Bir peygamberin hayatı asla dikensiz bir gül bahçesi değildir, aksine dikenlerle örülü bir ormanda gece gündüz yapılan bir yolculuk gibidir. Geçmişin keşfi bilinen bir dünyanın değil, yeni bir kıtanın keşfi gibidir. Bir tarih anlatısında her şey size tanıdık geliyorsa o anlatı sadece övgü ve yergidir, sadece fanatizm ve hamasettir. Hamaset ise tarihi değil sadece duygusal bir reflekstir. Tarihin perisi yoktur, sadece zekânın yolları vardır. Zekâdan mahrum bir tarih anlatısı sadece kuru bir aptallıktır ve her an sizin kuruyan bağnazlığınızı besler. İşte tam da bu nedenle belgeleri yücelten ve merkeze koyan akademik dogmalar, hakikatin yollarında kör ve sağır kalırlar.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 7
GİRİŞ 19
I. BİRLİK MEDENİYETİNİN KADİM KÖKENLERİ 25
a- Kadim Kökenler 25
b- Kültürel Kökenler 42
c- Felsefi Kökenler 62
d- Aşkın Kökenler 73
II. HZ PEYGAMBERİN VAHİY ÖNCESİ HAYATI 81
A- FAKİRLİKTEN ZENGİNLİĞE 81
B-ŞAŞKINLIKTAN AŞKINLIĞA 100
III. YOL’UN DİKEY BOYUTU-SELAMET YURDUNUN AŞKIN İLKELERİ 107
A- ALAY 107
I- Şüphe ve Şaşkınlık 107
II- Gizli/Bireysel Davet 115
B- TEKLİF 128
I- Açık/Kamusal Davet 128
II- Tanrısallığın Dili ve Sözün Aşkın Kökeni 137
C-TEHDİT 141
I- Kıyamet Diriliş ve Hesap 141
II- Şirk/Paganizm Eleştirisi 150
III- Birlik Medeniyetinin Ruhu 157
D- BOYKOT 171
I- Açlık ve Yoklukla İmtihan 171
II- Sosyal Sorumluluğa Çağrı ve Bencilliğin Reddi 178
III- Kimsesizlik, Keder ve Teselli 183
IV- Kureyşten Yüz Çevirme ve Mekke Dışına Açılma 186
V- Davetin Evrenselleşmesi ve Hicret Arayışları 197
VI- Ruhun ve Bedenin Göçü 224
IV. BÖLÜM: YOL’UN YATAY BOYUTU-SELAMET YURDUNUN HUKUKİ İLKELERİ 246
A- HİCRET 246
I- Göçün Diyalektiği 246
II- Selamet Toplumunun Ahlaki Temelleri 255
B-SELAMET 261
I- Kurumsal ve Hukuki Temellerin İnşası 261
II- Davetin Rüştünü Kazanma Savaşı 275
III- Köken Birliğine Çağrı 280
C-SAVAŞ 290
I- Ganimet Aşkı Değil Daha İyi Bir Dünya Hayali 290
II- Ortak Kelimeye ve Birlikte Yaşama Kültürüne Çağrı 302
III- Zamana ve Mekâna Hükmetmek 304
IV- Aile Hukukunun İnşa Edilmesi 310
V- Adil Savaş Doktrini ve Savaş Hukuku 318
VI- Selamet Yurdunun Cinsiyet Ufku 329
VII- Selamet Yurdunun Hastalıkları 342
D- BARIŞ 344
E- FETİH 352
I- Fetih Diyalektiği 352
II- Fetih Hukuku 360
III- Fetih Yurdunun Sınanması 377
IV- Veda 386
SEÇME KAYNAKÇA 405
ÖNSÖZ
Başımıza gelen herşey ençok bize benzer. Kadifeden sessizliklerle küflenmiş bu köhne zihin binalarımızı kundaklamak gerekiyor. Rafine sözler etmeye gerek yok. Söyleyeceğim herşeyi öylesine ve olduğu gibi söyleyeceğim. Kaba ve kırıcı olmak için bir sebep yok, lakin hala kaba ve kırılgan zihinler olduğunu biliyorum. Onlar sözlerimi inceltip inceltip hazmedebilirler. Çünkü fikir namusu biraz da entelektüel kabalık demektir. Hayat kaynağı olan su bir dağdan doğup kollara ayrılmıştır. Hakikat paramparça olmuş ve her bir grup, mezhep, cemaat ve parti elindeki parça ile sevinip durmaktadır. Şu çağımızda maalesef üstünlük taslayacı bir hakikat tekelciliği ortaya çıkmıştır. Bu tekelcilik furyası en çok da Hz Peygamber’in hayatı ve mesajı üzerinden yapılmaktadır. Bu nedenle de daha önce sorulmamış sorular sormak, daha önce