Yazarın : John W. GARDNER
Yayınevi : İlgi
Baskı : İstanbul / 1990 / 155 shf.
“Toplumumuz ve toplumdaki her şey kokuşmuş”. Bütün bu değişiklikler karşısında insanlar yalnızca hareketsiz gözlemciler olmayıp aynı zamanda değişikliklerin üretiminde yardımcı öğelerdir. Bu kokuşmuşluk değil, dinamizmdir. Toplumlarda gelişmenin ve gerilemenin öğelerini anlamaya başlıyoruz. Fakat toplumsal yenilenme tümüyle bireylere bağlıdır ve bireylerin günümüzde çeşitli sorunları vardır.
Toplum yenilenmeyi başarmak isterse, kabiliyetli insanlar için uygun bir atmosfer oluşturmalıdır. Aynı zamanda toplum yenilenme yeteneğine sahip insanları yetiştirmek zorundadır. Genç kalmanın esnekliği ile öğrenme ve gelişme yeteneğini koruduğumuz sürece kendini yenileme devam edecektir.
19. yüzyılın ünlü aktörlerinden E.A. Sothern, küçük bir çocuğun kendisinden daha büyük çocukların arasında oynamak için katılmak isteyişine tanık olur. Çocuk, aralarına kendisini kabul etmezler diye endişelidir. Diğer çocuklar evlerine dönmeye başladıklarında, Sothern neşeyle, “ Haydi perdenin arkasına saklanalım, bizi görmesinler!” deyince arkadaşı kederli bir şekilde, “ Ya görüpte hiç aldırmazlarsa ?” der. Her sosyal kurumun dikkate alması gereken bir ilke vardır. Toplumların ve örgütlerin yenilenmesi kimselerin bu işi ciddiye almasına bağlıdır.
Modern toplum bireyi frenleyen unsurlarıyla mücadele ettiğimiz sürece, toplumları ve bireyleri yenileten yaratıcı kıvılcımı kaybederiz. Üretken, yenilikçi ve kendini yenileyebilen bireyleri teşvik etmedikçe, dünyadaki en iyi sosyal önlemleri de alsak bize yararlı olmayacaktır. Sonuç olarak, bir takım değerlere gereken önemi vermediğimiz sürece ne kendimizi, ne toplumu ve nede sorunlarla dolu bir dünyayı yenileyebiliriz.
BÜYÜME, ÇÜRÜME VE YENİLENME
Sürekli yenilenen sistem “ Çürümeye karşı oldukça bağışıklık kazanmış, kendini sürekli yenileyen bir toplum düşünelim. Bu topum neye benzeyecektir? Topluma bu bağışıklılığı kazandıran öğeler neler olacaktır.?” öyle bir toplumun tek özelliği uzun ömürlülük olsaydı, bütün çabalarımız son derece olumsuz olurdu. Yenilenmenin sırrını keşfetmiş olan bir toplum ise bir anda daha ilginç ve canlı bir toplum haline gelebilir. Sürekli yenilenebilme, kişiliğin gelişmesini sağlayacak koşullara bağlı olduğundan böyle bir toplum özgür insanın da yaratıcısı olur. Titizlikle yapılan incelemeler sonunda, uygarlıkların yükseliş ve yıkılışlarını açıklamaya çalışan yaygın ve bilimsel teorilerin doğru olmadığı görülmüştür.
Ele alınması gereken, yalnızca toplumların canlılığı olmayıp, kurumların ve bireylerinde canlılığıdır. Bunların hepsi bir birine bağlıdır. Bir hükümet yetkilisi, eski türden bir devlet kuruluşundan söz ederken şöyle diyordu: “Devlet kuruluşu halkın pek fazla dikkatini çekmiyor ve sesiz sedasız bir şekilde uykuya dalıyor. Yönetimde bir değişiklik olduğunda, düzensiz bir şekilde harekete geçiyor. Fakat hiç uyanmıyor.” Her iş adamı bazı firmaların “tetikte” olduğunu bilir. Her üniversite rektörü, bazı akademik bölümlerin olağan üstü bir canlılık içinde olduğunu ve bazılarının da tohuma kaçtığının farkındadır.
Bunlar, beşeri kurumların yükseliş ve yıkılışlarında rol oynayan faktörlerdir. Roma imparatorluğunun çöküşü, eski bir aile işetmesinin iflasa sürüklenmesi ve bir devlet kuruluşunun kendi kırtasiyeciliği içinde yavaş yavaş boğulması gibi olaylar arasında tahmin edilenden çok daha fazla benzerlik vardır. Örgüt veya toplum yaşlandığında ise canlılık kaybolur, esneklik yerini katılığa bırakır. Aynı şekilde çocukta yeni deneyimler kazanmaya açık olmanın bir simgesidir. Her hangi bir şeyi denemek için istekli, korkusuz, sabırsız, meraklı, açık ve en önemlisi bazı kalıplaşmış alışkanlıklar ve tutumlarla engellenmemiş bir durumdadır. Bunu yapmadığı takdirde ise, daima çocuk kalacak ve çevreden gelecek tepkileri karşılamada tamamıyla aciz durumda olacaktır. Bütün bu söylediklerimizin sonunda, karşımıza ne şekilde genç kalınabileceği konusu çıkmaktadır. Ancak şu var ki gençlik, toyluğu ifade eder. Herkes genç olmayı ister ama hiç kimse toy olmak istemez. Ne yazık ki bu ikisi de bir birine sıkı sıkıya bağlıdır. Genç kalmaya çabalayan pek çok kimse bunu bilir. Gelecekte toplum ve bireylerin başlangıçtaki esneklik ve uyum yeteneği azaltan olgunlaşma faktörleridir. Olgunlaşma süreci Amerika”daki öncü toplulukların enerjisini ve maceracı niteliğini azaltmakla birlikte, onları yaşamaya istekli, daha düzenli ve bazı önemli noktalarda da daha güçlü kılmıştır. Kısacası, yeteneklerimizin sınırlandırılmasına ve uyumu güçleştirmesine rağmen, olgunlaştırma sürecini durdurmak istemeyiz.
Bu noktada şu soruyu sorabilirsiniz: “ Öyleyse, bir bireyin (veya bir örgütün yada toplumun) katılaşmada veya ihtiyarlamada olgunlaşmasına imkan yok mudur? Yapılacak olan, bu ikisi arasındaki farkı bilerek yaşlılığın önüne geçmek değil midir?” Her bireyin, örgütün veya topumun olgunlaşması gerekir. Ancak, bu olgunlaşmanın ne şekilde gerçekleşeceği önemlidir. Sürekli yenilenen toplumda olgunlaşan unsur, sürekli olarak yeni buluşlara, yenilemeye ve yeniden doğuşa olanak veren bir sistem veya çevredir. Büyüme ve çürümeye ilişkin düşüncelerimizde, tek bir hayvanın veya bitkinin yaşamını esas alırız. Fide çiçek açma ve ölüm … “Bir kere açan çiçek ölüme mahkumdur.” Bazı şeyler doğmakta, bazıları gelişmekte ve bazı şeylerde ölmektedir. Yaşamaya devam eden ise sistemdir.”Teşhis edilebilen mevcut hastalıklarla işe başlayıp, henüz bilmediğimiz hastalıkları araştırarak, sürekli olarak kendini yenileyecek bir sistemi ne şekilde kurabiliriz?”
BİRAZ ESKİ, BİRAZ YENİ
Büyüme, çürüme ve yenilenme sürecini modern anlamda ele alırken sürekliliğe ve beşeri kurumların değişimine aynı ağırlığa vermemiz gerekir. Bir çoklarının inandığı gibi, değişim bilinci yalnız 20. yüzyılın tanık olduğu değişim geçirdiğini iddia edemez. Amerikalıların büyük bir çoğunluğu değişimi romantik ve bilinçsiz bir gözle izlemektedir. Niteliğine dikkat etmeksizin her değişimin iyi olduğuna inanmışlardır. “Bu değişim çılgın bir hal aldı. Bu büyüme, bütün değerleri yıkan bir kanserdir.” Yenilenme aynı zamanda değişim sonuçlarını amaçlarımızla aynı doğrultuya getirme sürecidir. Atalarımız otomobili icat ettiklerinde, trafik kurallarını da koydular. Bunların her ikisi de yenilenmenin aşamalarıdır.
