Cehennem Öyküleri, hayatı kendimiz ve başkaları için nasıl bir cehenneme dönüştürdüğümüzün hikâyesidir. Bunu bazen ilk öyküde olduğu gibi delici bir bakışla,bazen de altıncı öyküde olduğu gibi yıkıcı bir kahkahayla yaparız..
Cehennem Öyküleri, iyiye, güzele, umuda olan özlemini tersinden giderek anlatan bir çalışma. Bu kitap ilşkilere-dostluğa nasıl inanmaz hale geldiğimizi, hüzünle ve çok katmanlı bir ironiyle anlatan sessiz bir çığlık gibi de okunabilir aynı zamanda.
Kötüyü düşünerek, söyleyerek, yaparak ve göstererek ondan kurtulmayı umabilecek kadar saf; kötülüğün bir gereklilik olduğunu kabul edecek kadar da gerçekçi bir yüzleşme denemesi bu çalışma…
Cehennem Öyküleri,kendi rızamızla yitirdiğimiz masumiyetimizi nasıl ve nerelerde kaybettiğimizi bize tekrar hatırlatan bir kitap..
Fazlasıyla cüretkar ve tahrik edici…
***
CANAN
Bizi ancak umutsuzluk kurtarabilir…
C.D. Grabbe
Son işimden de ayrılmak zorunda kaldığımda, size açıkça söylemekte bir sakınca görmüyorum, o allahın belası sekreter yüzünden kovulduğumda eski arkadaşlarımı anımsadım nedensizce. Şu anda net olarak bilmiyorum ama belki de kendime bile itiraf edemediğim nedenleri vardır bunun.
Belki eski arkadaşlarımdan gelecek iğrenç teselli teşebbüslerini dinlemek ve içinde bulunduğum aşağılanma hissini son noktasına kadar götürmek istiyor olabilirim.
Hiçbir tesellinin işe yaramayacağını biliyorum oysa. Sırılsıklam âşık ama terk edilmiş birine, üzülme, daha iyileri çıkar karşına, demek ne kadar teselli olursa bana da söylenecek her söz benzer bir etki yapabilir ancak bu günlerde. Kim bilir, eski arkadaşlarımın düşkünlüğüme karşı olan tutumlarını irdeleyerek, bazılarının omzundaki eski arkadaş apoletini sökmeyi bile planlıyor olabilirim içten içe. Madem ben yıkıldım o halde yıkmanın zamanıdır her şeyi.
Dedim ya bu manasız girişimimin nedenini ben bile tam olarak bilmiyorum henüz. Böyle düşkünlük durumlarında insan kendi normallerinin dışına çıkabiliyor.
İşimde devam ediyor olsam belki aylarca aklıma bile gelmeyecek eski arkadaşlarım şimdi tek tek zihnime üşüşüyorlar. Sadece bayram mesajlarında samimi duygularımızı değiş tokuş ettiğimiz, ara sıra bir işimiz düştüğünde telesekreter mesajının sonuna ille de bir “mutlaka görüşelim” zorlaması sıkıştırdığımız eski arkadaşlar. Niye eski arkadaş? Yeni hayatlarımızda onlara yer olmadığı için mi, yoksa zamana dayandıklarından değerli olduklarını düşündüğümüz için mi? Niye arkadaş? Dostluğa evrilemediği için mi?
Hazır gitmem gereken bir işim yokken, her şeyi didik didik edeyim de rahatlayayım. Yoksa bizden her şeyimizi talep eden işimiz bu kadar düşünmeye cevaz vermiyor. Durup düşünmek tabiri bu yüzden çıkmış olmalı. Dur, düşün. Hareket halinde bu pek mümkün değil zira. “Homo Çalışanus, Hiç Düşünmeyenus.” “Hep Mobilus.”
Arkadaşlık nadasa bırakılabilen bir şey değil ne yazık ki. Üstünde yürünmeyen yolları çirkin otlar kaplıyor. Pekiştirilmeyen ilişkiler de eski anıların insafına terk ediliyor. Artık köhnemiş anılardan ne kalırsa geriye. Zorlamalı bayram ya da özel gün hislenmeleri ya da yasak savma kabilinden “mutlaka görüşelim”li bildirişimler. Hepsi bu.
Tüm zamanını talep eden metropol hayatı ve modern zamanlar yüzünden ilişkileri sürdürmek mi çok zor, yoksa biz artık ilişkilere inanmaz mı olduk? Tam olarak bilmiyorum.
Dediğim gibi ben işimden kovuldum. Daha önce de defalarca kovulmuş biri olarak hiç yaşamamam gereken duyguları yeniden yaşıyor olmam bende kendimle ilgili kuşkular uyandırıyor. Demek ki ben yaşayarak öğrenebilen bir organizma değilim diyorum kendi kendime. Ya da kovulmalarından dersler çıkarabilen bir varlık değilim en azından. Hep uğraştın, hep kovuldun. Olsun, yine uğraş, yine kovul, daha iyi kovul durumu benimkisi biraz.
