Roman özetleri

Vurgun Kitap Özeti

GÖKYÜZÜ KANATLARLA KARARIYOR…

Ve Luce ile Daniel için zaman dolmak üzere…

Lucifer’ın geçmişi silmesine engel olmak adına Düşüş’ün başladığı yeri bulmak zorundalar. Yalnızca Luce laneti bozabilir, bu yüzden onun seçimi herkesin kaderini belirleyecek.

Peki ya Luce ve aşk uğruna var olan destansı mücadeleyi kim kazanacak?

DÜNYA ÇAPINDA FENOMEN HALİNE GELEN DÜŞÜŞ SERİSİNİN ŞAŞIRTICI SONUNA HAZIR OLUN!

***

Her şey birer birer yok olurken
Sadece aşkımız baki kalacak…
—JOHN DONNE, Yıldönümü

ÖNSÖZ

Düşüş

Önce sessizlik vardı…

Cennet ve Cehennem’in arasındaki boşlukta, bilinmeyen derinlikte, Cennet’in görkemli uğultusu kayboldu ve yerini Daniel’ın ruhunun bir ses duymak için çabaladığı büyük bir sessizlik aldı.

Ve sonra düşüş hissi belirginleşti – kanatlarının bile onu kurtaramadığı türden bir düşüştü, sanki Taht kanatlarına uydular iliştirmişti. Kanatlarını doğru düzgün çırpamıyordu, çırptığında ise düşüşünün üzerinde hiçbir etkileri olmuyordu.

Nereye gidiyordu? Ne önünde ne de arkasında herhangi bir şey vardı. Yukarıda ya da aşağıda da hiçbir şey yoktu. Sadece yoğun karanlık ve Daniel’ın ruhunun geri kalanının bulanık hatları.

Sessizlikte, zihni onu ele geçirdi. Kafasını bir şeyle, kaçınılmaz bir şeyle doldurdu: Luce’un lanetinin rahatsız edici tanımıyla.

Ölecek… Asla ergenlik dönemini geride bırakamayacak… Yaptığın seçimi her hatırladığında tekrar tekrar ölecek.

Asla gerçek anlamda birlikte olamayacaksınız.

Bu Lucifer’ın kötü lanetiydi; Taht’ın İlahi Ova’da verdiği cezaya hırçın bir karşılıktı. Ölüm Daniel’ın aşkı için geliyordu. Daniel bunu durdurabilir miydi? Daha da önemlisi bunu fark edebilecek miydi?

Bir melek ölüm hakkında ne bilebilirdi ki? Daniel ölümün insan denilen yeni ölümlü türünden bazılarına huzurlu bir şekilde geldiğine tanık olmuştu, fakat ölüm melekleri ilgilendiren bir şey değildi.

Ölüm ve ergenlik: Lucifer’ın lanetindeki iki mutlaktı. İkisi de Daniel’a bir şey ifade etmiyordu. Tek bildiği Lucinda’dan ayrı kalmak dayanamayacağı bir cezaydı. Birlikte olmalıydılar.

Lucinda!” diye bağırdı.

Onu düşünür düşünmez ruhunun ısınmış olması gerekirdi ama sadece ağrı hissediyordu.

Etrafındaki kardeşlerini – yanlış ya da çok geç karar verenleri, hiçbir seçim yapmayıp kararsızlıkları yüzünden kovulanları – hissetmiş olması gerekirdi. Gerçekten yalnız olmadığını biliyordu – aşağıdaki yer yarılıp derin bir boşluk ortaya çıktığında yüz milyondan fazlası içine düşmüştü.

Ama başka birilerini ne görüyor ne de hissedebiliyordu.

O ana dek hiç yalnız olmamıştı. Tüm dünyalardaki son melek kendisiymiş gibi hissediyordu.

Sakın öyle düşünme. Kendini kaybedersin.

