Roman özetleri

Uzun Hikaye Kitap Özeti

Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu. Babam “inatsın inat… İnatçı adamın saçı yatmaz. Dedeme çekmişsin besbelli. Keşke annene benzeseydin”diyordu. Keşke…
Annemin lepiska gibi yumuşacık, sarı saçları vardı. En çok o mavi gözlerini özlüyorum. “Benim oğlum okuyacak yüksek bir memur olacak” der, sonra da göz ucuyla babama bakardı…. Devamı kitapta.

Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde, İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu. Babam “İnatsın inat… İnatçı adamın saçı yatmaz. Dedene çekmişsin besbelli. Keşke annene benzeseydin” diyordu. Keşke…
Annemin lepiska gibi yumuşacık, san saçları vardı. En çok o mavi gözlerini özlüyorum. “Benim oğlum okuyacak yüksek bir memur olacak” der, sonra da göz ucuyla babama bakardı. Sanki anlaşmışlar gibi babam da ona bakar, dudaklarında muzip bir gülümseme: “1 lıh… Biz okuduk bir şey olduk sanki” diye omuz silkerdi.
Ne zaman annem aklıma düşse o vagondan evi hatırlıyorum. Sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi. Hafızamda bir takım resimler, olaylar, insan yüzleri var. Bölük pörçük cümleler, gülüşmeler, hıçkırıklar. Bunları babama soruyorum.
Hiç yüksünmeden sanki yazdığı bir romandan pasajlar okuyormuş gibi, bütün teferruatı ile anlatıyor. Ve  ben yemden beş altı yaşların pembebeyaz dünyasına gömülüyorum.
Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan ev.
Babam erkenden işe giderdi. Ben uyandığımda yoktu yani. Annem o sırada dışarıda olurdu. Tavuklara yem veriyor tabi. Kızardım ona. Beni bekle, beni uyandır, birlikte yem verelim diye. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı. Yazın güneş, kışın kar. Doğuda bir yerlerde olmalıydık. Annem vagon evin önüne bir bahçe kurmuştu. Vagonun çatısına çekilmiş iplere dolaşık ebruli, mavi kahkaha çiçekleri, cennet süpürgeleri, gece safaları, kadifeler, hatta teneke kutulara dikilmiş iki de karanfil vardı.
Havalar serinleyince karanfilleri içeri alırdık. Vagon evin ırmağa bakan yüzüne bir pencere açılmıştı. Karanfilleri onun önüne koyardık. Sabah uyandığımda, pencereden sızan güneş gözlerimi kamaştırır; ortalığı bir karanfil kokusu kaplardı.
Tavuklar için küçük bir tahta kümes, bir de fino köpeğimiz vardı.
Annem tulumbadan su çeker, elimi yüzümü yıkardı. Sonra vagonun gölgesine çekilip fasulye ayıklardı. Ben  oralarda oynar,  kargalara  taş  atardım.  Öğleye doğru posta katan geçer; onun ardısıra bir marşandiz yarışmaktan yorgun düşer, annemin dizine başımı koyar ve o saatlerde uyumuş olurdum.
Zihnimde kalan gökyüzü, bulutlar ve annemin berrak mavi gözleri.
Akşam ezanının önüsıra babam elinde bir zembil, ekmek, sebze bana mutlaka bir kağıtlı veya kırmızıbeyaz halkalı şeker ile çıkagelirdi. Irmağın karşı yakasında uzanan nahiyede galiba bir zahire tüccarının kâtipliğini yapıyordu.
Sonraları, yani annem öldükten, biz babamla birlikte o kasaba senin, bu şehir benim diyar diyar gezmeye başladıktan sonra; belki çıktığımız bu bitmez tükenmez yolculuklar sırasında, bir kamyonun şoför mahallinde, bîr at arabası üzerinde veya ikinci mevki bir tiren kompartımanında sormuşumdur:
“Baba o vagondan eve nereden geldik biz, niye geldik?”
Dediğim gibi babam hiç yüksünmez, baştan savmaz, hayat hikâyesinin her safhasını olanca ayrıntısı ile saatlerce anlatırdı.
Beni bir küçük çocuk gibi değil, bir arkadaş, bir akran, bir yoldaş gibi görüyordu.
Babam annem ile ailesinin izni olmaksızın evlenmiş. Açıkçası kaçırmış annemi. Kendisi gökkubbenin altında yapayalnız bir adam. Hem yetim hem öksüz. Bulgar muhaciri. Onu dedesi Pelvan Sülüman büyütmüş.
Dede torun bir fırsatını bularak Türkiye’ye kaçmış. Ailenin diğer fertleri aynı yolu izler iken yakalanmışlar. O yıllarda Bulgaristan komünist Türkiye ile ilişkileri iyi değil ve sınırdan kuş uçurulmuyor. Zaten babam kendi babasını küçük yaşta kaybetmiş imiş. Bu hadiseden sonra ne Kırcaali’de kalan annesinden ne de diğer akrabalarından haber alamamışlar Sonra aile bağlan büsbütün unutulmuş, Pelvan Sülüman İstanbul’a gelince hemşehrilerden bir ikisinin yardımı ile Eyüp Sultan’da bahçeli ahşap bir eve yerleşmiş. Evin sahibesi Nişantaşı’nda oturan zengin lakin kimsesiz bir yaşlı kadın imiş. Pelvan Sülüman’ın elinden gelir bir iş yok.
