Osmanlı ordularının mutlak bozgunuyla sonuçlanan II. Viyana Kuşatması, Osmanlı’nın Avrupa’dan sökülüp atılmasının başlangıcı olmuştur.
Hristiyan orduları 1474 tarihinde İberya yarımadasındaki son Emevi kalıntılarını da, gelmiş oldukları yer olan Afrika’ya geri atarak Avrupa’nın batı ucunu müslümanlardan temizlemişlerdi; Orta Avrupa ve Balkanları Osmanlı müslümanlarının hakimiyetinden kurtarmaya gelmişti.
Osmanlı, hristiyan ordularıyla yaptığı harplerde mağlup olarak geri çekiliyor, toprak kaybediyordu. Bu çekiliş 200 yıl sürdü ve nihayet Mustafa Kemal Paşa ve onun örgütlediği Osmanlı değil, fakat Türk ordusu tarafından 1921 yılında Sakarya Muharebesiyle durdurulabildi.
Hristiyan orduları müslümanları Avrupadan dışarı atmışlar, bununla da yetinmeyerek Anadolu’yu da istilaya kalkışmışlardı; fakat bir yıl sonrada Türk ordusu Dumlupınar Meydan Muharebesi sonucunda düşmanları Anavatandan dışarı sürmüşlerdi: Bu Türklerin kesin zaferiydi.
Kitap söz konusu 200 yılın genel bir değerlendirmesini içerir ve kilometre taşlarından olan 1877-78 (93) Osmanlı-Rus; 1912 Balkan, 1914-18 I.Dünya ve son olarak 1920-22 İstiklal Harpleri ve sonuçlarından sonra oluşan yeni dünya düzeni anlatılır.
Bütün bu zaman diliminde, Bulgaristan’da kalan Türklerin; özllikle Vidin’dekilerin ve işgal altındaki İstanbul’daki insanların dramatik hayatları incelenir.
Kitabın en önemli bölümü Mustafa Kemal’in Sofya’daki askeri ateşelik günlerinin derin ve detaylı araştırılmasına hasredilmiştir.
Bir Osmanlı subayı olarak Mustafa Kemal’in devletin bekasını sağlamak için gerek diplomatik ve gerekse askeri faliyetlerde ne denli üstün başarılar sağladığı anlatılmıştır.
Babam Vidin’li aydın öğretmen-eğitmen Mustafa Kasım ve yakın arkadaşı Hasip Ahmet beylerin Türkiye ve Atatürkçülük için yaptıkları olağanüstü çalışmalar da önemli bir yer tutar.
Kitabın son kısmı, 18 yaşında süvari teğmeni olarak İstiklal Harbinin bütün muharebelerine katılmış olan kayınpederim Enver Ali’nin (General Enver Aka) özgün anılarının da yer aldığı harbin bütün safhalarını içerir.
Göstermiş olduğu üstün başarılardan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin şerefli ordusunda bir subay olarak önce Moskova ateşemiliter yardımcılığı; sonra da II.Dünya Harbi sırasında Paris ve Londra ateşemiz olmuş ve son olarak Paris Nato Karargahında T.C Temsilcisi olarak bulunmuştur.
Kitabın “Sonsöz” bölümünde de toplumumuzun, Cumhuriyetin kuruluş yılından 2009 yılına kadar geçen zamandaki farklı sosyo-politik evreleri incelenip yorumlanmaktadır.
***
TEŞEKKÜR
Bu çalışma, yetmiş yılda oluşan değerli bir birikimin içinden seçilerek, ayıklanarak vücuda getirildi.
Söz konusu birikim anılarımdan, başta annem ve babam olmak üzere diğer akraba ve yakınlarımdan dinlediklerimden; edinebildiğim dergi, kitap ve benzeri yazılı dökümanlardan, diğer görsel medyadan oluşmuştu.
Bunlara ilave olarak Sayın Hasip Ahmet Aytuna’nın kızı Tansel Aytuna Erol, Amcam Mehmet Kasım Kortan’ın oğlu- kuzenim Erol Kortan ve abim Dündar Kortan gerek ellerinde bulunan özgün foto ve diğer yazılı dökumanları gerekse bilgi ve anılarını bana ilettiler. Onlara teşekkür borçluyum.
