Roman özetleri

Fetih ve Kıyamet 1453 Kitap Özeti

“Ya ben Şehri alırım ya da Şehir beni”

FATİH SULTAN MEHMED

1453 yılına dönmeye, İstanbul’un Fethi’ne tanıklık etmeye hazır mısınız? Tarih alanında pek çok önemli çalışmaya imza atan Prof. Dr. Feridun M. Emecen’den İstanbul’un fethi üzerine muhteşem bir araştırma… Hem Doğu hem de Batı dünyası için büyük önem arz eden bir şehir İstanbul… Bir yanda köklü bir imparatorluk Bizans, diğer yanda da Doğu’nun yükselen gücü Osmanlılar ve küçük yaşta babası tarafından tahta çıkarılan ve katı bir siyasi mücadelenin içine itilen Fatih Sultan Mehmed…

Bu beklenmeyen başarı, İstanbul’un fethi, bir bakıma Batı dünyasının siyasi ve askerî ilerlemesine Müslüman dünyasının bir cevabı niteliğindeydi. Bununla da bitmeyecekti; İslam dünyasının en güçlü temsilcisi olan Osmanlı Türklerine Orta Avrupa’ya kadar uzanacak yeni hedeflerinin kapıları da açılacaktı.

Peki adı tarihte yer etmiş bu başarılı padişah Fatih Sultan Mehmed kimdi?
Şahsi dünyası, kişisel görüşleri, 21 yaşında “Fatih” olmasını sağlayan etkenler nelerdi?
İstanbul’u almak için kurduğu hayaller neydi, kuşatmaya hazırlık aşamalarında neler yaşanmış ve fetih nasıl gerçekleşmişti?
Gemiler gerçekten de Haliç’ten bir gecede yürütülmüş müydü?
Kuşatma boyunca yaşananları Doğu ve Batı dünyası nasıl yorumlamıştı?
İstanbul’un fethinin kıyametle kurulan tarihsel bağlantısının ardında yatan sebepler nelerdi?
Kıyamet beklentisi niçin İstanbul’un fethiyle özdeşleştirilmişti?

Bu ve bu şanlı fetih üzerine merak edilen daha pek çok soru, ilk defa yayınlanan belgeler, özel savaş resimleri, haritalar ve akıcı bir üslupla Prof. Dr. Feridun M. Emecen tarafından araştırılıp yazıldı; Fetih ve Kıyamet / 1453…

Önsöz

İstanbul’un fethi hadisesini yeniden ele almak üzere hazırlanan bu kitap; daha önce yayımlamış olduğum İstanbul’un Fethi Olayı ve Meseleleri (İstanbul 2003) başlıklı çalışmamın temelinde, onun çok daha da genişletilmiş, tamamen değiştirilerek yeniden düzene sokulmuş şekline dayanmaktadır. Söz konusu kitap uzun süre önce tükendiği için bunun ikinci baskısına ihtiyaç duyulmuş, fakat bu arada yeni çıkan neşriyat, özellikle A. Pertusi’nin İstanbul’un fethiyle ilgili kaynakları topladığı üç ciltlik önemli eserinin Türkçeye tercüme edilmesi, mevcut kitabın yeniden gözden geçirilmesi zaruretini doğurmuştu. Bu arada İstanbul’un bir başka yüzü olarak fethi kıyametle ilişkilendiren apokaliptik unsurlara dayalı yaptığım incelemelerin sonuçlarını, mutlaka bu yeni baskıya da eklemeyi düşünmekteydim. Üstelik bu durum içinde bulunduğumuz 2012 yılı için bazı çevrelerde beklenen kıyamet yorumlarıyla da ilginç bir paralellik arz edecekti. Bütün bunlar, çok talep olmasına rağmen, bu mütevazı kitabımın ikinci baskısını geciktirmeme yol açtı. Kitabı yeniden gözden geçirirken zaruri olarak köklü bazı düzenlemeler yaptım ve fark edileceği üzere hadisenin çerçevesini daha değişik bir zemine oturtmaya çalıştım. Burada esas olarak fetih olayını etraflı şekilde ele almakla beraber, bunun nasıl algılandığını, İstanbul kavramının Doğu dünyasında ne anlam ifade ettiğini, niçin apokaliptik söylemlere hedef olduğunu anlatmaya, böylece genellikle hamasi bir çerçevede ele alınan olayın çoğunlukla gözden kaçırılan “meş‘um, uğursuz” yönlerini de ortaya koymaya çalıştım. Haliyle bütün bunlar bu kitabı diğerinden tamamen farklılaştırdığı gibi başlığının da ona göre değiştirilmesini gerekli kıldı.

Çalışmayı üç ana bölüme ayırdım. Giriş kısmının ardından ilk bölümde fethin hedefi olan bu kadim şehre yani İstanbul’a odaklandım. Şehrin Doğu ve Batı dünyasında ne ifade ettiğini; nasıl bir kudsiyet kazandığını, buna eş olarak “lânetli başkentler” serisi içine niçin dâhil edildiğini ve nihayet kıyamet ile neden ilişkilendirildiğini izaha çalıştım. Böylece Osmanlı hükümdarı II. Mehmed’in bu şehri almakla aynı zamanda kötülüklerin ve dünyanın sonunun kapılarını araladığı yolundaki fikriyatın daha sonraki dönemlere kadar akseden yankılarının sanıldığından daha kuvvetli vurgulara sahip olduğuna dikkat çekmek istedim. Burada ayrıca II. Mehmed’in şehri kuşatmaya kalktığında bütün bu uğursuzluk, kötülük kaynağı olma söylentilerini nasıl büyük bir olgunluk ve realist bir tutumla bertaraf ettiğini ortaya koymadan bu büyük hadisenin layıkıyla anlaşılamayacağı tezini ileri sürdüm.

