SANA BİR SÜRPRİZİM VAR…
GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT
New York’un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında, mutlaka çözmek isterdi. Gurney’e göre her bulmacanın çözümü için mutlaka bir ipucu vardı.
Peki ya bu sefer yoksa?
Düğün günü öldürülen bir gelin… Ve olaya tanıklık eden yüzlerce davetli. Cinayeti kimin işlediği ortada, herkes kendinden emin ama ya hepsi zekice bir illüzyonla yanıltılıyorsa… Cinayet silahı dahil birçok detayda sürpriz akıl oyunlarını gördüğünde, Gurney tam bir psikopatla karşı karşıya olduğunu anlar.
Kim daha zeki: Gurney mi, yoksa müthiş bir illüzyondan ibaret katil mi? John Verdon’dan, akıl oyunlarının iç içe geçtiği, sıra dışı bir roman.
“Yine en az ilk kitaptaki kadar şaşkınlık verici bir olay ve yine dahice çözümler.”
Publishers Weekly
“Nitelikli bulmaca severler için paha biçilemez bir kitap.”
CNN.com
“John Verdon gizemli bir olayın akıl almaz örgüsünü işlerken hikayenin en beklenmedik anında ortaya çıkıveren, şeytani bir kurnazlığa sahip. Yazarın büyük ilgi gören AKLINDAN BİR SAYI TUT kitabından sonra beklediğinize değecek.”
Washington Post
***
Giriş
Kusursuz Çözüm
Aynanın karşısına geçip gülümseyerek aynı şekilde karşısında gülümseyen yansımasına büyük bir memnuniyetle baktı. Kendisinden, yaşamından, zekasından daha fazla hoşnut alamazdı. Hayır, bundan da ötesiydi aslında, zekadan çok daha ötesiydi. Zihinsel durumunu daha ziyade her şeyi anlayabilecek kapasitede olduğunu söyleyerek tanımlamak daha doğru olurdu. Bu, yani her şeyi anlama gücü sıradan insan bilgisini katbekat aşan bir şeydi. Giderek zihnine kazınan bu düşünceyle aynadaki gülümseyen aksini izlemeyi sürdürdü, içsel olarak bu insanüstü gücü hissediyordu. Dışsal olarak da yaptıkları gücünün birer kanıtıydı.
Her şeyden önce en basit biçimde ifade etmek gerekirse, yakalanmamıştı. Neredeyse yirmi dört saat geçmiş, her geçen dakika dünyanın daha güvenli olduğuna ilişkin düşüncesi güçlenmişti. Aslında bu öngörülebilecek bir şeydi. Peşinde sürülecek en ufak bir iz bırakmadığından emin olmasını sağlayacak özeni göstermişti. Birinin akıl yürüterek ona ulaşması da imkansızdı. Zaten böyle biri de yoktu. Kimse onu bulamamıştı. Bu yüzden de haddini bilmez, küstah kaltağın ortadan kaldırılma süreci tamamlanmış sayılabilirdi.
Her şey planlı yürümüştü. Pürüzsüz ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde. Evet, bunlar durumu en iyi ifade eden sözcüklerdi. Her şey öngörüldüğü gibi gerçekleşmişti. Ne bir engel ne de bir sürpriz… Yalnızca o ses. Kıkırdak? Öyle olmalıydı. Başka ne olabilirdi ki?
O kadar küçük bir şeyin böylesine akıldan çıkmayacak derecede etki yapmasının hiç de mantığı yoktu aslında. Ama belki de gücü, izlenimlerinin keskinliği, olağanüstü hassasiyetinin doğal bir ürünüydü. Zekası da bedeli.
Elbette o belli belirsiz çıtırtı da günün birinde daha şimdiden aklından çıkmaya başlayan tüm o kanlı sahneler gibi silikleşecekti. Önemli olan durumu muhafaza etmek, her şeyin sona erdiğini akıldan çıkarmamaktı. Gölde daire şeklinde yayılan her dalga er geç etkisini kaybederdi.
*
1. Bölüm
Kırsal Yaşam
Eylül sabahı hava, düşmanın dinleme aygıtlarına yakalanmamak için motorlarını susturarak süzülen bir denizaltıyı andırırcasına hareketsizdi. Dinginlik tüm çevreyi etkisi altına almıştı. Fırtına öncesi sessizlik. Okyanus kadar derin ve belirsiz bir sakinlik.
Tuhaf derecede serin bir yaz olmuştu. Kısmi kuraklık daha yeni yeni otlarla ağaçlardaki hayatı emmeye başlamıştı. Yapraklar yeşilden kırmızıya ağır ağır dönüşürken akçaağaçlarla kayınların dallarındaki yapraklar sonbaharın çok renkli olacağını müjdelercesine dökülmeye başlamışlardı.