sorulan sorulara, daha önce verilmemiş cevaplar vermek ve verilen cevapları da güncellemek gerekiyor. Ancak bu şekilde realiteye ruh üfleyebiliriz. İslam bugün sadece iki düzeyde anlaşılmakta ve yaşanmaktadır. İlk olarak basit duygusal seviyede bir tarihi kimlik olarak, sırf atalar dini olarak duygusal bir aidiyet anlamında anlaşılan bir islam vardır. İkinci olarak bireysel düzeyde bir ahlak ve ritüel olarak anlaşılan, bir tür cemaat refleksi anlamındaki islam vardır. Ama bu iki tür İslamcılık da modern dünyanın bunalımlarına cevap üretememektedir. Çünkü ikisi de akli bunalımların ve kültürel bir şizofreninin yansımalarıdır. Buna bugün üçüncü bir boyut olan bir medeniyet projesi olarak, modern dünyaya bir cevap ve alternatif bir hayat modeli, bir epistemoloji, bir eğitim, kültür, ekonomi, siyaset ve âlem tasavvuru şeklindeki doktriner islami anlayışını eklemek gerekiyor. Dahası Hz Peygamberin hayatını ve mesajını bu çerçevede ele almak gerekiyor. Müslümanlar modern çağın başlaması ve küresel sömürgecilik çağı ile birlikte kendi dünyalarının paramparça olmasıyla birlikte, bir anlamda Gazali’nin girdiği bunalıma girmiş, ama sorgu kapısını çalmayı ve şüphe anahtarını çevirmeyi becerememişlerdir. Mevcut bunalım, sürgün ve hakikat arayışına dönüşememiştir. Hegel’den daha devletçi olan islami camialar septik, agnostik ve hatta nihilist sayıklamalar içindedir. Sahaya inemeyen, akademik zindanlarda yürekleri buz tutan, feragat ve fedakârlık yürüyüşünde aciz düşmüş, söz taşıyan, dedikodu eden, birbirini yıkayan değil, kirleten eller olmuşlardır. Eleştiri kutsaldır, tenkit ibadettir diyenler bile kendi kurtarılmış vahalarında eleştirecek başka bir şey kaldı mı diye öfkeyle söz kılıcını rasgele sallayıp durmaktadırlar. Kurşuni evrenimize derman olacak bir özeleştiri yerine, biri diğerini eleştiren ve hor gören narsist beyinler enflasyonu yaşanmakta. Cemaat klasikleri, cemaat siyerleri, cemaat mealleri ve diğer bütün dini konularda cemaat ölçülerine göre formatlanmış eserler günbegün çoğalmaktadır. Belli seviyeye kadar bu özel seçkilerin dışında bir düşünce dünyasının oluşmasına ve bunu sağlayacak bir okumaya izin verilmemektedir. Suyun kaynağını kaybetmiş ve ona nasıl gideceğini bilemeyen günümüz Müslümanı kaynağın binlerce kolundan biri olan kendi mahallesindeki çeşmeden susuzluğunu gidermey çalışmakta, cemaat tapınağında kendi kutsalına övgüler dizmekte, dairenin alanını giderek daraltmakta ve surlarını tahkim etmektedir. Suya giden bir yol olduğunu kabul etmek başka bir şey, kendi çeşmesini suyun kaynağı sanmak başka birşeydir. Asıl sorun işte budur; bütün ırmaklara su taşıyan bir kaynağın olduğunu bile bilemeden yaşamak. O halde ne yapmalıyız? Elbette suyun doğduğu kaynağa doğru bir sefere çıkmalıyız; elbette kendi tarihimizin ve referans merkezimizin çocukluğuna inmeliyiz ve bunu yaparken de bütün davranışlarımızın kodlandığı siyer anlatımına dair arkeolojik bir zihin kazısı yapmalıyız. Bu kazı bizi acılarımıza, ayrılıklarımıza, fay hatlarımıza ve yüreğimizdeki depremlerin öncesi iklime götürecektir. Bu iklim şüphesiz ki, Hz Peygamberin hayat hikâyesinde ifadesini bulan vahyin iklimidir.
