Roman özetleri

Sultanı Öldürmek Kitap Özeti

Yıllardır aynı kadını bekleyen bir adam. Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin. Şahane bir aşk için harcanmış bir hayat. Ve hayatını Osmanlı tarihine adamış hırslı bir kadın… Başarılarla dolu bir kariyer… Sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü… Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri “Ulu Hakan”ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin, bir imparatorluğa dönüştüğü zaferler ve ihanetlerle dolu günlerine yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklarımızdan eksik olmayan o kadim soru: Tarih geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?

Ve Fatih Sultan Mehmed Han… Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Mehmed Han… İki karanın ve iki denizin hâkimi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye’yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu’nun doğal vârisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han’ın cansız bedeni…

***

1

“Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın”

Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi, bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?

O karlı öğleden sonra, Bahariye’deki evimde, sabırsızlıkla çalan telefonla başlamıştı bu tuhaf serüven.

“Merhaba Müştak,” diyen sesin daha ilk hecesini duyduğumda tanımıştım onu; Nüzhet’ti. Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın. Beni terk ederken bıraktığı o veda mektubunu saymazsak, yıllardır tek satır yazmayan, bir kez olsun telefonumun numarasını çevirmeyen, kapımı çalmayan, bir kuru selamı bile çok gören büyük aşkım, kalbimin ve hayatımın sultanı… Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, şimdi, “Merhaba Müştak,” diyordu telefonun öteki ucundan. Üstelik neşe içinde yüzen bir sesle; ne bir mahcubiyet, ne bir sıkıntı, ne de bir pişmanlık…

Yine de onun pişkinliğinden çok kendime şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Hayır, bunca zamandan sonra sesini duyar duymaz, hemen tanıyışıma değil, bu son derece normaldi; çünkü ayrıldığımızdan beri, tıpkı ince uzun yüzü, iri mavi gözleri, alaycı bir kıvrımla biçimlenen dudakları gibi, o her zaman otoriter, hafif boğuk sesi de hiçbir zaman hafızamdan silinmemişti. Tuhaf olan, yıllardır bir gün olsun aklımdan çıkaramadığım, çıkarmak ne kelime, uzaklardaki varlığını, hayatın anlamı, vazgeçilmez bir ideal, kusursuz bir tanrıça imgesi haline getirdiğim, anılarını kutsal bir ayin gibi her gün hatırlayarak hep canlı tuttuğum kadın, hiç beklemediğim bir anda beni arayınca, zerrece etkilenmemiş olmamdı. Oysa son yirmi bir yılda bitmek tükenmek bilmez günlerimin çoğunu bu ânı hayal ederek geçirmiştim. Otuz beşinci yaş günümde hediye ettiği, o günden beri de duvardan indirmediğim, Nakkaş Sinan’ın çizdiği Fatih Sultan Mehmed’in güllü portresinin altındaki bu tarçın rengi koltuğa kendimi bırakıp gözlerimi telefona dikerek, saatlerce Chicago’dan beni aramasını beklemiştim. Hatta kimi günler, biraz da uykusuzluk ve içkinin yardımıyla, telefonun müjdeli bir haber verir gibi çaldığını, ahizeyi kaldırdığımda, onun kederle iyice boğuklaşan sesini duyduğumu, “Yanılmışım Müştak, burada aradığımı bulamadım. Gel beni al,” dediğini sanmıştım. Ama tuhaftır, yıllardır hayalini kurduğum o rüya gerçekleşince, ne heyecan, ne mutluluk, ne de bir sevinç uyanmıştı içimde. Sanki daha dün gördüğüm, sıradan bir arkadaşımla konuşuyor gibiydim.

“Merhaba Nüzhet.”

Benim ruhsuz, renksiz, ahenksiz sesimin aksine. Nüzhet coşkuyla atılmıştı.

“Nasıl yahu? Nasıl tanıdın sesimi onca yıldan sonra?”

“Bazı şeyler hiçbir zaman unutulmaz,” demek geçti aklımdan, hayır, onu önemsediğimi bilmemeliydi. “Çünkü sesin hiç değişmemiş,” dedim yapay bir tavırla. “Hâlâ genç.”

Kendisine duyduğum bağlılıktan o kadar emindi ki, sözlerimdeki sahteliği fark edemedi. Neredeyse şuh bir kahkaha koyverdi telefonun öteki ucundan.

“Genç mi? İlahi Müştak, altmışıma geldim. Gençlik mi kaldı!”

