları ortasında bile susmayan bende, benimle konuşmakta olan sesimi.
Sen de benimle beraber oku bu yazdıklarımı. Ben sana inanıyorum. Öyle bir an gelecek ki bu kelimelerin arkasında kendini hatırlayacaksın.
Kadın olmak ve kadınlık çok garip bir şeydir. Yıllarca ve yıllarca görmezden gelebilirsin, inkâr edebilirsin. Ama bir an gelir, bakarsın ki tam sen de onlar gibi oturuyorsun, konuşuyorsun, nutuk atıyorsun. “O” boğazını sıkmaya başlar ve zihninde gittikçe derinleşecek bir çatlak oluşur. Artık oyun oynamayı bırakırsın, susmayı tercih edersin ve hayatının iplerini “O” kadına bırakmak istersin. İstersin ki “O” da biraz oynasın, karar versin, yaratsın ve konuşsun.
Ben tacize uğramadım, şimdiye kadar hiçbir erkek beni aldatmadı, eşim beni dövmedi, babam okuldan da almadı. Hayır! Bunların hiçbiri değil benim yazmama sebep. Bunun yanında bu dertlere şahit olmak hiçbir kadının hayatından uzakta da değil.
Ben sıradan bir kadınım. Evrendeki tüm kızlar gibi ilk kez regl olduğunda korkudan donup kalan, göğüsleri irileşmeye başladığında kendini suçlu hisseden ve bunların yanında sonsuz bir hayal gücüne sahip olan bir kadın. Etrafta gördüğün tüm o kadınlar gibi. Otobüste, sınıfında, kaldırımda yürürken yanından geçen ya da uzak ulaşılamaz bir köyde tandıra ekmek koyan kadınlar gibi. Ne fark eder ki…
Hepimiz kadın olmakta eşitiz, fakir ya da zengin, güzel ya da çirkin, anne ya da kız, bakire ya da bakire olmayan, okumuş ya da okumamış hepimiz kadın olmakta eşitiz.
Belki tam olarak ne zaman kadınlık rolünü kabul ettiğimizi hatırlamayız bile. Sahi! Gerçekten ne zaman kadın olduk? Kadınlığımızın sınırları ve çizgileri ne zaman belirginleşti? Ojemizin rengi mi? Yoksa göğüslerimiz mi? Yoksa ayakkabılarımızın topuğu, boyanmış saçlarımız mı belirginleştirdi? Davranışlarımızdaki işve ya da çocukların gülümsemelerine sebep oluşumuz, bunlar mı kadınlığımızı gösteriyor? Yoksa yaptığımız mucizeler mi? Mesela bir eve gireriz ve orayı aydınlatırız, ellerimizle pişirir, dua eder, dileriz. Ve hayattaki her baş bizim okşamamıza muhtaçtır.
Kadınlığımızın sınırları nerde? Kucakladığımız ve emzirdiğimiz çocuklarda mı? Ya da kucağımızda huzur bulan erkeklerde mi?
Bence kadınlık bunların hepsi ve aynı zamanda bu sınırların çok ötesinde olan bir şeydir. Biz bu karmaşanın, renklerin, kucakların, konuşmaların, isteklerin, üzerimize yüklenen sorumlulukların ortasında kendimizi unutmuşuz. Ve artık kadınlık varlığımızın en göz ardı edilmiş parçasıdır.