Dayanmaya çalıştı… Lucinda, toplantı çağrısı, Lucinda, karar… Fakat düşerken, hatırlamakta giderek zorluk çekmeye başladı. Mesela Taht’ın söylediği son iki kelime neydi…

Cennet’in Kapıları…

Cennet’in Kapıları artık…

Daha sonra söylediği kelimeleri hatırlayamıyordu. Anımsadığı tek şey büyük ışığın titremesi, ardından şiddetli bir soğuğun Taht Ovası’na yayılmasıyla Bilgi Bah-çesi’ndeki ağaçların birbirlerinin üstüne düşerek tüm kainatta hissedilen güçlü bir huzursuzluk dalgasına neden olması ve melekleri kör edip ihtişamlarını yok eden bulut fırtınaları çıkarmalarıydı.

Başka bir şey… Ova tahrip olmadan hemen önce bir şey olmuştu…

Eşleşme.

Toplantı çağrısı sırasında ışık saçan, cesur bir melek göğe yükselmiş ve kendisinin gelecekten gelen Daniel olduğunu söylemişti. Gözlerinde oldukça eski görünen bir üzüntü vardı. Bu melek – Daniel’ın ruhunun bu versiyonu – gerçekten acı mı çekmişti?

Peki ya Lucinda?

Daniel öfkeden köpürdü. Lucifer’ı, tüm fikirlerin çıkmazında yaşayan meleği bulacaktı. Daniel bir zamanlar Sabah Yıldızı olan hainden korkmuyordu. Bu hiçliğin sonuna ne zaman ve nerede varırlarsa varsınlar, Daniel intikam alacaktı. Fakat önce Lucinda’yı bulacaktı, çünkü onsuz hiçbir şeyin önemi yoktu. Onun sevgisi olmadığında her şey imkânsızdı.

Onlarınki Lucifer ya da Taht arasında seçim yapmayı akıl almaz kılan bir aşktı. Daniel sadece onun tarafını seçebilirdi. Ve şimdi bu seçiminin bedelini ödeyecekti, ancak hâlâ cezasının nasıl bir şekil alacağını anlayamıyordu. Tek bildiği Lucinda’nın artık ait olduğu yerde, onun yanında olmadığıydı.

Aniden ruh eşinden ayrılmanın üzüntüsü keskin ve acımasızca Daniel’ın içini sardı. İnledi, zihni bulandı ve birdenbire korkutucu bir şekilde bunun sebebini hatırlayamadığını fark etti.

Giderek yoğunlaşan karanlıkta öne doğru savruldu.

Artık ne görebiliyor, ne hissedebiliyor ne de buraya nasıl geldiğini hatırlıyordu, hiçliğin içinde hızla düşüyordu. Peki ama nereye? Ve ne kadar süre boyunca?

Hafızası titreyip soldu. Beyaz ovada birine çok benzeyen meleğin söylediklerini hatırlamak gittikçe güçleşiyordu…

Melek kime benziyordu? Peki söylediği şey neden bu kadar önemliydi?

Daniel bilmiyordu, artık hiçbir şey bilmiyordu.

Tek bildiği boşluğa doğru düştüğüydü.

Bir şeyi… Birini bulma arzusuyla doldu.

Yeniden kendisini iyi hissetme isteğiyle.

Ama karanlığın içinde karanlıktan başka bir şey yoktu…

Sessizlik düşüncelerini bastırıyordu.

Her şey olan bir hiçlik.

Daniel düştü.

BİR

Gözcülerin Kitabı

“Günaydın.”

Sıcak bir el Luce’un yanağına dokunup saçlarını kulağının arkasına itti.

Luce öteki tarafa dönüp esnedi ve gözlerini açtı. Deliksiz uyumuş ve rüyasında Daniel’ı görmüştü.

“Ah,” dedi şaşkınlıkla. İşte oradaydı.

