Gazi Mustafa Kemal’in en sevdiğim fotoğraflarından biri var kitabın kapağında… 1921in Mart ayında Ankara Gölbaşı’nda çekilmiş. Mustafa Kemal Paşa cepheye yiyecek götüren devecilerle görüşüyor. Bir devrimin önderini halkıyla iç içe, yan yana sohbet ederken gösteren bu kadar sıcak bir fotoğraf neden pek ortaya çıkarılmazda, fotoğraflarında O’nu hep tanrılar kadar yalnız görürüz bilmem…
“Gölgedekiler” işte biraz da bu yanılgıyı düzeltmek için yazıldı. 1920′lerin ateşten günlerinin sıcağını, Gazi ile paylaşmış bir avuç insanın öyküleri var bu kitapta…
O’nun gölgesinde yaşayıp ölmüş bir genç kadının, o talihsiz çok partili rejim denemesinde göreve çağrılmış bir yakın dostun, Çanakakale’de gözünü kırpmadan ölüme koşan binlerce askerin, İlk Meclis’te ilkeleri uğruna muhalefete düşen bir gizli kahramanın, zorlu bir gemi yolculuğunun adları duyulmamış neferlerinin ve ülkenin ilk resmi Komünist Partisi’nin kuruçularının portreleri, tarihin kuytu köşelerinden çıkıp ışığa kavuşuyorlar.
“Gölgedekiler” o portrelerden yola çıkılarak değişik bir tarih fotoğrafı sunuyor sizlere…
Bu fotoğrafa, diğerlerinden daha çok ısınacağımızı umuyorum…
Önsöz
Biz tarihe hep “büyük adamlar” perspektifinden baktık. “Büyük adamlar”, sabah alacasında, şahlanmış atlan üzerinde taarruz emirleri yağdırıp, yüz binleri ölüme sürerler; O yüz binler de arkalarında toz bulutlarıyla cepheye koşuşur ve çoğu zaman geride bir kan götü ile meçhul asker Unvanı bırakırlardı…
“Yüz binler”in adını sanını kimseler bilmezdi.
Yenenler, yenilenler, ölenler ya da kalanlar onlar olduğu halde tarih kitaplarında savaşları hep krallar ve imparatorlar kazanıyordu:
Fatih, gemileri karadan yüzdürmüştû.
Aksak Timur, Osmanlı’yı Ankara meydan savaşında mağlup etmişti.
Attila, İtalya’ya saldırıp, Roma’yı kuşatmıştı.
Her şeyi tek başlarına yapmışlar gibi anlatılırdı.
Öyle ki yenilseler bile, tek başına ağlarlardı. Tarih kitapları, cephede veya cephe gerisinde ağlaşan “yüz binler”in hıçkırıklarına sağırdı sanki…
Bu anlayış, yıllar yılı Cumhuriyet tarihine de egemen oldu. İlkokullarda Kurtuluş Savaşı, “Atatürk yoktu/Düşmanlar çoktu/Atatürk geldi/Düşmanı yendi” tekerlemesiyle anlatıldı.
Ya da “Vahdettin’in işgal altındaki İstanbul’a bakıp ağladığı” yazıldı. Ağlayan bir tek O muydu acaba?..
Bu tür bir söylemin “büyük adamlara da zarar verebileceği, onları yapayalnız birer figür haline sokacağı hiç düşünülmedi. Bunun, topluma saygısızlık anlamına geleceği öngörülemedi.
Ben, bu söylemin reddini İlk Nâzım Hikmet’te okudum.
ilk kez o görkemli “Kuvay ı Milliye Destanı”nda “yüz binler” ile tanıştım.
“Onlar ki; toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çoktu”lar… “Ana avrat küfreder, merasimsiz ağlarlardı.
Nâzım sayesinde ilk kez Kurtuluş Savaşı’nda Arhavili İsmail’in, Ali Onbaşı’nın, Manastırlı Hamdi Efendi’nin imzalarını gördük. Bir de onların tarihinin olduğunu fark ettik. Tarih, daha bir yakınımıza geldi sanki… Ete kemiğe büründü…
Biz tarih olmadan, tarih “biz” oldu.
işte “Gölgedekiler”, bu arayışın bir ürünüdür. Tarih kitaplarında adlarını görmeye pek alışkın olmadığımız, gölgede kalmış gizli kahramanların öyküleridir. Sadece Hüseyin Avni Bey, Fikriye Hanım, Fethi Bey gibi isimlerin değil, Türkiye Komünist Partisi gibi partilerin de unutulmuş ya da bir kenara terk edilmiş mütevazı maceralarıdır
Bugüne dek, çoğu eserde iki tür yaklaşım egemen oldu:
Ya ülkenin kuruluşunda Atatürk’ten başka hiç kimse yokmuş gibi davranıldı; … ya da Atatürk hiç yokmuş gibi gösterildi.