İlk kez hâkimin önünde durduğum zaman hayatım boyunca elde ettiğim tüm varlığımdan feragat ediyordum ki yanımda duran erkek beni boşasın. Çok garip bir duyguydu, o odayı çok iyi hatırlıyorum. Filmlerde izlediğimiz mahkemelerle hiç alakası yoktu. Üst üste yığılmış dosya ve kâğıtlarla dolu küçük bir odaydı. Gözümde hep daha büyük bir oda canlandırmıştım. Sanki adalet de benimle dalga geçiyordu. Fotokopi koşturmacasının arasında evrakları hazırlayıp imzaları atarken, uzun ve karanlık koridorların kalabalığında o odadan bu odaya koşturuyordum. Boğazımda garip bir düğüm vardı. Kendime fena halde kızgındım. İçimde durmadan kendime bağırıyordum. İçimdeki ses o kadar yüksekti ki dışarıdaki karmaşadan pek bir şey yansımıyordu. O küçücük odada hâkimin sesiyle kendime geldim. Keyfi yerindeydi. Dalga geçerek konuşmaya başladı. “Eee anlat bakalım, neden bu “karıyı” boşamak istiyorsun?” eşime soruyordu. O da umursamaksızın cevap verdi. “Çünkü artık beni sevmiyor.” Yargıç çirkin bir kahkaha attı. “ Daha iyi ya kadından çok ne var. Bu olmadı bir başkası.” Adaleti temsil etmesi gereken kişinin bu hakaret dolu şakasını umursamadım, sessiz kaldım. Oda çok havasızdı ve bir an önce her şey bitsin de kurtulayımın peşindeydim. Odadaki her şey gri ve koyu kahve rengindeydi. Hâkim sakallıydı, gri takım elbise giymişti. Yanındaki kâtip kadın, siyah bir çarşaf giymiş, bileklerine kadar çarşafın altında kapanmıştı. Hâkimin arkasında büyük bir pencere vardı. Hâkim ve tüm yığılı dosyalar arkalarını muazzam bir aydınlığa vermiş oturuyorlardı. Sessizdim ama içimde meydan okurcasına çığlık atan bir direniş vardı. Sessizce bu fırtınayı izliyordum.
O gün fark etmiştim, kimse benim hakkımı yememişti, haksızlığa uğramamıştım. En büyük haksızlığı kendi kendime yapmıştım. Beni aldatan bendim. Bu gerçeği 26 yaşımda daha yeni anlıyor olmak çok acı vericiydi ve bu acı bütün yaralardan daha baskındı. En büyük zulmü kendi kendine yaparken kimseden şikâyet edemezsin. Kimseyi suçlayamaz ve bu acının ağırlığını başka bir yere yıkıp hafifleyemezsin.
Ben İran’da Türk bir ailede dünyaya geldim. İran’da Türk bir kadın olarak tanındım. Hayalperest, İranlı ve Türk bir kadın. İran’da kadın olmak dünyanın herhangi başka bir yerinde kadın olmaktan çok farklıdır. İranlı bir kadın özgürlüğün ve eşitliğin anlamını iyi bilir. Tarihi hafızasında ve kültüründe bir sürü iniş ve çıkış tecrübe etmiştir. Zamanında başındaki türbanı zorla açmışlar sonra gün gelmiş yeniden zorla başına türban takmışlardır. İran kadını bu kadar ilginç bir tarihi yaşarken bir sürü paradoksla dolmuştur. İlginç olan şu ki tüm bu paradokslara rağmen bu dünyadan ne alması gerektiğini, neyin peşinde olması gerektiğini iyi bilir. Kanat açar ve büyümeye başlar, inatçı kafası yavaş yavaş eşit olmayan kanunlarla karşı karşıya kalır. Küçük yaşlarda bu sınırlarla yüzleşirken savaşmayı öğreniverir. İranlı bir kadın en ufak bir medeni hakka sahip olmak için bile yıllarca savaşmayı iyi bilir. Tabii ki öyle kadınlar da var ki savaşmazlar ve hayatla geçinmeyi seçerler. Ben İran’da büyüdüğüm için kadınların problemlerini gördüğümde, eşit olmayan haklar, mirastaki eşitsizlik gibi durumlarla yüzleştiğimde, bunların hepsinin kadın ve erkeğin farklı yaratıklar olduğu bahanesi arkasına sığınan kanunların gölgesinde olduğunu görüyor ve hep şunu düşünüyordum: Eğer kadını hukuksal eşitliğin olduğu bir topluma taşıyabilirsek kadın artık özgür, başarılı ve insani yeteneklerini geliştirmiş bir birey olacaktır. Türkiye’ye geldikten sonra acı bir gerçekle karşı karşıya kaldım. Bu acı gerçek şunu gösteriyordu. Hukuki eşitlik de kadının derdine deva olmuyor. Töre cinayetleri, küçük yaşta zorla evlilikler, bu sefer de başka problemlerle mücadele ediyordu kadınlar. Kadınlar birçok hak ve özgürlüğe sahip olmalarına rağmen gönüllü olarak kendi haklarından vazgeçiyorlardı. Görmezlikten gelmeyi tercih ediyorlardı. En şaşırtıcı olan ise kadının gönüllü bir şekilde kendi bakış açısından da kendini erkekle eşit görmediğiydi. Kısacası kadın özgürlükten kaçıyordu.