Bu bizi Arnold Toynbee tarafından en geniş şekilde tanımlanmış bir kavrama götürür. “ Uygarlaşma, bir durum, bir yolculuk veya bir liman değil, bir yol alıştır.” Gelişme ( ve süreklilik ile değişim arasındaki karmaşık ilişkiye)verilen önem yüzünden liberalizm ve muhafazakarlık gibi modası geçmiş görüşlerin değerleri azalmıştır. Peter Druçker”ın da belirttiği gibi değişimin sarstığı yeni değişiklikler sürekli tehdit altında bulunan bir dünyada korunmanın tek yolu yenilikleri sürdürmektir. İstikrar ancak devamlı değişmeyle sağlanabilir.
KENDİNİ YENİLEME
Bilgeler, “Büyümeye devam edin. Tohuma kaçmayın. Bu bir son değil bir başlangıç olsun.” derler. Bu güzel bir temadır. Ancak, bu söylevleri dinleyen gençlerin büyük bir çoğunluğu bunlara kulak asmazlar ve kendileri orta yaşa ulaştıklarında ise artık bütünüyle mumyalaşmışlardır.
Artık bundan sonra eğilmeleri gereken, kişisel gelişmeyi engelleyen nedenler (bireyin anlaşılası güç bir şekilde tasarlayıp, inşa ettiği hapishaneden kurtarılması) veya diğer bir deyişle kişinin kendini yenilemekteki yetersizliği söz konusu olmalıdır. Pek çok genç insan, daha üniversiteyi bitirmeden din veya manevi alanlarda öğrenmeyi bırakmıştır. Bazıları ise yirmi beş veya otuz yaşlarında iken politik ve ekonomik konularda değişmez görüşler edinirler. Otuz beş yaşlarında ise, önemli bir konuda yeni beceriler veya yeni bilgiler edinme yeteneklerini kaybederler.
Olgunlaştıkça, hayatta ilgi duyduğumuz konuların alanı ve çeşitliliği giderek daralır. Eğilebileceğimiz konulardan yalnızca bir kaçı üzerinde dururuz. Pek çok kimse arasından yalnızca bir kaçıyla ilişki kurarız. İşte bu nedenlerle, yolculuk hepimiz için yepyeni bir deneyim olmaktadır. Oturduğumuz yörede etrafı algılamak yeteneği yavaş yavaş yok olur. Yolculuğun zevkli olmasının bir kaç nedeni vardır. Bunların en önemlisi çocuklarınkine benzer şekilde fark etme yeteneğine kısmen yeniden kavuşulmasıdır.
Evlilik, yeni bir kente göç etme, iş değiştirme veya ulusal alarm gibi büyük değişikliklerin alıştığımız kapıları bozması sonucu etrafımıza ördüğümüz ağın bizi nedenli hapsettiğini birdenbire fark ettiğimiz pek çok durumlar olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşantı kalıplarını bozmak zorunda kalmış kadınların ve erkeklerin, çoğu kez kendilerinde daha önce varlığından habersiz oldukları birikimleri ve yetenekleri keşfettikleri görülmüştür.
KENDİNİ GELİŞTİRME
Bazı kimselerin kendilerini yenileyebilmelerine karşılık bazılarının bu yeteneğe sahip olmamalarının nedenini kimse bilmiyor. Yeteneklerin gelişmesi, bir bakıma, birey ile çevresi arasındaki diyalogudur. Kendini yenileyen insan, yeteneklerinin tümünün açığa çıkması işini şansa bırakmaz. Yaşamının sonuna dek, yeteneklerinin sistematik olarak veya en azından hırslı bir şekilde ortaya çıkarmaya çalışır. Burada sözü edilen yetenekler yalnızca becerilerle sınırlı olmayıp, kişinin duyma, merak etme, öğrenme, sevme ve ümit etme kapasitelerinin tümüdür.
Öğretim sisteminin nihai hedefi, bireye kendi öğrenimini sürdürme sorumluluğunu vermektir. Öğrenimin okullardan, dershanelerden başka hiç bir yerde yapılamayacağı yolundaki garip inanç yok olmadıkça, bu hedefin gerçekleşmesi sınırlı olacaktır. İnsanı kendini yetiştirmeye teşvik etmek için topluma düşen pek çok şey vardır. Topumun yapabileceği en önemli şey, bireyin yeteneklerini geliştirmesine engel olan öğeleri ortadan kaldırmaktır.
KENDİNİ BİLME
Ancak yeteneklerinin keşfedilmesi, kendini geliştirmenin yalnızca bir yönü ve belki de en kolay yönüdür. Kendini geliştirmenin bir diğer yönü de kendini bilmedir. Josh Billings, “ Kişinin kendini bilmesi, en güç şey olmakla kalmayıp aynı zamanda en rahatsız edici bir şeydir,” demiştir. Kendisine yabancılaşmış olan birey, kendini yenileme kapasitesini kaybetmiştir.
Niebuhr şöyle diyor: “Benliğini keşfetmek bir bakıma kendinin sırrını bilmektir. Benlik, içinde bulunduğu durumun gerçekten bilincine vararak tahrip olmuşsa, hala yeni bir hayat gücü var demektir
BAŞARISIZLIĞIN CESARETİ
Olgun kimselerin, gençlere oranla öğrenmeye daha az istekli olmalarının bir nedeni de risklerle karşılaşmaya daha az gönüllü olmalarıdır. Öğrenme riskli bir iştir ve yetişkinler yenilgiden hoşlanmazlar. Çocuk, olağanüstü bir hızla öğrenirken ( bu hızlı yaşamın hiç bir döneminde bu düzeye ulaşamayacaktır.) aynı zamanda bir sürü moral bozucu yenilgilerle de karşılaşır.
Resmi öğretimin iyi yönlerinden biride öğrencinin seçmemiş olduğu çeşitli türdeki faaliyetlerde kendisini sınamasını zorunlu kılmasıdır. Başarısızlık korkusu bize çok pahalıya mal olmaktadır. Bu büyüme karşısında güçlü bir engeldir. Öğrenmeyi sürdürmek istiyorsanız, tüm yaşamınız boyunca yenilgi riskini göze almanız zorunludur.
SEVGİ
Kendini yenileyen insanın diğer bir özelliği de, diğer insanlarla karşılıklı olarak verimli bir ilişkiye girmiş olmasıdır. Böyle bir insan sevgiyi almaya da, vermeye de hazırdır. Sevdiklerimizin sevinçleri ve acıları kendi deyimlerimizin de birer par-çasıdır. Sevgi ve arkadaşlık soyutlanmış benliğin katılıklarını eritir, yeni boyutlar getirir, yargıları değiştirir ve insan ilişkilerinin dayandığı duygusal temeli dengede tutar.
ŞEVK
Kendini yenileyen insan, üst düzeyde şevke sahiptir. İnsanı içine alan duvarlar, o insan yaşadıkça çok az dirençli kanallar meydana getirir. Yaratıcı bir hayat sürdürmeye niyetli olan herkes, kendisindeki son derece karmaşık organizmaya büyük bir saygı ve ilgi duyacaktır. Kendini yenileyen insan, büyük bir inanç besleyeceği bir şey araması gerektiğini bilir. Emerson, “Bir zamanlar odundan ayin kadehlerimiz ve altından rahiplerimiz vardı. Şimdi ise altında ayin kadehlerimiz ve odundan rahiplerimiz bulunuyor,” derken insanoğlu ve onun kurduğu kurumlar arasındaki ilişki hakkında büyük bir gerçeği dile getiriyordu.
Kurumun elde ettiği servet arttıkça bunu yaşatan şevk azalır. Binalar büyüdükçe içindeki manevi güçler zayıflar. Kendi hayatiyet unsurlarına geri dönmek isteyen kişi, yaşamın yapaylıklarından kurtulup, gerçekten inandığı ve bütün kalbiyle desteklediği şeyleri bulup çıkarmaya çalışır. Hayatımızdaki güçlü etkenler, artık dokunulabilen ve hissedilebilen şeyler olmaktan çıkıp birtakım istatiksel belirtiler ve sözlü soyutlamalar şekline dönüşmektedir. Ancak akıllı bir kişi, zaman zaman bunlara sırtını çevirip görebildiği, işittiği ve dokunabildiği şeylerle kendini yenilemeye çalışır. Toplumumuzdaki şevk eksikliliğinin nedenini açıklarken “ gereğinden fazla refah” etkenini göstermek bir alışkanlık haline gelmiştir. Ancak, yoksulluk her zaman yüksek bir teşvik gücü sağlamaz. Refahta her zaman şevki azaltmaz. Toynbee”nin de ileri sürdüğü gibi, bir toplumun kendisini mücadeleye davet eden bazı şeylere ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Ancak şimdiye dek hiç bir toplum, çevresini ve kendisini, mücadele edecek bütün öğeleri yok denecek dereceye gelene kadar tanımamıştır.
