Kitap Özetleri

Kur`an Yazıları – Mushaf Öncesi Canlı Kur`an`ın İzinde

Bu kitapta mesele bazılarının salt kötü niyetle ve kasıtlı olarak dillerine dolayacaklarının aksine, en nihayetinde dini insanların hayatından çıkarmakla ilgili değildir. Aksine burada mesele bizzat dinin kendisini özgürleştirme çabasıdır ki bu özgürleştirme dini, sadece insanı değersizleştirmekle yetinmeyen, fakat -insanı değersizleştirme çabasını sürdürme uğruna- Allahın yüceliğine de halel getiren, Kuranın etrafına kör ve sağır duvarlar ören şu mutlakçı söylemden kurtarma çabasıdır.

Bu, Arap/İslam dünyasında demokratik dönüşümlerin sürecini tehdit eden şey olup söz konusu demokratik dönüşümün sadece bir siyasi faaliyet olmakla sınırlanamayacağı anlamına gelir. Aksine bu demokratik dönüşümün tamamlanması, hümanist bir söylemin inşa edilmesi şartına bağlıdır. Bu hümanist söylem içerisinde Allah ve Kuran kavramları, bu kavramları totaliter otoritenin maskesi haline getiren tasavvurlardan kurtulup özgürleşecektir. Çünkü işin doğrusu şudur ki Allah, insan ve Kuran üçlüsü arasındaki irtibatın sağlamlığı öylesine merkezi bir öneme sahiptir ki bu üçlü arasındaki irtibat, bunlardan herhangi birinin özgürleştirilmesini diğerlerinin özgürleştirilmesi için şart kılar.

Nihayet insan uğruna atılacak adımın aynı zamanda Allah ve Kuran uğrunda da atılmış sayılacağını ve bunun aksinin de geçerli olduğunu söylemek mümkündür.

İÇİNDEKİLER
Sunuş / İnsan Uğruna 7
BİRİNCİ BÖLÜM / KUR’AN…. OTORİTE İÇİN 15
Kur’an’ın Aşkınlaştırılmasından Bilginin ve Kaynaklarının Aşkınlaştırılmasına 79
İKİNCİ BÖLÜM / KUR’AN… İNSAN İÇİN 123
I- Vahiy Olgusunun Hâkim Mantığı 142
II- Vahiy ve Araplar: “Metin”den “Kitab”a Kur’an 155
III- Mushaf Öncesi Kur’an: Canlı Kur’an. 164
VI- Kur’an ve Nüzûl Sürecinin Dilsel Gerçeklik Koşulları 188
V- Kur’an, Okuma Eylemi ve Anlamın/Delâletin Üretimi 205
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM / KUR’AN’DA DİLLER/LEHÇELER 267
Bakara Sûresi 270
Âl-i İmrân Sûresi 272
Nisa Sûresi 273
Mâide Sûresi 275
En’am Sûresi 275
A’râf Sûresi 276
Enfâl Sûresi 277
Tevbe Sûresi 278
Yûnus Sûresi 279
Hûd Sûresi 279
Yûsuf Sûresi 281
İbrâhim Sûresi 281
Hicr Sûresi 281
Nahl Sûresi 282
İsrâ Sûresi 282
Kehf Sûresi 283
Meryem Sûresi 284
TâHâ Sûresi 285
Enbiyâ Sûresi 285
Hacc Sûresi 286
Rahmân Sûresi 286
Vâkı’a Sûresi 286
Hadîd Sûresi 287
Mücâdele Sûresi 287
Haşr Sûresi 287
Saff Sûresi 287
Cum’a Sûresi 288
Münâfikûn Sûresi 288
Teğâbün Sûresi 288
Mülk Sûresi 288
Kalem Sûresi 288
Hakkâ Sûresi 289
Me’âric Sûresi 289
Nûh Sûresi 289
Cin Sûresi 290
Müzzemmil Sûresi 290
Müddessir Sûresi 290
Kıyâme Sûresi 290
Mürselât Sûresi 290
Nebe’ Sûresi 290
Nâzi’ât Sûresi 291
Abese Sûresi 291
Tekvir Sûresi 291
Mutaffifin Suresi 292
Tarık Sûresi 292
Ğaşiye Suresi 292
Beled Suresi 292
Leyl Suresi 292
‘Alak Suresi 293
Beyyine Suresi 293
‘Âdiyat Suresi 293
Ek / Suyûtî’nin el-İtkân’ında Yer Alıp Kitabımızda Bulunmayan, Kabilelere Özgü Lafızlar 295
Kaynaklar 299