Daniel yanında oturuyordu. Üzerinde siyah bir kazak vardı ve Sword & Cross’ta onu ilk gördüğünde boynunda olan kırmızı atkıyı takmıştı. Herhangi bir rüyadan çok daha güzel görünüyordu.

Ağırlığı karyolanın kenarının biraz çökmesine neden oldu, Luce ona sokulmak için bacaklarını kendisine doğru çekti.

“Rüya değilsin,” dedi.

Daniel’ın gözleri görmeye alışık olduğundan daha uykuluydu, yine de yüzüne bakarken ve sanki onu ilk kez görüyormuş gibi yüz hatlarını incelerken menekşe rengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Eğilip dudaklarını Luce’unkilere dokundurdu.

Luce ona doğru yaklaştı ve kollarını boynuna dolayıp neşeyle öpücüğüne karşılık verdi. Dişlerini fırçalaması gerektiğine ya da saçlarının kötü göründüğüne aldırış etmedi. Onu öpmek dışında hiçbir şey umrunda değildi. Artık birlikteydiler ve ikisi de sırıtmalarına engel olamıyorlardı.

Sonra Luce birdenbire her şeyi hatırladı:

Sivri pençeler ve hissiz kırmızı gözler. Ölümün ve çürümüşlüğün berbat kokusu. Her yeri saran karanlığın kasveti öylesine güçlüydü ki ışığın, sevginin ve dünyadaki tüm iyi şeylerin yorgun, kırık ve ölü görünmesine neden oluyordu.

Lucifer’ın bir zamanlar Luce için başka bir şeyi – arkadaşı olduğunu sandığı taş hilkat garibesi Bill’i – ifade etmiş olması imkânsızmış gibi görünüyordu. Luce onunla yakınlaşmıştı ve şimdi de isteklerini tam olarak yerine getirmediği için – eski Mısır’da kendi ruhunu öldürmemeyi seçmek gibi – tarihi silmeye karar vermişti.

Düşüş’ten beri olan her şeyi silmek için zamanı bükmek.

Her ölümlü ve meleksi ruhun hayatı, aşkları ve anları Lucifer’ın kaprisi yüzünden yok olacaktı. Sanki evren bir masa oyunu, o ise kaybetmeye başladığı anda vazgeçip mızmızlanan bir çocuktu. Ancak kazanmayı istediği şeyin ne olduğuna dair Luce’un hiçbir fikri yoktu.

Onun azabını hatırlayınca Luce teninin yandığını hissetti. Luce’un görmesini istemişti, onu Düşüş’ün olduğu zamana geri götürdüğünde avcunun içinde titremesini istemişti.

Sonra onu bir kenara atıp Cennet’ten düşen tüm melekleri yakalamak için ağa benzer bir Duyurucu çağırmıştı.

Daniel onu yıldızlı boşlukta yakaladığında, Lucifer ortadan kaybolmuş ve tüm döngü yeniden başlamıştı.

Çok büyük bir hareketti. Daniel meleklere gelecekte rehberlik etmek için Lucifer’ın eski benliğiyle eşleşip ona gücünden vazgeçmesi gerektiğini açıklamıştı. Meleklerin düştüğü süre boyunca hiçbir şey yapamayacaktı.

Tıpkı diğerleri gibi o da kudretsiz bir tecride düşmüştü, ona inananlarla birlikteydi ama onlardan ayrıydı, hepsi yapayalnızdı.

Yeryüzüne düştüklerinde, zamanda bir kesinti yaşanacak ve her şey yeniden başlayacaktı. Sanki o zaman ve şimdiki zaman arasındaki yedi bin sene hiç yaşanmamış gibi.

Sanki en sonunda Luce laneti anlamaya başlamamış gibi.

Luce, yedi melek ve iki Nefilim onu durdurmadığı sürece tüm dünya tehlikedeydi. Sadece dokuz günleri vardı ve nereden başlayacaklarını bilmiyorlardı.