Diğer taraftan, ailece kendimizi bu çalışmaya adadık, oğlum Ali ve kızım Emine dedeleri Sayın Enver Aka’ya ait belge ve bilgileri araştırıp buldular.
Nihayet eşim Gülsün Aka Kortan’da her çalışmamda olduğu gibi değerli katkılarda bulundu.
Hepsine kalpten teşekkürlerimle,
29 Ekim 2009
Ocaklar Beldesi
SUNUŞ
Çocukluk anılarım arasında yer alan bir ölüm haberi, bizi ailece kedere boğmuştu. O gece annem sessizce ağlıyordu ve ben ilk defa annemi ağlarken görmüştüm. Babam, yüksek elbise dolabımızın üstünde duran eski, yıpranmış deri kapaklı kitabı alıp bitişik odaya geçmiş, orada alçak sesle anlayamadığım bir dilde şarkıya benzer birşeyler okuyordu. Benden beş yaş büyük olan abimle ortalıkta şaşkın bir halde duruyorduk ve bana yavaşça “Atatürk ölmüş” dedi. Ne demekti ölmek? Vatan ve milletimizin kurtarıcısı büyük insan neden ölsün. Altı yaşında bir çocuk olarak kafamda ki bu sorulara cevap bulamıyordum.
Birkaç gün sonra annem beni Ulus Meydanındaki ilk T.B.M.M binası yanındaki Türk Bayrağına sarılmış olan tabutun önüne götürdü. Tabut, yüksek bir platform üzerine konmuştu ve iki tarafında üstünde meşaleler yanan sütunlar vardı. Sağ ve sol tarafında generallerimiz nöbet tutuyorlardı. Mahşeri bir kalabalık içinde biz de sıraya girerek Ata’mızın önüne kadar geldik ve herkes gibi başımızı eğerek selam vererek ilerledik. Çeşitli devletlerin temsilcileri merasim üniformalarını kuşanmış bir şekilde O’nu son kez selamlıyorlardı. Bir ara kendimi iri, yüksek ve bakımlı atlara çok yaklaşmış buldum. Annem elimden sıkı sıkıya yakalamış onlardan uzak tutmaya çalışıyordu.
Boyumdan defalarca yüksek olan bu güzel fakat sinirli hayvanları, süvarileri dizginlemeye çalışıyorlardı. Bu süvari bölüğünü Alman diktatörü Adolf Hitler’in gönderdiğini sonradan öğrendim.
Ata’mızın tabutunun durduğu yere “katafalk” dendiğini, onu tasarlayanında Alman mimarı Bruno Taut olduğunu mimarlık tahsilim sırasında öğrenecektim.
Evimizdeki pek çok kitap ve dergiler arasında bir tanesinin ayrıcalığı vardı. Bu kitap, kalın deriden cildi olan çok eskimiş, aşınmış, içindeki yaprakları sararmış bir kitaptı. Diğerleri gibi kitaplıktaki raflarda değil, asla erişemeyeceğim yüksekliğe elbise dolabının üstüne konmuştu. Zamanla bunun müslümanların kutsal kitabı olan “Kur’an-ı Kerim” olduğunu öğrenmiştim. O’na asla el sürmemen gerektiği için yükseğe kaldırmışlardı. Bu Kur’an-ı Kerim doğum yerimiz olan Bulgaristan’ın Vidin şehrinin ünlü Pazvantoğlu camisinin imamı olan büyükbabam Kasım Efendi’den kalmışmış, evimizin en değerli kitabıydı.
Evimizde merakımı çeken ikinci bir kitap daha vardı: Bu diğerlerinden farklı bir biçimdeydi, kalın kartondan kapağı vardı ve yaprakları birbirine kordonla bağlanmış uzun bir kitaptı. Annem onun ailemizin özel albümü olduğunu söylemişti. İçindeki yapraklara, düzgün bir şekilde pek çok fotoğraf yapıştırılmıştı.
