Romantik, özgürleştirici va kesinlikle bağımlılık yaratıcı… Bu roman dengenizi sarsacak, sizi ele geçirecek va ebediyen sizinla kalacak
Edebiyat öğrencisi olan Ana Steele, genç girişimci Christian Grey’le röportaj yapmaya gittiğinde son derece çekici, zeki ve sinir bozucu bir adamla karşılaşır. Toy ve masum Ana, bu adama duyduğu arzu karşısında şaşkına döner ve adamın gizemli doğasına rağmen ona yakınlaşma arzusuyla yanıp tutuşur. Ana’nın güzelliği, zekâsı ve özgür ruhuna direnemeyen Grey de onu istediğini kabul eder, ancak şartları vardır…
Grey’in sıra dışı erotik istekleri karşısında şoka uğrayan ama bir yandan da heyecana kapılan Ana tereddüde düşer. Büyük başarısına rağmen -çokuluslu şirketleri, uçsuz bucaksız serveti ve sevgi dolu bir ailesi vardır- Grey şehvete esir olmuş ve hükmetme hırsı olan bir adamdır. Çift, cüretkâr ve tutkulu bir fiziksel ilişkiye yelken açarken, Ana, Christian’ın karanlık sırlarını ve kendi gizli arzularını keşfeder.
***
BÖLÜM BİR
Aynaya yüzümü sıkıntıyla buruşturarak baktım. Bir türlü söz dinlemeyen lanet olası saçlarım ve hastalanıp beni bu angaryaya mecbur eden lanet olası Katherine Kanavagh. Gelecek haftaki final sınavlarım için çalışıyor olmam gerekirken, burada durmuş, saçlarıma fırçayla söz geçirmeye çalışıyordum. Islak saçla uyumamalıyım. Islak saçla uyumamalıyım. Bu mantrayı arka arkaya tekrarlarken, saçlarımı fırçayla kontrol altına sokmayı bir kez daha denedim. Çileden çıkarak gözlerimi devirdim ve aynadaki, yüzüne fazla iri gelen mavi gözlerini bana dikmiş soluk tenli ve kahverengi saçlı kıza bakıp pes ettim. Tek seçeneğim, inatçı saçlarımı atkuyruğu yapmak ve az da olsa prezantabl görünmeyi ummaktı.
Kate oda arkadaşımdı ve gribe yenilmek için bula bula bugünü bulmuştu. Bu yüzden, adını daha önce hiç duymadığım mega-sanayici zengin iş adamıyla okul gazetesi için sözleştiği röportaja gidemeyecekti. Böylece ben gönüllü edilmiştim, ineklemem gereken final sınavlarım, bitirmem gereken bir denemem vardı ve bu öğleden sonra çalışıyor olmam gerekiyordu; ama hayır, bugün Grey Şirketler Topluluğu’nun gizemli CEO’suyla bir araya gelmek için, Seattle şehir merkezine 165 mil direksiyon sallayacaktım. Sıra dışı bir girişimci ve üniversitemizin önemli bağışçısı olan Grey’in vakti olağanüstü kıymetliydi -benimkinden çok daha kıymetli- ama Kate’e bir röportaj bahşetmişti. Kate, gerçek bir başarı, demişti. Kate’in lanet olası ders dışı aktiviteleri.
Kate oturma odasındaki kanepeye kıvnlmıştı.
Kulak tırmalayan kısık sesiyle, “Ana, üzgünüm. Bu röportajı kapmam dokuz ayımı aldı. Tarihi değiştirmek bir altı ayımı daha alır ve o zamana kadar ikimiz de mezun olmuş olacağız. Editör olarak bu işi mahvedemem. Lütfen,” diye yalvarıyordu. Bunu nasıl başarıyordu? Hastayken bile çocuksu ve muhteşem görünüyordu; çilek sarısı saçları yerli yerinde, yeşil gözleri şu anda kırmızı ve sulu olsa da hâlâ parlaktı. Aniden beliren sempati dalgasını görmezden geldim.
