Balkan Harbi’nin yüzüncü yılındayız. Bu vesileyle çeşitli anmalar yapılıyor, yeni kitaplar basılıyor. Yapılan çalışmalar genel olarak bu savaşın sonuçları üzerine yoğunlaşmakta. Bu savaşın ve ardından çıkan isyanların en önemli sonucu kuşkusuz on milyona yakın Türk’ün katledilerek ya da göçe zorlanarak Balkanlar’ın nüfusunun ve akabinde sınırlarının değiştirilmesi. Bir yandan da iktidar değişikliğine yol açarak Osmanlı’nın siyasetinde yeni bir dönem başlatması. Bu dönem ise imparatorluğun çöküşünde önemli bir noktayı meydana getirmekte. Balkanlar üzerine yazılanlar arasında Yılmaz Gürbüz’ün Balkan Acısı kitabı bu noktada diğer çalışmalardan biraz ayrılmakta. Gürbüz, kitabında Balkanlar’da yaşananların sonuçları kadar nedenleri üzerinde de fikir yürütüyor.
Kitabın ana karakterleri akraba iki genç olan Doğan ve Osman. Küçük Balkan olarak adlandırılan bölgenin zenginlerinden Vecdi Bey’in oğlu Doğan Bey iktisat eğitimi için gittiği İngiltere’de kaldığı süre içinde Jön Türklerin fikirlerinden etkileniyor ve sıkı bir Abdülhamit düşmanı olarak doğduğu yerlere geri dönüyor.
Osman ise köyde kalarak yaşantısına devam eden Jön Türk siyasetine bulaşmamış bir karakter. Gürbüz, bu iki karakter üzerinden toplumdaki politik bölünmeleri de işliyor. Özellikle şehirleşen ya da eğitim için yurt dışına çıkan kesimler tamamen Batıcı bir eğilime girerken, köyünde kalanlar ya da belli bir yaşın üzerinde olanlar daha gelenekçi bir tarzda Abdülhamitçi olmakta. Bu iki kesim arasındaki çatışmaların şiddetinin Türkler arasında yarattığı tahribat da kitapta düzgün bir şekilde işleniyor.
Aynı zamanda Doğan Bey’in savunduğu Meşrutiyetçi, özgürlükçü, kardeşlik yanlısı fikirler Balkanlarda hiç de umduğu gibi sonuçlanmıyor. Ortaya çıkan ihanet ve boğazlaşma ortamında özellikle Doğan’ın geçirdiği fikirsel dönüşüm kitapta önemli bir yer tutmakta.
İlk başta farklı fikirleri savunan Doğan ve Osman en sonunda Türkçülükte bir araya geliyorlar.
Siyaset mi devlet mi önemli
Doğan ilk ikilemini dönüş treninde yaşıyor. Trende sözde Türklerin Rumlara yaptığı soykırımları incelemek üzere gelen İngiliz gazetecilerle bir Alman mühendisin tartışmasına şahit oluyor. Alman mühendis sürekli olarak İngilizleri komitacılara silah ve para yardımı yapmakla suçluyor. Bir yandan da Abdülhamit’i överek onun şahsında devletin savunulmasının Osmanlı için en tutarlı siyaset olduğunu savunuyor.
Bu tartışmaların ardından Doğan’a bir zarf teslim ederek, kendisinin güvende olmadığını ve bu zarfı görevlilerine teslim etmesini istiyor. Doğan pek gönüllü olmasa da zarfı alıyor ve merak ederek açıp okuyor. Mektup Balkanlar’da faaliyet gösteren komitacılar, komitacılara içerden silah yardımı yapan isimler, dışarıdan casusluk için gelen ajanlar ve bunlara siyasal destek verenlerden oluşan bir listeden oluşmakta.
İsim listesinde saygı duyduğu iki Jön Türk’ün adını gören Doğan kendini fikirleriyle gerçekler arasında sıkışmış durumda buluyor ve
İngiliz arkadaşının da ısrarıyla mektubu yakıyor. Gürbüz bu noktada bize ülkemizin çıkarlarıyla ideolojimiz arasında sıkışırsak ne yapmalıyız sorusunu sorduruyor. Asıl olan siyasal görüşlerimiz mi olmalı, yoksa ülkemizin menfaatleri mi?