İşte kalemi elime alıp bu kitabı yazmaya başlamama neden olan tam da buydu. Ülkeler, kültürler ne yazık ki hiç fark etmiyor. Bu dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım güçlü, başarılı, aynı zamanda mutlu kadına nadiren rastlıyoruz ve böyle kadınların sayısı gitgide azalıyor. Haksızlıklarla dolu ve cefaları olan bir dünyada yaşıyoruz ama artık kadının problemlerini sadece toplumun ve devletin sorumluluğu olarak görüp geçiştiremeyiz. Bu kitap bu kaygılarla yazıldı. Nerede yaşıyor olursak olalım fark etmez, biz kadınlar başarılı olmaktan kendi rızamızla vaz geçiyor, daha azını istemeye ikna oluyoruz ve yeteneklerimizin sınırlarına ulaşamıyoruz. Kendimizi hafife alıyoruz ve kendimizin için savaşıp, kendi mutluluğumuz için yaşamaktan en ufak bahaneyle vaz geçiyoruz. Dünya bizi tarih boyunca hep ikinci cins olarak gördü. Belki de bunu bilinçaltımıza o kadar iyi yerleştirdiler ki artık hayatımızın birçok alanında yaşadığımız dünyadan ve toplumdan ziyade bizzat biz, kendimizi geride tutup arka plana atmak istedik.
Dünyanın başka yerleri kadınlar ve erkekler için ruhen ve bedenen eşit fırsatlarla doludur demeye çalışmıyorum. Ortadoğu’da birçok ülkede bulundum. Birçok kadınla oturup dertleştim. Kalbim hepsinin kahramanı cesur bir kadın olan öykülerle dolu. Öyle inanılmaz yetenekler gördüm ki keşfedilmek ve yeniden doğmak için sabırsızlanıyorlardı. Birçok yolculuk yaptım ve çok okudum. Birçok kadının yemek sofrasında onlara eşlik ettim. Her birisi farkında olmadan bana birçok şey öğrettiler. Bütün bu tecrübelerimi bu kitaba aktarmaya çalıştım. Bu kitap iç dünyamızda bir arayışın hikâyesi. Kendi içimizde oluşan sorulara cevap arama yolculuğu. Bu kitap, biz kadınların dışarıdaki dünyada yaşadığımız problemler ve ayrımcılıklarda sorumluluğun ne kadarının bize ait olduğunun ortaya çıkarma çabasının sonucu.
Bu kitabın net bir mesaj vermek gibi bir kaygısı yok. Karmaşa ve rutine dönüşmüş koşturmacalı hayatlarımızın ortasında bir an durup başımızı kaldırmamızı ve kendimizi bir kadın olarak incelememizi istiyor bizden. Kendimizi tanıyarak ihtiyaçlarımızı keşfetmemizi, bir kez olsun kendimiz için bir adım atmamızı sağlamayı umut ederek yapıyor. Belki büyürüz ve hayallerimizi hatırlarız. Belki cesur yürekli, kendi benliği için çabalayan bir direniş, bizi bizden alan her ne olursa olsun ona karşı durabilir.
Bu kitap kadının iç dünyası hakkındadır. Kadınlığımız hakkındadır. Kaç yaşında olduğumuzun hiçbir önemi yok. Çünkü nihayetinde kendimizi koruyamazsak er ya da geç benliğimizi başka birine ya da şeye adamış olacağız. Ben kadını karanlık bir hücrede yalnız başına oturan biri olarak görüyorum. Hem onu hapis tutan duvarlar ve parmaklıklar hem de dışarı çıkmasını engelleyen gardiyan ta kendisidir.
Her mahkûm için bu böyledir: eğer gerçekten özgürlüğün tadını almak ve temiz havanın kokusunu duymak istiyorsan her şeyden çok kendine ve seni arzuyla harekete geçirebilecek gerçek bir tutkuya ihtiyacın vardır. Çünkü kendi kafanda kurduğun hücreden çıkmak en karanlık zindanlardan kurtulmaktan daha zordur.