“Tabii ki giderim, Kate. Sen yatağına dönmelisin. NyQuil ya da Tylenol ister misin?”
“NyQuil, lütfen. Sorular ve dijital kayıt cihazım burada. Şu kayıt tuşuna basman yeterli. Not al, ben hepsini yazıya dökerim.”
İçimde yükselen panik duygusunu boş yere bastırmaya çalışarak, “Hakkında hiçbir şey bilmiyorum,” diye mırıldandım.
“Sorular işini görür. Haydi git. Yolun uzun. Geç kalmanı istemem.”
“Tamam, gidiyorum. Yatağına dön. Daha sonra ısıtman için çorba yaptım.” Ona sevgiyle baktım. Kate, bunu sadece senin için yaparım.
“Isıtırım. Bol şans. Ve teşekkürler, Ana; her zamanki gibi hayatımı kurtardın.”
Sırt çantamı alırken ona buruk bir gülümsemeyle baktım ve kapıdan çıkıp arabaya yürüdüm. Kate’in beni bunu yapmaya ikna etmesine izin verdiğime inanamıyordum. Ama Kate beni neye olsa ikna ederdi. Olağanüstü bir gazeteci olacaktı. Kendini çok iyi ifade edebilen, güçlü, ikna edici, tartışmaya açık ve güzeldi; benim canım, canım arkadaşımdı.
Washington, Vancouver’dan Interstate 5’e doğru ilerlerken yollar açıktı. Henüz erkendi ve saat ikiden önce Seattle’da olmam gerekmiyordu. Neyse ki Kate bana spor Mercedes SLK’sını ödünç vermişti. Eski VW Kaplumbağa’m Wanda’nın bu yolculuğu vaktinde tamamlayacağından emin değildim. Ah, Mercedes’le yolculuk eğlenceliydi ve pedalı köklerken kilometreler hızla akıp gidiyordu.
Varış noktam Bay Grey’in küresel şirketinin ana merkeziydi. Her mimarın faydacılık hayalini süsleyen, yirmi katlı, her yeri kavisli cam ve metalden ibaret iş merkezinin cam ön kapısının üzerindeki çelikte, dikkat çekmeyen harflerle GREY EVİ yazıyordu. Oraya vardığımda saat ikiye çeyrek vardı; devasa -ve samimi olmam gerekirse sinir bozucu- cam, çelik ve beyaz kum taşı lobiye adım atarken geç kalmadığım için derin bir oh çektim.
Sağlam kum taşı masanın arkasından çok çekici, bakımlı, sarışın bir kadın bana gülümsedi. Üzerinde gördüğüm en şık kömür rengi ceket ve beyaz gömlek vardı. Kusursuz görünüyordu.
“Bay Greyi görmeye geldim. Katherine Kavanagh adına Anastasia Steele.”
“Bir saniye lütfen, Bayan Steele.” Ben sıkılgan bir tavırla karşısında dikilirken kaşını kaldırdı. Lacivert ceketim yerine Kate’in spor ceketlerinden birini ödünç almadığıma pişman olmaya başlıyordum. Çaba göstermiş ve sahip olduğum tek eteği, diz hizası, derli toplu çizmelerimi ve mavi bir kazak giymiştim. Bana göre şıktı. Kadın sinirimi bozmuyormuş gibi görünmeye çalışarak, saçımın firari tutamlarından birini kulağımın arkasına ittim.
“Bayan Kavanagh’ı bekliyorlarmış. Lütfen şuraya imza atın. Bayan Steele. Sağ taraftaki son asansöre binip yirminci katın düğmesine basın.” Ben imzamı atarken, hiç şüphesiz halimle eğlenerek kibarca gülümsedi.