ÇOK YÖNLÜLÜK
YENİLEME İÇİN ÖĞRENİM
Genç bir insana bir dizi katı inançlar aşılamakla, onun erken yaşta eskimesine neden oluruz. Bunun yerine genç insanın sürekli değişmesini ve gelişmesini sağlayacak olan beceriler, tutumlar, düşünce tarzları, bilgiler ve görüşleri ortaya konması gerekir. Gençlerimize, kendi çiçeklerini yetiştirmeyi öğretecek yerde, çoğunlukla vazoda çiçek sunuyoruz. Kafalarını kullanmasını gereken bir araç olarak düşünmelerini sağlamak yerine, doldurulması gereken bir depo olarak görmelerine neden oluyoruz. Bunun yanında geçmişten alınması gereken derslerde vardır. Gençlerin kendilerinin kim ve ne olduklarını öğrenmeleri, gerek birey gerekse insan olarak nereye ulaşmak istedikleri konusunda kendilerine yardımcı olur. Birey, yaratıcı düşünce veya eylemin ortaya çıkabileceği her alanda daha önceki araştırmaların mirasından yararlanır. Değişikliğin hızı arttığı için eğitime şimdi daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Şu halde gençleri, yarının yeniliklerini kendi başlarına öğrenebilecek tarzda eğitmek gerekir. Bu da bizi tekrar temel ilkelere götürmektedir. Her an modası geçebilecek şeyleri öğretmek yerine, genç insanın anlama ve uygulama kapasitesini uzun vadede en fazla etkileyecek şeyleri öğrenme yoluna gidilmelidir.
GENEL BİLGİ VERME VEYA UZMANLAŞMA
Yenilenme için yapılan öğretim büyük ölçüde, çok yönlülüğü geliştirmeye yöneliktir. Uzmanlar mı yoksa geniş bilgili bir kitlemi yaratmalıyız. Uzmanlaşmaya biyolojik faaliyetlerin tümü için evrenseldir ve bütün karmaşık organizmaların hücre yapılarında görülür. Uzlaşma belirli faaliyetlere ağırlık verirken, diğerlerinin terk edilmesini gerektirir. Kısacası uzmanlık biyolojik, sosyal ve entelektüel yönleri olan bir zorunluluktur. En üst düzeyde öğrenim görmek, sınırlı bir konuyu derinlemesine öğrenmek demektir. Ancak, modern dünyada uzmanlaşma, geçmişteki deneyimlerimizin bütün sınırlarını aşmıştır. Bütün sosyal kademeler belirli türde bir uzmanlığı gerektirir. Bir takım karaları alma olanağından yoksun bırakılmış astlar, bu tür kararları alma yeteneklerini kaybedebilirler.
Uzun vadede bizi en iyi sonuçlarına götürecek en etkin araç kuşkusuz öğretim sistemidir. Öğretim, yaşam boyunca öğrenme ve gelişme için geniş ve sağlam bir temel sağlar. Böyle geniş bir kültürle işe başlayan birey, ne kadar dar alanda uzmanlaşırsa uzmanlaşsın, her zaman için bir miktar genel uygulamacı olma kapasitesini koruyacaktır.
YENİLİK – GÜNEŞİN ALTINDA YENİ BİR ŞEY
Lyman Bryson şöyle diyor, “…demokratik bir toplumun amacı büyük insanlar yaratmaktır… Herhangi bir şeyi demokratik bir şekilde yapmak, insanoğlunun gerçek gücünü en iyi şekilde koruyan ve geliştiren bir yoldur.”
Açık bir toplumun kurumsal yapısı kendi başına bir yenileme aracı değildir. Bunun aynı yanı, özgür insanlar yaratmasıdır. Bazı yazılara göre “bulma” faaliyeti çözülmesi gereken bir sorunun ortaya çıkmasıyla başlar. Ancak insanoğlu, ortada çözülmesi gereken bir sorun olmasa bile, değişiklik isteyen zihnini pasif halde tutmayan, meraklı ve keşfetme eğilimli bir varlıktır. Zaman zaman yeniliği, statükoyu paramparça eden korkunç bir yıkıcı güç olarak gözde büyütme eğilimi ortaya çıkmaktadır.
Geçmişte gerek ilkel gerekse uygar insan toplumdaki statükoyu tehlikeye sokan, yenilikler değil, temel yiyecek maddelerinin kıtlığı, hastalık, komşu toplumların düşmanlığı, daha üstün teknolojiler karşısında rekabet gücünü kaybetme, içten çürüme gibi her zaman karşılaşıla gelen krizlerdir. Toplumlar bir kriz durumunda nasıl yeni çözüm yolları bulmak veya yok olmak durumunda kalabiliyorsa, aynı şekilde bazı faaliyet dallarında da böyle bir karar noktasına ulaşılmaktadır. Bugün en güçlü yenilikçi bile, insanları buluşları kabul etme psikolojisine götürecek bir kriz veya krizler dizisi o anda mevcut değilse, etkili olmayacaktır.
Hava trafiğinin kontrolüyle ilgili yeni bir teknoloji üzerinde çalışan bir kişi şunları söylemişti: “ Çalışmalarımı henüz tamamlamadım, ancak tamamlamış olsam bile bu teknoloji bugün insanlar tarafından kabul edilmeyecektir, çünkü insanlar bu konuda şu anda yeterince endişeli değiller. Önümüzdeki iki yıl içerisinde fevkalade bir uçak kazası olduğunda, insanların dikkati bu sorun üzerinde yoğunlaşacak. İşte o an, benim için büyük fırsat ortaya çıkmış olacak.”
Yenilenmeye ilişkin açık bir fikre sahip olmada karşılaşılan en önemli engel, yenilikçi hakkında dar görüştür. Yenilik genellikle teknoloji ve özel bazı yeni aletler icad eden kimselerle özdeşleştirilir. Sözgelişi Alexander Graham Bell ile telefon, Marconi ile telsiz, Edison ile fonograf, Wright kardeşler ile uçak gibi. Bu dar görüş açısından hareket edilirse Rönesans döneminin ticaret prensi olan Jacob Fugger”i yenilikçi olarak kabul etmemiz mümkün olmaz.
Dikkatimizi yalnızca geçmişin ünlü kişileri üzerinde toplarsak yenilenme sürecini hiç bir zaman tümüyle anlayamayız. Tarihteki önemli değişmelerin büyük bir kısmı çoğu bilinmeyen küçük buluşların birikimiyle ortaya çıkmıştır. Heyecanlı (veya basit) mizacımız bizi “kim ortaya çıkardı” yı bulmaya yöneltir ve uzun yılların ürünü ve son derece karmaşık bir olayın bütün onurunu, bulduğumuz adamın omuzlarına yıkarız.
YARATICILIK
Yenilenmenin kaynağı olarak bireylerden söz ederken, akla son günlerde aniden üne kavuşan büyülü “yaratıcılık” kelimesi geliyor. “Yaratıcılık” bugün bir etkilemeden çok sihirli bir kavramdır. Tazeliği, güncelliği ve belirgin özellikleri olan her kelimeyi bozup, adileştirmek kötü bir ulusal kusurumuzdur. Aynı hatayı “yaratıcılık” kelimesiyle de yapmışızdır. “Yaratıcılık” kelimesinin kendisi çok popüler olsa bile gerçek yaratıcılık her zaman şöhret getirmez. Bugün Galile ünlü bir tarihi kişiliktir ve ne zaman ondan söz edilse, Kopernik”i desteklediği için gördüğü zulmü öfkelenerek hatırlayıp kendimizi fazilet sahibi ve hür sanırız. En yüksek yaratıcılık düzeyine, yapılan işin özelliği nedeniyle bireyin çalışmasının ciddi bir şekilde sınırlanmadığı ve insanların duygularını, karar verme yeteneklerini, simgeleme güçlerini, esnek görünüşlerini ve ruhsal dürtülerini en fazla kullanabilecekleri noktalarda ulaşılabilir.
