1. Bölüm
İstanbul’da bir pazartesi sabahı daha başlıyordu. Ali her sabah yaptığı gibi saat 6’da uyandı. Pazar gününü gösteren takvim yaprağına elini uzattı.
‘Ben seni sadece buradan silebiliyorum, sen beni bütün bir hayattan…’
E-postalarını kontrol etti, gazete editöründen gelen bir e-postaya göz attıktan sonra; ‘bunları assan da bitmeyecekler,’ diye mırıldandı. Telefonunu eline aldı, sinirle konuşmaya başladı:
– Bu şerefsizin yanındakini tanıyor musun?
– Evet efendim, üniversitede konservatuar okuyan bir kız.
– Hangi otel bu? Ama dur, ben tahmin edeyim… Greenland?
– Evet efendim.
– Haberi hemen yarın manşetten koyun! Otelin adını da mutlaka verin.
– Ama efendim! Tazminat davası açma hakları olur.
– Sana ne! Sen mi ödeyeceksin? Ne diyorsam onu yap!
– Peki efendim.
E-postaları cevaplarken, hala mırıldanıyordu:
– Ulan! Kaç yıldızın olduğu kimin umurunda? 65 yaşında bir adamın yanında, 21 yaşında bir kız görüyorsun. Bu adamın amacını bildiğin halde aynı odayı veriyorsun. Hiç mi vicdan yok sende? Rezil adam! Seni bu ülkeden kovmazsam, bana da bu meslek haram olsun Edward.
Dışarıya çıktı. Hem yürüyor hem de anlaşılmayan kelimeler mırıldanıyordu. 37 yaşındaydı. Bu koca şehre geleli 8 yıl olmuştu. Hala bazı şeylere hayret ediyordu. Bilmediği bir sektöre girmişti. Her gece, sabah acaba hangi çirkinlikle uyanacağım korkusuyla uykusuna dalıyordu.
Şirkete her zamanki gibi yürüyerek gelip, asansöre bindi. Ofisine girer girmez sordu:
– Herkes hazır mı?
– Evet efendim, toplantı odasında sizi bekliyorlar.
– Babamın dışında kim olursa olsun, toplantıyı bölecek hiçbir iletişim istemiyorum Semiray!
– Tamam efendim.
Sekreterin masasındaki neskafe bardağına gözü takıldı.
– Aferin! Kendi kahvemizin içine de ettiniz ya. Bana toplantı başlamadan şekerli bir kahve, hemen!
Odaya girdiğinde kurmayları ayağa kalktı. Hepsine şöyle bir göz gezdirip söylenmeye başladı.
– Allah’ım! Bu insanlar paranın gücü karşısında gösterdikleri saygıyı, senin gücün karşısında nasıl gösteremiyorlar? Nasıl bir sabırdır sendeki? Ben bu saygıya bana gösterdikleri halde tahammül edemezken, her şeylerini borçlu oldukları sen, nasıl sabredebiliyorsun?
Oldukça sert bir ses tonuyla:
– Oturun! Evet, haftanın gündemini acil ve hızlı bir şekilde alayım. Senden başlayalım Ege.
– Üstat, şirketin genel durumu iyi, sıkıntımız yok. Ama dergi grubuna bakarsak şu an kazandırmadığı gibi, aksine genel harcamalardan götürüyor diyebilirim.
Dergi grubunun başında Yüksel bulunuyordu. Ali, Yüksel’e baktı, bir şey söylemesine gerek kalmadan Yüksel konuşmaya başladı:
-Efendim, bu ülkede yayıncılığın durumu belli. En fazla reklamı yine bizim dergilerimiz alıyor ancak…
Yüksel lafını tamamlamamıştı. Herkesin gözü onun üzerindeydi.
– Ancak ne Yüksel? Yine mi aynı hikaye? Firmalar, haklarında yalanlar söyleyip yaptıkları işlerin, ürettikleri ürünlerin ne kadar kaliteli olduklarını yazmamızı mı istiyorlar? Peki sen evine o ürünlerden kaçını sokuyorsun? Biz bu dergileri neden çıkarıyoruz Yüksel? Sen üstüne düşeni yap bildiğimiz yoldan git. Ben sana şimdiye kadar gelirler hakkında bir şey sormadım, bundan sonra da sormayacağım.
– Peki efendim.
– Ege, devam et!