Bunların hepsi siyah-beyaz olup, çoğunlukla insanların grup halinde çektirdikleri fotoğraflardı, az sayıda da portreler vardı. Üç beş yaşında bir çocuk olarak bu grup fotolarına bakmak ve onların arasından annem, babam, abim ve diğer bildiğim insanları bulup çıkarmayı çok severdim; bir oyundu benim için.
Yaşım ilerleyip dünyayı tanıdıkça bu albüme bakmaz oldum; ilgi alanım değişmişti.
İlk, orta, yüksek öğrenim yıllarım birbiri ardınan geçti; sonra evlenerek Ankara’ya yerleşmem, eşimle birlikte kendi albümümüzü yapışımız: Düğünümüzün fotoları, sonra çocuklarımızınkiler, gezi hatıraları v.b.
Annem ile babamın, İstanbul Levent’teki tek katlı bahçeli evlerindeki mutlu yaşamları, babamın 1975 yılındaki vefatıyla gölgelendi. Artık annem, anılarıyla orada yaşamaya devam ediyordu. Hırsızlar, korumasız kalan yaşlı annemin evine üç defa girip ne buldularsa çaldılar; artık onu orada bırakamazdık. Ankara’ya getirdik ve evimize çok yakın bir daireye yerleştirdik. Torunlarını, gelinini ve oğlunu sık sık görebiliyordu. Sonunda, doksan yaşında mutlu bir şekilde hayata veda etti.
Ondan kalan eşyalar arasında, itina ile paketlenmiş bir kutu çıktı. Onu açınca bir de ne göreyim; Ailemizin karton kapaklı ve kordonlu albümü! Evet, çocukluğumdan beri altmış yıldır görmeyip unutmuş olduğum albümümüz tekrar ellerimdeydi. Heyecanla, sayfalarını tek tek açarak içindeki siyah-beyaz fotoları dikkatle inceledim. Bir bölümü ailemize aittiler; bir çoğuda babamın Vidin’deki okullarına ve diğer sosyo-kültürel faaliyetlerine ait resimlerdi ve 1916 ile 1932 yıllar arasında çekilmişlerdi.
Resimlerdeki giyiniş tarzı, ifade ve duruşlarıyla uygar ve çağdaş bir dünyaya ait oldukları belli olan bu insanlar; annemin, babamın ve yakın çevremin bana anlatmış olduklarının adeta canlı tanıklarıydılar!
Bunlardan, anılardan ve yazılı dökumanlardan yola çıkarak, belli bir zaman dilimi içindeki Vidin Türklerini anlatmaya çalıştım.
Derken anılar, duygu ve düşünceler beni alıp götürdüler. Tuna boylarından başlayarak Sakarya’ya ve oradan Ankara’ya bir heyecan seli halinde Vidin’li babam Mustafa Kasım Kortan; sonradan kayınpederim olacak olan Rusçuk-Deliorman kökenli Enver Ali Efendi -Korgeneral Enver Aka- ve Mustafa Kemal Atatürk’ün izini takip ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş macerasını yazmaya koyuldum.
Bu kitap bir aile anıları olmaktan öte yakın tarihimizi değişik bir açıdan okuyucuya sunmak üzere kaleme alındı.
Başta büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, babam, kayınpederim ve en az onlar kadar vatanları için hayatlarını feda eden tüm vatanseverlere ithaf edilmiştir.
Onları saygıyla anıyorum.
TUNA
ORTA AVRUPA’NIN MEDENİYET
VE KÜLTÜR İKLİMİ
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır Tuna ezelden Türk diyarıdır. (*)
Mustafa Kemal
Almanya’nın Bavyera Eyaletinin Karaormanlar bölgesinden fışkırıp, Alp dağlarının eriyen karlarıyla beslenerek doğuya doğru akmaya başlayan Tuna nehri, Ulm ve Regensburg şehirlerinin kültürünü içine alır ve böylece geçtiği yörelerin kültürlerini biriktirerek onları doğuya doğru ileriye taşıyarak Karadeniz’e kadar götürür.