Modern aklın küstahlığı ile geçmişe bakarsak, ondan hiçbir şey anlamayız. İslamın şafağında yaşamış tarihi kişiliklere ait söz, tavır ve davranışların bugün ve yakın geçmişteki belli zaman dilimleri tarafından tekrar tekrar inşa edildiğini ve her seferinde o şafağı asli halinden uzaklaştırdığını unutmamamız gerekiyor. Bugünkü kibrimiz ve küstahlığımız maalesef geçmişi heran yalayıp yutmaktadır. Kökene, suyun doğduğu yere dönen değil, kökeni sömüren ve onun üzerinden kendi zihinsel gettolarında sahte kökenler inşa eden ideolojiler bütün islam dünyasını tam bir kan gölüne çevirmiştir. Halifeliğin 1924 yılında bir sonbahar günü kaldırılmasından sonra bütün köken ve paradigma iddiaları boşlukta yankılanan bir sese dönüşmüştür.
Artık hiç kimsenin ne savaş ilan etme yetkisi ne de cihad çağrısı yapma gücü vardır. Başıboş koyunlar orda burda avlanırken, Müslümanlar için tam bir avlanma mevsimi başlatılmıştır. Selamet yurdu artık kökensiz ve merkezsiz kalmıştır. Ortada sadece teolojik bir çekirdek ve ritüeller bütünü kalmıştır. Bütün coğrafyamızı, birbirini cehennemle tehdit eden kabile, parti, mezhep ve cemaat şefleri istila etmiştir. Selamet yurdu kökensel ve kurumsal birliğini yitirmiştir. Bu yitik büyük bir yıkım, kırılma ve bunalımın da habercisi olmuştur. Bu süreç depremlere ve fay hatlarına sahne olmuş ve erkek egemenliğinin izinde büyük bir cinsel baskıya da konu olmuştur. Bu sahte medeniyet, aşkı evcilleştirmiş ve kadını değersiz hale getirmiştir. Başörtüsü artık çok tehditkâr bir gölge yaymaktadır ve o gölgenin ardında teolojik şüpheler büyümektedir. Bakışlar yasak bir şeye dönüşürken, çarşaf da teolojik bir kumaş parçasına dönüşmüştür. Oysa vahyin Medine’sinde müminlerin giyim kuşamları sadece toplumsal düzenin inşası için sosyolojik bir rol oynamıştı. Asla teolojik bir mesele değildi. Oysa şimdi kendi nefsini bastıramayan erkek, kadını bastırmaktadır. Hazzın yasaklanması sahte bir hakikat düzeneğinden başka bir şey değildir.
Çünkü hakikat artık neseple bozulacak ya da inşa edilecek bir şey olmaktan çıkmıştır ve Söz ilkenin hakikatini sonsuza kadar ona iade etmiştir. Püritenlerin ve selefi radikallerin para gücüyle inşa ettiği kökensel yalanlar bunalım çağına bir narkoz etkisi yapmaktan öteye gidememiştir. Ama acı unutulur gibi değildir. Çünkü bu Tanrı sözcüsü kesimlerin inşa ettiği yalanlar, sadece derece farkı ile modernizmin sayıklamalarından farklıdır. Özünde ise hiçbir fark yoktur. Bu sahte kökencilik sadece modernizmin bir yan ürünüdür.