Ön yüzeyine çok kararlı harflerle “ziyaretçi” kelimesinin yazılı olduğu güvenlik kartını verdi. Kendimi sırıtmaktan alamadım. Sadece ziyaretçi olduğum her halimden belliydi. Buraya hiç mi hiç uymuyordum. Kendi kendime iç geçirdim. Değişen bir şey yok. Kadına teşekkür ettikten sonra, asansörlere doğru ilerlerken, iyi kesimli siyah takım elbiseleri içinde benden kat kat şık görünen iki güvenlik görevlisinin önünden geçtim.
Asansör beni son hızla yirminci kata çıkardı. Kapılar kayarak açıldı ve kendimi bir kez daha cam, çelik ve beyaz kum taşından ibaret bir lobide buldum. Yeni bir kum taşı masa ve beni selamlamak için ayağa kalkan yine sarışın, ama bu kez siyah ve beyaz kusursuz bir kılık içindeki bir kadın tarafından karşılandım.
“Bayan Steele, burada bekler misiniz lütfen?” Beyaz deri koltukların durduğu bir bekleme alanını işaret ediyordu.
Deri koltukların arkasındaki cam duvarlı, geniş toplantı odasında yine bir o kadar geniş ve etrafında en az yirmi sandalye olan, koyu ahşap bir masa vardı. Masanın diğer tarafında şehirden güneye doğru bakan bir Seattle manzarasına hâkim boydan boya bir cam yükseliyordu. Göz alıcı manzara beni bir an için dondurmuştu. Vay canına.
Oturdum, çantamdan çıkardığım soruları, içimden bana kısa bir biyografi vermediği için Kate’e söverek, gözden geçirdim. Röportaj yapmak üzere olduğum bu adam hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Doksan yaşında da olabilirdi, otuz da. Belirsizlik sinir bozucuydu, yeniden yüzeye çıkan heyecanım huzursuzluk içinde kıpırdanmama neden oluyordu. Birebir röportajlar konusunda hiçbir zaman rahat olmamıştım; odanın arka tarafında dikkat çekmeden oturacağım bir grup tartışmasının anonimliğini her zaman tercih ederdim. Dürüst olmam gerekirse, kampüs kütüphanesinde bir koltuğa kıvrılıp klasik bir İngiliz romanıyla baş başa kalmayı, cam ve taştan yapılma devasa bir yapıda sinir içinde kıpırdanıp durmaya yeğlerdim.
Kendi kendime gözlerimi devirdim. Topla kendini, Steele. Fazla soğuk ve modern olan binaya bakılırsa, Grey kırk yaşlarında, formda, yanık tenli ve çalışanlarıyla uyum içinde olacak şekilde açık renk saçlı olmalıydı.
Sağ taraftaki büyük kapıdan yine zarif ve kusursuz giyimli bir sarışın çıktı. Bu kusursuz sarışın olayı da neyin nesiydi böyle? Burası Stepford’dan farksızdı. Derin bir nefes alıp ayağa kalktım.
Son sarışın, “Bayan Steele?” diye sordu.
Hırıltılı bir sesle, “Evet,” dedim ve gırtlağımı temizledim. “Evet.” Bu evet daha kendinden emin çıkmıştı.
“Bay Grey sizi bir iki dakikaya kadar görecek. Ceketinizi alabilir miyim?”
“Ah, lütfen.” Debelenerek ceketimden sıyrıldım.
“İçecek bir şeyler ikram eden oldu mu?”
“Hmm, hayır.” Ah, Tanrım. Yoksa Bir Numaralı Sarışın’ın başı belada mıydı?
İki Numaralı Sarışın kaşlarını çatarak masadaki genç kadını süzdü.
Dikkatini tekrar bana çevirerek, “Çay, kahve, su, ne alırdınız?’
“Bir bardak su, lütfen. Teşekkürler,” diye mırıldandım.
“Olivia, lütfen Bayan Steele’e bir bardak su getir.” Sesi sertti. Olivia ayağa firladı ve hızlı hareketlerle, holün diğer tarafında kalan kapıya yöneldi.