Sunuş
İnsan Uğruna

Günümüzde Kur’an hakkında yeni ve kayda değer bir düşünce üretmenin, bir şeyler söylemenin zorunluluğu şuradan kaynaklanmaktadır: İslam düşüncesinde insanın kudret sahibi ve fail (etkin) bir varlık mı yoksa hiçbir kudret ve etkiye sahip olmayan aciz bir varlık mı olduğu noktasında patlak veren çatışmaların yaşandığı alan çoğunlukla gerçek dünya değildir. Aksine bu çatışma -paradoksal bir şekilde- metafiziksel olduğu kadar ayrık, yani Kur’an’dan da Allah’tan da ayrı bir noktadan kendisine alan edinmiştir. Örneğin Allah’ın sıfatları konusunda kavgaya tutuşanlar –bunların bir kısmı sıfatların “kadim/ezeli ve ilahî zata ilave” olduklarını düşünürken diğer bazıları sıfatların böyle olduğunu kabul etmeyip sadece “zat hakkında düşünürken dikkate alınacak itibari şeyler” olduğunu düşünmektedir- aslında sıfatlara ilişkin bu tartışmayı bahane ederek insan hakkındaki kavgalarında kendi mevzilerini sağlamlaştıracak alanlar kazanmaya çalışmaktaydılar. Çünkü Allah hakkında, “O’nun sıfatları ezelidir ve zatına zaittir/ilavedir” demek zorunlu bir netice olarak insan hakkında “insanın kendi filleri üzerinde hiçbir kudret ve tesiri söz konusu değildir, aksine kudret de kudrete konu olan fiil de (makdûr) Allah’ın kudreti ile meydana gelir” demeyi beraberinde getirmektedir. Bu da bu kimselerin kadîm ve ilk varlığın (Tanrının) sıfatları zâtı ile kâim kıldığına dair görüşünün kaçınılmaz olarak insan bilincinin sıfat meselesindeki ya da niteleme (sıfat atfetme) davranışı konusundaki rolünün edilgenleşmesiyle, nihayetinde insanın genel olarak tâbi ve boyun eğen bir mevcudiyet sahibi olmasının tahkimini sağlayacak tarzda bir bilinç dönüşümüne uğramasıyla irtibatlıdır. Sıfatları bu anlayışın tam aksi istikamette yorumlayıp onları Allah’ın zatı hakkında itibari şeyler olarak değerlendiren kimselerin (Mu’tezile’nin) bu değerlendirme neticesinde “Allah’a isimler ve sıfatlar atfedenler yaratılmış olan kullardır” (yani insanlar Allah Teâlâ’nın Celâli hakkında nazar ederken bu sıfat ve isimleri itibari olarak vaz ederler) görüşüne varmalarına bağlı olarak insanın etkin mevcudiyetini tesis etmeye çalışmış oldukları fark edilince bu durum daha güçlü bir şekilde idrak edilmektedir.
“Allah” kavramı bu şekilde “insan” hakkındaki çatışmanın alanı haline gelince artık Kur’an’ın da -haliyle- aynı çatışmanın alanına dönüşmesinde, yani bu çatışma süreci içerisinde bir yüceltme ameliyesi eşliğinde metafizik ve ayrık bir dünyaya havale edilmesinde şaşılacak bir şey kalmamaktadır. Böylece Kur’an’ın “Allah’ın kadîm sıfatı” olduğu görüşünde olanlar insan için de onu aciz ve olumsuzlanmış duruma sokacak bir konumu tahkim etmeye yönelmişlerdir. Buna karşılık Kur’an’ın “hususi olarak insana yönelik bir hitap” olduğunu düşünenler ise insan için evrende fiile, eylemde bulunmaya yetkin bir konumu tahkim etmeye yönelmişlerdir.