Amerikan aksanının metalikleştirdiği bir Türkçeyle konuşuyordu ama gençlik mi kaldı, derken flört havasına girmişti bile. Nedense canımı sıktı bu hali, zalim olmaya karar verdim.

“Haklısın yaşlandık ama sesin, bedenden daha geç bozulduğunu söylerler. Tenleri kırış kırış olmuş insanların bile sesleri daha geç yıpranırmış…”

Attığım ok hedefini bulmuştu, anında sönüverdi neşesi.

“Neyse, neyse… Sen nasılsın bakalım? Başarılarını okudum.”

Dalga mı geçiyordu bu kadın benimle? Başarılarım! Benim başarılarım yoktu ki. Başarılı olan oydu. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, Osmanlı Klasik Çağı denince akla gelen ilk isimlerden biriydi. Amerika’dan Çin’e tüm önemli üniversiteler onu davet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yaptığı konuşmaları, verdiği tezleri okuyordum, gerçekten ilginçti. Osmanlı tarihine bambaşka bir yorum getirmeye çalışıyordu…

“Getirdiği yorumlar gerçeğe uygun değil,” diye itiraz ediyordu her ikimizin de sevgili hocası, Tahir Hakkı Bentli. “Batı’nın gözlüğüyle bakıyor olaylara. Kız Chicago’ya gittikten sonra oryantalist mi oldu, nedir?”

Nüzhet’i eleştirmesi hoşuma gitmesine rağmen, Tahir Hakkı’ya bu konuda katılmıyordum. Her tarihçinin bir görüşü olurdu. Bazılarımız olaylara Batı’nın gözlükleriyle bakarken, bazılarımız da Doğu’nunkiyle bakabilirdik. Tüm bunlardan arınmış objektif bir bakış belki mümkündü, ama yine de farklı disiplinlerin etkisinden tümüyle kurtulmak imkânsızdı. Tarih, zamanın etkisiyle eprimiş, kesinliğini yitirmiş, çoğu zaman hakkında yazılı bir vesika bile olmayan vakalara ve önemli şahsiyetlere dair yaptığımız tartışmalardan, yorumlardan başka neydi ki? “Tarih, tarihçilerin yazdıklarıdır” görüşüne tümüyle katılmasam da bu bilim, değişik bakış açıları taşıyan, taban tabana zıt düşünceler öne sürebilen, yeri geldiğinde birbirlerini dar kafalılıkla, cahillikle, şoven olmakla suçlamaktan bile çekinmeyen kişiler tarafından yazılmıyor muydu? Hayır, Nüzhet’e bu yüzden kızmıyordum -ki onun oryantalist olduğu da tartışılırdı-. Aslında kızmam gereken biri varsa o da Tahir Hakkı’ydı. Çünkü, sevgilime Chicago Üniversitesi’ndeki bursu sağlayan oydu. Tamam, isteyerek değil, bizimkinin dinmek bilmeyen ısrarlarıyla. Tabii çok sonra anlatacaktı Tahir Hakkı bu ısrarları bana… Benden gizli defalarca yalvarmış profesöre. Neyse, çabaları da sonuç vermişti işte. Değerli hocamız, şimdi onu oryantalist olmakla suçlasa da artık aramızdaki en başarılı akademisyen Nüzhet’ti. Evet, saklayacak değilim, bu başarısını da beni terk ederek, kendine yeni bir yol çizmesine borçluydu.

Bendenize gelince, sahibi tarafından kurulması unutulmuş, antika bir saat gibi olduğum yerde kalmıştım. Evet, akademik kariyerime devam etmiştim; tezler hazırlamış, yayınlar çıkarmış, kitaplar yazmıştım. Evet, ben de çok önemli olmasa da birkaç yabancı üniversiteden davet almıştım, akademik kariyerimi ilerletmiş, sonunda profesör olmuştum. Evet, hayat devam etmişti, sevgililerim olmuştu, hatta biriyle neredeyse evlenme aşamasına kadar gelmiştim, ama bunların hepsi suretti. Aslında, Nüzhet’in beni bırakıp gittiği günde, gittiği yerde, gittiği anda kalakalmıştım. Mutsuz, umutsuz, hınç dolu…