“Özür dilerim, Bayan Steele. Olivia yeni stajyerimiz. Lütfen oturun. Bay Grey beş dakika sonra sizinle olacak.”
Olivia bir bardak buzlu suyla geri geldi.
“Buyurun, Bayan Steele.”
“Teşekkürler.”
İki Numaralı Sarışın, topuklarını kum taşı zeminde tıkırdatarak büyük masaya yürüdü. Oturdu ve her ikisi de işlerine devam ettiler.
Belki de Bay Grey bütün çalışanların sarışın olmasında ısrar ediyordu. Ben kendi kendime bunun yasal olup olmadığını sorgularken, ofisin kapısı açıldı ve uzun boylu, zarif giyimli, kısacık rasta saçlı Afrikalı-Amerikalı bir adam dışan çıktı. Kesinlikle yanlış giyinmiştim.
Döndü ve kapıdan içeri, “Bu hafta golf, Grey?’ dedi.
Cevabı duymadım. Adam döndü, beni gördü ve koyu renk gözlerini kırıştırarak gülümsedi. Olivia ayağa fırlayıp asansörü çağırmıştı. Koltuğundan fırlamak konusunda ustalaşmış görünüyordu. Benden daha gergindi!
Adam kayan kapıların arkasında kaybolmadan önce, “İyi öğleden sonralar, bayanlar,” dedi.
İki Numaralı Sarışın, “Bay Grey şimdi sizi kabul edecek, Bayan Steele. İçeri girebilirsiniz,” dedi. Sinirlerimi yatıştırmaya çalışarak, biraz titrek hareketlerle kalktım. Sırt çantamı aldım, ve bardağımı bıraktım ve kısmen açık duran kapıya doğru yürüdüm.
“Çalmanıza gerek yok, doğrudan girin.” İki Numaralı Sarışın gülümsüyordu.
Kapıyı itip tökezleyerek içeri daldım ve kendi ayağıma takılıp boylu boyunca ofisin içine düştüm.
Lanet olsun! Ben ve iki sol ayağım! Bay Grenin ofisinin kapısında ellerimin ve dizlerimin üstünde duruyordum ve nazik eller beni tutmuş kalkmama yardım ediyordu. O kadar utanmıştım ki. Lanet olası sarsaklığım. Başımı kaldırıp bakmak için kendimi zorlamam gerekti. Aman Tanrım… o kadar gençti ki.
“Bayan Kavanagh.” Ben iyice doğrulunca, uzun parmaklı elini bana uzattı. “Adım Christian Grey. İyi misiniz? Oturmak ister misiniz?”
Çok genç… ve çekiciydi, hem de çok çekici. Uzun boyluydu; üzerindeki şık gri takım elbise, beyaz gömlek ve siyah kravatı, koyu bakır rengi saçlar ve bana kurnazlıkla bakan, yoğun, parlak gri gözler tamamlıyordu. Sesimi bulmam birkaç saniyemi aldım.
“Şey… Aslında…” diye geveledim. Eğer bu adam otuzun üstündeyse, ben de bir maymunun amcasıydım. Sersemlemiş halde elimi uzattım ve el sıkıştık. Parmaklarımız temas edince, iç gıdıklayıcı bir ürperti duydum. Utanarak, hızla elimi geri çektim. Statik olsa gerekti. Gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırırken, göz kapaklarım kalp atışlarıma ayak uydurmuştu.
“Bayan Kavanagh rahatsızlandığı için beni gönderdi. Umarım sizin için sakıncası yoktur, Bay Grey.”
“Ve sizin adınız?” Sesi sıcak, belki eğlenir gibiydi, ama duygusuz ifadesinden tam olarak kestirmek güçtü. İlgili gibiydi, ama her şeyden öte, kibardı.
“Anastasia Steele, Kate’le birlikte… hmm… Katherine’le, Bayan Kavanagh’la birlikte, WSY Vancouver’da İngiliz Edebiyatı okuyorum.”