Görüleceği üzere insanı olumsuzlayan söylem kendini ilahî sıfatlar ve Kur’an’a ilişkin bir görüş ile ilişkilendirmiş ve hem sıfatları hem de Kur’an’ı sadece Allah ile olan ilişkileri çerçevesinde düşünmüş, hatta sıfatların ve Kur’an’ın yapısında insanın ve âlemin müdahil olduğu gerçeğini örtme konusunda olabildiğince ısrar etmiştir. Benzer şekilde (bu söylem içerisinde) hem “Allah” hem de “Kur’an” kavramının işlevinin bu iki kavramın ardına gizlenmek isteyen öznenin (sultanın) maskesi olmaktan ibaret olduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Tabi bu söylem “Allah” ve “Kur’an” kavramlarını bu şekilde otoritenin maskesine dönüştürürken bu dönüştürme faaliyetinin hem Allah’ın yüceliğini hem de Kur’an’ın etkinliğini zedelemekte olduğunu umursamamıştır. Haliyle bu da meselenin, derinliğinde, “insan” ile “sultan/otorite” arasındaki karşıtlıkla ilişkili olduğu anlamına gelmektedir. Bu karşıtlıkta sultan -ya da daha doğru deyişle sultanın fukahâ’sı- “Allah’ı” ve beraberinde de “Kur’an’ı”, giriştikleri savaşı kesin bir zaferle sonuçlandırmak için devreye sokmaktadır. Diğer deyişle “sultan”, ilahî sıfatlar konusundaki görüşlerin tam da orta yerinde merkezi bir mevcudiyete sahiptir. Hatta sultanın bu tartışmalardaki yeri öylesine merkezidir ki, neticede sıfatlarla ilişkin bu görüş, doğrudan Kur’an metninde Allah’ın kendisini nitelediği bazı sıfatların farklı yorumlarının kendisine kıyas edileceği bir asıl (kriter) haline gelmiş, neticede durum Gazâlî’nin “ilahî huzur ancak sultanın huzuruna benzetilerek anlaşılabilir” diyeceği noktaya varmıştır. Benzer şekilde sultan, Kur’an’ın “hususi olarak insana yönelik bir hitap” olmaktan “Allah’ın ezeli bir sıfatı” olma konumuna doğru yüceltilmesi, aşkınlaştırılması eyleminde de mevcuttur. Burada sultanın, fukahâsı (din adamları) aracılığıyla yaptığı şey, kendisini Kur’an ile paralel, hatta onu tamamlayıcı bir konuma yerleştirmektir. Bu da meşhur rivayette “Allah Kur’an ile uslanmayanı sultan ile uslandırır” şeklinde ifade edilen husus üzerinden gerçekleştirilir. Haliyle bu durum sultanın konumunun da aynı yüceltme, aşkınlaştırma sürecine girmesini ve bu sürecin sonucunda mutlaklaşmasını, her türlü denetim ve kontrolden bağımsızlaşmasını beraberinde getirmektedir. O halde burada hem “Allah” kavramı hem de “Kur’an” kavramı, “insan”a karşı konuşlandırılmak üzere işlevselleştirilmekte, devreye sokulmaktadır; amaç ise sultanın aşkınlaştırılmasıdır. Bu kavramların insana karşı konumlandırılması en nihayetinde “Allah” kavramının gerçek yücelik ve kutsiyetine halel getirdiği gibi Kur’an’ın canlılığına da halel getirmektedir. Bu durumda “Allah” kavramının ve “Kur’an” kavramının, bu kavramları fukahâ aracılığı ile kendi hizmetinde işlevselleştiren sultanın hegemonyasından kurtarılıp özgürleştirilmesi, salt insan uğruna icra edilmiş bir faaliyet olacaktır.