Kültür ve geçmiş sadece bizim zihnimizde oluşmuş ve oluşmaya devam eden bir kavramdır. Yeni bir dünyada yaşamak için zihinlerimizin çerçevelerini değiştirmeliyiz. Önce kendimize dur demeliyiz ve şu sorunun yanıtını vermeliyiz: Özgür yaşamak, erkeklerle gerçek ilişkilerde bulunmak mı istiyoruz yoksa hayatımızın sonuna kadar bağımlı bir birey olarak kalmak, fırsat bulduğumuz her an çevremizdeki etkenlerden şikâyet etmek mi istiyoruz?
Yaşadığımız ataerkil toplumda evet özgür yaşamak istiyorum şeklinde bir görüşe sahip olup, bu cümleleri söylemek pek de kolay olmayacak. Tüm eleştirilere şimdiden saygı duymalıyım. Benim bakış açım içsel bir bakış açısıdır. Şunu açıklamam gerek: Bu kitap boyunca okuyacağınız birçok kelime ve terimin akademi dünyasında sosyolojik ve psikolojik bir açıklaması vardır. Elimden geldiğince birçok örnek yardımıyla akademik karmaşadan uzak durmaya, bilimsel bir eserden ziyade kadınsı bir dertleşme kitabı sunmaya çalıştım. Öte yandan günlük dilde kullandığımız erkeksi ve kalıplaşmış ifadelerle kadınca tecrübelerimiz ve dünya hakkında yeterli yorum yapamayız. Bu kitap spesifik bir sorunun cevabı değildir. Belki de komplike ve bilimsel birçok kavramın basitçe açıklanması çabasıdır. Ve eğer bu kitabı okuyan herhangi birinin zihnine, yaşadığı günlük hayatla ilgili bir soru işareti yerleştirebilirse amacına ulaşmış demektir.
Kalpten inanıyorum ki, kadınlığın enerjisi yaşadığımız dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek konusunda büyük bir güce sahip. Bu kadınsı enerjinin özgürleşmesi kendimizin farkında olmamızdan geçer. Biz toplumun kalbiyiz ve yaşadığımız dünya bizim irademiz olmadan kızlarımız ve kadınlarımızın yaşayabileceği güzel ve eşit bir hayat inşa etmekte acizdir. Yaşadığımız dünya sadece bizim yansımamızdır. Hadi gelin bir kez olsun rol oynamayı bırakalım. Çünkü bize verilen rollerimizi oynamaktan yorulduk artık. Yapabileceğimizi bildiğimiz halde elimizden gelmiyormuş gibi davranmaktan bıktık. Hadi gelin kendi gerçeğimizle konuşup o kahramanlarla göz göze bakışalım. “O” kahramanlar ki savaşıyorlar, annelik yapıyorlar, sevişiyorlar ve dünyaya maneviyat dağıtıyorlar.
Kadın Kimliğimiz
Toplumlar değişiyor. Doğduğumuz toplum benzersiz biçimde hareketli ve yeniden oluşum halinde. Bu oluşum ve hız her alandan daha fazla insanoğlunun kimliğini etkiliyor. Kimliğimiz, cüzdanımızda taşıdığımız kağıt parçasının çok ötesinde bizim sosyolojik ve psikolojik yönlerimizi kapsayan bir kavramdır. Kimlik kendi kafamızda kendimizi anlatan resimdir. Basitçe ben kimim sorusunun veya bir topluluğa sorduğumuzda biz kimiz sorusunun kendi kendimize verdiğimiz cevabıdır…
… Biz kendimizi birdenbire bir birey olarak idrak edemeyiz. Bir birey olarak kendimizi idrak edişimiz ve kimliğimizin oluşumu ebeveynlerimizin bizi ilk kez kucaklarına almalarıyla başlar ve ölümle buluşuncaya değin yenilenen bir döngü halinde devam eder. İnandığımız örf ve adetler, kültür, biz dünyaya gelmeden çok daha önce oluşmuştur. Gerçekler ve inançlar bir kalıp ve sosyal bir rol içerisinde bizim için hazırlanmıştır. Böylece bu kalıplar bizim gündelik hayatımızı, alışkanlıklarımızı ve nihayet kimliğimizi oluşturur.