“Anlıyorum,” demekle yetindi. İfadesinde bir gülümseme görür gibi oldum, ama emin olamadım.
“Oturmak ister misiniz?’ Eliyle L biçiminde beyaz deri kanepeyi işaret etti.
Ofisi bir kişi için fazla büyüktü. Boydan boya camların önünde, altı kişinin rahatça yemek yiyebileceği büyüklükte, koyu renk ahşap bir masa duruyordu. Masa ve kanepenin önündeki sehpa takımdı. Geri kalan her şey -tavan, yer ve kapının yanındaki, bir kare oluşturacak şekilde düzenlenmiş otuz altı küçük resimden oluşan bir mozaiğin kapladığı duvarın dışında kalan bütün duvarlar- beyazdı. Bunlar enfes resimlerdi, bir dizi dünyevi, unutulmuş nesne öylesine detaylı resmedilmişti ki fotoğraftan farksızdılar. Bir arada sergilenirken nefes kesiyorlardı.
Bakışımı yakalayan Grey, “Yerel bir ressam,” dedi. “Truton.”
Dikkatim o ve resimler sayesinde dağılmış halde, “Çok hoşlar,” dedim. “Sıradanı sıra dışılığa yüceltmişler.” Başını yana eğerek bana dikkatle baktı.
Yumuşak bir sesle, “Size daha fazla katılamazdım. Bayan Steele,” diye yanıtladı ve nedense kızardığımı hissettim.
Resimler dışında, ofis soğuk, temiz ve kliniğimsiydi. Karşımdaki beyaz deri koltuklardan birine çöken Adonis’in kişiliğini yansıtıp yansıtmadığını merak etim.. Düşüncelerimin saptığı istikametten rahatsız olarak başımı salladım ve sırt çantamdan Kate’in sorularını çıkardım. Sonra, dijital kayıt cihazını kurdum ve parmaklarım birbirine dolandığı için, cihazı iki kez önümdeki sehpaya düşürdüm. Ben gittikçe daha fazla utanıp kıpkırmızı kesilirken Bay Grey hiçbir şey demeden sabırla -umarım- bekliyordu. Sonunda ona bakacak cesareti topladığımda, bir eli gevşek bir halde kucağında, uzun işaret parmağını dudaklarının üstünde dolaştırdığı diğeriyse çenesinde, beni izliyordu. Gülümsemesini bastırmaya çalıştığını düşündüm.
“Ö-özür dilerim,” diye geveledim. “Buna alışık değilim.”
“Acele etmeyin, Bayan Steele,” dedi.
“Cevaplarınızı kaydetmemin bir sakıncası olur mu?”
“Kayıt cihazını kurmak için girdiğiniz onca zahmetten sonra, şimdi mi soruyorsunuz?”
Kıpkırmızı oldum. Benimle alay mı ediyordu? Öyle olmasını umuyordum. Ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerimi kırpıştırdım ve sanırım bana acımış olacak ki, yumuşadı. “Hayır, sakıncası olmaz”
“Kate, yani Bayan Kavanagh, röportajın ne için olduğunu açıkladı mı?”
“Evet. Bu yılın mezuniyet töreninde diplomaları ben vereceğim için, okul gazetesinin mezuniyet sayısında yayımlanacak.”
Ah! Bu benim için yeni bir haberdi ve geçici bir süre, diplomamı benden çok da büyük olmayan -tamam belki altı yaş falan büyüktü ve tamam mega-başarılıydı, ama yine de…- birinden alacak olmanın endişesini duydum. Kaşlarımı çatarak, yoldan çıkan dikkatimi yeniden elimdeki işe çevirdim.
“Pekâlâ…” Gergin bir tavırla yutkundum. “Bazı sorularım olacak, Bay Grey.” Bir saç tutamını kulağımın arkasına attım.