Belki kovulmak da deniz gibidir. Deniz imgesi de binlerce şair tarafından on binlerce kez kullanıldığı halde hiç eskimiyor. Ben de aynı şekilde her kovuluşumda sanki ilkmiş gibi sarsılıyorum. Sadece işimden kovuldum oysa. Henüz hayattan değil. Ama gel de bunu bana anlat. Kendime anlatamadığımı şimdi eski arkadaşlara anlatmaya çalışacağım. İnsanlar neden anlamıyorlar birbirlerini? Tuhaf. Her şey ayan beyan ortada hâlbuki. Deniz gibidir gökyüzü, ya da deniz gibidir kovulmak…
Şu allahın belası sekreterden başlamalı işe önce. Figen. Gerçi kendisine göre o sekreter değil bir yönetici asistanı. Zaten artık hiçbir meslek eski işini yapmıyor şimdilerde. Berberlerin hepsi kuaförlük yapıyor şu an. Hiç bakkal kalmadı mesela, hepsi de hayatlarına market olarak devam ediyorlar. O da mütevazı olanları böyle. Diğerleri süper, hiper varlıklar. Bizim haspa Figen de demek ki o arada kariyer değiştirivermiş.
Figen’den söz etmeliyim size biraz. İki kez evlenip boşanmış (bunu, görüyorsunuz hiçbir kocası ona dayanamamış, bu kadın şirret manasında söylüyorum, yeri gelmişken söyleyeyim, ben de az değilim, kimse durup dururken kovulmuyor yani), bakışıyla insanı bir güzel hiçleştiren, nesneleştiren bir kadındı Figen. Şimdi düşünüyorum da ben hep korktum o kadından. O bana bakarken hep çırılçıplak hissettim kendimi. Böyle yüzünüze bakarken nasıl desem, gözlerinizdeki ifadeyle yetinmeyen, daha fazlasını isteyen bir tavrı vardı Figen’in. Senin içini biliyorum ben diyen, ya da sende görmek istediğini mutlaka gören, sonunda bakarak seni istediği kıvama getiren bir tavrı vardı Figen’in. Bakarak sizdeki (kendince kötü) cevheri ortaya çıkarırdı bu dişi.
Bakarak ele geçirirdi insanları Figen. Bakışlarıyla sizi bitirir, sıfırlardı. O size bir süre baktıktan sonra onu sakinleştirmek, alttan almak ihtiyacı filan duyardınız. Ben, Figen’in sadece bakarak kentleri, kaleleri ele geçirebileceğine, değme orduları darma duman edebileceğine inanmış durumda ayrıldım işimden.
Ben, onun karşısında kendimi hep çocukluğumun korunaksız yıllarındaki kadar güvensiz hissettim. Bilirsiniz, böyle bir durumda karşınızdaki kişi sizi şefkatle saran anneniz değilse korkarsınız. Bir defasında beni işyerimde ziyarete gelen bir arkadaşımın da dikkatini çekmişti bu durum. Ben o zamanlarda o işyerinde uzun süre çalışmayı planlıyor olduğumdan, Figen Hanım öyle bakar ama altın gibi bir kalbi vardır, aslında çok iyi bir insandır gibi şeyler gevelemiştim kendisine. Arkadaşım bütün telkinlerime rağmen tedirgin olmuş ve ziyaretini kısa kesmişti. Daha sonra ne zaman iş konusu açılsa imalı imalı, Allah sana kolaylık versin derdi. Vermedi. Kader…
Yönetici asistanlığı gibi vekâleten yetki kullanılan pozisyonlarda çalışan insanların hemen hemen tamamında görülen o iğretilik ve abartı Figen’de de vardı. Aslında başkasına ait olan bir yetkiyi kullanan insanların tipik davranışıydı bu belki de. Bu iğretilik ve abartıya o delici ve hiçleştirici bakışları da ekleyin sahnenin gözünüzde tam olarak canlanabilmesi için. Vekâleten kullandıkları yetkiden ve kendi güçlerinden asla emin olamadıkları için bu tiplerin davranışlarına sürekli bir yetki sınama, güç deneme havası hâkim oluyor. Eğer bu kof güce kayıtsız şartsız biat etmezseniz de, haliniz harap demektir benimki gibi.
İnsanlık onuru vekâleten yetki zulmünü yenecek.
Mesela, Tuncay Bey’in bu konuda kesin emri var efendim, türünden bir cümle duyduğumuzda biz hemen anlardık bu cümlede bir miktar da vekâlet gerginliği olduğunu. Yoksa cümlede adı geçen patron Tuncay Bey’in o derece kesin çizgileri olan bir adam olmadığını bilirdik hepimiz.