…“Büyükannelerimiz evlerinde ve mutfaklarında hiçbir imkân bulunmazken 9 çocuk yetiştirdiler. Bunu yaparken hiçbir zaman şikâyet ettikleri de görülmemiştir ancak siz zamane kadınları en fazla iki çocuğa sahipken ve ellerinizdeki bu ev ve mutfak imkânlarına rağmen hep yorgun ve hayattan şikâyetçisiniz.” Belki de onlar idrak edemiyorlar, bizim yorgunluğumuz başka türden… / … günümüz kadını zihinsel olarak yoruluyor. Çünkü günümüz kadını paramparça olmuş bir kimliğe sahip. Bazı parçalar var ki çok uzakta kaldı ve artık bizim için bir fonksiyonu kalmamasına rağmen halen hayatımızdalar. Ha bir de yepyeni parçalar var ki henüz benimseyemediğimiz ama kanun ve hukuk tarafından katiyen bizim hakkımız olarak bilinir. Misal tacize uğrayan çoğu kadın mağdur olmasına, psikolojik destek ve güvenceye ihtiyaç duymasına rağmen tacizciden şikâyet etmekten kaçınıyor. Kanunda o haklara sahibiz ancak kafalarda henüz değil.
Gelin şöyle düşünelim. Kırık bir aynanın önünde duruyoruz. O aynanın her bir parçası bizim kimliğimizin birer yansımasıdır. Her parçaya baktığınızda kendi kişiliğinizden bir iz bulacaksınız ancak her parça sadece bir yönünüzü yansıtabilir.
Bu özelliklerimiz kadın kimliğimizi meydana getiren boyutlardır ve şu dört karakterde onları görebiliriz: “Sevgili”, “anne”, “bilinçli masum” ve “savaşçı”.
“Hepimiz sevgiliyiz; biz güzeliz ve güzelliğin cilvelerini kalbimizle idrak ederiz. Güzellik görülmek, övülmek ve hayran bırakmayı ister. Bu boyutumuzla şiveli, nazlı ve dilberiz.”
“Hepimiz anneyiz; hepimiz annelik yapar, koruruz ve eğitmek için aşırı derecede sorumluluk sahibiyiz. Kadının içindeki sabır ve metanet ağlamak dışında hiçbir becerisi olmayan bebeğe yaşam eğitimi verir.”
“Hepimiz bilinçli masumuz; maneviyat dolu yaratıklarız. Hiç kadın peygamber olmamasına rağmen tüm büyük dinlerin ilk inananları ve sadık yoldaşları hep güçlü maneviyatlara sahip kadınlardı.”
“Hepimiz savaşçıyız; hayatın sıkıştırıp zorladığı yerlerde hayata tutunma çabamız gösterişli bir cenge dönüşür.”
Sevgili
Kadın nagihan âşık olmaz.
Aşk ağacı kadının kalbinde yavaş yavaş filizlenir, yeşerir ve boy atar. Kökleriniyse en son sarar kalbin derinliklerine.
O zaman ki aşkın kökleri bir kadının kalbinin tümünü sarmış ve onu kendine müptela etmiş, hayatta hiçbir şeyin kudreti sökmeye yetmez o aşkı yerinden.
Kadın sadece kalbiyle âşık olmaz. Vücudunun tüm hücreleri ve hatta nefesinin kokusu bile aşka bulaşır.
Ve kadın güzel olduğunda âşık olmaz.
Hayatın en büyük mucizesidir, kadının âşık olunca nagihan güzelleşmesi.