Bu analitik incelemede kaynakların yazılış dönemleri, tarihçilerin muhitleri, efsanelere karışmış ama yaygın olan inanışların, siyasî gayelerle nasıl muhalifler tarafından kullanılmakta olduğu, söz konusu bilgilerin biraz sâfiyâne tarzda dönemin tarihçilerinin kalemiyle metinlere nasıl aktarılmış bulunduğu gibi hususlar üzerinde de durdum.

İkinci bölümü doğrudan II. Mehmed ve onun İstanbul’u ele geçirme amacının siyasî yönlerine ayırdım. Küçük yaşta babası tarafından tahta çıkarılan ve katı bir siyasî mücadelenin içine itilen II. Mehmed’in şahsi dünyasını, tahttan indirilip Manisa’ya yollandığı dönemlerden beri İstanbul’u zapt etme gibi büyük bir rüyayı gerçekleştirme yolunda yaptığı faaliyetleri, ikinci ve kesin şekilde tahta çıkışının ardından meydana gelen siyasî olayları, hülasa fethin arka planını ele aldım. Özellikle siyasî hizipleşmelere ve baba-oğul çekişmesine dönecek olan hadiseler tahtında nasıl bir siyasî strateji izlendiğini de göstermeye çalıştım. Burada İstanbul hedefine yönelen henüz delikanlılık çağındaki bir hükümdarın psikolojisi, karşı karşıya kaldığı meselelere yaklaşımı ve nasıl çözüme ulaştığı gibi konulara da temas ettim.

“İkinci Roma”nın kuşatma hazırlıklarına, safhalarına ve askerî harekâtına ayırdığım üçüncü ve en geniş bölümde ise dönemin doğrudan çağdaş kaynaklarının tenkidî şekilde tahliliyle, hem hadiseyi hikâye etmeye hem de askerî teknolojiler ve klasik muhasara taktikleri arasında bu olayın yerinin tespitine çalıştım. Ayrıca hadisenin mümkün olduğunca ayrıntılı bir tasvirini yapmayı da amaçladım. Bunun yanında birtakım problemli ve tartışmalı konulara (gemilerin karadan yürütülme meselesi, şehre nereden girildiği, buranın savaşla mı yoksa anlaşmayla mı ele geçirildiği vb.) haliyle değinerek bazı yeni fikirler ileri sürdüm. Ayrıca ekler kısmına da fethin çağdaşı Türk kroniklerinin olayın bizatihi kendisini nasıl anlattıklarını göstermek üzere on bir örnek metin koydum.

Bütün bu bahislerde bilhassa olayın kendisini değerlendirirken, araştırma eserlerinin yönlendirici havasından mümkün olduğunca çıkmaya çalıştığımı, doğrudan dönemin kaynaklarına dayalı bir yönelimi benimsediğimi ve yer yer tahlilî bir metotla akademik bir dilin yanı sıra her kesimin rahatlıkla okuyabileceği bir anlatımı birbiriyle dengeli tarzda özellikle tercih ettiğimi ayrıca belirtmeliyim. Öte yandan metinde kullandığım bazı ifadeleri burada kısaca izah etmem de gerekecektir. Öncelikle son zamanlarda “İstanbul” adı, sadece ve sadece Türklere has bir adlandırma olarak görülüp “İstanbul’un fethi” lafzına karşı çıkılan bir temayül belirdiği dikkate çeker. Bunun yerine Konstantinopolis’in fethi tabirinin daha uygun olacağı üzerinde durulur. Bu fikir, şehrin resmi adının Konstantinopolis olması dolayısıyla başlangıçta makul gibi gözükür. Ancak unutulmamalıdır ki İstanbul kelimesi de Türkçe olmayıp Rumca “şehre doğru, şehre” anlamına gelen “is-tin-polis”ten galattır. Bu bakımdan bu gibi hususlarda lüzumsuz hassasiyet göstermenin anlamlı olmadığı kanaatindeyim. Benzeri şekilde Doğu Roma için sonradan üretilen “Bizans” adlandırmasını yaygınlık kazanması ve literatüre girmesi sebebiyle kullanmakta herhangi bir beis görmedim. Bu arada metinde dönemin kaynaklarından yaptığım alıntıları, okuyucuyu dönemin edebî anlayışına yakınlaştırmak ve hassas imaları aktarabilmek için bazen aynen bazen de daha rahat anlaşılması düşüncesiyle mealen veya bugünün diline aktararak vermeyi tercih ettim.

Nihayet bu metni okuyup fikirlerini benimle paylaşan Prof. Dr. Kemal Beydilli’ye, bazı teknik konuların aşılmasında yardımcı olan genç meslektaşlarım Özgür Kolçak ile Murat Alanoğlu’ya ve yine türlü yardımlarını gördüğüm arkadaşım Ayhan Yüksel’e teşekkür ederim. Kitabın basımının en iyi şekilde yapılmasını temin eden Timaş Yayınları Tarih Editörü Adem Koçal’a ve yetkililere müteşekkir olduğumu da ifade etmek isterim.

Feridun Mustafa Emecen

Bakırköy, Eylül 2011

***

“İstanbul köktür, etrafı budaktır. Kökün nuhuseti elbette budaklarına dahi yetişir”

İstanbul’un Fethi Olayı ve Meseleleri başlığını taşıyan kitabımın giriş kısmına başlarken, Kardinal Bessarione’un Venedik doçu Francesco Foscari’ye Bologna’dan 13 Temmuz 1453’te yazdığı mektuptaki şu satırlara yer vermiştim: “Bizans’ın başkenti acımasız barbarların eline düştü, soyuldu, yakıldı, baştan aşağı yağmalandı. Biraz olsun insanlıktan nasibini almış herkes için özellikle Hıristiyanlar için ürkütücü bir durum. İtalya tehdit altında, bu vahşi barbarların şiddetle saldırıları durdurulamazsa başka ülkeler için de tehdit ortaya çıkacak”

Gerçekten 1453’te İstanbul’un düşüşü üzerine Avrupa’da baş gösteren panik havasını dile getiren bu cümleler, böylesine büyük bir hadisenin bugüne uzanan sonuçları itibarıyla da güncelliğinden pek  bir şey kaybetmediğinin beş asır öncesinden kaba bir sedası gibidir.