Ruhsuz bir ifadeyle, “Ben de öyle olacağını düşünmüştüm,” dedi. Bana gülüyordu. Bunu fark edince yanaklarım ısındı, daha uzun boylu ve tehditkâr görünme çabasıyla sırtımı dikleştirdim. Cihazın kayıt tuşuna basarken profesyonel görünmeye çalışıyordum.
“Böyle bir imparatorluk kurmak için çok gençsiniz. Başarınızı neye borçlusunuz?’ Ona baktım. Gülümsemesi hüzünlüydü ve sanki biraz rahatsız olmuş gibiydi.
“İş demek insan demektir, Bayan Steele ve ben insanları yargılamak konusunda çok iyiyimdir. Nasıl motive olduklarını, onları neyin verimli kıldığını, neyin teşvik ettiğini ve onlara neyin ilham verdiğini bilirim. Sıra dışı bir ekip çalıştırıyorum ve karşılığını veriyorum.” Duraksadı ve gri bakışlarını bana sabitledi. “Herhangi bir planda başarı elde etmek için, insanın o planın ustası olması, içini dışını en ince detayına kadar bilmesi gerektiğine inanırım. Bunu yapmak için çok çalışırım. Mantık ve gerçeklere dayalı kararlar alırım. İyi, sağlam bir fikri ve iyi insanları göze kestirebilen ve besleyebilen Tanrı vergisi bir iç sese sahibim. İşin özü, her şeyin iyi insanlara dayanmasıdır.”
“Belki de sadece şanslısınızdır.” Bu yorum, Kate’in listesinde yoktu, ama o kadar küstahtı ki. Gözleri kısa bir an hayretle parladı.
“Ben işi şansa bırakmam, Bayan Steele. Bana ne kadar çok çalışırsam şansım o kadar artıyor gibi geliyor. İşin sırrı, takımınızda doğru insanları bulundurmakta ve enerjilerini uygun şekilde yönlendirmekte. Sanırım Harvey Firestone’un sözüdür: “İnsanların büyümesi ve gelişmesi, liderliğin en büyük görevidir.”
“Kulağa kontrol manyağı gibi geliyorsunuz.” Kelimeler ağzımdan kendime engel olamadan dökülüvermişti.
“Ah, her şeye kontrol uygularım, Bayan Steele,” derken sesinde mizahtan eser yoktu. Ona baktım; hissiz bakışlarını gözlerime dikmişti. Kalp atışlarım hızlandı ve yüzüm bir kez daha kızardı.
Neden üzerimde böyle sinir bozucu bir etki bırakıyordu? Sebep baş döndürücü yakışıklılığı mıydı? Gözlerinin beni delip geçmesi? İşaret parmağını alt dudağının üstünde dolaştırma şekli? Keşke bunu yapmaya bir son verseydi.
Sözlerini, “Ayrıca, muazzam güç, gizli hayallerinizde, kendi kendinizi dünyaya her şeyi kontrol etmek üzere geldiğinize inandırmaktan geçer,” diye sürdürürken sesi yumuşacıktı.
“Muazzam bir gücünüz olduğunu mu hissediyorsunuz?” Kontrol manyağı.
“Yanımda kırk binden fazla insan çalıştırıyorum, Bayan Steele. Bu bana belli bir sorumluluk hissi ve, siz öyle demek isterseniz, güç veriyor. Telekomünikasyon işine artık ilgi duymadığıma karar verip işin o kısmını satsam, bir ayın sonunda yirmi bin kişi ev kredisi ödemelerini yapamayacak hale gelir.”
Ağzım açık kalmıştı. Tevazu yoksunluğu karşısında afallamıştım.
Tiksinerek, “Rapor vermeniz gereken bir yönetim kurulu yok mu?” diye sordum.
“Şirketin sahibi benim. Bir yönetim kuruluna rapor vermem gerekmiyor.” Tek kaşını kaldırdı. Elbette, biraz araştırma yapmış olsam bunu bilirdim. Ama lanet olsun, çok küstahtı. Tavrımı değiştirdim.