“Gölgedekiler”de bu iki yaklaşımın da yanlış olduğunu göstermeyi amaçladık. Atatürk’e saygıyı hiç elden bırakmadan, zaferin “meçhul asker’lerini sahneye çağırdık. Yakın tarihimizin adı sanı fazla duyulmamış kahramanlarının eskizlerini çizmeye çalıştık. Bazen bir gemi kaptanının, bazen bir gizli sevdalının, bazen eski bir dostun, bazen kısa ömürlü bir partinin penceresinden tarihimize bakmaya çabaladık.
Mustafa Kemal Atatürk, yine de tüm bu öykülerin ortak paydaşıydı. “Gölgedekiler” konuşurken. Onun belki de pek bilmediğimiz, tanımadığımız yönlerini anlattılar Savaşın en sıkışık döneminde, yakın çevresi “köşene çekil” dediğinde nasıl umutsuzluğa kapıldığını, Çanakkale’de ceset kokularından bunaldığı bir gecenin sabahında nasıl at sırtında temiz hava soluduğunu, Menemen’den gelen haberle nasıl sinirlendiğini, ya da iki yakın arkadaşı arasında bir tercih yapmak zorunda kalınca nasıl zorlandığını gördük.
O’nu daha yakından tanıdık.
Ancak bu arada O’nun öyküsünü “yüz binler”in kişisel öykülerinden koparmamaya çalıştık. Sonsuz fedakârlığı ve umarsız aşkı ile Fikriye Hanımı, rejimin en kritik döneminde bir sırat köprüsünü geçmeye çalışan Fethi Bey’i, İlk Meclis’le. erken sayılan bir muhalefetin bayrağını açan Hüseyin Avni Bey’i, gönülsüzce üstlendiği bir “komünist rolünü” baştan sona inançla oyna an Hakkı Behiç Bey’i, Çanakkale’de gözü kapalı ölüme giden Ali Onbaşıları. Mehmet Çavuşları anlatmaya çalıştık.
Tabii televizyon için ve 40 dakika sınırlamasıyla yazılan bir metnin, zaman zaman bazı ayrıntıları atlaması, zaman zaman yüzeysel kalması, bazen olayın bazı yanlarını eksik bırakması mümkündür. O yüzden Gölgedekiler’e bitmiş birer belgesel metni olarak değil, belki ilerde yapılacak çok daha kapsamlı bir “Kurtuluş Savaşı” belgeselinin fragmanları olarak bakmak daha doğru olacaktır.
Burada öykülerini okuyacağınız portreler, o büyük destanın birer karakalem eskizinden ibarettir. »
Tabii tarihin olduğu gibi “Gölgedekiler”in de “gölgede” kalmış gizli kahramanları var. Burada onları anmadan geçersek, kendi tarih anlayışımıza ve hayata bakışımıza ters düşmüş oluruz.
Metin yazımı aşamasında en büyük fikri katkıyı sevgili arkadaşım ve “Gölgedekiler”in yönelmeni İlhamı Algör1 den gördüm. İlhamı, karakterlerin ete kemiğe büründürülmesi ve kişisel psikolojilerin ön plana çıkarılması konusundaki arayışlarıyla, belgesellere bir film tadı verdi.
Danışmanımız Fahri Aral, zengin kaynaklarını cömertçe açtığı gibi. her aşamada adeta kılı kırk yararak yaptığı uyanlarla da en büyük destekçilerimizden biri oldu.
Eşim Dilek’in her zaman olduğu gibi metinleri ilk okuyan ve samimiyetle eleştiren bir insan olarak büyük katkısı oldu.
İletişim Fakültesi’nde ders verdiğim dönemde öğrencim olmasından artık övünç duyduğum Soner Sevgili, belgeselin temel direği ve “sessiz lokomotifi” oldu.
Bir başka öğrencim Hale Şerif, hem belgesele hem belgesel metinlerinden oluşturduğumuz bu kitaba büyük emek verdi.
Bu kitabın, ekrana yansıyan yüzünde ise yukarda adlarını saydığım insanların yanı sıra;
… titiz görüntü seçimiyle Bülent Özkan’a, Hasan Tunç’a ve Toprak Avanoglu’na, kompûgrafik çalışmasıyla Bozkurt Gobeloğlu’na, isini gücünü bırakıp, seslendirme yönetmenliğimizi üstlenen Zafer Kayaokaya ve bazı bölümlerde görev alarak ekibe katılan Özge Sevgilier’e, Nice Sencer’e ve Yücel Demirde teşekkür borcum var.
