Roman özetleri

Fatıma’nın Eli Kitap Özeti

16. YÜZYIL ENDÜLÜSÜ’NDE, İKİ DİN VE İKİ AŞK ARASINDA KALAN MÜSLÜMAN BİR GENCİN HİKÂYESİ
İki kültür ve iki aşk arasında kalan bir adam seçim yapmak zorundadır… Yıl 1564, Granada Krallığı. Yıllar süren Hıristiyan baskısının ardından Endülüs Müslümanları efendilerine karşı ayak- lanır ve Sierra Nevada’nın beyaz atlarını kurbanlarının kanlarıyla lekelerler. Müslüman bir kadınla ona tecavüz eden Hıristiyan bir rahibin oğlu olan Hernando ise arada kalmıştır. Lekeli kanı yüzünden üvey babası ve kasaba halkı tarafından hor görülen Hernando’yu aşkı ve halkının özgürlüğü için mücadele edeceği sıra dışı bir kader beklemektedir.
İyi ve kötü, aşk ve nefret, yıkılan hayaller ve yeniden kazanılan umutlar üzerine muhteşem bir roman olan Fatima’nın Eli, Müslüman-Hıristiyan çatışmasını tarihî detaylar ve unutulmaz karakterlerle taçlandırıyor. Roman, yazarı Ildefonso Falcones’in zengin tarihî detaylara olan tutkusunu ve öykü anlatmaktaki ustalığını sergiler nitelikte.

“Etkileyici, güçlü ve alt sınıftan kahramanlarıyla, aşkla örülmüş bir roman.”
La Repubblica

“Çağdaş, yeni tarihî roman türünün mükemmel bir örneği olan, sayfalar dolusu tarih ve macera.”
Ttl, La Stampa

Görkemli, aşk dolu bir macera romanı. Muhteşem kurgusu ve hızlı ritmiyle okurun merakını uyanık tutmayı başarıyor.”
Corriere della Sera

“Savaşlar, aşk, inanç, yaşam mücadelesi ve intikam üzerine nefes kesici bir roman. Okurlar olağanüstü anlatımın tutsağı olacak…”
Il Sole 24 Ore

Allah Adına

“…Her gün düşmanlarla, soğuklarla, sıcaklarla, açlıkla, silahsızlıkla, dört bîr yanda teçhizat eksikliğiyle, yeni yeni zararlarla, sürekli Ölümlerle mücadele ettikten sonra, Berberilerin ve Türklerin müttefiği, silahlarını donanmış, kendine güvenen savaşçı bir millet olan düşmanlarımızı savaş alanında sonunda yenilmiş, pes etmiş, topraklarından çıkarılmış, evleri ve malları ellerinden alınmış hâlde gördük. Erkekler ve kadınlar tutsak edilmiş, elleri, ayaklan bağlanmıştı; esir alınan çocuklar açık artırmada satılmış ya da uzak diyarlara götürülüp bırakılmıştı… Zor ve son derece kanlı bir zaferdi. Öyle ki, Tanrı’nın bizleri mi yoksa düşmanlarımızı mı cezalandırmak istediği konusunda tereddüt yaşamamıza bile sebep oldu.”