Aslında Balkan Harbi’nden sonra Osmanlı’nın düştüğü çıkmazın temel nedeni de bu sorunun cevabında gizli. Farklı siyasal gruplar arasındaki mücadelenin devleti yıkma noktasına gelmiş olması çöküşü kaçınılmaz hale getiriyor. Gürbüz bu durumu bir Jön Türkle tartışan Osman’ın “Sultanı yıkmak uğruna devleti yıkıyorsunuz” sözleriyle de ifade ediyor. Bu noktada temel yönelimin her ne pahasına olursa olsun devleti korumak olduğunu okuyucuya gösteriyor.
Romanın bir başka karakteri Hüseyin Bey de “Bulgarlar, Rumlar Türklere saldırıp katlederken bizi koruyacak idarecilerimiz, askerlerimiz siyaset yapıyor, sesimizi duymuyorlar hepsi kendi âleminde” sözleriyle Ordu başta olmak üzere devletin bölünmesinin Balkan Türklerini düşmanlarının karşısında nasıl yalnız bıraktığını bize anlatıyor.
Kim için özgürlük?
Gürbüz, tüm devleti çökertecek kadar yapılan Abdülhamit düşmanlığının sonuçlarını bu şekilde bize anlatırken bir yandan da planlanan Meşrutiyet rejiminin Türkler için nasıl olumsuz bir zemin yaratacağını ortaya koyuyor.
Meşrutiyetle birlikte bir yandan devletin merkezi gücünü zayıflayacak, bir diğer yandan tüm azınlıkların güçlenecektir. Karakterlerden Osman bir toplantıda Resneli Niyazi’yi eleştirirken “Rum, Bulgar, Arnavut halkı hürriyet için şimdi Niyazi’yi destekler. Ama hürriyete kavuşunca, istiklal isteyip prensleri ile birleşecekler veya Balkanda Türk’ün baş düşmanı olacak devletler kuracaklar. Türk’ü vurmak için, Türk’ü içeriden yıkmak için, şimdi hürriyetin öncüsü olanlar, bir gün kendilerine hürriyet bahşedecek Niyazi’yi bile öldürecekler. …Söyleyin beyler Urumeli’de istibdat denen ne. Vallahi ben Balkan’ın yüzden fazla köyünü gezdim, hepsi rahat, hepsi huzur ve serbestlik içinde. Yalnız bütün Müslümanlar hükümetin biraz daha kendini göstermesini istiyor. Muratlı ve Mariça gibi köylerdeki Rum ve Bulgar komitacıların katliamını nasıl unuttunuz? Bu Hıristiyanların üzerinden devlet baskısını, daha doğrusu jandarma baskısını kaldıralım da Türk köyleri gene yakılsın, yıkılsın mı?” sözleriyle Türkleri bekleyen tehlikeyi ortaya koyuyor. Güçlü bir devletin o günün şartlarında ne kadar gerekli olduğunun altını çiziyor.
Gürbüz bir yandan bunlara yol açan sürecin esas olarak Batı hayranlığı olduğunu kitabında vurguluyor.
Kendi köklerinden kopan Osmanlı aydınının Batı’yı taklit etme anlayışıyla fikirsel olarak çürüdüğünü belirtmekte. Başlangıçta sıkı bir Jön Türkken zamanla değişen Doğan’ın özeleştirisiyle bu tez işleniyor.
Doğan Avrupa hayranlığını “Teceddüt, garplılaşma” hastalığı olarak değerlendirerek ”Yedi bitirdi bu hastalık bizi, için için kemirdi. Şimdi devleti yiyor” sözleriyle yaptığı yanlışı anlatıyor.
Gürbüz, bu noktada çözümün Türkçü siyasetler olduğunu kitabında belirtiyor. Ne Batıcılığın, ne Osmanlıcılığın, ne de İslamcılığın devleti kurtaramayacağını ancak Türkçü fikirlerin çözüm olduğunu okuyucuya belirtiyor.