Sevgili alımlı bir kadındır. Her erkek bu güzellikle dolu eseri arzulayamaz. Zarif kadınsı davranışları her erkeğin kalbini büyüler fakat bu davranışlar asla seksi kadın gibi değildir. Seksi kadın hareketleriyle vücudunun hatlarını ve cinsel özelliklerini öne çıkarmayı çok iyi bilir, bu davranışlar öğretilmiştir. Tıpkı bir oyuncu gibi oynadığı role o kadar dalmıştır ki kendini ve hayatını unutmuştur…… Seksi çikolatalı kadın tüm erkekleri kontrolünü kaybetmeye hazır, sekse düşkün ve hatta sapkın varlıklar gibi görür veya tüm erkeklerin tek arzusunun cinsel ihtiyaçlarını gidermek olduğunu zanneder…… Seksi çikolatalı kadın maddi ve ruhsal açıdan erkeklere muhtaçtır. Buna rağmen konuşmalarında erkeklerden düşman gibi bahseder. Erkeklerin kadınları her zaman kullandığına inanır. Seksi kadın güçlü bir rakibin ortaya çıkmasından ve yaşı ilerledikçe yaşlanıp çekiciliğini kaybetmekten çok kaygılanır. Çünkü bunu erkeğini kaybetmek olarak görür…
Oysa sevgili alımlı ve doğaldır. Yaramazlıklarıyla erkeği çıldırtabilir. Yapmak istediği şeyleri yaptırmak için insanları ikna etmesi zor değildir; tatlı küçük bir kız çocuğu gibidir. Ellerini kullanışı, yüz hatları o kadar çekici ve zariftir ki ona hayır demek çok zordur..….Alımlı kadın kendine çok iyi bakar, güzel giyinir. Çok duru ve güzel bir yüzü olan işçi bir kadın tanımıştım. Öyle güzeldi ki o yaşta, ağır çalışma koşullarıyla botoks veya gece kremi olmadan böyle bir yüze sahip olmak bana imkânsız göründü. Kendimi tutamadım, sordum. Kahkaha atarak şöyle söyledi. “Bir gece salatalık kabuğu, bir gece havuç rendeleyip sürüyorum. Bazı gecelerde de maydanoz kaynatıp buharını yüzüme tutuyorum. Bazense çocukların yemeğinden kalmış yoğurdu yüzüme sürüp uyuyorum.” Alımlı kadının ruhu özsaygıyla doludur. Kendine bakıp bedenini korumak her koşulda hayatının önceliğidir.
Erkeklerle çok derin bir ilişki kurar. Çünkü sevgilinin şöyle bir özelliği vardır: Bir isteği olduğunda, bir engeli ortadan kaldırmak istediğinde veya ilişkisiyle ilgili bir problem yaşadığında erkeğine nasıl davranması gerektiğini çok iyi öğretebilir. Sevgilinin yanındaki erkek onun hayatında ulaşması gereken hedef olduğunu düşünür. Sevgili ile birlikte olan erkek kendisini de fazlasıyla önemli ve özel biri gibi hisseder…….Sevgilinin yanındaki erkeğin de erkeksi bir varlığı vardır. Çünkü sevgili yönü güçlü olan bir kadın her ne kadar özgür ve güçlü olsa da erkek desteğini de elde edebilir. Çünkü onun müstakilliği erkeği iten bir güç değildir. Gözleriyle konuşma sanatını çok iyi bilir. Durgun değildir. Hayat dolu ve neşelidir. Sevgili olmayınca erkek hayatın renklerini kaybeder. Erkeğin evi ve hayatı sevgili olmayınca tutkudan uzaktır. Sevgili yüksek sesle kahkahalar atar ve isteklerine ulaştığında heyecandan küçük bir kız çocuğu gibi çığlık atabilir.
Anne
Bir yerdeyim, kendim ve başkalarının arasında, yavaş yavaş kaybolup bu arafta, yolunu kaybetmiş yolcu gibiyim.
Araftayım, yorgunluğum işten mi? Yoksa bu işlerde kaybolmuş ömürden mi?
Kaybolmuşum.
Çocuğum topla oyuncaklarını, bu anne aşırı yorgun ve mutsuz.
…Geleneksel bakış açısının yüklediği tüm bu gereksiz yüklere, yanlış bakış açıları sebebiyle oluşan sosyal baskılara, kısacası kadının başına getirdiği tüm zorluklara rağmen annelik hâlâ bizim ruhumuzu dinginleştirebilir, besleyip kadın kimliğimizi tamamlayabilir. Anneliği genel anlamda üretmek, besleyip büyütmek ve korumak anlamına koyarsak, kadınsı ruhumuzun yaşamı için zaruret haline gelir. Elimizi çabuk tutup anneliği yeniden tanımlamamız gerekiyor. Annelik adı altında yaptığımız fedakârlıkların sınırlarını tekrar belirlememiz gerekiyor…
Annelik sadece çocuk doğurmaktan ibaret olmamalı. Annelik çocuğun her anlamda sağlıklı büyütülmesi ve yetiştirilmesinin sorumluluğunu almaktır. Hatta o çocuğu evlatlık edinsek bile.
Kendimizi herhangi bir bahaneyle sorumlulukların altına gömmemeliyiz. Yaşadığımız bu yeni dünyada çocukların, geleneksel bakış açısına sahip, şahsi hedeflerini ve kişisel gelişimini bir kenara atmış annelerden ziyade müstakil, bağımsız, birey olarak ailesi dışında da kendine ait bir kimliği olan annelere ihtiyacı var.