Evet, hınç dolu; saklayacak değilim, ona duyduğum tutkuyu, sevgiden çok nefretle beslemiştim yirmi bir yıldır. Yirmi bir yıl mı dedim, hayır yirmi bir yıl, sekiz ay, üç gün… Yıllar onu düşünerek geçmişti. Sadece güzel anılar değil, bana yaptığı haksızlıklar, ihanetler, hakir görmeler… Çoğunlukla ızdırap, çoğunlukla kahır dolu hatıralar… Bazen onu düşünürken kinden, öfkeden, hiddetten kaskatı kesilirdim. Hep masamın üzerinde duran, sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası işlenmiş şu gümüşten mektup açacağını, onun incecik bedenine defalarca saplarken bulurdum kendimi… Sonra bu dizginsiz nefretten utanır, derhal uzaklaştırırdım bu düşünceleri kafamdan. Daha doğrusu uzaklaştırmaya çalışırdım. Vefasız sevgilime ait ne kadar görüntü, ses, koku, iz, ne kadar anı varsa, hepsini hafızamdan silmek ister, onu tanıdığım güne, üniversitede ilk karşılaştığımız o dersliğe, beni tarih okumaya yönelten lisedeki öğretmenime belalar okurdum. Sonra öğretmenime de, kendime de, üniversiteye de haksızlık ettiğimi fark ederek sakinleşir, yapmam gerekenin kızmak değil, sadece Nüzhet’in hayaletini hayatımdan çıkarmak olduğunu anlardım. O kadar da zor olmasa gerekti. Fakat gösterdiğim her çaba hüsranla sonuçlanır, unuttum dediğim anılar eskisinden daha güçlü uyanır, bastırdım dediğim hisler eskisinden daha beter kabarmaya başlardı yüreğimde. Ne yazık ki, onun çok derinlere nakşolmuş varlığını bir türlü söküp atamazdım içimden.

İşte bu sebepten, telefondaki sesini duyunca en küçük bir heyecan bile hissetmeyişim çok şaşırtıcıydı. Belki de farkına varmadan unutmuştum onu, belki onca yıldır, içimde aşk diye taşıdığım bu sarhoşluk bir yanılsamaydı, belki de o delice tutku, mesleki bir kıskançlıktı sadece. Önüne çıkan ilk fırsatta, beni hiç umursamadan yurtdışına gitmeyi tercih eden sevgilimin bu mantıklı girişiminin başarıya ulaşmasına duyduğum büyük öfkeydi… Telefonun öbür ucunda Nüzhet beklerken, aklıma bunlar gelince birden paniğe kapılır gibi oldum. Henüz kendimin bile tahlil etmekte zorlandığı bu durumun beni terk eden kadın tarafından sezilmesini istemiyordum. Anlayamadığım hislerimi, henüz olgunlaşmamış düşüncelerimi bastırıp, “Hayır,” diyerek engin gönüllü eski arkadaş rolüne bürünmeyi seçtim. “Hayır, başarılı olan sensin Nüzhet. Sen dünyanın alkışladığı bir bilim insanısın.” Dünyanın alkışladığı benzetmesi biraz abartılı kaçmıştı ama sesim inandırıcılığını koruyordu. “Ben akademik kariyerimi sürdürmeye çalıştım sadece…”

“Şu huyun hiç değişmemiş,” dedi ciddileşerek. “Kendine haksızlık etmeyi hâlâ bırakmamışsın. Fatih’in ‘Kardeş Katli Fermanı’ hakkında yazdığın tezi okudum. Bence kusursuz bir çalışma…”

Ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti sözleri, yine de lakırdının nereye varacağını bilemediğimden alttan aldım.

“O kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Bir tez hazırlamam gerekiyordu, ben de yazdım işte.” Konuyu değiştirmek istedim. “Sahi nereden arıyorsun? Chicago’dan mı?”

“Ne Chicago’su ayol, Şişli’deyim Şişli’de!”

İşte şimdi şaşırmıştım.

“İstanbul’a mı geldiniz? Ne zaman?”

“Önce düzelteyim tatlım. İstanbul’a gelmedik, geldim. Yani tek başıma…”

“Eşin?”

Sorar sormaz yaptığım yanlışı fark ettim, evlendiğini nereden biliyordum, uzaktan da olsa onunla alakadar olduğumu belli etmiştim işte. Ama umursamadı, onun hayatıyla ilgilenmemi son derece normal bir durum olarak kabul ediyordu.

“Jerry mi? O iş bitti canım… Ayrıldık…” Sesi duygusallaşmamıştı bile. “Yürümedi. Yürütemedik…”

Nedense, yüzünü bile görmediğim Jerry’e karşı bir yakınlık hissettim; terk edilmişlerin birbirine duyduğu hazin empati.