Amerikalarda işletme okumuş, piyasaya çok inanan ve esnek sayılabilecek bir adamdı patronumuz. Bir piyasa gurusu herhangi bir seminerde, kesin emirler vermeyin, çalışanlarınızı alıp dağa çıkın, ekip ruhu gelişir yollu bir şey yumurtlasa, biz takip eden hafta ekip olarak dağdaydık mesela. O derece itimadı vardı piyasa gurularına Tuncay Bey’in. Ofiste kitaplığının önemli bir kısmını, “Nasıl Başarılı Oldular?”, “Zirveye Giden 15 Yol” türünde kitaplar oluştururdu. Kendi tabiriyle “başarı yönelimli” bir insandı Tuncay Bey. Başarısızlık en tahammül edemediği şeydi. Daha önce iki evlilik yapmış ve yürütemediği bu evliliklerinden iki kızı olmuştu. Onun hayatında ısrarla başarısızlık aranacak olursa bu iki evlilik iyi birer malzeme olabilir sanırım.
Bilirsiniz, biz daha çok başarısızlıklarını severiz başkalarının. Şu anda mağdur bir yeni kovulmuş olarak, ben de bizdenim. Bakmaya devam edecek olursak bu evliliklerden olan iki kız da pek başarılı ürünler sayılmazlar hani. Babalarıyla sürdürdükleri ilişkisiz ilişki, ya da şirkettekilerin söylemeyi pek sevdikleri şekliyle, ortaklık ilişkisi de çok başarılı bir baba-kız ilişkisi modeli değildi bizler için.
O işyerinde çalıştığım süre boyunca hep gülümseyen bir yüz ifadesiyle görmüşümdür Tuncay Bey’i. Gerçi biz satış temsilcileri gülmek durumundayız hep. Yoksa zordur işler. Satış gözüyle bakarız her şeye. Her şey öncelikle satılabilecek bir şeydir bizim için. Herkes de ürün satabileceğimiz potansiyel müşteri. Bir satış temsilcisinin gülümsemesi hizmet içi kurslarda öğrenilmiş, satış odaklı bir eylemdir. Konferanslarda gülümsemenin iletişimi kolaylaştırıcı gücünü stand up havasında anlatan meslek büyüklerimizin, profesyonellerin beynimize kazıdığı bir iş aletidir bizde gülümseme. Neşeli ol ki çok satasın. Kaç hizmet içi eğitime katılmıştır Tuncay Bey kim bilir?
Mesleği iyi bilen bir satış temsilcisi olarak sizlere verebileceğim tek tavsiye şu olurdu: Gülümseyerek size doğru hamle yapan bir satış temsilcisinden sakının kendinizi.
Bu işyerine mülakat için geldiğim o ilk günü hatırlıyorum da. Tanınmış bir firmanın satış alanında bölge müdürlüğüne kadar yükselebilmiş bir çalışanı olmam Figen Hanım için hiçbir şey ifade etmemişti. O ısdırap verici gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadan, zordur bizim şirkette işler deyivermişti tam görüşmeye girecekken. Ben bu cümleyi, senin şu ana kadar bildiklerin (bildiğini sandıkların) benim için (şirket için değil) kocaman bir hiçtir, aklını başına topla, burada ben ne dersem o olur şeklinde algılamıştım. Ve karşılık olarak, senin gibi kendini bir halt sanan sekreter parçalarını çok gördüm, bu numaralara karnım tok benim, fikrimi sorarsan ben de senden tiksiniyorum, anlamında bir bakış fırlatarak görüşmeye girmiştim.
Olumsuzluk kapısı bir kez açılınca artık oradan iyi bir şeyin girmesi mümkün olmuyor pek. Belki de öyle başlayan süreç getirdi beni bu noktaya. Yoksa Figen, Tuncay Bey’in kucağındayken benim için de bir iki iyi laf eder, şu bizim yeni bölge müdürü hiç de fena bir çocuk değil filan derdi. Sakın yanlış anlamayın beni. Bu kucak kucağa mesai benim yakıştırmam değil kesinlikle. Figen, Tuncay Bey’in karısı olmadığı halde şirkette ikisini kasteden, bir patron eşiyle aynı işyerinde çalışmamalı diye başlayan espriler gırla gidiyordu o günlerde. Birbirini seven, bağlı ve adanmış çalışanlardık biz.
Bu yönetici yamağı hanımla ilişkimiz ben o şirkette çalıştığım süre boyunca hep bir çeşit zalim-mazlum ilişkisi oldu. Bana geç ulaştırdığı duyurular, patron nezdinde aleyhime sürdürdüğü amansız lobi faaliyetleri ve benim işyerinde gün be gün itibar erozyonuna uğramamı keyifle izleyişi, onun zevkinin (varoluşunun) bir parçasıydı sanki. Şimdi geriye dönüp baktığımda yaptığım hatayı fark edebiliyorum. Hep savunmada kaldım, hep anlaşılmayı bekledim, mazlum olmamın beni haklı da göstereceğini (kılacağını) sandım, rakibimi hafife aldım ve sonuçta… Kaybettim. Yani kovuldum.
Mazlumların haklı olmaları sadece zulmü arttırırmış. Yeterince güçlü değilsen, haklı olmanın da bir anlamı yokmuş. Öğrendim.
