Roman özetleri

Bilge Adamın Korkusu (Kral Katili Güncesi 2. Gün) Kitap Özeti

“Bilge Adamın Korkusu yayımlandığı ilk hafta Amerika’da çoksatanlar listesine bir numaradan girdi.”

“Her bilge adamın korktuğu üç şey vardır: fırtınalı bir deniz, aysız bir gece ve yumuşak başlı birinin öfkesi.”

Bilge Adamın Korkusu’nda Kvothe kahramanlık yolundaki ilk adımlarını atıyor ve kendi ömrü dahilinde efsane haline gelmenin hayatı bir adam için ne kadar zor kılabileceğini öğreniyor. Uyuyan höyük krallarından prensesler kaçırdım. Trebon kasabasını yakıp kül ettim. Felurian’la bir gece geçirdim ve hem canıma hem de aklıma mukayyet olabildim. Çoğu insanın alındığından daha küçük bir yaşta Üniversite’den atıldım. Başkalarının gündüz gözüyle ağızlarına almaktan bile korktukları yollardan ay ışığı altında geçtim. Tanrılarla konuştum, kadınlar sevdim ve ozanları ağlatan şarkılar yazdım.

Benim adım Kvothe. Belki beni duymuşsunuzdur.

“Usta eli değmiş bir kitap.”

Sevin Okyay / Radikal Kitap

 

 

B İ R İ N C İ B Ö L Ü M

 

Elma ve Mürver

Uzun maun bara yaslanan Bast’ın canı sıkılıyordu. Boş odaya bakınarak iç geçirdi ve temiz bir keten bez bulana dek etrafı karıştırdı. Sonra da bezgin bir halde barın bir bölümünü parlatmaya koyuldu.

Çok geçmeden Bast öne doğru eğildi ve gözlerini kısarak belli belirsiz bir lekeyi inceledi. Onu kazımaya kalkınca parmağının bıraktığı yağlı ize bakarak kaşlarını çattı. Daha da eğildi, barı soluğuyla buğuladı ve bezi lekeye hızlı hızlı sürttü. Ardından biraz duraksadı, tahtaya sertçe hohladı ve nefesinin bıraktığı buğuya müstehcen bir sözcük yazdı.

Bast bezi bir kenara attı ve boş masalarla sandalyelerin arasından hanın geniş pencerelerine yürüdü. Orada uzunca bir süre dikilerek kasabanın ortasından geçen toprak yola baktı.

Tekrar iç geçirdi ve odada volta atmaya başladı. Bir dansçının zahmetsiz zarafeti ve bir kedinin mükemmel kayıtsızlığıyla yürüyordu. Fakat ellerini koyu renkli saçlarında gezdirirken huzursuzdu. Mavi gözleri bir çıkış yolu, sanki daha önce yüz kere gözden kaçırdığı bir şey ararcasına odayı durmaksızın tarıyordu.

Fakat yeni bir şey yoktu. Boş masalar ve sandalyeler. Barın önünde boş tabureler. Barın arkasındaki tezgahın üstünde biri viski, diğeri bira dolu iki dev fıçı. Fıçıların arasında her renkten ve şekilden geniş bir şişe koleksiyonu. Şişelerin yukarısında asılı duran bir kılıç. Bast’ın gözleri şişelere geri döndü. Onlara uzun, meraklı bir müddet odaklandı, sonra barın arkasına geçip ağır bir kil kupa çıkardı. Derin bir nefes aldı, parmağıyla alt sıradaki ilk şişeyi işaret etti ve bir tekerleme tutturarak sıra boyunca saydı.

Akağaç, meşe.
Al da dikiver.
Dişbudak ve çam.
Bir de mürver.

Yeşil renkli bodur bir şişeye geldiğinde tekerleme sona erdi. Bast tıpasını çevirip açtığı şişeden deneme maksatlı bir fırt çekti, derken suratını ekşiterek ürperdi. Şişeyi çabucak bırakıp onun yerine kırmızı renkli ve kavisli bir tane aldı. Ondan da bir fırt çekti, ıslak dudaklarını düşünceli bir edayla birbirine sürttü ve başını sallayıp sıvıyı kupasına bolca döktü.

Bir sonraki şişeyi işaret ederek yeni bir tekerlemeye başladı:

Yün. Kadın.
Ay gecenin.
Söğüt. Pencere.
Mum ışığı ve kalay.