Müslümanların bugünkü düşünce iklimi, mutlak ve geri dönülmez bir şekilde kökene dair tartışmalar çerçevesinde şekillenmektedir. Kökene duyulan bu ihtiyaç, öze ve tohuma duyulan ihtiyaçtır. Aidiyet ve safiyet arasında bir bağ kurularak kurtuluş garanti edilecektir. Aslında herbir mezhep, cemaat ve ideolojik saplantı kendisinin bizzat köken olduğunu iddia etmektedir.
Peygamber tarihi üzerinde mutlak bir otorite iddia etmek, kökeni maskelemek demektir. Kökene dair anlatılar ortak bir arşive emanet edilmiş gibi durur. Herkese eşit ölçüde aitmiş ve herkesin ulaşabileceği bir zeminmiş izlenimi yaratır. Ama asla öyle değildir. Çünkü yaşayan herkes buna kendi özel geçmişi çerçevesinde katkı sunmaktadır. Başlangıcın anısı kutsal bir emanet gibi dursa da, aslında iğdiş edilmiş bir zaman dilimidir. Herkes kendi anılarını bu zaman aralığına sokuşturma yarışındadır. Bu bir tür edebiyat yapma ve yeni bir literatür oluşturma hakkıdır. Herkes o vahiy çağı üzerinden iddialar geliştirerek, bugüne dair hak ve meşruiyet devşirme yoluna gitmektedir. Şu halde kökene dair iddialar kökeni tahrip etmeye dönük bir eğilime dönüşmektedir. Herkes kendi payına bu kökeni yeniden keşfetmek, onu modern dünyanın saldırıları karşısında onarmak ve bu kökeni bir kalkana dönüştürerek ondaki çatlakları tamir etmek niyetindedir. Bu bir buhrandır; çünkü hakikat ve yasa arasındaki uyum tümden kaybedilmiştir.
Özellikle radikal İslamcı, şii ve selefi ideolojiler saf politik bir tavırla köken semptomu yaşamaktadırlar. Kökensiz olduklarını düşünmektedirler ve peygamberin öyküsü üzerinden kendilerine yeni bir köken inşa etmeye çalışmaktadırlar. Sürekli olarak bir öze dönüşten bahsedilmektedir; oysa onların bahsettiği öz kayıp bir cennettir. Ona ulaşmak imkânsızdır. Önce kendi özlerini değiştirmeleri gerekmektedir. Çünkü bunların itiraf edemediği asıl gerçek onların aslında mümin olmadıkları, sadece politikanın aşkınlığına inandıklarıdır. Bu sert hakikati itiraf edememek onların bunalımlarının da temel sebebidir. Bu ideolojik gettoların hakikat sicili darmadağın olmuştur ve onu toparlayacak derin tasavvurdan da mahrum oldukları için çılgınlık ve öfke nöbetleriyle şehitlerin egemenliğine oynamaya başlamışlardır. Şehidin bedeni tinsel bir kurbana dönüştürülmüş ve bunun üzerinden birliktelik söylemleri inşa edilmiştir. Kan üzerinden talep edilen bir hakikat, acı ve gözyaşı nehrinde sadece karanlıkları beslemektedir. Kapalı devre eylemler etrafında sadece hakikate dair gevezelik yapmaktadırlar. Her gevezelik onları hakikatten daha fazla uzaklaştırmaktadır. Onların hakikati tahttan indirilmiş bile değildir, çünkü gerçek anlamda bir hakikat bile değildir. Sözün özü bu ideolojik gettolar tüm şubeleriyle bir bilgi ve kimlik krizidir. Psikolojik bir eşiğin mahkûmu olmaktır. Bu kitlesel ümitsizlik çağında onların ağızlarında kalan kötü tad, onların aslında modernizmin kötü birer ürünü olduklarını gösterir. Geçmişe kur yapan saç stilleri ve giyim tarzlarıyla, antik bir bakış ve ulvi mimikleri yakalamak mümkün değildir. Maziyi kıskandıran o elbiseler, anın kırılıp paramparça olmuş aynasından başka bir şey değildir. Sömürgeciliğe karşı dine bulanmış bir dil icat edenler sadece dolambaçlı yollar icat ettiler. Şu halde dolambaçlı yollara girmeden doğrudan vahiy güneşinin peşine takılmalıyız. Çünkü kökenin hakikat tasavvuru tamamen ona içkindir.