– Şu Amerikan firması, hala ortaklık için arayıp duruyorlar. İyi de para veriyorlar.
– Ege! Bırak da onların almadığı tek bir şey kalsın!
Ege, ‘tamam’ anlamında başını sallayabildi sadece. Oysaki şirketin mali işler müdürü olmaktan ziyade, Ali’nin en yakın arkadaşıydı. Kimsenin bilmediği sırlarını bilirdi. Buna rağmen Ali, bazen ona karşı çok sert davranabiliyor ve son derece mesafeli duruyordu.
– Evet, başka?
Gazetenin yayın yönetmeni Başer söz aldı:
– Ali, dün Sedat’ın attığı maili almışsın. Haberi yarın manşete taşımamızı istemişsin ama otelin ismini vermek riskli olacaktır.
Başer 56 yaşında ve gazetecilik konusunda işinin erbabıydı. Ali ona her zaman, şirketin patronu sanki oymuş gibi saygı gösterirdi. Ses tonunu yumuşattı.
– Ağabey, burada 20 yaşlarında, hayatının baharında ve henüz yapacağı hatanın farkına varamayan bir beyinden söz ediyoruz. Sen benden daha iyi bilirsin ki; gençlerin hatalarından ne yazık ki anne babalarının haberleri olmuyor ya da iş işten geçtiği için bir şey yapılamıyor. Biz üstümüze düşeni yapalım. Gerisi ister alana, ister verene kalsın. Bizim ödeyeceğimiz hiçbir tazminat, aldatılan bir eşin ya da canı acıyan bir anne-babanın acısından daha fazla olamaz.
– Peki, patron sensin.
– Toplantı bitmiştir! Ege sen kal!
Herkes odadan ayrıldığında Ege ile Ali bir süre sessiz kaldılar.
– Nedir bu Amerikalı şirket merakı?
– Merak değil üstat, iyi para veriyorlar. O parayla başka alanlara yatırım yapabiliriz.
– Ne gibi yatırımlar Ege?
– Bilmiyorum birçok şey olabilir, mesela dünyaya açılabiliriz. Yani mutlaka bir yatırım yapılır.
– Bilmediğin bir yatırım için neden bu ısrar?
Tatmin edici bir cevap vermek yerine, hafif kısık bir ses tonuyla konuyu değiştirmeye çalıştı.
– Bu arada toplantı kısa sürdü bahsedemedim. Bu yıl yaz dönemi için başvuran stajyerlerden dördünü yönetim binasına aldık.
Ali’nin öfkesi hala dinmemişti.
– O iş personelin işi, sen neden uğraşıyorsun? Yapacağın işlerle ilgilen Ege… Çıkabilirsin.
Ege çıkmak için kapıya yönelmişti ki:
– Sinem nerede? Toplantıya neden katılmadı?
– Bilmiyorum ben seninle olduğunu sanıyordum. Semiray’a sorayım belki not bırakmıştır.
– Gerek yok not bırakmış olsa Semiray söylerdi.
Ege çıktıktan sonra, bir süre toplantı odasında yalnız kaldı.
2. Bölüm
Yaz döneminde nöbetçi kız yurdu sakin günler geçiriyordu. Yurttan bir kişi hariç…
Hazel, her sabah kalktığı vakitten daha erken kalkmış, en heyecanlı saatlerini yaşıyordu. Telefonu çaldı.
– Günaydın canııım!
– ‘Günaydın canııım!’ diye başladığına göre yine bir yerlere geç kaldın anlaşılan.
– Evet Okan’cığım ya. Bugün stajımın ilk günü, eğer yetişemezsem sanırım son günü olacak.
– Anlamıyorum ki ben seni!
Hazel, her zamanki gibi konuşmanın nereye varacağını anlamış ve yüzündeki sevinç ifadesi bir anda gitmiş, suratı asılmıştı.
– Anlamadığın ne?
– Her seferinde aynı şeyleri mi söylemem gerek? Şu okulu bırak, evlenelim diyorum! Ben seni hiçbir şeye muhtaç etmem. Yıllardır birbirimizi, ailelerimizi tanıyoruz. Bana bir şey olursa ailem sana sahip çıkar, bunu biliyorsun.