Luce önceki gece öylesine yorgundu ki bu karyolaya uzandığını, bu ince mavi battaniyeyi omuzlarına aldığını bile hatırlamıyordu. Küçük kulübenin kirişlerinde örümcek ağları vardı, katlanabilir bir masada Gabbe’nin dün gece herkes için hazırladığı sıcak çikolatanın içildiği kupalar duruyordu. Ama her şey Luce’a bir rüya gibi geliyordu. Duyurucudan Tybee isimli bu küçük adaya, meleklerin güvenli bölgesine gelişi kör edici yorgunluğu sebebiyle zihninde bulanıktı.

Diğerleri hâlâ sohbet ederken uykuya dalmış, Daniel’ın sesinin ona güven vermesine izin vermişti. Şimdi kulübe sessizdi ve Daniel’ın siluetinin arkasındaki pencereden neredeyse güneşin doğmak üzere olduğu gökyüzü gri görünüyordu.

Uzanıp Daniel’ın yanağına dokundu. Daniel başını çevirip avcunun içini öptü. Luce ağlamamak için gözlerini yumdu. Yaşadıkları onca şeyden sonra neden Luce ve Daniel birbirlerini diledikleri gibi sevebilmek için Lucifer’ı alt etmek zorundaydılar?

“Daniel.” Kulübenin kapısından Roland’ın sesi duyuldu. Ellerini paltosunun ceplerine sokmuştu, gri yün şapkası rastalarını örtüyordu. Yorgun bir gülümsemeyle Luce’a baktı. “Vakit geldi.”

“Ne vakti?” Luce dirseklerinin üzerinde doğruldu. “Gidiyor muyuz? Hemen mi? Peki ya ailem? Çok korkmuş olmalılar.”

“Seni onların yanına götürebileceğimi düşünmüştüm,” dedi Daniel. “Veda edebilmen için.”

“Peki ama Şükran Günü yemeğinden sonra ortadan kayboluşumu nasıl açıklayacağım?”

Daniel’ın önceki gece söylediklerini düşündü: Ona asırlardır Duyurucuların içindelermiş gibi gelse de gerçekte sadece birkaç saat geçmişti.

Yine de Harry ve Doreen Price’a kızlarının birkaç saatliğine ortadan kaybolması sonsuzluk gibi gelebilirdi.

Daniel ve Roland birbirlerine baktılar. “Biz onun çaresine baktık,” dedi Roland ve Daniel’a araba anahtarlarının bulunduğu bir anahtarlık verdi.

“Nasıl çaresine baktınız?” diye sordu Luce. “Bir keresinde okuldan yarım saat geç döndüğüm için babam polisi aramıştı.”

“Endişelenme, evlat,” dedi Roland. “Biz her şeyi düşündük. Tek yapman gereken hemen üstünü değiştirmek.” Kapının yanındaki sallanan sandalyede duran sırt çantasını işaret etti. “Gabbe sana kıyafetlerini getirdi.”

“Hmmm, teşekkürler,” dedi Luce şaşkınlıkla. Gabbe neredeydi? Diğerleri neredeydiler? Kulübe önceki gece doluydu, meleklerin kanatlarının ışıltıları ve tarçınlı sıcak çikolata kokusuyla son derece samimi bir ortamdı. O sıcaklığın hatırası nereye gittiğini bile bilmeden ailesine veda edecek olması gerçeğiyle birleşince, bu sabah ona boş geldi.

Çıplak ayaklarını koyduğu ahşap zemin sertti. Aşağı bakınca, üzerinde hâlâ Mısır’da, Duyurucular aracılığıyla ziyaret ettiği son hayatında giydiği dar, beyaz elbisenin olduğunu fark etti. Bunu giymesini Bill istemişti.

Hayır, Bill değil. Lucifer. Yıldız iğnesini elbisesinin kuşağına sokup ruhunu nasıl öldüreceğine dair verdiği tavsiyeyi düşünürken onaylarcasına pis pis ona bakmıştı.