Şu var ki yasa güneşi doğduğu günden beri dorukta duruyormuş gibi bir yanılsama vardır. Hâlbuki nice mevsimler ve yıllar geçti onun doğuşunun üzerinden. Nihai yargıyı bir melankoli ile beklemenin adıdır bu; hâlbuki vahiy güneşi doğduktan sonra, kendisinin kökene ve asla dönüş olduğunu söylemiş ve mührünü bu kökenin üzerine vurmuştur. Ama zihinsel gettolarında hakikat pazarlığına soyunanlar, bu mührün kendi özel algılarına ve tedvin çağının inşa ettiği beyan, burhan ve irfan kültürü üzerine vurulduğunu iddia etmektedirler. Kökensel olarak İbrahim’e geri dönüş ve zamanın ufkunu anlamlandırma misyonu son vahyin temel ilkesidir. Bu temel ilke çerçevesinde Son Söz kendi sonunu da bu kökenle mühürlemektedir. Çünkü o, kendisinin ilk ve son olduğunu söylemiştir. O, evvel ve ahirdir, aynı zamanda zahir ve batındır. Hatemiyyet doktriniyle birlikte her tür mesiyanik iddia da tamamen iptal etmiştir. Çünkü son vahiy, ilk ve son Söz olması hasebiyle aslen doktrinerdir, ritüel onun sadece zahiri boyutudur. Bu doktrinin temelinde kökenin sosnsuzluğu düşüncesi vardır. Hristiyanlıkta olduğu gibi bir mesih beklentisi ve Tanrının oğluna dair bir bağışıklık ve bedel ödeme öğretisi yoktur. Çünkü herkesin hakikate yakınlığı kendi bedel ödeme kapasitesiyle ilgilidir. Kimse kimsenin suçunu yüklenemez. Çünkü Tanrı sadece başlangıcın ve yasanın, hayatın ve paradigmanın, kâinatın ve zamanın kökensel birliğidir. Allah ilke olarak ne babadır ne de bir dizi babanın tanrısıdır. Yetim peygamber de aynı şekilde hiç kimsenin babası değildir. Allah, kökensel anlamda bir baba değildir; O sadece imkânsızdır. Tasvir edilemeyen, bir ikona hapsedilemeyen ve görülemeyendir. Onu tasavvur etmeniz bile imkânsızdır. O, içkindir, size şah damarınızdan bile daha yakındır, ama aşkın olup, dile vurulamayan, kelimelere hapsedilemeyendir. Son Söz’ün bahsettiği Allah kökensel anlamda sonsuz bir geri çekiliştir. Köken artık ilkelerde ve hayatın ruhundadır. Sadece iyi niyetleriniz ve güzel işlerinizle kökene yaklaşabilirsiniz. Bunun dışındaki bütün ırsi yollar sonsuza kadar geri çekilmiş, aşkınlık içselleştirilmiştir. Artık kimse diğerleri için kurban edilmeyecektir; cinayet ve kurban üzerinden inşa edilen köken öğretilerine de son verilmiştir. Çünkü bir insanı öldürmek bütün âlemi öldürmek gibidir.