Hazel sinirlenmişti ama belli etmemeye çalışıyordu:
– Bu konuyu kaç kez konuşacağız Okan? Ya da nereye kadar? Okulumu sevdiğimi ve her ne olursa olsun okuyacağımı biliyorsun. Bu yıl 3. sınıftayım, okulun bitmesine sadece bir yıl kaldı. Sen tutup her şeyden vazgeçmemi, bütün geleceğimi kendi ellerimle bırakmamı istiyorsun. Evet, bunu anlayamıyorum, anlamamı da bekleme!
– Biliyorum Hazel, sen benden vazgeçersin ama okulundan vazgeçemezsin! Kapatıyorum.
O sırada yanına oda arkadaşı Kübra geldi. Hazel telefon kapandığı halde, arkadaşının anlamaması için bozuntuya vermeden hala konuşuyormuş gibi devam etti:
– Tamam, ben de seni öpüyorum.
Kübra hafif bir gülümseme ve alaycı bir ifadeyle:
– Artık yutmuyorum bunları canım.
Hazel çantasını eline alıp Kübra’ya dönerek:
– Neyi yutmuyorsun Kübra? Anlamadım canım.
– Okan yine okulu bırak dedi, sen hayır dedin o da telefonu yüzüne kapattı.
Hazel kısık bir sesle:
– Biraz daha bağır istersen, bak diğer kızlar duymadı.
– Duymalarına gerek yok ki, bu senaryoyu artık hepsi biliyor.
Hazel bir an duraksadı. Yüzünü hüzün kapladı. Masum bir ses tonuyla:
– Hadi geç kalıyoruz çıkalım.
Kübra acıyarak baktı Hazel’e. Susmak istedi ama tutamadı kendini.
– Sen Okan’ı sevdiğine emin misin?
Hazel, anlamsız bakışlarla Kübra’ya baktı.
– Okan’ı mı? diyebildi zorlayarak. Ardından:
– Hadi ama geç kalıyoruz, diyerek kapatmaya çalıştı konuyu.
– Cevap yok değil mi? Hazel, ben seni çok seviyorum ve üzülüyorum bu haline. Seni çok yakından tanıyorum. Bana öyle geliyor ki sen de yoruldun bu ilişkiden. Ama sırf teyzeme, enişteme, anneme, şuna, buna ne derim korkusundan kendine eziyet ediyorsun.
Hazel başını öne eğdi. Yüzü üstündeki bluz kadar kızarmıştı. Sustu.
Kübra onun bu çaresizliğini görünce pişman oldu söylediklerine.
– Hadi hadi geç kalıyoruz aşık kız. Bak bugün hayalindeki şirkette staja başlıyorsun, git ve çalışkan bir eleman nasıl olurmuş göster onlara.
Hazel dudaklarını bükerek çocuksu bir ifadeye bürünüp:
– Çok heyecanlıyım, koskocaman bir yer ve ben daha ne yapacağımı bile bilmiyorum.
– Korkma alışırsın, senden ilk gün mucize beklemeyeceklerdir.
– Bilmiyorum. Beni staja alan Ege Bey çok iyi birisine benziyordu, fakat bekleme salonunda otururken sekreter acır gibi baktı bana.
– Aman! O senin güzelliğini kıskanmıştır canım benim, diyerek öptü.
Şirketin kapısına geldiğinde; başını kaldırıp, ellerini gözlerine siper ederek baktı bu devasa binaya.
– Hadi bakalım Hazel, maceran başlıyor. Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin, diye mırıldandı.
Asansördeki aynaya bakıp, kendine çeki düzen verdikten sonra zili çaldı.
Kapıyı açan sekreter yüzüne bakmamıştı. Utangaç tavrını takınıp tebessüm etmeye çalıştı.
– Merhaba, ben staj için gelmiştim, adım Hazel.
– Burada mesai saati sabah 09.00’da başlıyor Hazel Hanım!
– Şey Ege Bey…
Sekreter sözünü tamamlamasına fırsat vermeden, bekleme salonundaki oturma grubunu göstererek:
– Şurada bekle! Ben haber vereceğim.
Biraz zaman geçmişti ki zil yine çaldı.
İçeriye iyi giyimli, oldukça şık ve bakımlı iki kız ve bir erkek girdi.
En ukala tipli olan:
– Selam! Biz staj için geldik. Ege Bey bizi bekliyordu.
– Geçin şuradaki arkadaşın yanına, ben haber vereceğim Ege Bey’e.