Bilinçli bir şekilde anne olmak bizim ruhumuzu besler ve tamamlar. Eğer anneliği bir kadın olarak hayatımızın tek amacı olarak görmezsek ve başka yönlerimize de odaklanıp dengeli bir şekilde kendimizi geliştirirsek daha başarılı insanlar, daha güçlü kadınlar ve daha mutlu anneler olacağız.
Bilinçli masum
Ben bir kadınım, Yeryüzünün boğazına düğümlenip kalmışım.
Azıcık konuşmak istiyorum. Dile getirmek, taze bir nefes, azıcık da olsa özgürlük.
Havva bir elma daha koparmalısın. Ben yorgunum, bu dünyadan da dışlasınlar bizi.
….Kadın ve erkeğin ayrımına da ilk kez yaratılış hikâyesinde rastlarız. İnsanlık yaratılış hikâyesinde ikiye ayrılıyor. İki farklı insan, iki bakış açısı, iki farklı davranış ve etrafında olanlara karşı iki farklı idrake şahit oluruz. Bir çok feminist görüşün aksine yaratılış hikâyesini ben çok cazip buluyorum. Hikâyede gerçek hayatın izini bulabiliyorum. Böyle düşünmemin en büyük nedeni de tarihin en büyük hadisesi yani insanın cennetten bu dünyaya gelmesine (hubut) Âdem’in neden olamayacağıdır. Çünkü Âdem erkektir ve erkeğin zihni mantıkla yürür ve muhafazakâr davranır. Burada başka bir cins, başka bir bakış ve başka bir kalp, kısacası Havva’nın kadınsı ruhu gerekiyordu. O kadınsı ruh hiçbir şeyi ölçüp tartmadan sırf şeytan ona “Eğer bu elmayı yersen Âdem’in gözünde daha güzel görünürsün” dedi diye ısırmıştır. Bunu yapabilmek için kadınsı ruh gerekir. Gereken ve gerekmeyenlerin karşısında azıcık delilik, isyan ve korkusuzluk gerekiyor ki aklın dar çerçevesini kırıp cezayı göze alsın. Gözü kapalı kendini tehlikeye atsın. Havva bunu yapabildi çünkü kadındı ve kadın insanlığın isyanının simgesidir….
….O günden bugüne değin Havva’nın kızları bu toprağa ayak bastıysa cinsiyetine ilişkin bir yargılanmayla doğmaktadır. Yasak meyveyi ısırmasının cezasını Havva’nın kızları üstlenmiştir. Yeryüzündeki her kadının sadece kadın olduğu için bu suçta payı vardır…
Dini rivayetlere göre Âdem Havva’ya sormuş: “Tanrı seni neden yaratmış?” Havva şöyle yanıt vermiş: “Bende huzur bulabilmen için.”
….Ataerkil toplumda bize bu perdenin dedelerimizin emaneti ve ailenin namusu olduğunu öğretmişler. Bizim kendimizi yani namusumuzu koruma gücümüz yoktur. Kendimizi ve bu perdeyi korumak için bir erkeğe ihtiyacımız vardır. Eş, abi, baba veya dede. Aslında geleneksel bakış açısında biz dünyaya sadece kadın olarak gelmiyoruz. İnsanlığımız ve kadın olmamızın ötesinde bir namus olarak dünyaya geliyoruz….
Bu bölümün adını melek koymaktan özellikle uzak durdum. Çünkü melek kelimesi bana içimden hayır demek geçtiği halde söylediğim tüm o evetlerimi hatırlatıyor. O bana acizlikten ve hayır diyememekten kaynaklı, aslında benim seçimim olmayan istemeden yaptığım, kendi arzularımla çelişen iyiliklerimi ve tabi sonrasında başkalarının beni kız sen meleksin diye ödüllendirdikleri tüm o paradoksu hatırlatıyor.
Melek öyle bir varlıktır ki günah işleyemez, hata yapamaz. Günahın tadını bile almamıştır. İradesi yoktur…… Melek bir kadın bile değildir…. İsteyip ya da istememek, bu isteğe evet veya hayır demek, yani seçim yapmak demek istediğini yapamadığında ya da daha kötüsü yapmadığında pişmanlık demektir. Meleğin masumiyetiyse bilinçsizdir. Kararlarından ve sonuçlarından üzüntü veya pişmanlık duyamaz.