Yaratıcılık süreci genellikle bilinçli olarak başlatılmaz ve kontrol edilemez. Bir bilim adamının dediği gibi, “Labaratuvar saatlerini ayarlayabilirim ama en iyi fikirlerimi asla
“Yaratıcı güce sahip olan kişilerin genel görüşleri bazı ortamların yaratıcılığı öldürdüğü, bazı ortamların da güdülerin ortaya çıkmasına fırsat sağladığı yolundadır. Büyük İskender, Diyojen”i ziyaret edip ünlü düşünürden kendisi için yapabileceği her hangi bir şeyin olup olmadığını sorduğunda, Diyojen, “Gölge etme …” diye cevap vermişti.
Yine bazı araştırma sonuçları, yaratıcı ve diğer orijinal kişiler tarafından paylaşılan bazı ortak özelliklerin olduğunu göstermektedir.
1-) Açıklık. Yaratıcı kişilerin incelenmesinde “açıklık” diye adlandırabileceğimiz bir özelliğe rastlanır. Bir anlamda açıklık kişilerin çevrelerindeki görüntü, ses, olay ve fikirleri algılama özelliğidir. Kazanılan deneyimlere karşı açık olmak, kuşkusuz, kişinin dış dünya ile iç dünyası arasında kurduğu paralellik ölçüsünde geçerlidir. Yaratıcı kişinin dış dünyayı algılamadaki becerisinden daha önemlisi, kendi iç dünyasına karşı olan açıklığıdır. MacKinnon ve arkadaşlarının dediği gibi, teknik açıdan yaratıcı insan “ kendisini bilinçli şekilde kontrol etmeyi bir yana bırakıp kişinin daha ilkel ve bilinçaltı derinliklerinden gelen korku, merak ve hayallerle yüz yüze gelmede üstün yetenek sahibidir.
2-) Bağımsızlık. Yaratıcı insanın bizlerin yakalandığı toplumsal baskılar ağından kendisini kurtarma gücü vardır. “Başkaları ne der?” sorusuna kafa yorarak vakit kaybetmez. “Herkesin yapıyor” olması onunda yapmasını gerektirmez. J.P. Guilford”un dediği gibi, yaratıcı insan “olan” ile “olması gereken” arasındaki farkı görebilme yeteneğine sahiptir. Bu da onun “olan” dan belirgin bir ölçüde uzaklaşmayı başardığını gösterir. Yaratıcı insan bağımsızlığının ve diğerlerinden ayrılığının kökeninde, riske atılabile ve arkadaşlarından gelebilecek olan eleştirilere açık olabilme gücü vardır. Yaratıcı insan bağımsızlığını kendisini gerçekten ilgilendiren, yaratıcılığının etkili olduğu alana saklar. Bu da onu dikkatleri üzerine çekecek şekilde ve yerlerde sosyal kuralları bozan teşhircilerden farklı kılar.
3-) Esneklik. Yaratıcılıkta sık sık gözlenen diğer bir özellikte esnekliktir. Bu özellik en iyi, yaratıcı kişinin kendi kendine oynadığı oyunlarda görülür. İnsanların kullandıklar geleneksel kategorilerle ve soyutlamalarla kendisi arasında bir mesafe koyabilmesi, aynı mesafeyi yerleşmiş geleneklere ve sıradan işlere karşı da koruyabilmesi yaratıcı kişinin esnekliğinin önemli bir bölümünü oluşturur. Esnekliğe bağlı olarak yaratıcı insanın, psikologların “belirsizlik toleransı”diye adlandırdıklar bir özelliği daha vardır. Bireyin iç çelişkilerine tolerans gösterme kapasitesi ve nihai kararları geciktirme eğilimi taşır. Cevabı alınmamış sorunların, çözümlenmemiş farklılıkların varlığı onu rahatsız etmez.
4-) Deneyimle Kurallara Ulaşma Yeteneği. Büyük yaratıcılık yeteneği olan kişi, değişik ve zengin deyimler edindikten sonra, tüm bu karmaşık deyimlerin ardındaki gizli düzeni bulmada olağanüstü bir güce sahiptir. MacKinnon”un önerdiği gibi yaratıcı insan, eğer gördüğü kaosa yeni bir düzen getirebileceğine dair kendisine derin bir güven duymazsa, çevresindeki bir çok fikir ve deneyimi hoşgörü ile karşılayamaz.
5-) Devrimci. İlk bakışta devrimci, yaratıcı insanlardan bir adım ötede gibi görünse de, genellikle devrimci yaratıcıdan daha farklı bir varlıktır. Bazı devrimciler yaşamlarının bir kesiminde yaratıcı olabilseler bile, yaratıcılığı, verdikleri savaşın acımasızlığı içinde terk edebilirler. Bazıları ise sonuna dek yaratıcılılıklarını koruyabilirler Radikaller toplumsal değişmeyi gerçekleştirmek için polemiğe girdikçe, giderek katı bir kişiliğe bürünerek dogmatik örgütler yaratırlar ve rütbe farkından doğan olaylara karşı hoşgörüleri hiç kalmaz. İçlerinde oluşan bu farklılıklar hiç hoşgörüyle karşılanmadığı içindir ki, çoğu reform hareketleri sonunda dağılır. Bu nedenlerden ötürü devrimci kişi daima dünyadaki “normal” insanlara ters düşer.
YENİLENMENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER
ZİHİN KELEPÇELENMESİ
Yenilenmeyi başarabilmek için, yenilenmeyi nelerin engellediğini anlamamız gerekir. Yenilenmeyi engelleyen şeylerin pek çoğu insanın dışında değil, kafasındadır. Fakat sorun genellikle yeni fikirlerin bulunmamasından değil. bu fikirlere kulak verilmemesindedir. Yaşlanan bir toplum yada örgüt, William Blake”in “zihin kelepçelenmesi” olarak ifade ettiği şekilde yeni fikirlere karşı kendini koruma mekanizmaları geliştirmektedir.
Felaketlerin, genellikle, yeniden doğuşun bir başlangıcı olması acı bir gerçektir. Pasifik kıyılarının en güzel kentlerinden biri olan Santa Barbara, sahip olduğu güzelliklerin pek çoğunu kentin hemen hemen tamamının yıkılmasına neden olan 1925 depremine borçludur. Bir örgüt yaşadıkça işlerin yapılış biçimiyle ilgili değişmeyen usuller geliştirir ve daha düzenli, daha etkin, daha sistematik hale gelir. Yeni bir toplum yenilircilerini ödüllendirmek için özel bir çaba harcamalıdır. Çünkü başlı başına yaşlılığın kendisi heves kırıcı bir engeldir. “Bir şeyin nasıl yapıldığına” olan ilgi, aynı zamanda can çekişen bir toplumun kronikleşmiş hastalığıdır.
Kuralların ve geleneklerin sayısı arttıkça toplumda kişilerin davranış uygunluğuna daha çok önem verir. Alkışlanan kişi, çok çalışkan ya da işi bitiren değil, gelenekleşmiş usulleri ve kuralları çok iyi bilen, bu kurallarla nabza göre şerbet verendir. Sonuçta ilginç bir çelişkiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Yaşlanan bir toplum yada örgüt, işlemler ve teknikler bakımından tam bir güvene sahip olabilir fakat amaca ulaştıracak yetenekler bakımından da ciddi kuşkular içindedir.
Değişimin girdabından kaçmak isteyenlerin başvurdukları ortak bir hile de, yüksek ahlak değerleri konusunda ısrar etmektir. Ancak eskiye, daha sade dönemlere duyulan nostaljik özlem her zaman toplum ve tarihle ilgili yanlış inançların mezarı olmuştur.
KAZANILMIŞ HAKLAR
Kişilerin yada örgütlerin başlangıçtaki esnekliklerini ve girişimcilik gücünü azaltan süreçlerden hiçbiri, zilyetlikte sonuçlanan değişmeler kadar halk arasında memnunlukla karşılanmamıştır. William James”in söylediği gibi “mülkiyete dayalı bir yaşam yalnızca var olmaya yada bir şeyler yapmaya adanmış bir yaşamdan daha kısıtlayıcıdır.” Bu yalnızca mülkiyetle ilgili olmayıp her türlü yükümlülükle ilgili bir sorundur. Kişiler borçlanır, taksit ya da sigorta primi ödemek zorunda kalır. Örgütler yüklü miktarlar da genel giderlere katlanır ya da uzun vadeli yükümlülüklerin altına girer.