Hazel, gelen kızları süzdükten sonra kendisine baktı. Ayağında paçaları yıkanmaktan kısalmış bir kot pantolon, üzerinde yıllara yenik düşmüş kırmızı renkli bir bluz…
Tekrar diğer kızlara baktı. Boyalı dudakları ve kısa etekleriyle moda dergilerinden çıkmış gibilerdi. Erkek olan takım elbise giymişti. Gözleri gelenlerin ayakkabılarına takıldı. Yeni nesil gençlerin giydiği markalı ayakkabılardandı. Az çok okulda zengin kesimden öğrencilerde görüyordu. Sonra kendi ayakkabılarına baktı. Ne zaman aldığını unuttuğu spor ayakkabılarının bağı çözülmüştü. Eğilip onları bağladı. Kapı yeniden çaldı. Ürkek bakışlı gözleri kapıya yöneldi. Bu kez gelen şirketin genel müdürü Sinem’di. Sinem oldukça güzel, çekici ve bakımlı bir kadındı. Aynı zamanda Ali’nin sevgilisiydi.
– Hoş geldiniz Sinem Hanım.
– Teşekkür ederim Semiray. Ne var ne yok? Ali geldi mi? Toplantı bitti mi? Nasıl geçti bilgin var mı?
– Ali Bey, aynı saatte buradaydı. Ama toplantı bugün çok kısa sürdü ve toplantı bittiğinde herkesin yüzünde bir durgunluk vardı. Özellikle Ege Bey’in yüzü oldukça kötüydü.
– Allah Allah neler oldu acaba? Senin bir bilgin var mı?
Yok anlamında başını salladı Semiray.
– Peki, Ali beni sordu mu?
– Hayır, ama Ege Bey sordu.
– Tamam boşver Ege’yi, teşekkür ederim. Remzi Efendi’ye söyler misin bana bir neskafe getirsin.
– Peki, Sinem Hanım.
Sinem, odasına yönelmişti ki stajyerlere gözü çarptı.
– Bunlar kim?
– Bu sezonun stajyerleri efendim.
Sinem stajyerlerin yanına gidip başlarına dikildi.
– Ayağa kalkın bakayım!
Stajyerler yarı ürkek bir halde ayağa kalktılar.
Gözü Hazel’e takıldı.
– Adın ne?
– Hazel.
– Bu ne Hazel?
Hazel bir anlam veremedi soruya. Boş gözlerle baktı. Sinem sesini daha da yükselterek:
– Sana soruyorum, cevap versene!
Korkulu ve kısık bir ses tonuyla:
– Şey, ben anlayamadım ne sorduğunuzu.
– Şey yok! Şey yok! Sinem Hanım diyeceksin… Bu kıyafet ne?
Sustu… Çünkü diyecek bir şeyi yoktu. Ne diyecek bir sözü ne de giyecek bir başka şeyi… Utandı.
Sinem diğerlerini göstererek:
– Bunlar da stajyer, ama bak insan gibi giyinip gelmişler. Bu bir daha tekrarlanmasın sakın!
Odasına doğru giderken hala söyleniyordu.
– İnsan müsveddesi.
Yolda Ege’yi gördü. Öfkesi hala dinmemişti.
– Ege!
Ege durdu. Ne var anlamında baktı. Sinem’i sevmezdi. Ali’nin; insanlıktan nasibini almamış bu kadında ne bulduğunu hep soruyordu kendine.
Sinem öfkeli ses tonuyla:
– Bu stajyerleri kim işe alıyor?
– Şirkette insan kaynakları diye bir bölüm var Sinem. Eleman, müdür, stajyer gibi insanları seçmeye yarıyor. Düşün bak, şirketten ne kadar uzak kalmışsın.
– Çok mu komik olduğunu sanıyorsun Ege?
– İşlerim var Sinem, ne diyeceksen çabuk söyle!
– Ali sana çok yüz veriyor.
Ege alaycı bir gülümsemeyle:
– Ben de aynı şeyi senin için düşünüyordum Sinem. Benden çok yaşayacaksın, dedi ve yürümeye devam etti. Sinem’in sesi yine duyuldu:
– Söyle şurda oturan müsveddeye, yarın sakın o kıyafetle görmeyeyim onu.