Ayrılmak zorunda kaldığım işyerinden söz ederken patronumdan değil de onun asistanından bu kadar uzun bahsetmem normal mi sizce? Bence değil. Galiba ben de bu yüzden ayrıldım işte…
Eski arkadaşlar listesinin ilk sırasında Canan vardı. Üniversiteden arkadaşım olan Canan’ı bu karmaşık duygular içindeyken aradım. Farklı bölümlerdeydik ama sıkı arkadaştık onunla. O eczacılık okudu, bense işletme. Şimdi o, camında kocaman harflerle Resmi Kurumlarla Anlaşmalıyız yazan ve hep ilaç kokan bir mekânda hayatını kazanıyor. Resmi kurumlar da olsa birileriyle anlaşabilmesi bile başarı sayılır şu hayatta. Bense bütün her şeyi emtia, herkesi de müşteri gibi gördüğüm satış evrenimde icra-ı sanat eyliyorum. Hayat işte.
Neden önce Canan? Öncelikle çok olumlu bir kızdır Canan. Hep umut doludur. Çoğu zaman umudunun görünür (makul) bir nedeni de yoktur ama işte umutludur Canan. Hayatında pek çok defa ondaki bu kof (sahte) umudun kendisine zarar verdiğine tanık olmuşumdur. Bir tür pseudo ¹ umut denebilecek bu duygu yüzünden daha üniversite yıllarında evlendiği, hiçbir işe yaramaz bir adama yirmi yıldan fazla katlandığını biliyorum.
Hep bekledi Canan. Umutla bekledi. Sanki bütün kötü gidişata karşı tek direnişi, sürekli olarak umutlu olduğunu ve her şeyin düzeleceğini tekrar etmekti. Umutluyum ben arkadaşım, diyordu sohbetlerimizde. Göreceksin düzelecek her şey. Eylem? Yok. Umut en büyük eylemi oldu Canan’ın. Üniversite çağına geldiği halde tıpkı babası gibi bir asalak olan oğluna da aynı umut söylemiyle katlandı. Konusu açıldığında, iyi bir çocuk o aslında, düzelecek göreceksin, bir geçiş döneminde belki, diyordu sürekli. Kocası düzelmedi. Ayrıldılar. Oğlu ise hâlâ o geçiş dönemini yaşıyor. Canan’ın umudu baki.
Bu hale düşmüş bir umut işkence olabilir olsa olsa. Kurbağayı ılık suda yavaş yavaş öldüren umut ya da eylemsizlik gibi. Atıver kaynar suya. Hayvancağız da acı çekmesin.
Sahte umut cehennemdir. Bu görüşmemizde söyleyeceğim bunu Canan’a. Kızacak belki biraz. Olsun.
Kırklarında ve hayli çekici bir kadın Canan. Sahibi olduğu eczaneyi işletiyor şimdi. Ara sıra yaptığımız sohbetlerde benim hasta olduğumu vurgulamak için, sen tam ilaçlıksın, der bana. Ben de standart karşı saldırımı yaparım hep. Bir gecede ilaç kupürlerini değiştirip köşe oluyorsunuz. İşiniz iş yani bu dünyada. Artık öbür dünyada da cehennemin karşısına dükkân açarsınız. Anti depresanlar, yanık kremleri filan satar günü kurtarırsınız.
Atışmalarımız genellikle bu eksende sürüp gider Canan’la. Karşılıklı olarak bunları birbirimize söyleyebildiğimiz için iyi arkadaşlar olduğumuzu vehmederiz. Gülümseriz. Geçer gider günler.
Sarışın, bakımlı ve hâlâ güzel bir kadın Canan. Beni nasıl büyük bir coşku ve umutla karşıladı bilemezsiniz aradığımda. Elbette görüşelim, dedi, hem ben de seni çok özlemiştim. Ve bu bana o kadar iyi geldi ki telefonu kapattıktan bir süre sonra da gülümsemem yüzümde asılı kaldı. Belki de hâlâ o kovulmuş pozisyonumda takılıp kaldığım için ya da şu sıralar ne olursa olsun herhangi bir onaya çok ihtiyacım olduğundan, bu karşılama ilaç gibi gelmişti bana.
Böyle benim gibi travmatik kovulma yaşayanlar bilirler. Bir işten atıldıktan sonra yeni bir işe başlayana kadar geçen süre, yani sizin kovulmuş biri olarak sürdürdüğünüz hayat evresi zordur. Bir kere durumu kendinize izah edip kovulmanızı aklileştirmeniz gerekir. İşte tek kovulan ben değilim filan gibi. Ama benim durumumdaki gibiyseniz, yani daha önce de çeşitli defalar, türlü gerekçelerle işinizden kovulduysanız tek kovulan olmasanız bile hep kovulan olmak koyar bu defa.