Aslında kadim Konstantinopolis’in, bir başka ifadeyle bu “Hıristiyan başkentin” fethi, bir bakıma Batı dünyasının ağır dinî  gerekçelerle süslenmiş olup Ortaçağ boyunca süre giden siyasi  ve askerî ilerlemesine Müslüman dünyasının bir cevabı niteliğini taşıyordu ve bu dünyanın en güçlü temsilcisi olan Osmanlı Türklerinin Orta Avrupa’ya kadar uzanacak yeni hedeflerinin âdeta habercisi olmuştu. Önlenemez olarak görülen Osmanlı gücünün Avrupa’nın kalbine kadar girişi, birçok yeni meselenin zuhuruna ve uzun soluklu stratejilerin üretilmesine de zemin hazırladı.

Oluşturulan stratejiler, Batı dünyası için farklı bir coğrafi açılımı ortaya koyarken, kadim Roma İmparatorluğu’nun topraklarının parçalanışını da kesinleştiriyordu. Artık Batı’nın Doğu’su yoktu; aşağılanan, kimsenin yüz vermediği Doğu Roma’nın vârisi Bizans, yerini yine onun siyasî mirasını devralma iddiasındaki yeni, ancak ona pek de yabancı olmayan, yıllarca dikkatli şekilde izlenmiş bulunan Hıristiyanlığın karşı dünyasının en tehlikeli mensuplarına yani YeniDoğu olarak nitelendirilebilecek Osmanlılara bırakıyordu.

Osmanlılar XIV. yüzyılda Selçukluların dağılması sonucu Batı Anadolu’da kendi başlarına hareket etmeye başlayan Türkmen beyliklerinden biri olarak ortaya çıkmıştı. Bizans İmparatorluğu’nun doğu sınırına yakın bölgede bulunan Bilecik-Bursa hattında ve Sakarya Nehri havzasında giderek güçlenip komşu Türkmen beylikleri arasında sivrilmeye başlamış; Rumeli yakasına geçiş ile birlikte bir devlet olma niteliği kazanmıştı. Bilhassa Trakya ve Balkanlar’daki hızlı yayılma, Bizans’ın aleyhine olarak İstanbul merkezli bu kadim imparatorluğu âdeta “Türklerle çevrili bir ada” haline dönüştürmüştü. Bizans’ın 1453’e kadar varlığını sürdürmesi bile büyük bir siyasi başarıydı; zira Osmanlılar daha Orhan Bey döneminde İstanbul’un Anadolu yakasında görülmüşler, ondan 60-70 yıl sonra Yıldırım Bayezid zamanında şehrin kapılarına ciddi şekilde dayanmışlardı. Ancak Bizans’ın siyasi şansı, Timur olayı ile “parlayarak”, geçici de olsa Osmanlı Devleti’nin gerilemesine ve küçülmesine yol açacak gelişmelerle bir süre daha devam etti.

Sonunda çok çalkantılı bir dönemin ardından II. Mehmed hem babasının hem de büyük atasının niyetlerini gerçekleştirebildi.

Bu sırada Osmanlı Devleti ağırlık merkezi neredeyse tamamen Balkanlar’a kaymış, Tuna havzasına kadar uzanmış önemli bir siyasi teşekkül durumundaydı.

Doğu Roma’nın başkenti düştükten sonra Avrupa’da da hızlı gelişmeler vuku buldu. Çok sonraları Rönesans adı takılan yeni kültürel gelişme, keşifler çağının açılışı ve sonunda Reformasyon ile yaşanan sosyal ayrışma ve farklılıkların tanınmaya başlanması eğilimi, “Aydınlanma Çağı” öncesindeki Avrupa’nın önüne yeni imkânları koyarken; Doğu Roma’nın yeni fâtihleri büyük bir siyasi ve askerî organizasyonu gerçekleştirerek payitaht yaptıkları İstanbul merkezli, göz kamaştırıcı, üç kıtaya yayılan, bünyesinde muhtelif din, dil ve milletleri barındırıp onları bir arada yaşatma tecrübesi kazanmış olan bir imparatorluğa dönüşüyordu.

Bütün bu gelişmelerin temel noktasında yer alan İstanbul’un Türkler tarafından alınışı, dünya tarihini Batı temelli olarak algılayan ve sayılarının pek de az olmadığı çevreler için de önemini, hakkında yazılan birçok kitap ve makalelerle daimî şekilde korumuştur. Aynı durum fâtihlerinin torunları tarafından ise genellikle serinkanlı yaklaşımların uzağında gaza zihniyetinin destani motifleriyle süslü bir tarzda ele alınmıştır. Buna mukabil Batı tarihçiliğinde de olay, tam tersi bir havada, ancak yine dinî-destani kahramanlık hikâyelerine bürünmüş olarak akis bulmuş, olabildiğince abartılan bir barbarlığın nişanesi ve yok olan eski ve muhteşem Roma medeniyetine yakılan bir ağıt gibi sunulmuştur. Bu iki yaklaşım modern tarihçiliği belirli ölçüde etkilemiş gözükmektedir; bundan

pek çok tarihçi ve entelektüelin kendisini kurtaramadığı dikkati çekmektedir.