Ege Sinem’e döndü. O kadar kızmıştı ki bu lafına. İçinden, ‘be kadın senin de zaten sadece üstündekiler bir değer eder. İçindeki bir pul parası etmez’ demek geçti ama sustu.
Ne de olsa patronun sevgilisiydi ve oldum olası kadınlardan korkardı. Stajyerlerin yanına gitti.
– Evet, arkadaşlar hoş geldiniz. Beni tanıyorsunuz, sizinle görüşmeyi ben yapmıştım. Ama usulden yine tanışalım. Ben Ege.
– Pınar!
– Kerem!
– Melike!
– Hazel!
Diğer stajyerleri yanına çağırdı.
– Hazel sen biraz bekle. Birazdan geleceğim.
Az sonra dönmüştü.
– Hazel!
Hazel irkildi.
– Gel, dedi Ege yumuşak bir ses tonuyla.
Hazel’i Başer’in odasına götürdü. Başer her ne kadar mesleğinin gerektirdiklerini yapıp, bazen yanlış anlaşılsa da yumuşak başlıydı. Babacandı.
– Başer Ağabey! Bu Hazel, stajyerimiz. Sinema-TV 3. sınıf öğrencisi. 35 gün bizimle olacak. Sinem cadısı taktı bu kıza desem, başka açıklama yapmama gerek yok sanırım.
Başer diğerleri gibi davranmayarak, kızın giyimi yerine sadece gözlerine bakıyordu. Hazel elleri önde bağlı, sabahtan bu yana üzerinde gezinen gözlerin içinden, ilk kez birisine utanmadan bakıyordu.
– Gel bakalım Hazel, hoş geldin!
Hazel dizlerini çocuk gibi büzüştürüp, ellerini bacaklarının arasına alarak oturdu.
– Rahat ol evladım! Sinem’e alışırsın. Zaten bu odada olduğun sürece sana zararı dokunamaz. Aşıladık bu odayı biz ona karşı, dedi gülümseyerek.
Hazel sevmişti bu odayı ve bu babacan adamı. Başer devam etti:
– Ben acilen çıkıyorum, gelince yapman gerekenler hakkında konuşuruz. Ben gelene kadar sen etrafı toparla olur mu?
– Olur Başar Bey. Siz merak etmeyin.
Başer işaret parmağını salladı.
– Başar değil, Başer. Ayrıca bey değil, ağabey. Hadi görüşürüz.
Hazel’in üzüntüsü gitmiş neşelenmişti. Odayı incelerken Başer’in aldığı ödülleri ve takdir belgelerini gördü. İki elini havaya kaldırdı:
– Allah’ım teşekkür ederim sana, beni yalnız bırakmadığın için.
Sinem odasında makyajını tazeledikten sonra, Ali’nin odasına gitti. Kapının kapalı olduğunu görünce dahili telefonundan Semiray’ı aradı:
– Ali Bey’in yanında kim var?
– Kimse yoktur Sinem Hanım, olsa mutlaka bana söylerdi.
Odanın kapısını açtığında Ali’yi göremedi. Çok şaşkındı. Odaya iyice baktı. Sonra dışarıdakilere döndü.
-Ali Bey’i gören var mı?
Cevap yoktu. Telefonunu yine kullanacakken toplantı odasının kapısı açıldı.
– Hayırdır Sinem, sabah sabah sesin gürlüyor yine.
– Günaydın Ali! Seni merak ettim.
Ali Sinem’ in yanına yaklaştı. Alçak bir sesle:
– Bey, Sinem! Ali Bey. Sana kaç defa çalışanların yanında bana adımla hitap etmemeni söyledim!
– Odana geçelim mi?
Odaya girdiklerinde:
– Seni anlayamıyorum Ali. Buradaki herkes nişanlı olduğumuzu biliyor, neden bu tavırlar?
– Sinem biz nişanlı değiliz. Ayrıca evli de olsak, durum değişmeyecek. Bir daha bunu bana tekrarlatma!
Sinem, Ali’de bir şeyler olduğunu sezinlemişti. Üstüne gitmek kendi zararına olacaktı. Akıllı ve sinsi bir kadındı. Konuyu değiştirdi:
– Toplantı nasıldı?
Ali gözlerini Sinem’in gözlerine dikti:
– Çok mu merak ettin? Gelseydin. Hem neredeydin sen? Burası dingonun ahırı mı? Toplantıya giriyoruz şirketin müdürü ortalıklarda yok. Olmadığı gibi, nerede olduğu da belli değil. Telefonları kapalı. Neler oluyor Sinem?