Dave Gurney çiftlik evlerinin mutfağındaki cam kapıların arkasından bahçeye, büyük evi sazlıkları oldukça büyümüş gölle eski kırmızı ahırdan ayıran çimenleri biçilmiş araziye baktı. Belli etmese de huzursuzdu. Dikkatini tek bir noktaya veremiyor, bahçenin arka tarafındaki kuşkonmaz ekili kısımla ahırın hemen yanındaki küçük sarı buldozer arasındaki bölgeye öylece bakıyordu. Mutsuzca, nemli havada sıcaklığını giderek kaybeden sabah kahvesini yudumladı.
Gübrelemek ya da gübrelememek. Kuşkonmazlarla ilgili mesele buydu. Ya da en azından ilk soru. Ve yanıt evet olursa bu ikinci soruya yol açacaktı. Serperek mi karıştırarak mı? Gübreleme Madeleine’in kendisini yönlendirdiği çeşitli sitelerden de öğrendiği üzere kuşkonmaz yetiştirmek için en önemli faktördü. Ama her iki durumda da ihtiyaç duyacağı, geçen ilkbaharda biriktirilen taze malzemeler, pek o kadar temiz değildi.
Catskills’de geçirdikleri iki yıl boyunca bazen gönülsüz de olsa, Madeleine’in kendisini ani bir tutkuyla kaptırdığı ev ve bahçe işlerine katıldığı olmuştu. Ama bu çabaları içini akkarıncalar gibi aralıksız bir şekilde kemirip duran pişmanlığına engel olamıyordu. Bu pişmanlık iki yüz dönümlük güzel bir araziye sahip bu evi almaktan kaynaklanmıyordu. Zira burayı hâlâ iyi bir yatırım olarak görüyordu. Pişmanlığının altında New York Polis Teşkilatından ayrılıp, kırk altısında emekli olmak gibi tüm yaşamını etkileyen bir karar vermiş olmak yatıyordu. Asıl rahatsız edici soru şuydu: Birinci sınıf dedektiflikten çiftçilik için mi vazgeçecekti?
Bunun böyle olduğuna ilişkin son derece rahatsız edici belirtiler vardı. Tabiat harikası cennetlerine yerleşmelerinin ardından sol göz kapağında arada sırada ortaya çıkan bir tiki vardı artık. Canını sıksa da, Madeleine’i üzse de tam on beş yıllık bir aradan sonra seyrek de olsa sigara içmeye başlamıştı. Tabii bir de bahsi kapansa bile, geçen sonbaharda, emekli oluşunun üzerinden daha bir yıl geçmeden, kendi isteğiyle dahil olduğu o korkunç Mellery cinayeti vardı.
Olaydan kıl payı kurtulmuş, hatta öncesinde Madeleine’i de tehlikeye atmıştı. Ölümle burun buruna geldiği o anları hatırlayınca içinde kendisini kırsal alanın basit zevklerine yönlendirecek yeni bir destek bulur gibi oluyordu. Ama işin apaçık ortada olan komik tarafı insanın yaşadıklarını hatırlamayı sürdürmesinde gizliydi. Diğer taraftan sadece günü yaşamaya çalışırsanız hatıralar silikleşirdi. Mutluluk bile sadece o anlık bir mutluluk olmalıydı. Benimsenmediği zaman yaşanılanlar giderek unutulan rüyaları andırmaya başlıyordu. Sonunda da çok derinlerde kalmış, hoşnutsuz bir tınıya dönüşeceklerdi.
Gurney bu süreci anladığından ve başka bir yöntem olmadığını da bildiğinden kendini toplayabilmek için yapabileceği en iyi şey olan köy yaşamına adapte olmaya çabalamıştı. Bu şekilde bir taraftan da karısıyla birlikte bir şeyler yapabilme şansı da bulmuş oluyordu. Diğer yandan acaba insan gerçekten değişebilir mi, daha da ötesi acaba ben değişebilir miyim diye kendi kendine sürekli sorup duruyordu. Ama mutsuz anlarında, düşünme biçiminde daha doğrusu var oluş tarzındaki katılığı fark edip ümitsizliğe kapılıyordu.