Bu sefer sıra, içinde soluk sarı bir sıvı olan berrak bir şişedeydi. Bast tıpayı çekip çıkardı ve tatma zahmetine girmeden içkiyi kupaya uzun uzun döktü. Şişeyi bırakıp kupayı eline aldı ve içmeden evvel onu gösterişli bir tavırla salladı. Büyük bir tebessüm etti ve yeni şişeye parmağıyla vurarak hafifçe çınlamasına sebep oldu. Ardından tekdüze tekerlemesine geri döndü.

Fıçı. Arpa.
Taş ve çıta.
Rüzgar ve Su

Bir döşeme tahtası gıcırdayınca Bast ışıltılı bir tebessüm ederek başını kaldırdı. “Günaydın Reshi.”

Kızıl saçlı hancı merdivenin ucundaydı. Uzun parmaklı ellerini üzerindeki temiz önlüğe sildi. “Misafirimiz kalktı mı?”

Bast başını iki yana salladı. “Yerinden kıpırdamadı bile.”

“Zorlu birkaç gün geçirdi,” dedi Kote. “Herhalde acısını çıkartıyordur.”

Şüpheli gözlerle başını kaldırıp havayı kokladı. “İçiyor muydun?”

Sorusu suçlayıcı olmaktan ziyade meraklıydı.

“Hayır,” dedi Bast.

Hancı bir kaşını kaldırdı.

“Tadıyordum,” dedi Bast, sözcüğü vurgulayarak. “Tatmak içmekten önce gelir.”

“Ah,” dedi hancı. “Demek içmeye hazırlanıyordun?”

“Minik tanrılar aşkına, evet,” dedi Bast. “Hem de nasıl. Yapacak başka ne var ki?” Bast kupasını barın altından çıkarıp içine baktı. “Mürver umuyordum, ama bir tür kavun buldum.” Kupayı kuşkuyla salladı. “Ayrıca baharatlı bir şey.” Bir yudum daha içip gözlerini düşünceli bir ifadeyle kıstı. “Tarçın mı?” diye sordu, şişe sıralarına bakarak. “Yoksa mürverimiz kalmadı mı?”

“Orada bir yerde,” dedi hancı, şişelere bakmakla uğraşmadan.

“Biraz durup dinle Bast. Dün gece yaptığın şey hakkında konuşmalıyız.” Bast tamamen hareketsiz kaldı. “Ne yaptım Reshi?”

“Mael’den gelen o yaratığı durdurdun,” dedi Kote.

“Ah.” Rahatlayan Bast konuyu geçiştirmeye yönelik bir el hareketi yaptı. “Onu sadece yavaşlattım Reshi. Hepsi bu.”

Kote başını iki yana salladı. “Onun aklını kaçırmış bir adam olmadığını anladın. Bizi uyarmaya çalıştın. O kadar hızlı davranmasaydın…”

Bast kaşlarını çattı. “Hızlı değildim Reshi. Shep öldü.” Barın yakınındaki iyice ovalanmış döşeme tahtalarına baktı. “Shep’i severdim.”

“Diğer herkes bizi demirci çırağının kurtardığını sanacak,” dedi Kote. “Ve böylesi herhalde daha iyi. Ama ben gerçeği biliyorum. Sen olmasaydın yaratık buradaki herkesi öldürürdü.”

“Ah Reshi, bu dediğin doğru değil,” diye karşılık verdi Bast. “Sen onu bir tavuk gibi gebertirdin. Senden önce davrandım, o kadar.”

Hancı omuz silkerek bu yorumu geçiştirdi. “Dün geceki olay beni meraklandırdı,” dedi. “Burayı biraz daha güvenli hale getirmek için neler yapabileceğimizi düşündüm. ‘Beyaz Binicilerin Avı’ şarkısını duydun mu hiç?”

Bast gülümsedi. “O sizden önce bizim şarkımızdı Reshi.” Derin bir nefes aldı ve hoş bir tenorla şarkı söylemeye başladı:

Binerler kar kadar beyaz atlara.
Kılıçları gümüşi, yayları ak boynuzdan.
Üzerlerindeki dallar taze ve kıvrak.
Çehreleri yeşil ve kırmızıdan.