İnsanı yük altına sokan birikimler ün, statü gibi maddi olmayan türden de olabilir. Ödül kazanmış bir çok bilim adamı daha önceden ileri sürdüğü görüşlerine bağlı kalmak yüzünden yaratıcılıklarını bastırma yoluna giderler. Yaşlanan bir toplum için kazanılan haklar, ayrıca başka bir sorununda kaynağıdır. Kişiler kazanılmış haklarını arttırdıkça örgütlerde katılaşır.
TİRANSIZ TİRANLIK
FORMÜLLERİN TİRANLIĞI
Bir toplumun ilerlemesine yada gerilemesine neden olan değişimin gelgitleri, yaşadığımız günlük olaylar girdabının çok derinlerinde vücut bulur. Tabandaki bu büyük gel git harekelerinin günlük yaşamımızdaki yansıması yüzeydeki dalgalar, sabah gazetelerinin sür manşet başlıkları ise dalga köpükleridir. Cehalet, hastalık, yetersiz beslenme, politik ve ekonomik baskılar hala kişisel ilerlemenin önündeki en önemli engeldir.
Çağdaş toplumların özelliği karmaşık örgütlerdir, öyle olmak da zorundadır. Bu, bir sosyal sınıfın diğeri üzerinde egemenlik kurması yada bazı dogmatiklerin, diğer dogmatikleri baskı altında tutması sorunu değildir. Sorun, kişiyi kendisine bağımlı kılan bir tiran yada yorgun, yaşlı veya genç bir canavar sorunu da değildir. Kişiyi baskı altında tutan, çağdaş toplumun kendi yapısıdır. Fakat görünüşte de olsa, kamuoyunun desteğini almadan tiranlık yapmak, modası geçmiş bir politikadır. Gerçek modern diktatör, amaçlarını insanlar aracılığıyla gerçekleştirmektedir.
Sık sık yapılan bir başka yanlış da, kişi üzerindeki baskıları liberal/ muhafazakar yada kamu/ özel sektör sorunlarına dayandırmak eğilimidir. Hala sürdürülen bir başka yanlış, çağdaş sosyal örgütlerin insanlık dışı özelliklerini teknolojiden kaynaklandığı iddiasıdır. Çağdaş teknoloji, estetik, ahlaki ve manevi değerlere zarar vermek durumunda değildir, fakat teknolojiyi yönetenler bu değerleri sahiplenmedikçe, teknolojinin fazlasıyla zararlı olabileceği de kuşkusuzdur. Kitlesel toplumun tiranlığı, birilerinin ayağıyla diğerinin boğazını ezmesi demek değildir. Karmaşık çağdaş toplumun birbirine hassas şekilde bağlanmış süreçleri, aynı zamanda insan davranışlarını tahmin etmeyi de gerekli kılıyor. çağdaş toplumda açıkça görülen tehlikelerden bir diğeri de, insanların kendi yaşamlarıyla yada işleri ile ilgili önemli kararlara katılma deneyimlerini yitiriyor olmalarıdır. Karmaşık yapıdaki çağdaş bir toplum için bu tür suçları önlemek kolay değildir. Kişi soyutluluk ağına takılmıştır. Çağdaş toplumda insan, bilinen bir patron için değil, şirket için çalışır.
Kitlesel üretim ancak merkezleştirilmiş kararlarla mümkün olabilmektedir Ve çağdaş toplum bu tür bir merkezleştirmede inanılmayacak kadar beceriklidir. Bu gelişmelere rağmen kişi canlılığını koruyabilmek için içgüdüsel olarak kendi kararlarını uygulayabileceği hobiler geliştirmektedir. Bu anlamda “kendin yap akımı” yorumlanması gereken bir harekettir.
ÖZGÜRLÜK İÇİN ÖRGÜTLENMEK
Büyük örgütler kişinin özgürlüğünü her zaman kısıtlamaz, bazı açılardan da genişletir. Büyü örgütler sayesinde insanlar başka türlü tatmaları mümkün olmayan özgürlükler tatmaktadır. Küçük bir kasabadan büyük bir kente göç eden insan hiç alışmadığı özgürlükleri yaşar. Bazı eleştirmenler örgütsel büyüklüğün ve örgütsel karmaşıklığın artışını ast-üst ilişkilerindeki artışa bağlı olduğunu ileri sürüyor. Fakat antropologlar ve tarihçiler bu görüşü desteklemiyorlar.
Bugün için umutlandırıcı şey, merkezleşmiş örgütsel bütünleşmelerinin doğasında varolan katılığı ve özgürlüğü tehdit eden unsurları taşımayan örgütsel süreçleri oluşturabileceğimiz bazı mücadele alanlarıdır. İnsan ihtiyaçlarına gereken önem verilirken, ölçek ekonomilerin gerçekleştirilmesi de mümkündür. Bu tür bilginin tüm amacı, kişisel başarıları iletici koşulları oluşturmaktır. Sokaktaki adam özgürlüğü yaşamanın doğal bir parçası, özgür olmamayı ise olaylardaki yapaylık, tabiat dışlılık olarak düşünür. Fakat insanları özgür yaşatabilmenin aracı özgür toplumdur.
YENİLENMENİN KOŞULLARI
KURUYAN DALLAR VE FİDELER
Bir toplum için yenilenme zorunluluğunu hissetmek yeterli değildir. Toplumun, planlı eğişimi mümkün kılacak kurumsal düzenlemelere de ihtiyaç vardır. Politik. ekonomik ve sosyal konularda inisiyatif sahibi olmak, aynı şekilde yalnızca bir kaynaktan değil fakat değişik kaynaklardan güç bulur. Hatta deyimle iş başına gelmiş bir totaliter rejim bile muazzam değişiklikleri gerçekleştirebilir. Ancak uzun vadede bu enerji kaynağının yavaş yavaş azalması tehlikesi yanında, en önemli tehlike ortaya çıkan katılık unsurudur. Tarihi bir gerekçe olarak, önemli toplumsal değişikliklerin sosyal dokuyu genellikle ciddi ölçüde zedelediği bilinmektedir. Bir tek fikir etrafında bütünleşmeye karşı en önemli güvenlik önlemlerinden biride gelenekleşmiş olan güçler ayrılığı ilkesine ve yetkiye konan kısıtlamalardır.
Siyasi gücün şekillenmesinde payı olan örgütlenmiş ve örgütlenmemiş pek çok gurup toplumda esnekliği sağlar. Güçler ayrılığı kadar önemli olan bir başka gelenek de hoşgörü ve fikir özgürlüğüdür. Çoğulculuğumuzun başka bir özelliği de bireylerin mensubu olduğu çok farklı örgütlerdir. Örgütte çalışan bir kimsenin kendisini korumasının en emin yolu, girebileceği diğer örgütlerin var olmasıdır. Özgürlük olmadan bir düzen olabilir ancak belirli bir düzen olmadan özgürlük düşünülemez.
MUHALİFLERİ KORUMAK
Muhalifleri korumak için çeşitli çözümler ileri sürülmüştür. Medeni hakkımızın, düzeni koruma yasaları, şikayetleri dinleme ve ihtilaflarda her iki tarafı dinleme ilkesi bu sistemin bir parçasıdır. Toplum bugün sağlıklı olan yönlerinin yarın soysuzlaşabileceğini biliriz. Bugün adil kullanılan bir yetkinin yarın istismar edilebileceğini düşünürüz. Hayatı muhaliflere de yaşanır hale getirmek için planı ve sistematik girişimler modern dünyanın ve açık toplumun bir ürünüdür.
İnandığını söyleme özgürlüğüyle ilgili savaş hiç bir zaman bitmeyecektir. Günümüzde mükemmel bir özgürlüğe sahip olsaydık, mutlaka kısa sürede özgürlüğümüz yozlaşmaya başlardı. Bu “uyum çağında” yaşadığımıza ilişkin ithamlar incelemeye değer. Uyumsuz bir duruma aşırı uyum gösteren büyük grupların varlığı uyumsuzluk teorisini biraz daha karmaşık hale getirmektedir. Herhangi bir toplumda uyumluluğun baskısından özenle korunması gereken belirli guruplar vardır. Bu yaklaşım, bunların topluma tümüyle muhalif olmadıkları anlamına gelmektedir. Sanatkarlarda, yazarlarla veya yenilikçilerle ilgili topluma düşman olduklarına dair romantik bir görüş vardır.