İşte kimselere görünmeden evden çıkmaya çalışmalar, birlikte yaşadığın insanların iş arama serüveninle ilgili sordukları her masum soruyu göğüslemek, yakınlarına işten kovulmanı (tabii kovuldum demediğin için) açıklamanın zorluğu ve benzeri sorunlar. Her sıradan sözcükte, her olağan bakışta bir anlam, bir ima arama saçmalığı. Her telefona umutla koşmalar, geceler boyu gözlerini duvarlara dikip hislenmeler. Günden güne eriyen maddi birikiminle birlikte eş zamanlı olarak azalan özgüvenin. Her geçen gün, her yönden daha da azalma.
İşinden kovulmuş ya da türlü gerekçelerle işini kaybetmiş birine boş yere nasılsın diye sormayın, o mutlaka “az”dır, eskisinden daha “az” hiç değilse. Durumdan habersiz olarak ve muhtemelen iyi niyetle, çalışsaydın keşke, iyiydi senin işin, diyen yakınlar bile insanda Figen gücünde yıkım yapabilir böyle durumlarda. Evet, iş iyiydi ama kovuldum. Yazık…
Düşünün artık Canan’ın pörsümüş, kronik umudu bile gözünüze şirin gelebilir böyle bir evrede.
Canan’la randevulaştığımız yer şu meşhur alışveriş ve yaşam merkezlerinden biriydi. Bir satış temsilcisi olmama rağmen biz tüketiciler için birer hac yeri haline gelen bu tarz mekânlara pek gitmem aslında. Belki işin özünü bildiğim için, alışverişin bizi kesmeyeceğini düşünerek yanına bir de yaşam merkezi ibaresi iliştirdikleri bu merkezler sıkar beni hep.
Vitrinlerden oluşmuş bu tarz yerlerde kendimi bir tür denek gibi hissederim. Üzerinde satış stratejilerinin denendiği, koşullanmış bir denek. Hangi strateji kazanırsa kazansın elinde poşetlerle mekândan ayrılınca sen kaybetmiş oluyorsun. Bu hastalıklı bakış belki de benim satan-alan ilişkisini bir çeşit aldatan-aldatılan/kazanan-kaybeden ilişkisi gibi algılamamdan kaynaklanıyor olabilir. Belki de satış sözcüğünün, içinde gizliden barındırdığı kâr ve hile kavramlarını sevmiyorum.
Çekinmesem işi kapitalizm ve onun mantığına getireceğim ama ele verir talkını diye başlayan atasözümüz önümü kesiyor.
Her zamanki gibi erken gittim randevuya. İşte beni rahatsız eden bir yönüm daha. Niye ben hep erken giden oldum ki şimdiye kadar? Hazır bu kadar boş zaman bulmuşken, acil yetiştirilmesi gereken raporlar yokken, şirret sekreterin gayretiyle yine bir son dakika işi üstüme yıkılmamışken hep sorgulamadan yaptığım şeyleri didikleyeyim biraz. Hazır durup düşünüyorken hem de.
Bence hep erken gelenlerde sorun var (ejakülasyon manasında değil, tabii o da bir sorun ama şimdi bizim sorunumuz o değil, niye yanlış anlaşılmamak için kendimi bu kadar kasmak zorundayım acaba). Evet, erken gelmeler sorunlu. Bir tür pısırıklık bu. Nezaket filan da değil hiç. Erkenden gelip öylece aval aval yol gözlemek niye nezaket olsun ki? Demek ki o ilişkiye, o buluşmaya ihtiyacı olan hep sensin. Dolayısıyla o ilişkisiz yapamayacak olan da sensin. Bu durumda olmak ise zaten başlı başına bir zaaf.
Bekletildiğim için hep özür dilendi benden şu ana dek. Her defasında sorun değil filan diye geçiştirdim; ama sorundu. Zaman zaman acaba hep ben geç gelsem aynı saygıyı görebilir miyim diye düşünmüşümdür. Zaten bunu göze alamadığım için de pısırıklık bu erken gelicilik biraz.
Bunun insana saygıyla filan alakası yok. Tıpkı sürekli geç gelicilerin yaptığının saygısızlıkla alakası olmaması gibi. Adam (geciken) kesinlikle saygısızlık kastı taşımıyor. Zaten öyle olsa seninle hiç buluşmaz. Sadece zaman yönetimi pek parlak değil. Öngörüsü biraz zayıf, bu yüzden trafikte sandığından daha fazla zaman geçirebileceğini kestiremiyor. Bir de geç kalmasının karşı tarafta yaratabileceği tahribatı tahmin edemeyecek kadar empati fakiri. Ama asla saygısız değil. Çünkü bunları yapan birinin saygısızlık gibi ciddi ve üst düzey bir eylemi gerçekleştirebilecek kadar donanımı olamaz. Bu nedenle bu bekletme işine saygısızlık denemez. Olsa olsa bir tür dangalaklık olabilir bu mükerrer bekleticilik işi.
Bekledim de gelmedin, gözyaşımı silmedin, hiç mi beni sevmedin? Söyle!!! Her duruma uyan bir şarkımız olması ne güzel. Hâlâ anlatacak birşeylerimizin olması ne güzel. Anlatıyor olmaktan hâlâ bir şeyler bekleyebilmek ne hoş.