Tabiatıyla -kolaylıkla mutlaklaştırma kapsamında değerlendirilebilecek- böyle bir faaliyetin sadece tarihte kaldığını, geçip gittiğini ve atalarımızın kadim mirası içerisinde bir gömü haline geldiğini düşünmek mümkün değildir. Çünkü bu faaliyet bugün da aynı mevcudiyetini sürdürmektedir. Geçtiğimiz on yıllar boyunca (bütün ağırlığına rağmen yine de gerisinde uykuya dalmış olan derin ve kadim yapıları gösterecek şeffaflığa sahip olan modernizm maskesi altında) kalmış olsa da, siyasal İslamcı akımların Arap Baharı yaşayan devletlerde yönetime gelmeleri ile birlikte bütün açıklığıyla, hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde sesini duyurmaya, etkinliğini sergilemeye başlamıştır. Bu etkinlik yeniden gün yüzüne çıkınca “insanı tehdit eden her şeyin aynı ölçüde Allah ve Kur’an kavramlarını da tehdit ettiği” gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi. Bugün artık bu gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış olması, Arap Baharının devrimci hareketlerinin tek sonucu gibi görünmektedir. Her halükarda bu, son derece kıymetli bir sonuçtur. Çünkü “Allah” ve “Kur’an” kavramlarını kendisine maske edinen otoriter mutlakçı söylemin nihayete ermesinin ve hem Mısır hem de bütün Arap/İslam dünyasının tanık olduğu şu amorf hareket tarzı dışında başka hareket tarzlarının gelişmesine giden yolun açılmasını sağlayabilecek yegâne şey, işte bu gerçeğin [insanı tehdit eden her şeyin Allah ve Kur’an kavramlarını da tehdit ettiği gerçeğinin] anlaşılmış olmasıdır. Yine umarım bu gerçek, Arap/İslam dünyasının demokratik dönüşümlerin sürecini tehdit eden şeyin İslam, Allah ya da Kur’an değil, tam da bu mutlakçı söylem olduğunun da anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu da demokratik dönüşümün sadece bir siyasi faaliyet olmakla sınırlanamayacağı anlamına gelir. Aksine bu demokratik dönüşümün tamamlanması, hümanist bir söylemin inşa edilmesi şartına bağlıdır. Bu hümanist söylem içerisinde Allah ve Kur’an kavramları, bu kavramları totaliter otoritenin maskesi haline getiren tasavvurlardan kurtulup özgürleşecektir. Çünkü işin doğrusu şudur ki Allah, insan ve Kur’an üçlüsü arasındaki irtibatın sağlamlığı öylesine merkezi bir öneme sahiptir ki bu üçlü arasındaki irtibat, bunlardan herhangi birinin özgürleştirilmesini diğerlerinin özgürleştirilmesi için şart kılar. Bu yüzden de -bu kitapta- yaşam içerisindeki canlı Kur’an’ın peşindeki iz sürüşümüzü, arzu edilen demokratik dönüşümün gerçekleştirilmesini kolaylaştıracak şartların tamamlanması için atılmış bir adım olarak saymak mümkündür.
O halde mesele -bazılarının salt kötü niyetle ve kasıtlı olarak dillerine dolayacaklarının aksine- en nihayetinde dini insanların hayatından çıkarmakla ilgili değildir. Aksine burada mesele bizzat dinin kendisini özgürleştirme çabasıdır ki bu özgürleştirme dini, sadece insanı değersizleştirmekle yetinmeyen, fakat -insanı değersizleştirme çabasını sürdürme uğruna- Allah’ın yüceliğine de halel getiren, Kur’an’ın etrafına kör ve sağır duvarlar ören şu mutlakçı söylemden kurtarma çabasıdır. Dolayısıyla da insan uğruna atılacak adımın aynı zamanda Allah ve Kur’an uğrunda da atılmış sayılacağını ve bunun aksinin de geçerli olduğunu söylemek mümkündür.