Bu anlamda ilginç bir örnek, İstanbul’un düşüşü ile ilgili kitabıyla da tanınan Runciman’dır. Runciman, fethin 500. yıldönümü için Londra Üniversitesi’nde yapılan toplantıya “baş yasçı” olarak geldiğini dahi ifade edebilmiştir. Tutulan yasın ne anlama geldiğini hiç şüphesiz okuyucu rahatlıkla anlayacaktır. Runciman, İstanbul’un fethinin sadece Bizans’ın değil, Roma İmparatorluğu’nun da sonu olduğunu belirtirken imparatorluğun ilkin bir Hıristiyan imparatorluğu sonra da Grek imparatorluğu haline dönüştüğü tezini işler. İmparatorluk kanun bakımından Romalı kalmıştır, sakinleri de kendilerini Romalı olarak görmüştür, ancak Grekçe konuşurlar, kanlarında da Roma kanı bulunmaz, fakat Roma’nın vârisi olduklarını bilirler. Bu mantık İstanbul temelli olmak üzere önceleri pagan olan Roma’nın daha sonra Hıristiyanlaştığı, Doğu Roma’nın başşehrini almakla bu mirasın Türklere geçmiş olduğu ve böylece İslâmlaşmakla sürekliliğin devam ettiği gibi bir düşünüş tarzını ortaya koyabilir. Yani pagan bir imparatorluk nasıl Hıristiyanlaşmışsa şimdi de İslâmlaşmaktadır. Runciman daha sonra İstanbul’un fethi ile ilgili monografisinde büyük Hıristiyan imparatorluğunun yok olduğunu, fakat Fâtih Sultan Mehmed’in kendisini bu imparatorluğun vârisi olarak gördüğünü belirtir. Bizans’ın Türklerin eline geçmesine karşı duyulan bu gibi hissiyatta, Runciman’ın hiç de yalnız olmadığı açıktır.

İçlerinde olayların aktarıldığı tarihî metinlerin nitelik ve yazılış gayeleri, nüsha özellikleri, yazarının mensup olduğu muhiti gibi problemler bir tarafa daha metinlerin aslî nüshasının diline vâkıf olmayan, sadece birtakım yaygın popüler bilgileri sarsma amacı taşıyan veya samimi olarak böyle olduğuna inananların da bulunduğu bir kısım araştırmacı ise hadisenin genel bir yaygınlık kazanmış ve halka mal olmuş destani unsurlarının varlığı veya yokluğuyla uğraşarak âdeta “suyu bulandırma” yöntemini tercih ederler. Bu “balığın bulanık suda avlanacağı” mantığının dışında, herkesin çok iyi bildiğine inandığı, işin tuhaf yanı meslekten tarihçilerin de artık yazılanlar dışında başka bir şey söylemenin mümkün olamayacağını düşündüğü, konuyla ilgilenenlerin ise yapılan araştırmaları hiçbir şüphe duymaksızın kabullendikleri bir ortamda, hakkında neredeyse uzun yıllar sağlam metodolojik bir ilmî çalışmanın yapılmadığı bu hadise, yıl dönümleri münasebetiyle kamuoyunun gündemine  getirildiğinde, pek çoğu gereksiz ama halkın zihinlerini altüst eden bir tartışma zeminine çekilmektedir.

Aslında olayın safhaları hakkında yerli kaynakların yetersizliği, o döneme ait belgelerin olmayışı, Osmanlı kaynaklarının henüz olgunluğa erişmediği erken bir döneme rastlaması gibi sebeplerle ayrıntılara yönelik bilgi eksikliklerinin varlığı bilinmektedir. Bizans ve Latin günlüklerinin anlatımı, bu hadiseyi bütünüyle esir almış bulunmakta ve bunları aynı ayrıntılarla kontrol etmeye yarayacak Osmanlı kaynağı eksikliği de daima hissedilmektedir. Bununla beraber bu bilinmezlikler denizinde, mevcut kaynakların ışığında hadiseye farklı pencerelerden yaklaşmanın mümkün olabileceği de söylenebilir. Bütün bu problemlere rağmen son yıllarda konu üzerinde yeni çıkan neşriyat, panorama müzesi, filmler, diziler vb. vasıtasıyla fethi görsel bir çerçevede sunma eğiliminin giderek artması, yukarıda temas edilen hususların da etkisiyle, doğrudan dönemin kaynakları muvacehesinde fetih hadisesinin çeşitli yönleriyle yeniden ele alınmasını zarurî kılmaktadır.

Bu araştırmada da doğrudan hadiselerle ilgili aslî kaynaklar kullanılmış ve mehaz gösterilmeksizin çeşitli araştırma eserlerine dayalı, yerleşmiş bilgilerin dönemin ilgili kaynak eserindeki yeri (veya yersizliği) belirlenmiş ve bunlara dayalı yeni yorumlara teşebbüs edilmiştir. Osmanlı çağdaş kaynaklarının yetersizliğine mukabil, özellikle A. Pertusi tarafından toplanan döneminde yazılmış çağdaş tarihî kaynaklar, türlü metinler, mektuplar, bu çalışma için karşılaştırma imkânını genişletmek bakımından faydalı olmuştur. Pertusi ilk ciltte doğrudan çağdaşların tanıklığına ait metinleri; ikinci ciltte dış dünyadaki çağdaş yankıları içine alan yazıları toplamış; üçüncü ciltte ise daha sonra rastladığı bugüne kadar neşredilmemiş metinleri derlemiştir

Bu çalışmalarıyla İstanbul’un fethi hadisesiyle ilgili hemen hemen bütün temel kaynakları okuyucuya ve araştırıcılara sunmuştur. Bununla beraber bazı metinlerin özetlendiği, birtakım önemli vurguların atlandığı, özellikle Türk kaynaklarının biraz ihmal edildiği dikkati çeker.