Her neyse bu defaki bekletilme seansım fazla uzun sürmedi. Canan birazcık gecikerek de olsa geldi. Yüzünde o her zamanki gülümsemesi vardı. Umut güzel şey… Boynuma hararetle sarılırken, “Bekletmedim ya,” dedi. “Yok canım,” dedim, “Biraz önce gelmiştim ben de. Bilirsin erken gelirim hep. Dangalaklık işte.” Birlikte etrafın dikkatini çekecek kadar güldük.
Kahkahalarına biraz ara verebildiği bir anda, dükkâna uğrasaydın dedi, hem biraz ilaç da verirdim sana. O bu cümleyi söylerken altta kalmamak için, kelin ilacı olsa filan diye bir şeyler geveledim ama Canan gülme dozunu iyice arttırmıştı zaten ben cümleme başladığımda. Sanki ne desem gülecek gibiydi. Ona bazen böyle olur. Ben de bozmak istemedim neşesini. Hem onun ağız dolusu gülmesi bana da iyi geldi biraz.
Birden böyle gülerek girdiğimiz için, arkadaşlığımızın mevcut durumu hakkındaki bazı endişeleri de atlatmış olduk birlikte. Uzun aralarla görüşen eski arkadaşlar bir araya geldiklerinde şöyle bir endişe her iki tarafta da yaşanır: Acaba bu görüşmediğimiz süre içinde arkadaşlığımızdan geriye ne kaldı? İlişki daha iyiye mi gidiyor yoksa sallantıda mı? Biz bu endişe dakikalarını gülerek atlattığımız için şimdi ikimizin de arkadaşlığımızın iyiye doğru gittiğini düşünmek için haklı bir sebebi vardı.
Canan gülümseyen gözleriyle umut dolu bir şekilde karşımdaydı yine. Biraz düşününce, onun bu halindeki akıldışılığın ve yapaylığın beni iyice rahatsız ettiğini fark ettim. Eşinden ayrıldıktan hemen sonra, eczanede işleri çok kötü giderken ve diğer sarsıcı olaylarda onu hep bu umutlu-huzurlu maskeyle görmüştüm.
Hatta bir keresinde durumunun tuhaflığını ima ettiğimi bile hatırlıyorum. Yine böyle bir anında, seni daha üzgün göreceğimi umuyordum dediğimde bana aynen şöyle demişti, “Aman boşver, üzülsek ne geçecek ki elimize.”
Bugün bu tavrı üstünde düşündüğümde neden rahatsız olduğumu daha iyi anlıyorum. Biz elimize bir şey geçsin diye üzülmeyiz ki zaten. Şartlar, olaylar bizi o noktaya sürüklediği için, sıra hüzne geldiği için, dahası bu da diğerleri gibi insani ve gerekli bir şey olduğu için üzülürüz. Ayrıca elimize de bir şeyler geçer. Bu hüzün seansından/girdabından daha insanlaşmış olarak çıkarız. Bedenimizi yaşaması gereken bir duygudan mahrum etmemiş, mekanik-duygusuz bir yaratık olmadığımızı en başta kendimize göstermiş oluruz. Rahatlarız.
Hem sonra adam gibi hüzünlenemeyenin sevincinden ne olur ki!
Canan konuşmayı çok sever. Her şeyiyle ortada bir kızdır. Hani bir düşünür, “Konuş ki seni görebileyim,” demiş ya, Canan bu anlamda hep görünürdür. Yine konuşkan bir havadaydı ve hemen hemen her şeyden söz etti. En başta oğlundan, onun okulundan, aşklarından, kariyer planlarından söz etti. Ciddi olarak çıktığı biri varmış oğlunun, ne çabuk büyüyorlarmış, aslında oğlunun erken evlenmesini istermiş, biraz da torun sevsinmiş artık. Sonra sıra eczaneye geldi. Devletten para almanın zorluklarından, insanlarla uğraşmanın yoruculuğuna kadar bir dizi şeyden bahsetti. Arada aklına gelmiş olacağım ki sordu:
“Sahi, sen neler yapıyorsun?”
Bu yersiz bir soruydu. En azından yeni kovulmuş birine sormak için kötü bir soruydu. Neler olsa yaparım ama şu aralar hiçbir şeyler yapamıyorum. Yaptırtmıyorlar insana.
Pek bir şey yapmıyorum bu aralar dedim, kovuldum işten.”
Bu söylediğim şey Canan için hiç sürpriz olmamıştı sanki. Yüzünde en küçük bir şaşkınlık ve duygu belirtisi olmaksızın bana baktı. Sanki olabilecek en beklenen, en iyi şey olmuştu ve böylesi benim için çok daha iyiydi. Kovulmak daha önce niye hiç aklıma gelmemişti ki? Böyle bir tonda ve yüzündeki o umutlu-huzurlu maskeyle püskürtüverdi teselliyi:
Olsun belki senin için daha iyi olur, kafanı dinlersin biraz.