Savaşçı
Yeniden ayağa kalkmam gerekiyor.
Her şeye rağmen kendi ayağımın üzerinde durmayı öğrenmem gerekiyor.
Yeniden başlamayı denemeliyim ama bu kez kendi ayaklarımın üzerinde erkek gibi değil bir kadın gibi durmalıyım.
Neden mucit kadın sayısı çok az? Madam Curie gibi kadınlar yaşadığımız son iki yüzyılda neden çok nadir görülüyor? Halbuki yüzyıldan fazladır kadınlar neredeyse dünyanın her ülkesinde erkeklerle eşit haklara sahipler ama kadın dünyası birçok keşfedilmemiş yetenekle doludur. Biz kadınların hayatında en garip konu şu ki hayatımızın sorumluluğunu almaktan meydan okumaktan ve şahsi hedeflerimiz için çabalamaktan çoğu zaman yine biz kadınlar gönüllü olarak vazgeçiyoruz.
Savaşçı yönü güçlü olan kadın kendi hayatının kahramanı olan, kendi gücüne ve yeteneklerine güvenen kadındır. Savaşçı bir kadın başkalarına bağımlı olmadan kendi gücüne dayanarak azat ve müstakil yaşayabileceğinin bilincindedir. Katiyen “erkek gibi” değildir. Bununla birlikte erkeklerle cinsel ilişkiye girmeden çok iyi bir dost, iş arkadaşı da olabilen bir kadındır. Savaşçı, kadınsal ruhumuzun o kısmıdır ki bize kendimizi ve kendimize özgün hedeflerimizi hatırlatır.
Eğitiminizi tamamlayın,
Bilgi edinmek, üniversite hayatına devam etmek, profesyonel eğitim almak ve akademi dünyasında başarılı olmak içinizdeki savaşçıyı güçlendirir.
Çalışın,
…Sevdiğiniz bir işi yapın. İş dünyasının ciddiyeti, gerektirdiği mantıksal davranışlar ve disiplin içinizdeki savaşçı kadın için çok eğitici olacaktır.
Gezin,
…Özellikle de doğayla iç içe olan yolculuklar. Kamp kurun. Adım atmaktan, başka şehirde üniversite kazanmaktan, tayin olmaktan korkmayın.
Sosyalleşin,
Katıldığınız gruplarda sorumluluk alıp aktif bir rol üstlenmeye çalışın.
Bunların hepsi bir yana en etkili ve en önemlisi içinizdeki savaşçı kadının cesaretini uyandırmak istiyorsanız cesur ve savaşçı kadınların yanında bulunun. Çevrenize iyi bakınırsanız birçok savaşçı bulacaksınız…
Veda ederken
“Mother Teresa gibi bilinçli masumlar, Marie Curie gibi savaşçılar ve Leyla gibi büyük sevgililer ama bu yaşadığımız yeni dünyanın karmaşasında kadının hayatının muradı, itidalle her boyutunda dengeli bir kadına ihtiyaç duyar.”
“Feminist kadın sadece erkeklere benzeyen, eşcinsel olan, saçını boyatmayan kadın değildir. Kadın, feminist olup oldukça kadınsı da olabilir, bakire de. Müslüman da olabilir, Hristiyan veya Ateistte. Feminist olupta anne de olabiliriz. Kısacası bu dünyada yaşayıp ta özellikle de bir kadın olarak ben feminist değilim diyemeyiz.”
Simone de Beauvoir’ın dediği gibi sırf artık banka memuru olabiliyoruz ve taşlanmıyoruz, oy hakkına sahibiz, kısırlaştırmıyorlar, kocamız bizi dövmüyor diye kadınsal enerjimizi ortaya çıkarabildiğimiz anlamına gelmiyor. Aksine tamda burada elimizi çabuk tutmalıyız. Kendimize ve kendi davranışlarımıza odaklanmalıyız. Kadın olarak bu sorunun yanıtının peşine düşmeliyiz. “Toplum ve geleneksel kültürün ötesinde asıl bizler kendimizi onlarla eşit görüyor muyuz?”
Sara Baherirad
Kadın Gibi Kadın