Medeniyet ve kültürler, Tuna’nın sularında birbirine karışarak özgün bir (Tuna-orta Avrupa ve Osmanlı kültür sentezi) meydana getirirler ve bu kültür Karadeniz aracılığıyla başta İstanbul olmak üzere Anadolu’yu da etkileyerek onun topraklarında yaşamını sürdürür.
Avusturya topraklarına giren Tuna, bir süre sonra Bavyera ormanları kıyısındaki Linz şehrini bulur ve devamında da, gerek Avrupa’nın uygarlık tarihinde; gerekse Osmanlı İmparatorluğunun harp tarihinde çok önemli yeri olan Viyana’ya ulaşır ve surlar içinde korunmaya alınmış bu şehrin kuzeyinden geçerek yoluna devam eder.
Osmanlı devletinin en güçlü padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın 1529 da ve ondan 154 yıl sonra da IV. Mehmet’in sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından 1683’te olmak üzere iki defa kuşatılan, fakat alınamayan Viyana, Osmanlı için neden bu kadar çekici olmuştur?
Osmanlı için Viyana ‘Kızıl elmanın şehriydi’. Rumen tarihçi Jorga’ya göre Osmanlılar yeni bir “Roma-Müslüman” imparatorluğu kurmak ve Viyana’yı da başkent yapmak istiyorlardı.(2)
Fakat, özellikle ikinci kuşatma öylesine bozgun ve felaketle sonuçlanmıştı ki bu tarih, Osmanlı’nın iki yüz yıl boyunca sürekli olarak gerileyip toprak kaybettiği dönemin başlangıcı olacaktı; taki, Anadolu’nun kalbine kadar ilerleyen hristiyan düşmanların, Mustafa Kemal Paşa’nın kurmuş olduğu Türk ordusu tarafından 1921 yılında Sakarya Muharebeside durdurulup mağlup edildiği tarihe kadar devam edecek ve bir yıl sonra da 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan Muharebesiyle kazanılan zaferle düşman Anadolu’dan dışarı atılacaktı.
Viyana’nın sanat, hümanist birikimi çok zengin olup, müzik dünyasında başta Mozart olmak üzere Beethoven,Haydn, Brahms, Schubert ve Johan Strauss yaratmış oldukları üstün kalitedeki eserleri, “ Tuna Kültür İklimi” merkezinde yer alan Viyana’da gerçekleştirdiler.
Edebiyatta ise Tuna, Bavyera’dan taşıdığı Goethe’nin “Sturm und Drank” (Fırtına ve Darbe) akımını; Viyana’dan Schiller’i, Thomas Mann’ı, Prag’ın esintisi olan Kafka’yı, Heine’ı, Zweig’ı ve Canetti’yi de iklimine katarak evrensel akışını sürdürür.
Tuna’nın yakınlarından doğan ve Smetana’nın büyük eserine ilham kaynağı olan Moldova nehri de Orta Avrupa kültür iklimine karışır.
1895 yılında psikanaliz biliminin kurucusu Dr.Sigmound Freud’da, yaşamış olduğu Viyana’dan Tuna’ya katılır.
Felsefede ise, söz konusu kültür iklimi, Kara ormanda yaşamış olan Heiddeger “Varlık ve Zaman” kavramlarını kendine özgü bir biçimde açıklarken, Wittgetstein ve “sosyalist gerçekçilik” üzerinde araştırmalar yapan Lukac´s’a verimli ortam sağlamıştı.
Avusturyalı mimarlardan Wagner, Loos, Hoffman’ın eserlerinde bu kültürün izleri görülür.
Bütün bu değerleriyle, Paris’le birlikte modanın, yaşam biçimleri, giyim v.d öncüsüdür Viyana.
Bundan sonra Macaristan topraklarına giren Tuna, kalesinin türküsüyle ünlü Estergon’u da aşarak aniden güneye yönelir ve az ilerideki Tuna’nın en güzel şehri olan, Koestler ve Lukac´s’ın Budapeştesi’ne ulaşır ve şehrin ortasından geçerek onu Buda ve Peşte diye ikiye ayırır.