Diego Hurtado de Mendoza,
Granada Savaşı, Birinci Kitap

Juviles, las Alpujarras, Granada Krallığı, 12 Aralık 1568, Pazar Günü
Sabah saat ondaki ayin için çalan çanın sesi, Sierra Nevada’daki birçok sıradağdan birinin eteklerinde kurulmuş o küçük kasabayı saran buz gibi ortamı birden hareketlendirdi; çanın metalik sesi, dağ geçidinden aşağı süzülüyor, Contraviesa Sıradağlarının eteklerine çarpıp geri dönüyordu. Dağların karlı zirvelerinden süzülen sayısız su yolu, dağların güneyindeki verimli vadiyi ıslatan Guadalfeo, Adra ve Andarax nehirlerini besliyordu, Contraviesa’nın ilerisindeki las Alpujarras topraklan Akdeniz’e kadar uzanıyordu. Kışın o çekingen güneşi altında, yaklaşık iki yüz kadar erkek, kadın, çocuk, ayaklarını sürüyerek sessiz sessiz kiliseye doğru yürüdüler ve kapısında toplandılar. Koyu sarı renkte taşlardan yapılmış, dış görünüşü oldukça sade olan bu ibadethane, dikdörtgen şeklinde tek bir mekândan oluşuyordu. Yan duvarların birinden yükselen büyük kule, kilisenin çanını misafir ediyordu. Kilise binasının yanında, Sierra Nevada’dan vadiye doğru inen derelere bakan bir meydan bulunuyordu. Meydandan dağlara doğru uzanan dar sokakların kenarlarında ise, kayağan taşı tozuyla sıvanmış birçok ev sıralanmıştı: tek ya da iki katlı, küçük kapılı ve küçük pencereli, düz damlı, yuvarlak, mantar şeklinde şapkalı bacaları olan evler.
Damların üzerinde, biberler, incirler ve üzümler güneşte kurumaya bırakılmıştı. Sokaklar dağın etekleri üzerinde kıvnla kıvnla zirveye doğru tırmanıyor, üzerindeki evlerden altta olanların damları, üstte olanların temellerine geliyor, üst üste oturtulmuş gibi duruyorlardı.
Meydanda, kilisenin kapılarının Önünde, birkaç çocuk ve kasabada yaşayan yirmiye yakın eski Hıristiyandan oluşmuş bir grup, kilisenin ön cephesindeki merdivenlerin en üst basamağında duran yaşlı bir kadına bakıyordu. Kadıncağız titriyor, ağzında kalan birkaç diş birbirine vurup ses çıkarıyordu. Moriskolar, şafak söktüğünden beri en üst basamakta duran, üzerinde kalın bir şey olmadan o kış soğuğuna dayanmaya çalışan din kardeşleri bu yaşlı kadına göz ucuyla hile bakmadan kiliseye girdiler. Çan çalmaya devam ediyordu. Çocuklardan biri, her çan vuruşunda sıçrayan, dengesini kaybetmemeye çalışan yaşlı kadını işaret etti. Birkaç kahkaha sessizliği bozdu,
“Cadı!” diye bağıran bir ses duyuldu kahkahaların arasında.
Kalabalıktan fırlatılan taşlardan birkaçı yaşlı kadının vücuduna isabet etti, merdivenin basamakları ise tükürüklerle doldu.
Çanlar sustuğunda, kilisenin dışında kalanlar da aceleyle içeri girdiler. İçeride, sunağın birkaç adım ötesinde, esmer, yüzü güneşten yanmış İri bir adam, yüzü iman edenlere dönük bir şekilde dizleri üzerine çökmüş, üzeri çıplak, boynunda bir ip, iki kolu iki tarafa açılmış, her bir elinde bir mum öylece duruyordu.
Birkaç gün önce aynı adam, dışarıda basamaklar üzerinde bekleyen yaşlı kadına, hasta karısının elbiselerinden birini vermiş, şifalı suları olduğu söylenen bir su kaynağında yıkamaya göndermişti- Kayalar ve gür otlar arasına saklanmış olan o kaynakta çamaşır yıkanmıyordu. Kasabanın rahibi don Martin, yaşlı kadını elbiseyi yıkarken yakalamış ve bir çeşit büyünün söz konusu olduğunu hemen anlamıştı. Tabii ceza vermekte de geç kalmamıştı: Yaşlı kadın pazar sabahını basamakların üzerinde alay konusu olarak geçirecekti. Morisko ise ayini yerde, dizleri üzerinde dinleyerek herkesin oyuncağı olacaktı.
İbadethaneye girer girmez, erkekler, kadınlarından ayrıldılar. Kadınlar, kızlarıyla birlikte en ön sıralara oturdular. Yerde diz çökmüş duran adamın yüzü anlamsız bir ifadeye bürünmüştü. Bütün kadınlar onu tanıyorlardı, iyi bir adamdı; bütün gün sahip olduğu bir avuç toprağı ekip biçiyor, elindeki iki inekle ilgileniyordu. Sadece hasta olan karısına yardım etmek istemişti! Yavaş yavaş erkekler de kadınların arkasındaki sıralarda yerlerini aldılar. Herkes yerine oturduktan sonra, Rahip don Martin, yardımcısı don Salvador ve zangoç Andres içeri girdiler. Beyaz tenli, pembe yanaklı, göbekli don Martin, üzerinde altın rengi rahip giysisiyle, müminlerin önünde yerini aldı. İki yanında da, yardımcısı ile zangoç ayakta duruyorlardı. Birisi kilisenin kapılarını kapadı; rüzgâr birden kesildi. Mum ışıklarının titremesi de birden durdu. Kilisenin, Müdeccen sanatının en güzel örneklerinden olan tavanı da o anda aydınlandı.