Mecburiyetten de olsa kafamı dinleyeceğim muhakkak ama birkaç ay sonra faturalarımı bile ödeyemez hale düşünce daha rasyonel tesellilere ve belki de yardıma ihtiyacım olabilir, diyemedim tabii Canan’a. Bunun yerine kısık bir sesle ve iddiasız bir tonla, “Belki de,” dedim. “Umarım öyle olur.”
Canan da verdiği teselliyi abartılı bulmuş olacak ki, o yüzündeki mutlu-huzurlu ifadeyi biraz da olsa yumuşatmaya çalışarak sordu:
Sen işinde iyiydin, neden çıkardılar ki seni?
Sesime onun değişen duygu durumunu kavradığımı ve bundan memnuniyet duyduğumu gösteren bir ton verip, performans kriterlerine uymuyormuşum, dedim. Bana söylenen sadece bu.
Şimdi kimin söylediğini hatırlamıyorum ama birden zihnimde bir söz, parlak ve cafcaflı bir konuşma balonu içinde dönmeye başladı. “Riya, tesellide had safhaya çıkar. Beni kimse teselli etmesin.”
Ben de başkalarını teselli ederken böyle mi görünüyorum acaba? Eğer öyleyse şu dakika itibarıyla tüm teselli faaliyetlerime son verdiğimi bütün ilgili taraflara bildiririm. Ey yanlış bir şey yaptığı için, ya da kaderin bir cilvesi sonucu kötü duruma düşen ve rahatlamayı benden gelecek olası bir tesellide bulma ümidi taşıyan düşmüş kardeşlerim! Boş yere beklemeyin benden yüreğinizi soğutacak o sözleri artık.
Canan’ın teselli kalkışması zaten pek parlak olmayan duygu durumumu daha da kötüleştirmişti. Bunu o da fark etti. Havayı dağıtmak için yine uzun uzun konuşmayı seçti. Aslında kendisi de bıkmış yaptığı işten, yapabileceği başka bir iş bulsa şu dakika bırakırmış vesaire.
Mutsuzlukların insanlara iyi geldiğini o da kavramıştı demek ki. Ama bu bile işe yaramamıştı bende.
Bu konunun da beni açmadığını fark edince aynı yüz ifadesini koruyarak ve beni neşelendirmek hevesiyle söylediği çok belli olacak şekilde son flörtünden söz etmeye başladı. Adam pervaneymiş Canan’a ve niyeti de ciddiymiş. Kız tarafı olarak bir de ben görür müymüşüm çocuğu? Tek sorun adamın evli olmasıymış, o da tüm çapkın ve evli erkekler gibi, bizimkisi bitmiş bir şey, zaten boşanmak üzereyiz filan diye hoş tutuyormuş Canan’ı. Gülümsediğimi fark edince cesaretlenen Canan, valla erkekler de tuvalet gibi tatlım dedi, ya dolu, ya berbat. Gülümsememi kahkahaya dönüştürerek katıldım ona. Arada, ben boşum ama, gibi bir şeyler de geveledim. Buna daha çok güldük.
Canan’ın tesellisinin değil ama akan hayatın beni biraz rahatlattığını hissettim. Sohbetimizde daha uzun aralar belirmeye başladığı bir anda kalkmaya karar verdik.
Yüzündeki o aynı ifadeyle, daha sık görüşelim ama dedi, Canan kalkarken. Mutlaka dedim, mutlaka daha sık görüşelim.
**********************************************************************
Ben yine erken geldim tabii. Epeyi de bekledim. Ama bekle bekle Canan gelmedi. Eczanede bir işi çıkmış olmalı. Mutlaka bir işi çıkmıştır. Geç de olsa hep gelirdi ama ilginçtir bu defa saatler geçmesine rağmen yok ortalarda. En azından arardı gelemiyorum diye. O aramadı henüz, benim de elim varmıyor telefona.
Böylesi daha iyi belki.
Dört ay önce miydi son görüşmemiz yoksa beş ay önce mi iyi hatırlamıyorum şimdi. Eczaneye uğramıştım geçerken her zamanki gibi. Hatta bana, oğlum sen tam ilaçlıksın filan demişti; ben de ona, bu dünyada işiniz iş Canan Hanım, öbür dünyaya Allah kerim gibi bir şeyler demiştim. Gülüşmüştük karşılıklı. Karşılıklı gülüştüğümüz için de ben arkadaşlığımızın yolunda olduğu sanılgısıyla ayrılmıştım eczaneden. Ayrıca bana çay üstüne çay ısmarlamış, düşkünlüğümü bildiği için bol bol eşantiyon ilaçlardan vermişti. Eczane çok kalabalık olduğundan fazla meşgul etmek istememiş ve bir bahaneyle ayrılmıştım dükkândan. İyi ayrılmıştık yani. Daha sık uğra demişti çıkarken, özletme kendini.