Sinem seksi olmayı bırakmış, çocuksu bir role bürünmeye çalışıyordu.
– Aşkım beni merak da edermiş, diyerek Ali’ye sarılmak istedi.
– Cevap verir misin?
Aslında alacağı cevabın, doğru cevap olmadığını çok iyi biliyordu.
– Hayatım nerede olacağım. Evdeydim. Uyuyakalmışım. Telefonumu da geceden kapatmıştım. Evden arasaydın birtanem.
Ali bu anlamsız ve sahte konuşmaya son vermek istedi. Söylediği yalandı. Sabah zaten evi aramış, hizmetçi Sinem’in gece eve gelmediğini söylemişti.
– Başer Ağabey’in yanına git. Yarınki manşet için bir haber var. Birlikte gözden geçirin. Son halini de akşam masamda görmek istiyorum. Baskıdan önce!
Sinem söylediği yalanın işe yaradığını düşünerek, şirinliklerine devam ediyordu.
– Tamam, tatlım benim! Sen merak etme. Öpeyim seni öyle gideyim, diyerek uzandı ve Ali’yi öperek odadan çıktı.
Odadan çıkarken, kazandığını sandığı zaferin verdiği gülümseme yüzüne yansımıştı. Başer’in odasına girdiğinde Hazel’i temizlik yaparken gördü.
– Başer Bey nerede?
Hazel’in içini korku kaplamıştı. Ürkek bir sesle:
– Bilmiyorum ki, geleceğim deyip çıktı.
– İyi aferin! Bak yapabileceğin işi çözümlemekte bir başarıdır. İşin bitince benim odama gel, orayı toparla.
Saat 18.00 olmuş mesainin bitme vakti gelmişti. Ege Ali’nin odasına girdi. Gözü masada duran yarınki gazete manşetinin demosuna takıldı.
– Vay be! Bu grafiker çocuk harikalar yaratıyor. Bayıldım bu tasarıma.
Demoda; sabah tartışılan 65 yaşında, evli, torun sahibi ünlü yapımcı Halis Turgutoğlu’nun, yanında 21 yaşında bir genç kızla sarmaş dolaş otele girerken çekilmiş fotoğrafı ve altında kocaman bir yazı bulunuyordu. Sesli bir şekilde okumaya başladı:
‘İSTANBUL’UN EN ÜNLÜ OTELİ GREENLAND’DA HALİS MUHLİS CEYLAN AVI.
Ünlü yapımcılardan Halis Turgutoğlu, dün gece yanında torunu yaşındaki bir genç kızla, Greenland Oteli’nde Manşet objektiflerine yakalandı. Pişkinliği ile dikkat çeken Turgutoğlu, daha önce de torunu yaşındaki kızlarla gazetelere konu olmuştu. İşin en ilginç yanı ise, böyle yaşlı çapkınların bu gibi işleri için hep aynı oteli seçmeleri.’
Demo gazetenin iç sayfasını açacakken, gözü Ali’ye takıldı. Ali PC başında monitöre bakıyordu.
– Hayırdır üstat, sessizsin. Haberi yayınlayıp yayınlamamayı mı düşünüyorsun?
Bir cevap yoktu. Ege gazeteyi bırakıp koltuğa oturdu.
– Üstat iyi misin? Bir şey mi oldu?
Ali bir an daldığı yerden yüzünü Ege’ye çevirdi:
– Efendim, ne dedin duymadım?
– Duyamazsın. Çünkü dinlemiyordun. Ters giden bir şeyler mi var?
– Yok hayır. Melih’in e-postasını okuyordum, ona dalmışım?
– Melih?
– Şu sinema okuyan kız. İzmir’den döndüğünde kısa film çekecekmiş onu paylaşmış benimle.
– Bu kadar dalmanın sebebi bir öğrencinin attığı e-posta mı?
Ege gözlerini çekmemiş, merakla Ali’nin vereceği cevabı bekliyordu.
– Hadi boşver şimdi benim dalmamı çıkmamı. İşin yoksa gel, Naşide’nin yanına gidelim kulaklarımızın pası silinsin.
– Peki, patron sensin. Aklı hala Melih ve e-postada kalmıştı.