Siyah kıyafetli, uzun boylu, İçerideki müminlerin çoğu gibi koyu tenli zangoç, önündeki defteri açıp, sesini düzeltmek için hafif hafif öksürdü.
“Francisco Alguacil,” diye okudu.
“Burada.”
Cevabın nereden geldiğine baktıktan sonra, deftere bir şeyler not aldı.
“Jose Almer.”
“Burada.”
Bir not daha aldı deftere. “Milagros Garcia, Marta Ambroz…” Andres’in elindeki listeden İsmi okunan, “Burada,” diye cevap veriyordu. Zangoç isimleri okuyup not almaya devam etti.
“Marco Nunez.”
“Burada.”
“Geçen haftaki pazar ayinine katılmamışsın,” dedi zangoç, azarlarcasına.
“Şey…” diye açıklama yapmaya başladı adam, ama kelimeler bir türlü ağzından çıkmıyordu. Elindeki belgeyi evirip çevirirken, başladığı cümleyi Arapça tamamladı.
“Yaklaş,” diye emretti zangoç.
Marco Nunez, sıralarda oturanların aralarından geçerek, sunağa yaklaştı.
“Ugijar’daydım,” diyebildi adam, sonra da elindeki belgeyi zangoca uzattı.
Andres yazıyı inceledikten sonra rahibe gösterdi. Rahip de iyice okuyup üzerindeki imzayı kontrol ettikten sonra, başıyla onayladı. Belgede, Ugijar Manastırının rahibi, bir pazar günü olan 5 Aralık 1568 tarihinde, din değiştirmiş Marco Nunez isimli Juvües’li vatandaşın kendi kilisesinde ayine katıldığını beyan ediyordu.
Zangoç, Hıristiyanlığı kabul etmeye ve her pazar kilisedeki ayine katılmaya zorlanan Müslümanların isimlerinin bulunduğu uzun listeyi okumaya devam etmeden önce deftere bir şeyler daha yazdı. İsimleri okunanlardan bazıları cevap vermediler. Ayine katılmamış oldukları hemen deftere not edildi. Kilisedekiler arasında, bir önceki pazar ayinine katılmamış olan iki kadın daha vardı. Ancak onlar Marco Nunez’in elindeki gibi bir belgeyle kendilerini aklayamadılar. Akıllarına geleni sayıp kurtulmaya çalıştılar. Kadınlardan biri hasta olduğunu söyledi.
“İsterseniz kocama sorun,” dedi, oturanlar arasında gözleriyle kocasını
arayarak “O size…”
“Sus, şeytanın dostu!”
Don Martin’in sesi kadını susturdu. Kadın başını öne eğdi. Zangoc’da ismini not aldı. Her iki kadına da yarım real para cezası verildi
Listedeki isimlerin okunması bittikten sonra don Martin ayine başladı. Başlamadan önce de zangoca, yerde dizlerinin üzerinde oturup ellerinde şamdanları tutarak cezasını ödeyen adama, ellerini biraz daha yukarı kaldırmasını söylemesini emretti.
“Tanrı, oğul ve kutsal ruh adına…”
Kilisedekilerin çoğu rahibin söylediklerinden hiçbir şey anlamıyor olsalar da, tören devam etti. Rahip sürekli vaazlar veriyordu.
“Bir çeşmenin suyunun, hastalıkları iyileştireceğine gerçekten inanıyor musunuz?” Don Martin yerde oturan adamı işaret etti; öfkeden işaret parmağı tir tir tiriyor, gözlerinden kıvılcımlar fışkırıyordu.
Oradakilerin birçoğu ispanyolca bilmiyordu; bazıları İspanyollara anlaşmak için, yarı Arapça, yarı İspanyolca olan ve aljamiado adı verilen lehçeyi kullanıyorlardı. Buna karşın herkes Babamızın Duası, Ave Maria, İnanç, Meryem’e Yalvarış dualarını ve Hıristiyanlığın ilkelerini İspanyolca olarak ezbere bilmek zorundaydı. Morisko çocuklar zangoçtan aldıkları dersler sayesinde, erkekler ve kadınlar da cumartesi ve pazar günleri katılmak zorunda oldukları, katılmadıkları takdirde onları yüklü para cezaları ödemek ya da evlenme yasağı almak zorunda bırakan derslerde öğreniyorlardı bütün bunları.
Ayin sırasında bazıları dua ediyordu. Zangoçun ağzından çıkan her kelimeye dikkat eden çocuklar, yüksek sesle, tıpkı anne babalarının öğrettikleri gibi, neredeyse bağırarak ediyorlardı dualarını. Böylece anne ve babaları rahibi tuzağa düşürüp Allahu ekber diyerek, kimisi iç çekerek, kimisi de gözleri kapalı asıl dualarını ederken kimse farkına varmıyordu.
Don Salvador biraz uzaklaştığında, kiliseyi dolduranların oturduğu sıralardan, “Ey Merhametli! Beni lekelerimden, günahlarımdan kurtar,” sözleri yükseliyordu. Don Salvador da sıralardan pek fazla uzaklaşamıyordu, çünkü Hıristiyan ibadethanesindeki ayin sırasında Müslümanların Allah’a yalvararak ona meydan okumalarından şüpheleniyordu.
“Ey Yüce Allahım! Gücünle bana yol göster…” deyiverdi genç bir Morisko arka sıralardan, çocukların bağırarak söylediği Babamız duasının gürültüsü içinden.