“Üzüldüm.”

Her zamanki dobralığıyla yanıtladı.

“Üzülme canım. Yanlış bir evlilikti zaten. Kültür farkı önemliymiş… Onca yıl birlikte yaşadık, adamcağız rakı içmeyi bile öğrenemedi. Neyse… Ya sen? Sen evlenmedin mi?”

Telefonu açtığımdan beri ilk kez bir şey kıpırdadı içimde; ölü bir denizde nereden çıktığı kestirilemeyen bir dalga… Ama bu uğursuz kıpırtıların beni ele geçirmesine izin veremezdim.

“Evlenmedim…” diye kestirip attım. “Tercih etmedim…”

O da uzatmadı.

“Belki de doğru olanı yapmışsın… Evlilik bizim gibi insanlara göre değil…” Sesi titriyor muydu, yoksa bana mı öyle geldi. “Neyse… Bu akşam ne yapıyorsun?”

Hoppala, nereden çıktı şimdi bu? Ne yani, hemen bu gece buluşalım mı demek istiyordu? Öncekinden daha büyük bir dalga kıpırdandı içimde… Derinlerde bir yerlerde ince bir sızı… Ama teslim olmaya niyetim yoktu.

“Neden sordun?” diye oyaladım.

Hemen çıkardı baklayı ağzından.

“Bana gelsene… Seninle konuşmak istiyorum. Çok önemli bir konu…”

İşte Nüzhet buydu, önemli olan sadece onun istekleriydi, onun hissettikleriydi… Sen yıllarca arama, sorma, sonra bir gün aklına esince telefonu çevir, bu akşam bana gelsene, de. Cüretkârlığın bu kadarına da pes doğrusu! Anında reddetmem gerekirdi. Her çağırdığında peşinden koşan, uysal bir köpek olmadığımı anlamalıydı artık. Benim de bir gururum, bir onurum, bir kişiliğim vardı. Artık dilediği gibi davranamayacağını ona göstermenin zamanı gelmişti… Gelmişti ne kelime, çoktan geçmişti bile. Geçmişti de ona gereken cevabı bir türlü veremiyordum işte. Zaten pek de işlek olmayan bu tembel dilim, Nüzhet söz konusu olunca tümüyle etkisiz hale geliyordu. Sadece dilim mi, ya zavallı aklım? Bu beklenmedik davetten olmadık manalar çıkararak, sahte umutları birbirine eklemeye başlamıştı bile.

Tam da evlilik üzerine konuşurken, beni evine çağırıyor olması, ne anlama geliyordu şimdi? Ne demek istiyordu bu kadın? Yeniden başlayabileceğimizi mi ima ediyordu? Belki de yaptıkları için benden özür dileyecekti. Bütün o yaşadıklarından sonra, gerçek sevginin ikimizin arasındaki olduğunu söyleyecek, kendisine bir şans daha vermem için yalvaracaktı… Olabilir miydi?

Aslında bu safiyane düşüncelere asla inanmamam gerekirdi. Üstelik anbean yükselen heyecanıma rağmen… “Saçmalama, yıllar önce, seni bırakıp giden kadın değil mi bu? Nasıl güvenebilirsin ona? Ne söylerse söylesin hemen reddetmelisin,” diyen sağduyumun oluşturduğu barikat hâla sapasağlam direnmeyi sürdürüyordu. Ama bir tek hayır sözcüğü bile bana yetecekken, ihtiyacım olan o kelime bir türlü çıkmıyordu ağzımdan.

“Hem şu senin çok sevdiğin lazanyadan da yaparım.” Kararsızlığım, onu daha da ısrarcı kılmıştı. “Yanına da enfes bir şarap açarız, eski günlerdeki gibi…”

Eski günlerdeki gibi… Öğle sonları Şevki Paşa Konağı’ndaki güneşli odamda sevişmelerimizi hatırladım, ürpererek. Dudaklarındaki nane tadı olduğu gibi ağzımı kapladı, ılık nefesi, yumuşak fısıldayışları… Sesi daha şimdiden o metalik tınıdan kurtulmuş, tatlılaşmış, neredeyse hoş bir mırıltıya dönüşmüştü. Yok, artık gizlisi saklısı kalmamıştı, açıkça flörte başlamıştı benimle. Ve mantığımın tüm direnişine rağmen, pek de karşılıksız kalmıyordu bu davranışı. Sağduyum karşı çıkmayı sürdürse de ruhumda ardı ardına sökün eden dalgalar, irademi çoktan ona doğru sürüklemeye başlamıştı bile. Ee sultan emredince kulun itaat etmemesi düşünülebilir mi?