Son olarak baştan sona katkılarını esirgemeyen Mehmet Ali Birand’a ve Kanal D’den Canan Meray’a da şükranlarımı sunuyorum.
Umarım, bir gün, bu karakalem eskizlerden yola çıkıp, o büyük tabloyu yapmak da bize kısmet olur.
… yaptığı usta işi müziklerle bu belgesele de can veren Fahir Atakoğlu’na,
… her konuda “naz”ımızı çeken, imdada yetişen Nazan Değiş’e,
… kamerasıyla Yusuf Akçura’ya, montajıyla Hakan Yılmaz a teşekkür ederim.
Can Dündar Haziran 1995′Ankara
“Fikriye Hanım hakkında bugüne dek
pek az şey yazıldı.
yazılanların çoğa da birbiriyle çelişkiliydi.
Biz, kısıtlı belgelerle ve
dilden dile aktarılan anılarla
elden geldiğince gerçeğe ulaşmaya çalıştık.
O’nun ağzından anlattıklarımızın
tarihsel sorumluluğu bize aittir.”
“Manastırın ortasında var bir havuz” sarkışı
sizin için ne ifade eder bilmem,
ama bir zamanlar Çankaya Köşkü’nûn piyanosuna
can veren kadın için bu sardı
hoca bir hayat demek.
O kadın ki
Çankaya Köşkü’nün ilk ev sahibeyiydi.
Kurtuluş Savaşı’nın gönüllü bir neferiydi.
Adını kimsecikler duymadı.
Atatürk’ün yanında bir gölge gibi yaşadı,
bîr sır gibi öldü.
Geride hiçbir iz bırakmadı.
Adı; Fikriye’ydi.
10 Kasım 1920 İstanbul
Fikriye Hanım
“1920 yılı Kasım ayıydı.
Soğuk bir gece yarısı Sirkeci Rıhtımından köhne bir şilebe bindim ve işgal gemilerinin arasından süzülerek İstanbul’dan kaçtım
Şilepte benim gibi gizlice Anadolu’ya geçip, Kuvayı Milliye’ye katılmak isteyen gençler vardı.
Paşam 1 yıl önce çıkmıştı Samsun’a…
Simdi ben de O’nun gibi, gizlice Karadeniz’e açılan bir vapurla açılıyordum Anadolu’ya…
Henüz 24 yaşındaydım.
Tarih 10 Kasım’dı…
Ankara’ya Paşamı bulmaya gidiyordum.
Fikriye Hanım Karadeniz’e açılırken geride kalan İstanbul’un hali içler açışıydı, İstanbul 7 aydır işgal altında bir esir şehirdi.
Düşman gemileri, zafer bayraklarıyla limanı doldurmuşlardı. Rıhtımlar, işgal çizmeleriyle çiğnenmişti.
Padişah Vahdettin İstanbul’daki işgalcilerle, Anadolu’daki isyancılar arasında sıkışıp kalmıştı. Bu nedenle de Anadolu’da o isyanı ateşleyen Komutan ile 5 arkadaşı için idam fermanı çıkarmıştı.
Mustafa Kemal artık bir idam hükümlûsüydü:
“… Emniyeti dahiliyeyi Mal eyleyenlerin tertipçisi ve tesvihçisi olduktan esasıyla sanık olan 3. Ordu Müfettişliğinden mazuî Selanik doğumlu Ali Rıza Efendi oğlu Mustafa Kemal Efendi hakkında verilen İdam kararı tasdik olunmuştur…”
Bu idam kararı Akaretler’deki evde hemen duyulmuştu. Mustafa Kemal’in annesi Zûbeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule Hanım gözyaşları içindeydiler.
O günlerde evde onlarla birlikte gözyaşı döken biri daha vardı: “Fikriye” adındaki bu genç kız Mustafa Kemal’in üvey amcasının kızıydı. Pek kimsesi yoktu. Moralıydı. Mustafa Kemal’den 16 yaş küçüktü, bu yüzden O’na “abi” derdi, ama “Paşa”ya hayranlığı gözlerinden okunurdu.
Zübeyde Hanım, bu ilginin farkındaydı ve bütün korkusu oğlunun da bu öksüz akraba kızına bağlanmasıydı İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir ara O’nu Mısırlı bir zenginle evlendirdiler. Ama harem hayatına katlanamayınca kaçıp, İstanbul’a geri döndü.
O’nun aklı Mustafa Kemal’deydi.
Fikriye Hanım
“Bir fırsatım bulup Ankara’ya haber yollamış, “Ben de yanınıza gelmek istiyorum’demiştim. Paşam, ,
…