Türk kaynakları ve olayı ele alış şekilleri üzerinde bir sonraki bölümde bilgi verildiği için burada kuşatmaya şahit olan ve hadiseye içeriden bakan yazarlara kısaca temas etmek gerekecektir. Bunlar içinde ilk zikredilecek şahıs, kuşatma sırasında hekim olarak bir Venedik gemisinde bulunan, Türklerin şehre girmesi üzerine başka bir Venedik gemisine binerek kaçan Nicolo Barbaro’dur. Kendisi kuşatma ve savaşların günlüğünü tutmuştur. Bunları daha sonra bir araya getirerek 1454’te bir kitap halinde düzenlemiştir. Yazar Venedikli olduğu için Cenovalı müdafilere karşı olumsuz görüşler sergiler. Burada kuşatmanın çok ayrıntılı tasviri vardır

Şehrin Osmanlıların eline geçmesi sırasında Galata Cenova (Ceneviz) podestası olan Angelo Giovanni Lomellino’nun kısa mektubu, keza yine Latin ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesine taraftar olan sonradan Papa’nın temsilcisi olarak kuşatma arifesinde İstanbul’a dönen Kievli kardinal Isidoro’nun yine muhtelif şahıslara yazdığı kısa mektupları olayları özet halinde nakleder.

Kardinal Isidoro ile birlikte 26 Ekim 1452’de İstanbul’a gelen Midilli başpiskoposu Sakızlı Leonardo kuşatmayı daha geniş şekilde aktarır.

Onun anlatımı başka kaynakları da etkilemiş olması bakımından önemlidir. Müdafaa sırasında İstanbul’da bulunan Floransalı tüccar Jacopo Tedaldi de ilginç ayrıntılara yer verir. Kefe episkoposu Giacomo Campora ile Ubertino Puscolo kuşatmaya şahit olmakla birlikte olayı çok kısa olarak zikrederler.

Bizans sarayında görevli olan diplomat ve tarihçi Yorgios Sfrancis (Sphrantzes/Sfrantzes), imparatorun yanında yer almasına rağmen olayın tafsilatına hiç girmez. Menekşe (Monemvasia) metropolidi Macarios Melissinos bu eseri 1573-1577 dolayında genişleterek yeni bir eser ortaya koymuştur. Bu sonuncu kitaptaki eklemeler, yanlışlıkla birçok modern yazar tarafından Sfrancis’in orijinal bilgileri gibi algılanmıştır.

Pertusi, bu şahitlere Thomaso Eparchos ile Giosue Diplovatatzes’i de ekler. Bunların kuşatmayla ilgili takriri bazı hususları aydınlığı kavuşturma bakımından önemli görülür.

Kiliselerin birleşmesine karşı çıkan, fetih sonrası Türklerin eline esir düşen ve ardından II. Mehmed tarafından patriklik makamına getirilen Gennadios Skolarios’un kuşatmayla ilgili 1454’te kaleme aldığı dinî metin olaylar hakkında hiç tafsilat vermez.

Bununla beraber kuşatmaya tanık olan Nestor İskender (Iskander) hayli geniş olarak hadiseyi nakleder. Nestor İskender’in eserinin tenkidi bir neşri yapılmıştır.

Kuşatmaya şahit olmayan ancak hadiseyi detaylı olarak veren Bizans kaynakları Dukas, Chalkokondyles ile olayı Osmanlı cephesinden yazan Kritovulos’un eserleri de çok önemlidir. Pertusi bu üç eserdeki bilgileri geniş ölçüde derlemesine almıştır.

Ayrıca Osmanlı ordusunda bulunan ve sonradan kaçarak hatıralarını kaleme alan eski bir yeniçerinin kuşatmayla alakalı verdiği bilgiler de dikkat çekicidir.

15. Öte yandan çağdaş eserlerle ilgili bir başka derlemeyi yapan J. R. Melvill Jones da yukarıda zikredilen Tedaldi, Sakızlı Leonardo, Chalkokondyles, Dukas dışında Riccherio, Zorzi Dolfin ve Lomellino’nun yazdıklarına yer vermiştir.

16. Doğrudan ilgili metinlerin orijinaline dayanan bu derleme de hem Pertusi’yi hem de bazıları Türkçeye tercüme edilen Bizans ve Latin kaynaklarını karşılaştırma imkânı vermesi bakımından önemlidir. Dukas tarihinin yeni neşri de eski tercümenin ciddi hatalar ihtiva ettiğini göstermiştir.