YENİLENMEK İÇİN ÖRGÜTLENMEK
SİSTEMLİ ŞEKİLDE YENİLİK
Bir bütün olarak toplumda aradığımız esneklik ve uyum yeteneği örgütler içinde gereklidir. Damar sertliği olan örgütlerden oluşmuş bir toplum kendisini yenileyemez. Bugün yenilikle ilgili en çok özelliği olan şey, bizim sistemli şekilde yeniliği gerçekleştirmeye çalışıyor olmamızdır.
Yenilenmeye ilgilenenler için bazı yönetim sorunları özellikle ilginçtir. Bir örgütün yada bir toplumun kendisini yenilemesi açısından hiçbir şey, insanların daha çok katkıda bulunabilecekleri mevkilere ilerlemelerine olanak sağlayan bir sistemin varlığından daha önemli değildir. Yenilenme konusunda çalışanlar için yönetimle ilgili başka ilginç bir konuda iletişimdir. Sözgelişi örgüt içi iletişimde etkin olan kanalların, örgüt bölümleri arasında ki nüfuz edilemeyen duvarların yıkılmasını engelleyebileceğini görmüşlerdir. Bu duvarları kaldırabilmenin bir yolu aşırı uzmanlaşmış dar görüşlü kişilerin sayısını azaltmak olabilir.
TEMBELLİK VE HAREKETSİZLİK
Tüm uzmanların farkında olmalarına rağmen yönetim literatüründe”yenilenme için örgütlenmek” konusunda gereğince ele alınmamış bir sorun bulunmaktadır: Örgütün sade, esnek ve yönetilebilir bir büyüklükten ayrıntıya, katılığa ve tembelliğe doğru hemen hemen kaçınılmaz gidişiyle nasıl başa çıkacaktır? Askeri tarih bu soruyu aydınlatıcı şekilde ortaya koymaktadır. Çok eski dönemlerden bugüne bazı ordular hıza, harekete, esnekliğe gözü pekliliğe ve hayal gücüne öncelik verirken, diğerleri tamamıyla güce, sayılara ve ağır donanıma güvenmiştir. Refah içindeki başarılı toplumlar nadiren bunlardan ikincisini ilkine tercih etmek yanlışında ısrar edenlere karşı koyabilmişlerdir.
Bu sorun yalnızca askeri örgütlere özgü değildir. Şayet bir örgüt güç ile esneklik arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa hemen hemen istisnasız şekilde gücü seçer. Örgütler için sadeliği korumak, karmaşıklaşmaktan zordur. Canlılığı korumak hemen hemen olanaksızken hantallaşmak kolaydır. Fakat örgütte yalnızca tembelliğe, ayrıntıya ve gücün pekiştirilmesine yönelmiş güçlerde vardır. Bu durum muhtemelen kendimizin kabul ettiğinden daha çok şekilci olduğumuzdan, kısmen de çok tembel yada sorunların özüne inme konusundaki ihmalkarlığımızdan kaynaklanıyor.
YENİ ÖRGÜT BİÇİMLERİ
Örgütlerle ilgili melankolik düşüncelerimizin pek çoğu, talimatların yukarıdan aşağıya doğru akışına göre bölümler, şubeler ve daireler halinde yapılandırılmış klasik sanayi kuruluşlarına yada devlet bürokrasiye ilişkindir. Sözgelişi, çağdaş toplumsal örgütlerdeki çarpıcı gelişmelerden biri olan mekteplilerin yükselişini düşünün. Meslek adamlarıyla bürokratlar arasındaki çatışmanın kökeni uzmanlaşmadır. Uzmanların yükselişi, örgütle ilişkilerinde bütünüyle farklı bir imaja sahip ve örgütün ne olduğu konusunda tamamıyla farklı anlayışlardaki insanların büyük örgütleri işgale başladıkları anlamına gelmektedir. Büyük çağdaş örgütler, günün her saatinde çeşitli türde hizmet sunan insanlar ordusuyla istila edilmektedir. Bu tür uzmanlık ve teknik hizmetleri satın alabilme imkan ve sözleşme ilişkisinin sağladığı esneklik, kendi geleceğini şekillendirmek açısından modern örgüte geniş bir seçenekler listesi sağlar.
BİREYCİLİK VE SINIRLARI
KAYITSIZLIK
İnsanlar yalnızca çeşitli kimyasal maddelerle bir kova suyun bileşimi değildir. yalnızca biyososyolojik sistemin bir elemanı yada kalıtım zincirinin bir halkası da değildir. Yalnızca sosyal gurubu kuvvetlendirmek için kullanılabilecek beşeri bir kaynakta sayılamaz. İnsanla ilgili önemli şeylerin yanı sıra dokunulmazlığı olan şeylerde vardır. Bireysel gizliliğin ihlal edilmemesi, kişiliğin baskı altına alınmaması ve insan onurunun zedelenmemesi türünde insan dokunulmazlığıyla ilgili daha başka kısıtlamalarda vardır.
İnsan sosyal bir varlık olmasından dolayı, sosyal sistemden söz etmeden bireycilik hakkında konuşmak anlamsız olur. Bu yüzden birey ile guruplar arasındaki ilişkileri daha yakından incelemek yararlı olacaktır. Dünyaya ayak basmış insanların pek çoğu kendi toplumlarının kültürüne gömülmüştür. Gelenekçi toplum içinde büyümüş bir kişi kendisini yaşadığı toplumdan ayrı yada ayrılabilir olarak düşünmemektedir. Bu tür bir insan kendi kültürü içinde kaybolmuştur.
Böyle bir insan için kendi toplumu, onun dünyasını oluşturur. Dainel Lerner Türk köylülerine, “Eğer Türkiye”de yaşamasaydınız nereye gitmek isterdiniz?” diye sorduğunda herhangi bir cevap alamamıştı. Çünkü onlar başka bir yerde yaşamayı düşünemiyorlardı. Aşina oldukları çevreden ayrılmaktansa “ölürüm, daha iyi!” diyebiliyorlardı. Bu tür dışa kapalılık, düşündüğümüz anlamdaki bireycilik ve özgürlük üzerinde aşılamaz kısıtlar oluşturmasına rağmen insanlar bu kısıtların farkında değildir. Bu tür dışa kapalılık, toplumun kendisini diğer kültürlere kapatmak istemediği sürece mümkün değildir.
KAÇIŞ
Yirminci yüzyıl başlarında herhangi bir gözlemci bu tarihsel sürecin bireysel özerkliğin doruk noktasıyla son bulacağına kolaylıkla inanabilirdi. Bu gelişmelerden ilki, çağdaş kitlesel yaşamın birey için yeni kısıtlar getirmesidir. İkincisi ise, elde edilen başarıları yıkmaktan hoşlanan yeni otoriteler yönetim şekillerinin ortaya çıkışıdır. Çağdaş totalitarizmin her yerde yükselerek, özgür insanlar üzerine nasıl bir şok etkisi yarattığını bugünkü gençliğin anlaması kolay değildir. İnsanın yavaş ama emin adımlarla kendisini karanlık inançlardan, tiranlaşan toplumsal kurumlardan ve güce susamış kurallardan kurtardığına inanılmıştı.
Fakat sonra yirminci yüzyıl totalitarizmi karşısında, yetişmesi yüzyıllar alan ulu özgürlük çınarı kurumaya başladı. Pek çok gözlemciye göre burada üzücü olan, insanoğlunun doğasına istibdada karşı olmaktan öte, istibdadı davet eden bir şeylerin olabileceği düşüncesiydi. İnsanın kendi kendisinin efendisi olduğu, kendi kaderini yalnız başına tayin edebileceği yada hiç bir bağı olmayan özgür bir kuş misali romantik fikirlerle sık sık karşılaşırız.