Don Salvador şiddetle arkasını döndü.
“Ey huzur verenimiz! Bana ihtişamını göster…” dedi bir diğeri karşı sıradan.
“Ey Merhametli!” diye devam etti bir üçüncüsü.
Aniden, Hıristiyan ayini son bulduğunda, kilise üyesi o hiddetli sesiyle yine bağırmaya başladı.
“Adın hep övülsün, Yüce Allahım,” diye başka bir ses geldi, son sıralardan birinden. Moriskoların bir çoğu kaskatı kesilip kaldılar; bazıları Don Salvador’un bakışlarından ayırmıyordu gözlerini. Allah’ın ismini anmaya kim cüret etmişti? Yardımcısı dirsek savura savura kilisedekilerin arasına daldı ama günahkârı bulamadı.
Ayinin ortasında, don Martin oturmuş, dikkatli gözlerle müminleri süzüyor, zangoç ile diğer kilise üyesi de, birinin elinde kutsal kitap, diğerininkinde bir sepet, müminlerin bağışlarını bekliyorlardı; bir, iki kuruş, ekmek, yumurta, keten… Sadece yoksullar bağış yapmaktan muaf tutuluyordu; üç pazar günü üst üste bağışta bulunmayan varlıklı müminler ise para cezasına çarptırılıyorlardı, Andres dikkatli bir şekilde kimlerin neler bağışladığını not ediyordu.
Kutsama çanı çaldığında Moriskolar, eski Hıristiyanların arasında isteksizce dizlerinin üzerlerine çöktüler. Çan, sırtını müminlere dönmüş rahip tam da elinde yufka inceliğindeki ekmeği kaldırırken çaldı. Diğer bir çan sesi de şarap dolu kadehi kaldırdığında. Tam kutsama merasimi duasını okuyacaktı ki, kilisedeki uğultu onu rahatsız etti ve kalabalığa dönerek, bağırdı:
“Köpekler!” Belalar okurken ağzından çıkan tükürükler elindeki kadehin içine doluştu. *Bu uğultu da ne böyle? Susun, kâfirler! Tek Tanrı olan İsa’nın vücudunu diz çökerek kabul edin! Sen!” Parmağıyla üçüncü sırada oturan yaşlı bir adamı işaret etti “Kaldır başını. Kendi sahte Tanrı’na dua etmiyorsun burada. Bakın! Bu kutsal ekmek size verilirken başınızı dik tutun!”
Yaptığı işe devam etmeden önce iki Morisko kadına daha imalı bakışlar fırlattı. Sonra, erkekler ve kadınlar sessizce “yemeği” yediler. Aralarından birçoğu yufka inceliğindeki ekmeği, bir an önce evlerine gidip tükürmek için ağızlarında gevelediler; istisnasız bütün Moriskoların, evlerinde bu ekmeğin tüm kırıntılarını ortadan kaldırmak için gargara yapacakları aşikârdı.
Kilisedekiler barış adı altında kutsandıktan sonra oradan ayrıldılar. Hıristiyanlar tüm içtenlikleriyle, bağlılıklarıyla kabul ettiler bu kutsamayı; Moriskolar ise sessizce içlerinden Allah’larının birliğini tekrarlayarak, baba, oğul ve kutsal ruhla dalga geçerek. Moriskolar ağızlarındaki ekmek parçasını tükürmek için evlerine koştular. Kasabanın tek tük kalmış eski Hıristiyanları ise çocuklarının dışarıda bekleyen yaşlı kadına yağdırdıkları hakaretlere hiç kulak asmadan, sohbet etmek için kilisenin kapısında toplandılar. Yaşlı kadın sonunda dayanamamış, merdivenlerden aşağıya yuvarlanmış, mor dudaklarıyla yerde yatıyor, zor nefes alıp veriyordu. Kilisenin içerisinde ise rahip ve yardımcıları yerde dizlerinin üzerinde oturan adamın cezasını biraz daha uzattılar. Kutsal eşyaları toplayıp içerideki odaya taşırken adama hakaret etmekten de vazgeçmiyorlardı.

Related Articles

DUKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU

Hayatın Mantığı Kitap Özeti

Aynı Mezarda Mı – Temel Fıkraları

admin