29 Ağustos 1526 günü, Kanuni Sultan Süleyman’ın güçlü ordusu, Macar Kralı II. Louis’in askerlerini Mohaç ovasında iki saat içinde kesin yenilgiye uğrattıktan sonra Macaristan’a hakim olan Osmanlılar, Budapeşte’yi birçok cami, han, hamam vb. binalarla imar ederek orada yüzyetmiş yıl egemenliklerini sürdürdüler.
fiehir silüetinin hakimi ve en görkemli yapısı olan Mátyás kilisesini de aynen koruyarak, kubbesi ve minaresi olmamasına rağmen cami olarak kabul edip, Osmanlı’nın “Gerileme Devri”nin başlangıcı olan Karlofça Antlaşmasıyla (1699) Avusturya’ya terkedinceye kadar kullandılar.
fiehirde yaşadıkları süre zarfında birçok cami inşa eden müslümanlardan sonra bu camiler minareleriyle birlikte yıktırıldı; ancak bazı hamamlar o zamandan beri kullanıla gelmekte.
Budapeşte’nin yüksek bir tepesinde, Tuna’yı seyreden “Gül Baba” türbesi, Osmanlı’nın, Avrupa’nın en batısında bıraktığı küçük, fakat güzel bir hatıradır. Kırmızı güllerle kaplı bir tepede gömülü olan on altıncı yüzyıl yatırı Gül Baba’nın mezarı huzur içinde ve güllerin gözetiminde Tuna’ya yukarıdan bakar; Allah’ın katına çıkmış birinin huzurlu mesafesiyle!
Budapeşte’den sonra güneye devam eden Tuna, Mohaç’ı arkada bıraktıktan sonra Sırbistan topraklarına girer ve doğuya dönerek akışını sürdürür.
Ünlü Osmanlı sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa’nın doğum yeri olan Sokoleviç köyünün bağlı olduğu Vişegrad şehrinden geçen Drina nehri üzerine 1571-77 tarihinde Mimar Sinan tarafından yaptırılan, kesme taştan on adet kemerli köprünün altından akan sularla birleşen Tuna, doğuya doğru yoluna devam ederek Belgrad’a ulaşır.
15 Haziran 1389’da, 1. Murat, 60.000 (Altmış bin) kişilik bir ordunun başında; Sırplar, Bosnalılar, Eflaklılar, Boğdanlılar ve Arnavutlardan oluşan yaklaşık 100.000 (yüzbin) kişilik bir orduyla çarpışarak -Kosova Savaşında- onları bozguna uğratmıştı. Sırplar için bu büyük yenilgi asla unutulmadı ve Sırp şiirinde, folklorunda efsane boyutlarına ulaştı; 19. Yüzyılda bu savaş, Osmanlıya ebedi nefretlerini ulusal bir ilham kaynağına dönüştürerek gönümüzde de sürdürülegelmekte.
Belgrad’ı arkada bırakan Tuna, Banat Dağları arasından bulabildiği vadilerden kıvrımlar yaparak geçer ve Demirkapı’ya ulaşır; artık 500 (beşyüz) yıl Osmanlı ile birlikte olduğu mecrasında akmakta ve kendisine katılmış olan farklı kültürlerin sentezini taşıyarak Bulgaristan’ın kuzey-batısındaki en uç noktası olan Vidin’e ulaşır ve şehrin kuzey sınırını belirleyip ünlü “Baba Vida” kalesinin ağır balyemez toplarını taşıyan mazgallı taş duvarlarını okşayarak doğuya doğru yoluna devam eder.
Osmanlı yönetiminde 500 (beşyüz) yıl kalmış olan bu güzel şehirdeki nüfusun büyük bölümünü Türkler oluşturuyordu; fakat sınır şehri olması dolayısıyla kozmopolit bir ahalisi vardı.
Evliya Çelebi, şehirdeki 24 mahalleden 19’unun Türk mahallesi olduğunu yazmıştır.