Çağdaşlık uygarlık bireyin kendi geleneklerine ve ailesine olan bağlarını zayıflattığında, toplumsal açıdan bu daha çok özgürlük yada yabancılaşma ve toplumsallaşmama sonucu doğurabilir. Aynı şekilde, birey daha çok özerklik aradığında daha özgür ve ahlaki açıdan daha sorumlu bir kişi olabilir. Olgun bir insan, bireysel özgürlük ve onur anlayışımızda saklı ideal standartlarla karşılaştığında, kendi bağımsızlığı için önlemler alabilmelidir.
Birey ile onun dışında oluşan değerler arasındaki anlamlı ilişki bireysel özgürlükle çalışma halinde değildir. Tam tersine, bu değerler özgür insanı karakterize etmesi gereken manevi gücün ayrılmaz bir parçasıdır.
GÖREVİMİZİN ÖZELLİĞİ
Çağdaş toplumsal yaşam bir yandan birey üzerinde gizli fakat güçlü kısıtlar oluştururken, öbür yandan da bireyi geleneklerine, gurubuna ve kendi dışındaki değerlere bağlayan bağları parçalamaktadır. Bireyin bu tür bağlılıklar edinmesine yardımcı olacak bir geleneğe fiilen sahip değiliz. Tersine, onun çocukluk dünyasından koparmaya yardım eden çok güçlü geleneklerimiz var. Öğretmenlerin çoğu gençleri çocukluk inançlarından vazgeçirmek için bilinçli şekilde çaba harcıyorlar.
Bireyselliği feda etmeden bu tür toplumsal bağlılıkların nasıl oluşturulabileceği konusunda bireye yardım etmeliyiz. Onun, bir akıma veya doktrine teslim olarak, bireysel seçim sorumluluğundan kaçmasına neden olacak güçleri tanımasına ve bunlara karşı direnebilmesine de yardımcı olmalıyız.
BAĞLILIK VE ANLAM
BİREYSEL BAĞLILIK
Olgun insan, William James”in meşhur deyimiyle kendisi için çırpınan egosunun ötesinde sevdiklerine, toplumsal kurumlara, dine ve ahlaki sisteme de bağlılık gösterir. Herhangi bir kişi, hayatta zevk veren şeyleri küçümsemeden sözünü ettiğimiz bu gerçeği kabullenebilir. Bu kişi, yoksul insanların, aç kalmayı yüceleştirenlerin yoksulluk içinde tatmin bulabileceklerini söyleyenlere de haklı olarak kuşkuyla bakar. Her insan, iyi yaşamanın zevklerini ve rahatlığı tadabilme fırsatına sahip olmalıdır.
Doğal olarak insanın kendi fiziksel tatmini için ne gerekiyorsa yalnızca onu yapacağına inanır. Fakat her antropologun kanıtlayabileceği gibi bu doğru değildir. İlkel insan bile kendi toplumsal gurubuna ve algılayabildiği ölçüde ahlak sistemine derinden bağlılık göstermiştir.
ANLAM ARAYIŞI
Yapısı gereği insan anlam arayıcısıdır. Bedeni için, nefes almak yada vücudunu belli bir ısıda tutmaya yardımcı olmaktan başka bir şey yapamaz. Çok kaba ve düşünce derinliğinden yoksun olsalar da bazı dinler, mitolojiler ve kabilelerin batıl inançları günlük olayları yorumlamaya yönelik anlamlar geliştirmişlerdir.
“Pragmatik modernizm”in bayrağı altında birey güvenliğe, paraya, güce, duygusal doyuma ve insan olarak yüksek bir statüye sahiptir. İnsanın anlam arayışı bir açıdan bütünüyle zihinseldir. Algılama ve ilgili araştırmalar insanın bu çabasının sonradan akla gelip yapılan ya da bilinçli bir tepkinin ürünü olmadığını, algılama sürecinin bütünleştirici bir özelliği olduğunu göstermiştir. İnsanın kendi arzularını ve statüsünü dikkate almaması anlamında doğa ve evrenle ilgili kuramların kişisel olmaması. Fakat insan elde ettikleriyle asla yetinmemiştir. Tarihi boyunca, kendi öz yaşamına saygı kazandırabilecek bir ev ren anlayışını bulabilmek için kendini zorlayan bir eksiklik içinde olmuştur. Kierkegaard”ın sözleriyle, insan “kendisi için olan doğruyu” aramaktadır. O kendisine saygınlık, değerli bir amaç ve kendini varlığının anlamını kazandıracak bir evren anlayışının arayışı içindedir.
ANLAM, AMAÇ VE BAĞLILIK
Yaşamın anlamının bir bilmeceye verilen cevaba benzediğini düşünen pek çok kişi vardır. Her yaşamdaki anlam birbirinden farklı ve çok yönlüdür. Bu anlamlardan bazıları yaşamın erken dönemlerinde, diğerler ise daha geç kavranır. Bu anlamlardan bazıları yoğun şekilde duygu, bazıları ise bütünüyle bilinç yüklüdür. Bazıları dinsel, diğerleri ise sosyal içeriklidir. Toplumdaki değerli insanların pek çoğu ailelerinin refahı, sağlığı ve kendi bütünlüklerinden başka hiçbir şeye aşırı istek göstermezler.
GELECEĞE YÖNELİK TUTUMLAR
İLERİ VE YUKARI DOĞRU MU ?
Birey, mümkün olabileceğine inanmıyorsa yenilenmeyi gerçekleştiremez. Bazı kişiler ve toplumlar ilerisini düşünüp, zihinlerinde sürekli olarak geleceği taşırlarken, diğerleri geçmişe gömülüp antik ilgilerin peşine düşmüşlerdir. İlk söylediğimiz kişiler ileride “ne olacaklarının” heyecanlarını taşırken, sonrakiler “ne olduklarının” büyüklüğü içerisindedirler. Geleceğe doğru yönelin meyince muhtemelen hiç bir toplum kendisini yenileyemez. Tarihçileri olmayan bir toplum, bir kötürüm adar hafıza kaybına uğramış bir topluluk olurdu. Sürekli yenilenme becerisine sahip bir toplum yalnızca geleceğe yönlendirilmiş olmaz, aynı zamanda geleceğe güvenle bakar. Sürekli yenilenme becerisine sahip bir toplum yalnızca kendini gelecek düşüncesiyle rahat hissettirmez, geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.
Kendini yenileyebilen bir toplumda insanlar, yalnızca geleceği ve onun getireceği yenilikleri içtenlikle karşılamaz, bu geleceği şekillendirebileceğine de inanırlar. Gerçekte insanların kendi kaderlerini değiştirme konusunda çaresiz oldukları görüşü, tarih boyunca çok yaygındı. Kadercilik düşüncesi, yenilenmenin önünde ciddi bir engeldir. Bir toplum yada kurum yaşlandıkça, davranış ve tutumlarda kolay olana doğru gizli ama giderek yaygınlaşan bir eğilim görülür. Bunun sonuçları ise, kolayca tahmin edilebilir. Daha az hata ve daha az yenilik.
İYİMSERLİK VE KARAMSARLIK
Tarihin çok büyük bir bölümünde insanlar, insanoğlunun dünya üzerindeki yaşamı konusunda oldukça ümitsiz görüşler beslemişlerdir. Eski Yunanlılar insan yaşamındaki herhangi önemli bir mutluluğun, başarının veya bir amaca ulaşmış olmanın, onun için bir felaket habercisi olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gitmişlerdi. Aydınlatma Çağı”nın akıcılığı, iyimserliği ve mutluluğu durgun suya atılan taşın neden olduğu dalgalar gibi entelektüel yaşamın her alanına yayıldı. İnsanoğlunun Ütopya”ya ulaşabilmesinde ihtiyacı olan şeylere daha fazla kararlılık, akıcılık, bilim ve maddi gelişmeydi.
Aydınlatma Çağı”nın ruhu, ulusal karakterimizin şekillendiği dönemlerde bizi, Batı”nın eski devletlerini etkilediğinden çok daha fazla, derinden etkilemişti.
KARAMSARLIK MODASI
Çağdaş her okur yazar Aydınlatma Çağı”nın iyimserliğinden geriye dönen yolu bilir. Bu değişim ruh halinin en iyi örnekleri Kierkegaard ve Dostoyevski”dir. Tam bir akılcı kişi olan Freud, bireysel akılcılığın hemen her alanında esen mahvedici rüzgarın içinde yaşadı. Sonra 20. yüzyılın kötü olayları sergilendi: 1. Dünya Savaşı”nın katliamı, komünist devrimle özgürlüğün mantıksızca baskı altına alınışı, nazizm ve faşizmin zayıf ahlakı ve 2. Dünya Savaşının gaz odaları ile bombaları….