 Burada Dukas’ın İstanbul kuşatması anlatımı daha sağlam olduğu anlaşılan bu yeni tercüme ışığında ele alınmıştır. Çağdaş kaynaklar ve bu kaynakların neşrine yönelik bu çalışmalar yanında kuşatmanın askerî yönü ve diğer siyasî meselelerle ilgili bazı yeni neşriyatın yapıldığı da dikkati çekmektedir. Hammer ve Zinkeisen gibi genel Osmanlı tarihi yazanların eserlerinde geniş yer bulan İstanbul’un fethi konusu bilhassa 400. sene-i devriyesine denk düşmekle de dikkat çeken, Yunancaya ve Karamanlıca Türkçesine tercüme edilen Mordtmann’ın müstakil eseriyle Batı’da çok ilgi çekecek bir mevzuyu oluşturacaktır. Mordtmann’ın Kırım Savaşı (1853-56) esnasında ilk elden kaynakları kullanmış olarak kaleme aldığı, fetihten 400 sene sonra vaktiyle Türk muhasarasında kendi kaderine terk edilmiş olmasından ötürü yapılan hatanın tekrarlanmaması için Kırım Savaşı dolayısıyla müttefiklerin dikkatini İstanbul’un önemine çekmek isteyen eseri (Belagerung und Eroberung Constantinopels durch die Türken im Jahre 1453, Stuttgart 1858) ile Batı’da giderek artan ilgi Osmanlı sahasında da kendini göstermiştir. Mordtmann’ın kaynak olarak kullandığı Hayrullah Efendi Tarihi’nde İstanbul’un fethi bahsi (VII, İstanbul 1288), bir ölçüde bu olay ile alakalı Osmanlı literatüründeki ilk ciddi bilgiler olarak dikkati çeker. Bugün ise daha çok Ahmed Muhtar Paşa (Feth-i Celîl-i Kostantiniye, İstanbul 1316), E. Pears (The Destruction of the Greek Empire and the Story of the Capture of Constantinople by the Turks, London-Newyork-Bombay 1903), G. Schlumberger (İstanbul’un Muhasara ve Zabtı, trc. M. Nahid, İstanbul 1330), F. Dirimtekin, (İstanbul’un Fethi, İstanbul 1976), S. Runciman (Kostantiniye Düştü, trc. D. Türkömer, İstanbul 1972) gibi artık eskimiş ve çok iyi bilinen yazarların eserleri dışında, edebî bir üslupla popüler hale getirilen ve derin bir tahlili incelemeye dayanmayan indi yorumlarla dolu yerli ve yabancı birkaç kitabı, kronolojik olarak olayı anlatan, ancak eski bilgileri tekrarlayan bir başkasını (M. Ak-F. Başar, İstanbul’un Fetih Günlüğü, İstanbul 2003) bir tarafa bırakırsak, bu hususta en önemli ilmî inceleme uzun yıllardır İstanbul üzerine çalışan Walter K. Hanak ile Marios Philippides ikilisine aittir. The Siege and Fall of Constantinople in 1453: Historiography, Topography and Military Studies (2011) adlı bu devasa çalışmada, önce çağdaş kaynakların uzun uzadıya tahlili yapılmış, bazı eserler üzerinde derin bilgiler verilmiş; ikinci bölümde ise İstanbul’un topografyası, surları ele alınmış, en son da askerî harekâtı ve kuşatma üzerinde durulmuştur. Bu büyük çalışmanın en önemli eksikliği Türk kaynaklarıdır.

Muhtemelen yazarların Türkçe literatüre hâkim olamamaları ciddi bir problem gibi gözükmektedir. Öte yandan eserde bilinenlerin yeniden uzun ve ısrarlı tekrarları, bol miktardaki “haşviyât” da dikkati çekmektedir. Bununla birlikte bu eserin bütün malzemeyi toplama gayreti ve bazı yeni çıkarımlara teşebbüs edilmesi, topografyayı en ince ayrıntısına kadar belirlemesi bakımlarından faydalı olduğu âşikârdır.

ŞEHİR

KONSTANTİNOPOLİS’TEN KONSTANTİNİYE VE İSTANBUL’A

“Diğer bütün kentler ölümlüdür ama İstanbul sanırım insanlar var oldukça yaşayacaktır”

1.Konstantwiniye ve İstanbul: Şeh-ri Mev’üd

Tarih boyunca gerek Doğu ve gerekse Batı dünyasında dinî ve siyasi açıdan çok önemli bir yere sahip olan İstanbul, iki kıt‘anın geçiş yerinde ne tam doğuya ne de tam batıya ait bir konumda yer alır. Bununla birlikte her iki medeniyetin âdeta bir temsilcisi olarak asırlarca süren farklı bir misyonu ruhunda taşımış; bu medeniyetlerin mensuplarınca değişik amaçlarla fakat sonuçta benzeri algılayışla ilginç bir tarihî geçmişten süzülüp gelmiştir. Yerleşme tarihinin binlerce sene geriye gittiği yeni yapılan kazı çalışmalarıyla artık tescillenmiş olan şehrin bir imparatorluk merkezi olarak ortaya çıkışı, aynı zamanda dinî ve siyasi bir ideolojinin yerleşmesine de zemin hazırlayarak her iki dünyanın, yani Doğu ve Batı’nın temsil ettiği fikrî temelleri belirlemiştir.

Şehrin tarihî konumu, coğrafyasının sağladığı avantajlarla ilginç bir özellik taşır. İki kıt‘ayı, yani Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran Boğaz’ın (İstanbul Boğazı) Marmara’ya açıldığı güney yönünden, buraya doğru gelen dar bir koy olan Haliç’in batı kıyısı boyunca uzanan yarımada asıl yerleşme yerini teşkil eder. Bu haliyle Avrupa kıt‘asının bu kesimdeki en doğu ucunda bulunan yegâne iskân birimi durumundadır. 8 km.’lik Haliç, yarımada üzerindeki yerleşmenin oluşmasında, emin bir liman görevi sağladığı için son derece belirleyici olmuştur. Şehrin ana merkezi Topkapı Sarayı ve Ayasofya, yani bugünkü Sultanahmet kesimidir. Efsanelerle süslü kuruluş hikâyesi, buranın bir Megara (Orta Yunanistan’da bir Dor kentidir) kolonisi olarak teşekkül ettiği yönündedir. Fakat yeni yapılan kazılar yerleşme tarihinin bundan çok daha öncelere gittiğini ortaya koymuştur. Nitekim Antik dönemdeki adıyla Lykos yani Bayrampaşa Deresi’nin denize döküldüğü kesimde bugün tamamıyla alüvyon ve toprakla dolmuş eski limanda (Yenikapı) gerçekleştirilen kazılar sonucu, bu limanın oluşmasından çok öncesini, tahminen 7000 yıllık bir zaman dilimini gösteren tarih öncesi sayılabilecek birtakım bulgulara ulaşılmıştır. Bunlar deniz seviyesinden 6,5-7 metre kadar derinden çıktığı için Yenikapı’daki ilk yerleşimin MÖ. 6500’e kadar indiği belirtilmiştir. Bu keşifler İstanbul’un antik tarihini bundan öncesine (tarih öncesi) götürmekte ve yazılı kaynaklarda adının “Byzantion” şeklinde geçtiği devirlere kadar uzanan, zaman zaman kesintili de olsa devamlılık gösteren iskân tarihine sahip bulunduğunu düşündürmektedir.