Buldozer bu konuya iyi bir örnekti. Altı ay kadar önce eski, kullanılmış, küçük buldozeri Madeleine’e iki yüz dönümlük ağaçlık ve çalılıkla dört yüz metre uzunluğundaki toprak yolun çekip çevrilmesi için gerekli olduğunu söyleyerek almıştı. Buldozeri çevrede gerekli değişiklikleri yapıp, etrafı güzelleştirmek için faydalı bir araç olarak görüyordu. Ama karısı en başından beri bunu yeni hayatlarına katkı sağlayacak bir araç olarak görmüyor gibiydi. Onun gözünde buldozer daha ziyade gürültünün, mazot kokusunun, kocasının hoşnutsuzluğunun – yaşadıkları yerin yarattığı hayal kırıklığının, kentten dağlara taşınmanın neden olduğu mutsuzluğun nişanesiydi. Kocasının her şeyi kontrol etme hastalığı kabul etmekte zorlandığı bu yeni dünyaya adapte olabilmek için ancak bu kadarına müsaade etmişti. Madeleine itirazını sadece bir kez ortaya koymuş ve kısaca, “Neden çevrendeki her şeyi şaşırtıcı güzellikte bir hediye gibi kabul edip, değiştirmeye çalışmaktan vazgeçmiyorsun?” demişti.
Şimdi cam kapıların önünde durup onun bu yorumunu hatırlarken neredeyse öfke dolu ses tonunu da duyabiliyor gibiydi. Tam o sırada içerden bir yerden karısının gerçek sesini işitti.
“Bisikletimin frenlerini yarına kadar yapma ihtimalin var mı?”
“Yapacağım dedim ya.” Kahvesinden bir yudum daha alıp yüzünü buruşturdu. Kahve içilemeyecek kadar soğumuştu. Konuk eğitmen olarak ara sıra derslere girdiği Albany’deki eyalet polis akademisine gitmek için daha bir saati vardı.
“Bir gün sen de benimle gelmelisin,” dedi karısı sanki bu fikir az önce aklına gelmiş gibi.
“Gelirim,” dedi. Bu, karısının bisiklete atlayıp, çiftlik arazilerinin yanından, batı Catskills’e dek uzanan bisiklet gezilerine kendisinin de katılmasını her istediğinde verdiği her zamanki yanıtıydı. Üzerinde eski taytı, bol kazağı, boya lekeli beyzbol kepiyle yemek masasının hemen yanında duruyordu. Ona bakınca birden gülümsemesine engel olamadı.
“Ne?” dedi kadın başını yana eğerek.
“Hiç.” Bazen onun varlığı zihni ne derece olumsuz şeyle meşgul olursa olsun aniden neşelenmesini sağlıyordu. Eşi benzerine zor rastlanılacak bir insandı o. Nasıl göründüğüne zerre kadar aldırış etmeyen güzel bir kadın. Gelip, yanında durarak etrafa bakındı.
“Geyikler yemliği devirmiş,” dedi kızmaktan ziyade mutlu bir ses tonuyla.
Çim alanın diğer tarafındaki üç sıra ispinoz yemliği devrilmişti. O tarafa doğru bakınca geyiklere ve neden oldukları küçük zarara karşı Madeleine’in sevecenlik hislerini kısmen paylaştığını fark etti. Aslında bu çok garipti. Zira o anda sincapların devrilen yemliklerin dibinde kalan tohumları hızla tükettiklerini gördüğünde hissettikleri, karısınınkilerden bütünüyle farklıydı. Çabuk, saldırgan, ani hareketlerle, sanki korkunç bir açlığın pençesindeymişler gibi, hırs ve tutkuyla ulaşabildikleri tüm yiyecekleri tüketmeye çalışıyorlardı.
Gülümseyişi silindi. Gurney şimdi onları daha hafif bir tedirginlikle izliyordu. Bu tedirginlik, daha objektif düşünebildiği zamanlarda şüphelendiği üzere aslında birçok şeye karşı geliştirdiği bir tepkiydi. Özellikle de evliliğindeki sorunlara. Madeleine sincapları büyüleyici, zeki, becerikli ve hem enerjileri hem de kararlılıklarıyla hayranlık uyandırıcı olarak tarif ederdi büyük bir ihtimalle. Oysa kendisi onları vurmak istiyordu.
Tamam, vurmak, öldürmek ya da yaralamak niyetinde değildi. Ama belki havaya ateş açarak onları ispinoz yemliğinden uzaklaştırabilir, panikle kaçışarak ormana yani ait oldukları yere dönmelerini sağlayabilirdi. Öldürmek onun açısından asla bir çöziim yolu olmamıştı. New York Polis Teşkilatıında cinayet dedektifi olarak geçirdiği onca yıl boyunca da, yani kötülükle dolu bir şehirde kötü adamları ele geçirmeye çalıştığı yirmi beş yıl boyunca silahını çekmemiş, menzil içinde olduğunda bile nadiren silahına davranmıştı. Şimdi bu tavrını değiştirmek gibi bir niyeti yoktu. Onu polisliğe çeken ve onca sene işine bu derece bağlı kalmasını sağlayan şey silah ve onun sunduğu aldatıcı çözümler değildi.