BİRİNCİ BÖLÜM
KUR’AN…. OTORİTE İÇİN

İnsanın, muhteva ve kaynağına hiç bakmadan fikirleri mutlaklaştırması, her türlü bağlam dışında onları mutlak bir hareketsizlik ve sebat içerisinde düşünmesi, onlara karşı böyle bir muamele geliştirmesi ve kendisinde her türlü sınırlılıktan azade bir yetkinlik varsayması kadar tehlikeli bir şey olamaz. Tehlikeli derken, bu mutlaklığın genel olarak içerdiği yıkıcılığı, özünde dinamik ve açılımcı olan insan düşüncesi karşısındaki yıkıcılığını kast ediyorum. Bu mutlakçı muameleye maruz kalma konusunda en acı tecrübelere sahip düşünce türü dinî düşünce olsa da, genel manada din ve vahiy olgusunun analiz edilmesi bize din ve vahiy olgusunun kendisini hiçbir zaman tarihe dışarıdan dayatmada bulunan bir mutlak otorite olarak vaz etmemiş olduğunu, aksine bu olgunun tarihsel, dilsel ve mantıksal yapısında beşeri unsurun müdahalesinin çok açık ve kesin bir şekilde kendisini gösterdiğini, hatta bu açıklığın, insani koşulların dışında vahiy ve din olgusunu kuşatıp idrak etmeyi imkânsız kılacak kadar bariz olduğunu gösterecektir. Bir taraftan insani koşullardaki dönüşümlerin vahiy olgusunda bir aşamadan bir başka aşamaya geçişin mantıksal temeli olarak kabul edilmesinin zorunlu olması (çünkü vahiy olgusunun tarihsel süreç içerisinde bir aşamadan bir başka aşamaya geçişini insani koşullardaki değişim ile temellendirmediğimiz takdirde, doğrudan vahyin kaynağında, yani ilahî zatta birtakım değişikliklerin söz konusu olduğunu düşünmek gerekecektir), diğer taraftan vahyin inişinin sürekli olarak belirli bir dil içerisinde cereyan etmiş olması (ki dil sadece tarafsız ve salt bir iletişim aracı değildir, daha çok sözcüklerin ve sözcükler arasındaki ilişki ağlarının ardındaki gizli düşünce yapısını yansıtır) iş bu vahiy olgusunun bu gizli yapı içerisinde belirlenmiş olduğu gerçeğini içermektedir. Dahası vahyin vahye muhatap olanlarla karşılıklı bir diyalog olması, onun bu muhatapların fiilen içerisinde yaşamakta oldukları canlı tarihi oluşturan şey tarafından belirlenmiş olduğu anlamına gelir. Tabiatıyla bu da vahyin düşünsel ve tarihsel olarak beşer üstü bir konumdan mutlak ve kapalı bir yapı şeklinde kendisini dayatmadığı, aksine muhatapların tarihleri ve düşünce yapıları ile açık bir diyaloga dayanan bir yapı olarak kendisini sunduğu anlamına gelir. Böylece pek çoklarının kendi şahsi düşüncelerini aşılmaz birer mutlak hakikat olarak ispat etmek maksadıyla arkasına saklandıkları vahyin bizzat kendisinin tam da bu mutlakçılığa karşıt olan ve onu kabullenmeyen bir ruhu ortaya koymuş olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu farklılığı tebarüz ettirme açısından, bu durumda vahyin söz konusu mutlaklığı (Arap/İslam düşüncesindeki bütün düşünce alanlarına hâkim olan ve aralarında hiçbir ayrım olmaksızın hem kutsallık maskesinin ardına gizlenenlerin hem de modernlik maskesinin ardında gizlenenlerin gölgesinde faaliyette bulundukları bir düşünme enstrümanı olarak bu mutlaklığı) üreten asıl olmaktan ziyade söz konusu mutlaklığın en büyük kurbanı olduğunu açık ve net bir şekilde ifade etmek gerekmektedir.

Related Articles

Tüylü Bir Şeydir Şu Yas – Max Porter

admin

Angut

admin

Tülay Ferah Soğuk Yatak Kitabının Özeti

admin