Ölümden değil, hayattan ilham alan bir doktrin vardır artık. Peygamberin hayat hikâyesinin başlangıcında inşa edilen nesep ve soy zincirleri tamamen ilkeden uzaklaşmacı, kökene dair sahte tasavvurlardır. İsmail ve Hacer’e dair nesep anlatıları ve köken iddiaları artık tamamen boş bir sözden ibarettir. Çünkü tenin ve dölün kutsallığı yerini tinin egemenliğine bırakmıştır. Çünkü hakikat neseple aktarılan bir şey değildir, hakikat sizin sözlerinizde, niyetlerinizde ve işlerinizde yankılanır. Söz’ün hakikati artık bir dölyatağı senaryosunda değil, aşkın ve içkin bir davranış modelinde saklıdır. Söz’ün gücü bir selamet yurdu inşa etmesinde saklı olan özün tinselliğinde saklıdır. Bütün nesep ve döl ilişkileri sonsuza kadar iptal edilmiştir. Böylece tenin bağışladığı bütün meşruiyetler tinin aşkın egemenliğine terkedilmiştir.
Zihinsel gettoların hakikat tüccarlığı çerçevesinde Hz Peygamberin hayat hikâyesi mucizelerle sarıp sarmalandığı için gerçek coşkusunu yitirmiştir. Eğer bu mucize kabuğu yırtılıp atılırsa ortaya muhteşem bir hayat hikâyesi çıkacaktır. Mucize bizzat vahyin kökensel olarak karşı olduğu ve şiddetle muhalefet ettiği bir durumdur. Bu arızi kabuk kaldırılıp atıldığında gerçekten şahane bir yaşam pınarına ulaşılacaktır. Peygamberin hayat hikâyesi kendi başına en büyük mucizelerden biridir, benzersizdir ve muhteşem bir öyküdür. Dünyada yaşamış çok az kişinin böyle bir hayatı olmuştur. Bir hikâyenin en sıkıntılı ve sisli anları başı ve sonudur. Çünkü bir hikâyenin başı ve sonu üzerinden sürekli bişeyler kotarmaya ve kendi ideolojik önyargılarını o hikâyenin kökenine ve sonuna yerleştirmek isteyenler vardır. Doğum ve ölüm hikâyeleri sadece sıradan bir doğum ve ölüm öyküsü değildir. Bir doğumun ve ölümün etrafında üretilen hikâyeler sonraki nesillerin bu hayattan yaptığı hırsızlıklar ve malzeme hırsızlığından başka bişey değildir.
Hz Peygamberin hayatını yazarken kesinlikle bir plan yapmadım, konu başlıkları belirlemedim, belirli bir şeye ulaşmaya ve belirgin bazı şeyleri gözardı etmeye çalışmadım. Bu ilk anda tuhaf ve anlaşılmaz gelebilir. Hatta ciddiyetsiz bulanlar bile olabilir. Ama şu var ki bu hikâyenin tüm önyargı ve finalist yaklaşımlardan bağımsız bir şekilde kendisini anlatmasına izin vermenin tek yolu da budur. Araştırdım, yazdım ve hissetmeye çalıştım. En temel ilkem mantıki tutarlılık ve vahyin ruhuna uygunluk oldu. Çünkü bir peygamber getirdiği vahyin ruhuna aykırı davranamazdı. Hikâye kendisini anlatırken konu başlıkları ve ara başlıklar da kendiliğinden şekillendi.
Bu süreçte bazı çevreleri memnun etmeye, bazılarını kızdırmaya ve bazılarına da yaranmaya çalışmadım. Bunlar benim için övgü ve yergi gergefinde duyarsız kalmam gereken sınırlardı. Çünkü övgüye ve yergiye bağımlı bir zihin son kertede köle bir zihindir. Metin şekillenirken bazı noktaların netleştiğini gördüm ve anladım ki netleşen bu noktalar aslında bu hayat hikâyesinin anlaşılması önündeki yegâne engellerdi. Sonradan imaje edilmiş ve yüceltilmiş kişilikler olduğu kadar, hasıraltı edilmiş ve değersizleştirilmiş kişilik rolleri de vardı. Herbirini sadece olduğu gibi göstermek gerekiyordu ve bu da şüphesiz ki bazı peşin hükümleri ve siyere dair bazı ezberleri sorgulamak ve yıkmak demekti.