Büyük ihtimalle bu yerleşme temelleri üzerinde ortaya çıkan Byzantion ise bugünkü Topkapı Sarayı (şehrin Akropolis kısmı burada idi) ile Ayasofya’nın bulunduğu alanda, muhtemelen yine bugünkü Bayezit semtine kadar uzanan ve adı tarihî kayıtlarda zikredilen bir koloni şehri olarak sivrilmişti. Bu koloni şehri adını efsaneye göre Byzas adlı kumandan veya kraldan alıyordu. Trakça-İllyrce bir şahıs adına dayalı olduğu açık olan Byzantion, geç dönemlere ait İslâm ve Türk kaynaklarında Arapça telaffuza uygun şekilde buranın kadim adı olarak geçer. Şehir Byzantion olarak varlığını yaklaşık bin yıllık bir süre boyunca devam ettirmiştir.

(MÖ. VII. asırdan 330’a kadar). Bu isimlendirme, İkinci Roma tarihi üzerine gittikçe artacak olan incelemelerin yapıldığı XVIII-XIX. yüzyıllarda bu devleti nitelemek üzere ortaya atılıp günümüzde yaygınlık kazanan “Bizans İmparatorluğu” tanımlamasının da menşeini teşkil etmiştir.

Byzantion’un milattan sonra II. asırda 7-7,5 km. civarında bir alanı kapladığı tahmin edilmektedir. Bu küçük ama stratejik hususiyeti büyük olan şehir, 73 yılında İmparator Vespasianus tarafından Roma İmparatorluğu’na dâhil edilmesiyle yeni bir gelişme dönemine giriş yaptı. İmparator Septimus Severus burayı yeniden imar etti, surları genişletti ve oğlunun adına bu yeni şehri Augusta Antonina olarak andı. Şehrin tarihinde dönüm noktası, Roma tahtını ele geçiren I. Konstantinos’un (Büyük Konstantin) burayı yeni imparatorluğunun başkenti yapması oldu. Başkentin inşası 324 yılında başlamıştı; Konstantin eski Byzantion’u neredeyse dört misli kadar büyüttü. Roma’ya benzer şekilde yeni binalarla süsledi, saray, Senato binası, tapınak/kiliseler, hipodrom inşa edildi, 11 Mayıs 330’da da resmen açılışı gerçekleşti. Bu yeni kurulan şehir ilk Hıristiyan imparator olan Konstantin tarafından yine ilk Hıristiyan imparatorluğun başşehri olarak tasarlanmıştı. Bu bakımdan burasının ilk Hıristiyan imparatorluk başkenti olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Artık adı da değişmişti ve kurucusuna atfen Konstantinopolis olarak anılmaya başlanmıştı. Bu isim hemen doğu sınırlarında ortaya çıkacak olan İslâm devletlerince de Kostantiniyye şeklinde telaffuz edilecekti.

Yeni Roma Konstantinopolis/Kostantiniyye, Marmara kıyısında Yenikapı’dan başlayarak Çukurbostan, Bayrampaşa deresi, Cibali ve Haliç’e inen surlarla kuşatılmıştı. Daha sonraki imparatorlardan II. Theodosius V. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren surları batıya doğru geliştirdi (413-447); böylece bugünkü surlar ortaya çıkmış oldu. Şehir tarihî yarımadada artık uzandığı son sınırlarına gelmişti; 1453’te fetih sırasında da bu durumunu koruyordu. Theodosius surları, bu son kertede Osmanlı ordusunun karşısında hayli berkitilmiş şekilde aşılmaz bir set gibi duruyordu.

Tarihî yarımadada bu Hıristiyan imparatorluk başkentini temsil eden ön önemli yapı hiç şüphe yok ki Ayasofya idi. Doğu Hıristiyanlığının en önemli merkezi olacak Konstantinopolis’in simgesi Ayasofya büyük kilisesi, sadece Hıristiyan dünyası açısından değil, daha sonra ortaya çıkarak büyük bir gelişme kaydedecek olan İslâmiyet’in yayıldığı sahalardaki Müslüman devletler için de kutsi bir yer olarak telakki ediliyordu. Bu gelenek hiç şüphe yok ki Osmanlı Türklerine de miras kalacaktı. Ayasofya çerçevesinde İslâm tarihine giren efsaneler ve mitler, Konstantiniye’ye atfedilen kutsiyetle birlikte ilginç bir manevî motife dönüşecekti. Ayasofya efsaneleri Türk ve İslâm tarihinin ilk geniş kapsamlı literatürü olarak fetihten sonra bile entelektüel düzeyde canlılığı koruyacaktır.