Önce 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi, 34 yıl sonra da, 1912 yılındaki I. Balkan Harbi’nde ağır mağlubiyetlere uğrayan Osmanlılar, Balkanları kaybedince yaşanan feci göçler sonucunda Vidin’deki Türkler azınlık durumuna düşmüşler ve ikinci sınıf Bulgar vatandaşı olmuşlardı. Fakat Bulgar tabiyetinde olmalarına rağmen asimile olmadan, Türklükten ve kültürlerinden asla vazgeçmeden yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardı.
Bulgarların sürekli olarak aşağılama ve hakaretlerine maruz kalan Türkler, kendilerini bilim ve sanat dallarında çok iyi yetiştirerek bu türden davranışları hak etmediklerini göstermişlerdi. 1919-1923 yılları arasında iktidarda olan Çiftçi Partisi lideri Stambuliski döneminde nispeten iyi muameleye maruz kalan Türkler, bir darbeyle görevden uzaklaştırılarak öldürülen Stambuliski ve sonrasında, önceleri gizli ve giderek açık faşizan yönetimlerde çok zorluk ve acılar çekmişlerdi.
Karaomanlardan doğarak yola çıkan ve Orta Avrupa’nın medeniyet ve kültürünü de Vidin’e getiren Tuna, Türkleri de etkisi altına almıştı; fakat burada, ilave olarak çok önemli ve farklı bir kültürel etkinlik daha vardı: Rus sanatının tiyatro, bale, edebiyat ve müziğinin derin etkileri! Ruslar “93 Harbi” 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde Osmanlıları ağır mağlubiyetlere uğratmış ve Bulgarları, Osmanlı hakimiyetinden kurtararak bağımsız bir devlet olmasının önderliğini yapmıştı. Bundan dolayı Rusya, Bulgaristan’ın hamisi durumunda olup, Bulgarlar kurtuluşlarını Rusya’ya borçluydu. Dolayısıyla, hemen her konuda derin rus etkisi kaçınılmazdı.
Edebiyat dünyasının; Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, Puşkin, Çehov, müzik dünyasının; Çaykovski, Mussorski, Korsakof gibi dünya çapındaki dahileri Vidin Türkleri üzerinde de derin izler bırakmıştı.
Vidin, bir serhat şehri olması dolayısıyla, tarih boyunca sürekli olarak harplerin, isyanların sahnesi durumunda olmuş, birçok defa istilalara maruz kalmış, halkı acı çekmiştir.
Tuna, Vidin’i arkada bıraktıktan sonra, artık geniş ve az meyilli bir vadide akmakta, sonuna, Karadeniz’e doğru yol almaktadır.
Tuna, Vidin’i arkada bıraktıktan sonra, artık geniş ve az meyilli bir vadide akmakta, sonuna, Karadeniz’e doğru yol almaktadır.
Niğbolu yakınında kendisine katılan Vit ırmağı, Plevne muharebelerinin, Gazi Osman Paşa kumandasındaki “Batı Tuna Ordusunun” subay ve askerlerinin 145 gün boyunca Rus ordularına karşı direnişinin kahramanlık destanını Tuna’ya anlatır.
Niğbolu’dan sonra Ziştovi’yi de geçen Tuna, Deliorman bölgesindeki Rusçuk’a ulaşır.
Osmanlı Valisi Mithat Paşa’nın yenileyip modernleştirdiği, demiryolunu getirttiği Rusçuk’a haklı olarak “Küçük Bükreş”de denilmektedir.
Tuna, Silistre’yi geçtikten sonra, önce kuzeye sonra tekrar doğuya dönerek (3) kol halinde Karadeniz’e dökülür; böylece 2.900 km’lik uzun yolculuk sona erer!
Karadeniz’in sularına da karışan Tuna Kültürü, İstanbul’u da etkilemiş ve Orta Avrupa’dan getirdiği “Aydınlanma” hareketini Osmanlı’ya aşılayarak, onun “Kültür iklimi” içinde çok sayıda Osmanlı Aydını yetişmesini sağlamıştı.