Gürbüz, kitabında Osmanlı kimliği içerisinde ancak Türklerin devleti savunduğunu, diğer kimliklerin kendi davalarını güttüğünü ortaya koyuyor. İslamcılığın da başarısız olduğunu ve toplumu bir arada tutamadığını belirtiyor. Kitapta, Doğan ve Osman Genç Kalemler çevresinin fikirlerinin tartışıldığı toplantılara katılıyorlar ve konuşulanlardan çok etkileniyorlar ve Türkçülükte ülkelerinin geleceğini görüyorlar.
Sadece geçmişi öğrenmek için değil
Gürbüz bu karakter kurgularının dışında kitabında belli tarihsel gerçeklikleri de vermeyi ihmal etmiyor. Bunlardan bir tanesi Balkanların Türklüğünün Osmanlı’dan önceye dayandığı.
Gürbüz çok daha önce Türklerin Balkanlar’a geldiğini ancak sonradan dinlerini ve dillerini unuttuklarını belirtiyor.
Konyar Türkleri kitapta bunlara bir örnek. Göçebe bir kadını torununa ”Balkanlar’a Osmanlı gelmeden biz gelmişiz ama zamanla Bizans dağıtmış bizi” sözleriyle bunu ifade ediyor. Gürbüz bazı Rumların sonradan din değiştiren Türkler olabileceğini de belirtiyor. Kitapta Rumlar kendi içlerinde bazılarına ‘Konyaris’ şeklinde hakaretlerde bulunuyorlar.
Gürbüz’ün ön plana çıkarttığı bir diğer nokta ise Türklerin hoşgörüsü ve yardımseverliği. Türk aileleri etraflarında yardıma ihtiyaç duyanlara karşı duyarsız davranmıyor. Beyler çiftliklerinde işi olmayanları işe almakta, kadınlar ise milliyetlerine ya da dinlerine bakmazsızın fakir kadınları yemeklerine çağırmakta. Ancak bunlara rağmen Türkler güçsüz düşünce yardım ettiği aileler dâhil herkesin zulmüne uğrayabiliyor.
Özellikle Çingene Yaşar örneği oldukça çarpıcı. Doğan Bey’in babası tarafından ihtiyaç olmamasına rağmen acınarak işe alınan Yaşar ve annesi gördükleri her türlü iyiliğe karşı, hırsızlık yapıp kaldıkları yerleri ateşe verme hainliğini yapıyor. Bu noktada Türklere karşı bir kıskançlık duygusu ön plana çıkartılmakta.
Yazar ayrıca Abdülhamit’in Rumları ve Bulgarları birbirine düşürme politikası hakkında da okuyucuyu bilgilendiriyor. Abdülhamit iki kesimin kiliseleri arasında husumet yaratmak için önlemler alıyor. Bu sayede zaman kazanmaya çalışıyor. Özellikle tek kilisenin olduğu yerlerde bu politikanın bir yere kadar işe yaradığı kitapta belirtiliyor. Daha sonraki süreçte iktidara gelen İttihatçıların tam tersi bir politika izlemesi de yazar tarafından eleştirilmekte.
Gürbüz’ün üzerinde durduğu bir diğer noktada Türklerin ekonomik olarak çökertilmesi.
Özellikle Selanik gibi şehirlerde Rum ve Yahudi tüccarların Türkleri ticari olarak batıracak bir şekilde hareket etmesi vurgulanıyor. Bu sayede Türk nüfus şehirlerden çok köylere doğru itiliyor. Bir yandan da ticari gayrimüslim tekeller yaratılarak Türk köylüsü de baskı altına alınmakta.
Yazar bu noktada tarihsel gerçeklere uygun bir şekilde bizi bilgilendiriyor. Kitapta Doğan’ın amcası Goralızade Abdurrahman Efendi’ye uygulanan ambargo örnekleriyle bunlar açıklanıyor.
Balkan Acısı kitabı içeriği ve çıkartılabilecek sonuçla açısından görüldüğü gibi sadece geçmişi açıklayan bir roman olmanın ötesine geçmeyi başarıyor.
Balkanlar’da yaşananların Anadolu’da tekrar yaşanmaması açısından da bize önemli dersler veriyor.
Alternatif : Balkan Acısı Kitap Özeti
Balkanlar Acısı E-Book: Yılmaz Gürbüz-Balkan Acısı