Bulgarya’da iken davar besler, sütçülük yaparmış. Bir de gençliğinden beri yapageldiği güleş. Elde avuçta olan az bir para ile bir kaç koyun alıp bahçenin bir köşesine yaptıkları ahıra koymuşlar. Rızkı veren Cenab ı Hak
Zamanla çoğalmış koyunlar. Mübarek hayvanın insanoğlu’na faidesi çoktur bilirsiniz. Derken koyunların yanına bir iki inek; beri yanda bir tavuk kümesi Tavukların, horozların araşma, hindi, kaz, ördek katılıvermiş; hatta meraklısı için bıldırcın bile beslemeye başlamış Pelvan, Babam diyor ki, köpeğimizi, kedimizi, sakız keçilerimi/i, evcil güvercinlerimizi de katarsak mahallenin ortasında bir hayvanat bahçesi kurduk sanki. Hayvanat bahçesi kurulmuş amma, sağdan soldan homurtular da yükseliyormuş.
Bulgaryalı mahalle Arasını ahıra çevirdi, horoz sesinden, inek böğürtüsünden, gübre kokusundan bunaldık diyenler çoğalmış. Hatta bunlardan biri selamsız sabahsız bahçe kapısından girip Pelvan Sülüman’ı tehdit etmeye kalkışınca Pelvan bu kuru gürültüyü kökünden kesme fırsatı yakalamış; adamı tuttuğu gibi bahçedeki dut dalına asıvermiş. İbret olsun diye beş altı saat bekletmiş orada. Ondan sonra sesseda kesilmiş haliyle.
Beri yanda marul, maydanoz, roka, tere gibi yeşillikler; salatalık, domates ve türlü sebzeler de yetiştirip satmaya başlamışlar. Pelvan Sülüman iki metreye yakın boyu ile semtin ve semt pazarının en çok tanınan, sevilen kişisi olup çıkmış. Babam bir yandan okuyormuş. Böyle böyle orta mektebi bitirmiş.
Dede torun sırt sırta verip tutunmuşlar hayata. Ancak hayat dediğin nedir ki. Anlaşılmaz bir sır. Kurduğumuz düzen hep Öyle sürüp gidecek sanırız. Birden ip kopar, ışık söner, herşey darmadağın olur. Nitekim babam İçin de öyle olmuş.
Koca Pelvan Sülüman cami şadırvanında abdest aldığı
bir sırada devrilen bir dişbudak gövdesi gibi göçüver
miş.
Babam o yaşta dededen de yetim kalmış. Bir daha o bahçeye, o ahşap eve giresi gelmemiş. Komşular, ah* baplar, “Ali gel etme, dede ocağını tüttür, biz sana destek oluruz, daha yaşın küçük, hele bir vakit geçsin, seni burdan eveririz, geçinip gidersin” diye nasihat faslına başlayınca, babam hepsini başı önünde sessizce dinlemiş.
Tabi sonunda kendi bildiğini işlemiş. Yine bu ahbapların yardımı ile, hayvanları, eşyaları, nesi var nesi yoksa satıp çıkmış o evden. Sadece Pelvan Sülüman’ın güreşe çıkerken koluna bağladığı hamaylı almış hatıra o!sun diye.
Böylece babam hayalın demir örsünde dövülmek üzere kendini zamanın girdabına fırlatıp atmış. Tahsili yarım kalmış. Bir sürü işe girip ÇLkmış. Katiplik, puantörlük, muhasebe yardımcılığı, bir kitapçıda tezgahtarlık  okumaya meraklı olan babam bayağı solcu biri olan bu kitapçının yanında iken çok kitap okurmuş, yazı yazmaya da o günlerde başlamışsonra uzun bir süre avukat yardımcılığı yapmış. Halıcıoğlu’nda askerlik falan derken yıllar geçmiş.
Peki ya annem.
Annem ile babam Eyüp’te mahalleden tanışıyorlar. Babam orta sonda iken annem Kız Sanal Mektebi’ne gidiyormuş. Annem’in ailesi Eyüp Sultan’ın belalılarından. Orada yazlık kışlık sinema işletiyorlar Ağabeyleri bildiğin kabadayı takımından, bu sebeple annemi çok sıkıyı almışlar. Daha parmak kadar çocuk iken yok balkona çıkma, yok pencereden bakma diye zılgıt üstüne zılgıt. Ancak gönül bu.
Ferman kabadayı ağabeylerden dahi gelse dinlemez. Birbirlerini sevmişler, lakin ilerisi karanlık. Bir defa babamın ne ailesi, ne doğru dürüst mesleği, ne de parası var. İbibullah sivri külah. Annem ise bir evin bir kızı. Araya hatırlı adamlar koyup istetse vermeyecekler. Hatta “Ulan koca Eyüp semtinde asılacak bafka kız bulamadın mı teres” diyerek üstüne gelecekler. Peki ne yapmalı?
Tek çare bir gece buluşup kaçmak, ama ona da annem razı gelmiyor. Hem “kaçan kız” olmaktan utanıyor; hem de “Bunlar bizi mümkünü yok bırakmaz; Fizan’a gitsek bulur öldürürler” diye korkuyor.
Böyle böyle gitmiş bîr zaman.
Derken annemin serseri ağabeyleri kızı sinemanın sahibi zengin adamın akıldan yaya oğluna yamamaya kalkmışlar. Vicdansızlar.
Böylece akraba olup, sinemaların mülkiyetine konmak
istiyorlar.
Anneme açınca meseleyi kıyamet kopmuş.
Annem genç bir kız henüz, lakin yürek mangal gibi.