Madeleine’in meraklı ve düşündüklerini anlamaya çalışırcasına yoğun bakışlarını fark etti. Karısı büyük bir ihtimalle çenesindeki kasılmadan onun sincaplarla ilgili düşüncelerini tahmin etmişti. Altıncı hissine bir cevap olarak, bu kabarık kuyruklu sıçanlara karşı ne derece misafirperver olduğunu göstermek için bir şeyler söylemek istedi ama telefonun sesi buna mani oldu. Aslında iki telefon aynı anda çalmaya başlamıştı. Çalışma odasındaki sabit telefonla mutfak tezgahında bıraktığı cep telefonu aynı anda çalıyordu. Madeleine çalışma odasına yöneldi. Gurney de cep telefonuna uzandı.
*
2. Bölüm
Kesik Başlı Gelin
Jack Hardwick pasaklı, sinir bozucu, gözleri çapaklı, toplum kurallarını zerrece umursamayan, çok içip yaşamdaki her şeyi kötü bir şaka olarak algılayan biriydi. Birkaç tane hevesli hayranı vardı ama kendisi çevresine güven sağlamak için en ufak bir çaba harcamazdı. Gurney artık Hardwick’in sorgulanabilir bu tavırlarının tümü elinden alınırsa geriye hiçbir şey kalmayacağına ikna olmuştu.
Ama diğer yandan Gurney onu birlikte çalıştığı en zeki, sezgileri en güçlü dedektif olarak kabul ederdi. Bu yüzden de telefonu kulağına götürüp o başkasınınkiyle karıştırılması imkansız hışırtılı sesi işitince karışık duyguların etkisinde kaldı.
“Ufaklık!”
Gurney yüzünü buruşturdu. Hiç de ufaklık olarak tanımlanabilecek biri değildi. Zaten Hardwick’in de ona bu lakabı bu yüzden taktığına emindi.
“Senin için ne yapabilirim, Jack?”
Adamın anırırcasına attığı kahkaha her zamanki gibi sinir bozucuydu. “Mellery olayı üzerinde çalışırken tavuk yetiştireceğini söyleyip duruyordun. Doğruluğunu kontrol etmek için aradım.”
Karşısında kim olursa olsun, Hardvvick konuya girinceye dek bol miktarda bu ve benzeri şakaya tahammül etmek zorundaydı.
“Ne istiyorsun, Jack?”
“Gerçekten çiftliğinde tavuk kovalayıp, pisliklerini mi temizliyorsun, yoksa bunu yalnızca laf olsun diye mi söylemiştin?”
“Ne istiyorsun, Jack?”
“Ne isteyeceğim senden be! Eski bir dostumu eski günlerin hatırına arayamaz mıyım yani?”
“Bırak şu eski dost zırvalıklarını da neden aradığını söyle, Jack.”
Yine aynı kişneme benzeri kahkaha. “Çok soğuk davranıyorsun, Gurney, çok soğuk.”
“Bak. Daha ikinci kahvemi içmedim bile. Eğer beş saniye içinde konuya girmezsen kapatacağım. Beş… Dört… Üç… İki… Bir…”
“Sosyete gelinin, düğününde başı kesilmiş. İlgileneceğini düşündüm.”
“Neden ilgileneyim ki?”
“Saçmalama. Birinci sınıf bir cinayet dedektifi nasıl olur da böyle bir vakayla ilgilenmez? Başı kesilmiş demiş miydim? Belki de koparılmış demeliydim? Ve cinayet silahı da bir palaymış.”
“Birinci sınıf dedektif emekli oldu.”
Uzun, gürültülü bir kişneme.
“Ciddiyim, Jack. Gerçekten emekli oldum ben.”
“Mellery olayını çözmek için balıklama atladığın türden bir emeklilik mi bu?”
“Geçici bir dönüştü o.”
“Öyle mi?”
“Bak, Jack…” Gurney sabrının sonuna geliyordu.
“Tamam. Emekli oldun. Anladım. Şimdi bana iki dakika izin ver de neler olup bittiğini sana anlatayım.”
“Jack, Tanrı aşkına…”
“İki dakikacık dinleyiver. Emekliliğin için aldığın golf sopalarını okşamayı bırakıp eski ortağına ayıracağın iki dakikan yok mu yani?”
Bu sözler Gumey’in göz kapağındaki tiki harekete geçirmişti. “Biz seninle hiç ortak olmadık.”
“Bunu nasıl söylersin?”