Asla, asla, asla. Luce’un yaşayacak çok fazla şeyi vardı.

Luce yaz kampına giderken yanına aldığı eski yeşil sırt çantasının içinde beyaz terlikleriyle birlikte düzgün bir şekilde katlanmış olan en sevdiği pijamalarını – kırmızı beyaz çizgili takımı – buldu. “Ama henüz sabah,” dedi. “Pijamaları ne yapacağım?”

Daniel ve Roland tekrar birbirlerine baktılar, bu kez Luce gülmemek için kendilerini zor tuttuklarına yemin edebilirdi.

“Bize güven,” dedi Roland.

Luce giyindikten sonra Daniel’ın peşinden kulübeden dışarı çıktı, çakıl taşlı sahilden suya doğru yürürken Daniel’ın geniş omuzları rüzgârı kesiyordu.

Tybee’nin açıklarındaki küçük ada Savannah kıyı şeridinden bir buçuk kilometre uzaklıktaydı. Denizin o tarafında, Roland bir arabanın onları bekleyeceğini söylemişti.

Daniel kanatlarını gizlemişti ama Luce’un kanatlarının omuzlarından çıktığı noktaya gözlerini diktiğini hissetmiş olmalıydı. “Her şey yoluna girdiğinde, Lucifer’ı durdurmak için nereye gitmemiz gerekiyorsa oraya uçacağız. O zamana dek yeryüzünde kalmak en iyisi.”

“Pekâlâ,” dedi Luce.

“Diğer tarafa kadar yarışa var mısın?”

Luce nefesini verince havada duman oluştu. “Seni yeneceğimi biliyorsun.”

“Haklısın.” Kolunu beline dolayıp onu ısıttı. “Belki de tekneye binmemiz daha iyi olur. Ünlü gururumu korumuş oluruz.”

Luce onun küçük bir kayığı tekli tekne kızağından çözüşünü izledi. Suya vuran yumuşak ışık ona Sword & Cross’taki gizli gölde yarış yaptıkları günleri hatırlattı. Dinlenmek için gölün ortasındaki düz kayaya çıktıklarında güneşin ısıttığı kayaya uzanır, günün ısısının vücutlarını kurutmasına izin verirlerdi. O zamanlar Daniel’ı doğru düzgün tanımıyordu – onun bir melek olduğunu bilmiyordu – ve buna rağmen ona sırılsıklam âşık olmuştu.

“Tahiti’deki yaşamımda birlikte yüzerdik, değil mi?” diye sordu, Daniel’ın saçlarının sudan parladığı başka bir zamanı hatırlamasına şaşırmıştı.

Daniel ona baktı ve Luce geçmişe dair anılarının bazılarını onunla paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu anladı. Daniel öylesine duygulanmış görünüyordu ki Luce ağlayacağını düşündü.

Fakat Daniel hafifçe onun alnından öpüp, “O zamanlar da beni yenerdin, Lulu,” dedi.

Daniel kürekleri çekerken pek konuşmadılar. Kürekleri her geriye çektiğinde kaslarının kasılıp gevşemesini izlemek, soğuk suya batıp çıkan küreklerin sesini dinlemek ve okyanusun kokusunu içine çekmek Luce için yeterliydi. Omuzlarının üstünde yükselen güneş ensesini ısıtıyordu, fakat ana karaya yaklaştıkça içini ürperten bir şey gördü.

Bir araba. Beyaz Taurus’u görür görmez tanıdı.

“Sorun ne?” Kayık kıyıya varınca Daniel Luce’un kaskatı kesildiğini fark etti. “Ah. O mu?” Kayıktan inip Luce’a elini uzatırken endişesiz görünüyordu. Zemin yoğun bir

Related Articles

TOPRAK UYANIRSA

İvan İlyiç’in Ölümü

Benimle Oynar mısın Anne – 365 Eğitici Çocuk Oyunu Kitap Özeti