Son görüşmemizde hiç öyle benimle bir daha görüşmek istemeyen biri havasında değildi Canan. Yok yok hiç öyle bir havası yoktu. Öyle olsa kesin anlardım. Gerçi artık benimle görüşmek istemeyen bir arkadaşım olmamıştı daha önce hiç ve ben de bu arkadaşlarımın son görüşmelerimizdeki davranışlarına, ruh hallerine bakarak benimle görüşmek istemeyen bir arkadaş son görüşmede nasıl davranır konusunda genel kurallar çıkaramamıştım şimdiye kadar doğal olarak. Yani buradaki görüşmek istemese kesin anlardım ifadesi biraz aşırı gibi oldu.
Her şey her zamanki gibiydi sanki.
Ama Canan gerçekten artık benimle görüşmek istemiyorsa (ki buna hâlâ inanmıyorum), o son görüşmemize biraz daha dikkatli bakıp, bu konuda kurallar çıkarsam iyi olacak. Ben bu sıklıkta kovulmaya ve arkadaşlarım için daimi bir duygusal yük oluşturmaya devam edersem, belki de Canan’ın başlatacağı görüşülmek istenmeyen eski arkadaş pozisyonuma alışmam da gerekebilir.
Şimdi düşünüyorum da, Canan bir daha benimle görüşmek istemese niçin söylediğim hemen hemen her şeyi onaylasın? Ben, eski anılar bazen bir ilişkiyi kurtaramıyor, sürekli olarak güçlü bir şekilde beslenmezse bir ilişkinin yaşama şansı yok derken niçin bana coşkuyla katılsın? Ben bazen mekânların ve zamanların dayattığı ilişkiyi insanlar dostluk sanıyor ama öyle olmadığını başka mekânlar ve zamanlar gösteriyor dediğimde niye bunlar adeta kendi sözleriymişçesine benimsesin? Hem de gözlerime bakarak yapsın bunu…
Sonra ben ilişkilerin de doğal bir ömrü var dediğimde neden bana tüm kalbiyle katılsın?
Hem ben öyle görüşülmeyecek kadar kötü biri olduğumu da düşünmüyorum açıkçası. Bu cümleden de, aslında kötüyüm ama görüşülmeyecek kadar kötü değilim gibi bir anlam çıkıyor değil mi? Ama ne yapayım işte bu kadar anlatabiliyorum kendimi. Belki işimden de bu yüzden… Her neyse, eski hikâyelerle başınızı ağrıtmayayım.
İki insanın birbirini doğru anlaması gibi bir şey mümkün mü sanki? Bir insanın diğerini tam olarak, yani diğerinin demek istediği gibi anlayabilmesi için, diğeri diye birinin olmaması gerekiyor. Yani konuşanın da konuşulanın da aynı kişiler olmaları gerekiyor. Kaldı ki bazen kendimize bile anlatamıyoruz kendimizi.
Anlaşılmak… Mümkün mü bu? Bir an için mümkün olduğunu varsayalım. Bu durumda sohbet çok sıkıcı ve sürprizsiz olurdu herhalde. Yanlış anlaşılma gerginliği ve çatışma ihtimalinden yoksun bir sohbet sıkıcı bir şey olmalı. Her anlama bir yanlış anlamadır yani, eğer yanlış anlatmadıysam. Ve iyi ki de böyledir.
Son ziyaretimde eczaneden ayrılırken, yine o bildik huzurlu-umutlu ifade vardı Canan’ın yüzünde. Kanıksanmış duyguların sağladığı huzurla vedalaşmıştık.
Gelmediği belki de daha iyi oldu. Hiç kimseyi kaldıracak durumda değilim şimdi. Tut şimdi bir de Canan’a anlat hikâyeyi. Hem anlatacak ne var ki?
Gelmez artık bu saatten sonra. Garsonu, bir arkadaşımı bekliyorum, siparişi o gelince veririz diye gönderdiğimden beri hayli zaman geçti.
Dönüşte belki Canan’a uğrar bir çayını içerim. Hem epeydir görmedim onu. Eşantiyon ilaçlarım birikmiştir şimdi. Eminim çok sevinir beni gördüğüne. O meymenetsiz oğlu eczanede değilse ne güzel sohbet ederiz. Çok da ihtiyacım var bir dost sesine.
Ne var bu kadar dağılacak canım. İşte sen, işten kovuldun ve eski arkadaşlarından birinin artık bıraktığın yerde olmadığını öğrendin
Üzme kendini arkadaşım. İnsanlar sana karşı filan değiller, rahat ol. Onlar sadece kendilerinden yanalar. Hepsi bu. Galiba en iyisi self-teselli mekanizması. Dile bak ne kirli. Hayat öyle değil oysa. Tertemiz. Hah hah ha…
Acı yok. Arabesk yok. Teselli yok. Umut yok. Onur yok. Yarın yok. Aptallığının lüzumu yok.
Bir bakışın gücünü keşfedemedim ben. Ya işte böyle. Peki ya sonra? Sonrası işte bildiğiniz gibi…
Hiç kimse yoktu yanımda ayrılırken. Beni o gün şirketten Figen’in korkunç bakışları uğurlamıştı…
—
¹ Sahte, yalancı.