Katiyyen olmaz, siz beni çengelde asılı et mi sandınız, kendimi intihar ederim diye basmış feryadı. O feryat ettikçe ötekiler dört bir koldan silletokat girişmişler fukaraya. Her bir yanlarını mosmor edip bırakmışlar.
Babam meseleyi haber alınca “Ulan bunu değil kardeş kardeşe, Moskof gavuru bile müslümana yapmaz, ben de Sülüman Pelvan’ın torunu isem bunu sizin yanınıza komam” diye yeminler etmiş.
Bu dayak ve dayatma annemin kaçma kararını etkilemiş. Bunlar işi ayarlayıp Sülüman Pelvan’ın Balçık İskelesi’nde kayıkçılık yapan bir ahbabı ile belli gece ve belli saat üzerine anlaşmışlar.
Annem bir yolunu bulup bohçası ile iskeleye inecek, babam onu orada bekleyecek, kayığa atladıkları gibi Üsküdar’ı tutacaklar. Ondan sonrası, Allah kerim, plan bu. Lakin babamda bir başka plan daha var ki, o da intikam planı. Bak, bak, bak… Hem kızı kaçıracak, hem de atılan dayağın hesabını soracak.
Mevsim yaz.
Bahçe sineması tıklım tıklım.
Bir korsan filmi mi oynuyor, yoksa Rüzgar Gibi Geçti mi oynuyor, neyse ne»
Sinemanın perdesi tahta perde, üstüne de bez perdeyi germişler.
Filmin en civcivli, şamatalı savaş sahnelerinde; yani atların kişnediği, topların tüfenklerin patladığı, alevlerin

Related Articles

Sinekli Bakkal (Roman Özeti)

admin

Kemal Bilbaşar Memo Kitabı Özeti

admin

Nasreddin Hoca’nın Benzer Fıkraları, Esprileri

admin