1950”ler insanının, dedelerine göre dünyadan daha az zevk alıyor olması şaşırtıcıdır. Dolayısıyla bazı çağdaş yazarların, sanatçıların ve düşünürlerin kendilerini aşırı küçümseyen, romantik bir karamsarlığa gömülmüş oldukları düşünülebilir. Oyun yazarlığına yeni bir soluk getiren Lonesco bile, dünyada “yavaş yavaş kayboluştan ve vahşilikten, kendini beğenmişlik ve öfkeden, faydasız düşmanlıktan…” başka bir şey görmediğini yazar. Beccket, insanların “kana susamış, cahil ve hep iğrenç şeyler düşünen kuyruksuz maymunlar” olduklarını ; Rexroth ise, “hayatın, büyüdüklerinde ahmaklaşan uzun boylu çocuklarla dolu bir çöplük” olduğunu söyler. Bu tür kendi kendini kötülemeler ve keder karşısında doğal olarak herhangi bir kişi, ne pahasına olursa olsun eskinin mutluluğuna özlem duyar.
Montaigne, “ Tüm beceriksizliklerimizden en korkuncu kendimizi küçük görmemizdir.” der. Yaşam acımasızdır, fakat zaten hep öyleydi. Tüm bunları kabul etmeyen bir kişi ya çok genç yada budaladır. Kendi performansıyla karşılaştığında insanın manevi isteklerinin daha hızlı artıyor olması yenilenme açısından bir engeldir. Nezaket ve hakkaniyet duygularında nispeten küçük bir gelişme olduğunda insan hem bütünüyle adil ve nezih bir dünya oluşturabileceğini düşler. Sezgisi güçlü insanlar, insanoğlu için tehlike arz etmeyen bir dönemin asla varolmayacağını hissederler. Kolaycılığın neden olduğu tembellik, zafiyet, kendini beğenmişlik, uyuşukluluk ve güvenlik içinde yaşamanın anası olan iradesizlik her zaman pusuda bekleyecektir. Ruhsal boşluk ve katılık, toplumsal kurallara aşırı bağlılık ve resmiyetçilik, toplumu zayıflatabilecek mikroplardır.
AHLAKİ ÇÜRÜME VE YENİLENME
ÖZGÜR TOPLUMDA FİKİR BİRLİĞİ
Ne kadar akıllıca tasarlanmış veya ne kadar demokratik yapıda inşa edilmiş olursa olsun hiç bir sosyal sistem, toplumun üyelerince paylaşılan alışkanlıklar ve tutumlarla desteklenmediği sürece özgürlüğü koruyamaz. Ancak özgürlüğün alışkanlıklar ve tutumlardan başka şeylerce de desteklenmesi gerekir. Çünkü, alışkanlıklar ve tutumlarda değişebilir. Sürekliliği olan bir özgürlük düşüncesinin, insanların din ve felsefi görüşlerinde de köklenmiş olması gerekir.
Eleştirmenler ne söylerse söylesinler, bizim toplumuzda bu tür değerlerle ilgili bir fikir birliği her zaman vardır ve halende mevcuttur. Yenilenme ile ilgilenen herkes için fikir birliği özellikle önem taşır. Yeterli sayılabilecek ölçüde fikir birliğine ulaşmanın tadını alabilmiş bir toplum, çok yaygın bir alanda yeniliklerin tiryakisi olabilir. Unutmamalıdır ki, bu fikir birliği ne günlük davranışların ve anlamların yüzeysel yönleriyle ilgilidir, nede günlük anlamların derinliğini ifade eder. İnsan davranışını yönlendiren temel değerlerle ve özgürlük, adet gibi kavramlarla ilgilidir. Ama bu değerler, felsefi ve dini inançların derin, durgun sularında yüzer. Bu değerler, güçlerini insanın yapısıyla ilgili görüşlerden alırlar.
AHLAKIN ÖNEMİ
20. yüzyılın ilk yarısında pek çok kişi, değerler konusunda bilgisiz ya da “bilimsel” tarafsız kalmanın akıllılık olduğuna inanmışlardır. Bununla birlikte, tüm ahlaki değerlere karşı yansızlık fikrinin yaşamın bütününe yaygınlaştırılması da anlamsızlıktır. Bazı çağdaş düşünürlerin ahlaki değerlerle ilgilenme konusundaki bu isteksizlikleri “ahlaki görecelik” kavramıyla güçlenmektedir.
Bununla ilgili anlaşılması daha zor bir güçlük de, yüzyılımızın başlarında ahlaki gerçekçiliği inkar etmede zirveye ulaşılmış olması ve bu inkarcılığın * pek çok kültürlü insanı hala etkiliyor olmasıdır. Başlangıçta tutucu ahlakın balonlarını iğneleyerek patlatmak yürekli kişiler için çok keyif vericiydi. Viktoryan** tutuculuğun getirdiği katılıkların, 20.yüzyılın yaratıcı güçleri için bir engel oluşturduğunu tartışmak gereksizdir.
Günümüzde pek çok insan ahlaki ilgilerini açıkça söylemektense korlaşmış kömürün üstünde yürümeyi tercih ediyor. Ahlaki ciddiyet dogmatizm, resmiyetçilik yada uyumluluk ile bir tutmak yanlıştır. Ahlaki değerlerle tüm içtenliğiyle ilgilenmiş bir insan olarak Sokrates, dogmatizm ve resmiyetçilikten çok uzak ama döneminin saygın fikirlerine saygısızca davranabilen bir kişiydi.
KURUYAN SARNIÇLAR
Jacques Barzun, “bugünkü fırtınaların artık havayı temizleyeceğinden” yakınan yaşlı, küçük bir hanımefendiyi anlatır. Aslında bu tür yakınmalar ne meteorolojik olaylarla, ne de yaşlı, küçük hanımefendilerle sınırlandırılamayacak bir düşünce tarzının ifadesidir. Bugün pek çok kişi, ahlaki değerlere ve hakkaniyete olan bağlılığımızı, yıllar öncesinde doldurulmuş ama o günden beride sürekli sızdıran bir sarnıca benzetmektedir.
Sarnıç boş değil. Çünkü ahlaki düzen bir taraftan çürüyor, bir taraftan da kendini yeniliyor. Joseph Campbell şunları yazmıştı:
“Ölümü ancak doğum yenebilir…Sürekli tekrarlanan ölümün hükümsüzlüğü, sosyal bir varlık olarak insanın içindeki, ruhundaki doğumun sürekliliği ile mümkündür.” Gençler içinde yaşadıklar toplumun gerçeklik, hakkaniyet gibi kavramsal değerlerini özümseyemiyorlar. Bu nedenle gençler hem hayal dünyaları, hem de olabilecekleri en iyi insan tipi için bir model arayışı içindedirler. Karşılaştığımız en güç sorunlardan bir diğeri de gençlerin önemli görevler katılmalarını sağlayabilmektir. Bu gün gençler için kendilerini gösterebilecek fırsatlar yok denecek kadar azdır. İskender yirmi yaşındayken bilinen dünyanın yarısını fethedebiliyor. Gençlere görevleri eski değerleri korumak olduğunu söylemek yerine, yaşadıklar dönemin ikilemlerini ve acılarını göğüsleyerek kendi değerlerini sürekli olarak yeniden yaratmak olduğunu söylemeliyiz.
Kısacası toplumun ahlaki yapısını oluşturan değer kaynakları, iyi yada kötü, varlıklarını sürdürmektedir. Bu değerler, bugün bazı yetişkinlerin yapar gibi göründükleri eskinin dindarlığında hayat bulamazlar. Ahlaki düzen, statik, tarihi dokümanlarda kutsanmış, aileye ait gümüşler gibi uzun yıllardır saklanan, yaşlı ahlakçıların ve dindarların kafalarında yer etmiş bir şey değildir.
Toplumların tarihin her hangi bir anında icat edilmiş bir makine olmadığını, toplumun üyelerince sürekli olarak yeniden yaratıldığını bilirler. Bu bilinç, insana sıkıntılı sorumluluklar yükler, fakat insanlığın daha da yükselebilmesinin yolu da buradan geçer.