“Aynı evde misin?” dedim tamam hemen geliyorum, dememek için. Sanki böyle oyalanıyormuş gibi görünmek, o parmağını şıklatınca, hemen ona koştuğum gerçeğini değiştirecekti. Hayır, şu gurur meselesini artık bir kenara koymalıydım. İnsan kendinden kaçamazdı. Ne yapayım, ben böyle bir adamdım işte. Sesini ilk duyduğumda heyecan duymamam, yaşadığım şokun başka bir belirtisi olsa gerek. Gerçek ortadaydı; söz konusu Nüzhet’se kararsız, iradesiz, savunmasız, zavallı bir mahluka dönüşmem kaçınılmazdı. O zaman daha fazla direnerek kendime işkence etmenin ne lüzumu vardı? Tuhaf, böyle düşününce biraz rahatladım. Tabii, işte ben buydum. Kendimi affetmeliydim, kendimi anlamalıydım, kendimle barışık olmalıydım. Sesime hiçbir yapaylık katmadan sorumu yineledim. “Hani şu Hanımefendi Sokak’taki bina değil mi?”

“Evet, Sahtiyan Apartmanı… Aslında pek huzurum yok burada… Sezgin satmak istiyor apartmanı.”

Sisler arasından kıvırcık saçlı bir oğlanın sevimli yüzü belirdi.

“Şu mavi gözlü çocuk mu?”

“Evet, ama artık o tatlı çocuk yok… Paragöz herifin biri olmuş Sezgin…” Bıkkın, usanç içinde çıkıyordu sesi. “Her gün tartışıyoruz… Anlayacağın durum fena. Neyse, gelince konuşuruz… Bak, geç kalma… Bir de sürprizim var sana.”

“Tamam, geç kalmam…” Bu son cümleyi söyledim mi, söylemedim mi? Bilmiyorum, sürpriz sözünü duyduktan sonra, kafatasımın içinde o tanıdık basıncı hissettiğimden aceleyle telefonu kapattığımı hatırlıyorum sadece. Çünkü beynimin derinliklerinde yankılanan o gizemli uğultunun, hızla bir sarsıntıya dönüşeceğini, ardından son hücresine kadar bütün bedenimi ele geçirerek benliğimi, boş bir ceviz kabuğu gibi o tuhaf karanlığın dipsiz uçurumuna savuracağını gayet iyi biliyordum.

2

“Üzerindeki giysiler gibi zamanı çoktan geçmiş bir adam”

Sanki biri seslenmiş gibi uyandım… Kendime geldiğimde hâlâ karanlığın içindeydim. Kulaklarımda o bildik uğultu, bedenimde o tanıdık rahatlama… Zihnim, irademin görünmeyen ağırlığından kurtulmuş, o derin huzurla bir kez daha sarhoş olmuştum… Başıboş bir rüzgâr gibi dolaşıyordum sınırları silinmiş bir labirentin içinde… Etrafa bakacak oldum, başım döndü. Düşmemek için tutunacak bir yer arandım, sağ elim ahşap bir tırabzana tutundu. Karın ışığı sızıyordu bir yerlerden. Eski bir apartmanın içindeydim; geniş, mermer bir merdivenin basamaklarında…

Yeniden etrafı seçmeye çalıştım; tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum. Bir yerlerde elektrik düğmesi olmalı. Bulmakta zorlanmadım, yan yanya açılmış demir kapının sağ tarafındaydı. Hâlâ hafifçe dönen başıma aldırmadan, basamakları inerek, duvardaki düğmeye dokundum. Tavandaki fersiz lambanın sarıya çalan kırmızı ışığı, binanın uzun zamandır boyasız kalmış kirli duvarlarını, ahşap asansörünü aydınlatınca tanıdım; Sahtiyan Apartmanı’nındaydım. Nüzhet’in dedesi tarafından yaptırılan, belki de bu semtin en eski binasında.

Üçüncü kezdir aynı şey oluyordu işte. Bilincimi yitirdikten birkaç saat sonra bir yerlerde buluyordum kendimi. Emin olduğum tek şey, bulunduğum yerlerin, unutma krizi

Related Articles

Ezilmiş ve Aşağılanmışlar Kitap Özeti

Evli Bir Kadının Günlüğünden Kitabı Özeti

admin

Nasreddin Hoca’nın Hayatını Araştıranlar

admin