Hıristiyan Roma’nın ilk başkenti olmakla, önemli bir dinî merkez olma konumu asla unutulmayan İstanbul, onun karşıt cephesini temsil eden Müslümanlarca da peygamberlerinin hedef gösterdiği, hakkında birçok efsanenin oluşturulduğu mukaddes bir yer hüviyetine bürünmüştü. İslâmiyet’in yeşerdiği coğrafyanın genişlemesiyle Hıristiyan dünyasının doğudaki siyasi merkezi haline gelmiş ve

aynı zamanda doğu cihetinden gelebilecek büyük bir tehdit algılamasıyla da beslenmeye başlamıştı. Fakat İstanbul ilginç şekilde ikiye ayrılmış olan Hıristiyan dünyasının batıdaki kolu için de Doğu’nun zenginliklerine ulaşma, mukaddes şehir Kudüs’ü Müslümanların elinden alma gibi yüksek ideallerin başlangıç noktası durumundaydı. Papalığın güç kazanmasıyla Batı Hıristiyanlığı yükselirken bunların temsilcileri Doğu Roma’yı ve genel olarak onun da doğusundaki dünyayı zengin, uygar toplumlar olarak görüyordu.

Böylece Batı zihniyetinde sâfiyâne bir yaklaşımla İstanbul’u da içine alan bir Doğu imajı belirdi. Bunun sonucu ortaya çıkan Haçlı seferleri, sadece İslâm dünyası dâhilinde kalan Kudüs’e ulaşmak değil, Doğu Roma’yı ve dolayısıyla bunun başkenti İstanbul’u da hedef seçmişti. Aleni olarak ortaya çıkan karşıtlık daha sonraki çatışmaların ana kaynağını teşkil etti; İslâm’ın karşı koyuşu aynı paralelde dinî bir veçhe kazandı; vaktiyle Doğu Roma’yı ve onun merkezi İstanbul’u hedef alan hızlı İslâm fetihlerinin itici manevi motoru olan “cihad” kavramı, daha katı çerçevelerde yorumlandı.

Arada kalan Doğu Roma’nın merkezi, Doğudakiler için Batı’nın eşiğiydi, şimdi ise Batılılar için Doğu’nun eşiği olmuştu.

İslâm dünyasında Arap coğrafyacıların etkisiyle farklı bir Konstantinopolis temasının yaygın olarak literatüre girdiği de söylenebilir. Aslında bu gelenek Hz. Peygamber’in gösterdiği yolda, daha Emeviler döneminde başlayan doğrudan Kostantiniye’ye yönelen askerî seferlerle de kendisini göstermişti. Bu dört büyük seferden üçü Emeviler (669, 674, 717) sonuncusu ise Abbasiler (781-782) tarafından icra edilmişti. Özellikle Muaviye b. Ebu Süfyan’ın komutasındaki ilk İstanbul kuşatması, bazı sahabelerin de katılımıyla, daha sonraki dönemlerde silinmeyecek bir iz bırakan, ayrıca türlü mitlerin oluşmasına zemin hazırlayan bir özellik kazanacaktı.

Hz. Peygamber’i Medine’ye hicreti sırasında evinde misafir etmiş olan Ebu Eyyüb el-Ensari’nin bu kuşatmaya katılıp surlar önünde hastalanarak vefatı, 1453’teki fethe kadar uzanan yolda İslâm dünyası için büyük bir manevi motivasyon sağlayacaktı. Bu durumu Arap coğrafya eserlerindeki Kostantiniye bahislerinde görmek mümkündür. Şehre yönelik olarak artan ilgi, bu eserler vasıtasıyla giderek yaygınlaşmış olmalıdır. Öyle ki Kostantiniye bu geleneğinetkisiyle Müslüman hükümdarlar için peygamberin müjdesiyle İslâm’ın “şehr-i mev‘ûdu” yani vaat edilmiş şehri haline gelmişti.

Arap coğrafyacılarından İbn Hurdazbih (ö. 300/912-913), buranın “Bizantiniyye” olduğunun ve daha sonraları Büyük Konstantin’in krallığını buraya taşıdığının, etrafını surlarla çevirerek Kostantiniye olarak adlandırdığının farkındadır. Ayrıca Rumların bu büyük şehrine el-Bizirum dendiğini de ifade eder. El-Mes‘udi (ö. 345-46/956-57) ise “İstanbul” şeklindeki kullanımı X. yüzyıla indirir ve burayı Rumların başşehri olarak anarken ismini “Bulin” olarak verir. Bu kelimenin şehir anlamına geldiğini yazar, yaygın şekilde halkın bundan hareketle “isten-bulin” olarak başkentlerini adlandırdıklarına temas eder. Şehrin Kostantiniye adlandırması yanında bu son telaffuzla da yaygın olarak bilindiği, diğer Arap seyyahların ifadelerinden açık olarak ortaya çıkar.

Hatta bazı Arap seyyahlar, “Rumlar şehre bizim gibi Kostantiniyye demiyorlar, İstanbul diyorlar” şeklinde durumu izah ederler. O kadar ki ansiklopedik anlayışla yazılan bazı eserlerde Kostantiniye yanında İstanbul adı da artık bir madde başlığına dönüşmüştür.

Nitekim Yakut el-Hamevi (ö. 626/1229) bu şekilde müstakil başlık açan ilk coğrafyacıdır, bu başlığın altında şehir hakkındaki atfını Kostantiniye’ye yaparak tafsilatı burada vereceğini bildirmiştir.

Bu şekilde Kostantiniye ve İstanbul adlarının kullanımı Doğu dünyasında giderek yaygınlaşmış ve Türk kaynaklarına da bu iki şekilde aksetmiştir.

Öte yandan İslâm dünyasında ilk İstanbul tasvir ve tavsifleri, daha sonraki dönemlerde de şehrin imajı yanında bu çerçevede üretilen hikâye ve efsanelere kaynaklık etmiş gözükmektedir. X. yüzyılın ilk yarısında yaşayan astronom ve coğrafyacı İbn Rüste,…

Related Articles

Uçurtma Avcısı Kitap Özeti

Goetia – Hz. Süleyman’ın Tılsımlar Kitabı Kitap Özeti

Fena Kitap Özeti