Hancı başını salladı. “Tam da aklımdaki kıta. Ben burada hazırlık yaparken sen onunla ilgilenir misin?”

Hevesle onaylayan Bast adeta yerinden fırladı. Mutfak kapısına varınca durakladı. “Bensiz başlamayacaksınız, değil mi?” diye kaygıyla sordu.

“Konuğumuz karnını doyurup hazır olur olmaz başlayacağız,” dedi Kote. Sonra öğrencisinin yüzündeki ifadeyi görünce bir nebze insafa geldi. “Sanırım tüm bunlar bir-iki saatimizi alır.”

Bast kapı aralığından bir bakış atıp tekrar başını çevirdi.

Hancının yüzünde keyifli bir ifade belirdi. “Başlamadan önce seslenirim.” Eliyle kışkışlarcasına bir hareket yaptı. “Yürü bakalım.”

Kendine Kote diyen adam Yoltaşı Hanı’ndaki günlük işlerine girişti. Hareketleri saat gibi, toprakta açılmış derin teker oyuklarında yoldan aşağı inen bir araba gibiydi.

Önce ekmekten başladı. Ölçmekle uğraşmadan unu, şekeri ve tuzu elleriyle karıştırdı. Kilerdeki toprak kaptan bir parça maya ekledi, hamuru yoğurdu, sonra da somunları yuvarlayıp kabarmaya bıraktı. Mutfaktaki kuzinede birikmiş külleri kürekle alıp bir ateş yaktı.

Akabinde ortak salona geçti ve siyah taşlı dev şömineyi tutuşturup kuzey duvarındaki dev ocağın küllerini süpürdü. Su pompaladı, ellerini yıkadı ve bodrumdan bir parça koyun eti getirdi. Taze çalı çırpı kesti, yakacak odun taşıdı, kabaran ekmeklerde delikler açtı ve onları artık ısınmış olan kuzineye yanaştırdı.

Ve ansızın yapacak hiçbir şey kalmadı. Her şey hazırdı. Her şey temiz ve tertipliydi. Barın arkasında duran kızıl saçlı adamın gözleri dalıp gittikleri o uzak noktadan yavaş yavaş geri gelerek şimdiye ve buraya, hanın kendisine odaklandı.

O gözler duvarda, şişelerin üzerinde asılı duran kılıcı buldu. Kılıç ahım şahım değildi; ne süslüydü ne de çarpıcı. Bir anlamda ürkütücüydü. Yüksek bir uçurumun ürkütücü olduğu gibi. Griydi, lekesizdi ve dokunulduğunda soğuk bir his veriyordu. Kırık cam kadar keskindi. Asılı olduğu süs panosunun siyah tahtasına tek bir sözcük kazınmıştı: Düşüncesiz.

Hancı dışarıdaki sundurmadan gelen sert ayak sesleri işitti. Kapı kolu gürültüyle tıkırdadı, bunu yüksek bir merhabaaa ve yumruklanan kapının gümbürtüsü izledi.

“Bir dakika!” diye seslendi Kote. Aceleyle ön kapıya gidip parlak pirinç kilitteki ağır anahtarı çevirdi.

İri elini kapıya vurmak için kaldırmış olan Graham orada duruyordu. Hancıyı görünce yıpranmış yüzünde bir sırıtış belirdi. “Yoksa bu sabah da işler Bast’a mı kaldı?” diye sordu.

Kote hoşgörülü bir tebessüm etti.

“İyi çocuk,” dedi Graham. “Biraz dalgın, o kadar. Bugün hanı açmazsın sanıyordum.” Genzini temizleyip gözlerini bir anlığına yere dikti. “Olanlardan sonra açmasaydın seni suçlamazdım.”

Kote anahtarı cebine koydu. “Her zamanki gibi açığız. Senin için ne yapabilirim?”

Graham kapının önünden çekilip yakındaki bir arabada duran üç fıçıyı başıyla işaret etti. Soluk, cilalı tahtadan ve parlak metal halkalardan yapılmış fıçılar yeniydi. “Dün gece gözüme uyku girmeyeceğini biliyordum. Ben de senin işi bitirdim. Hem Bentonların ilk çıkan elmaları bugün getireceklerini duymuştum.”

“Teşekkür ederim.”

“Sımsıkı oldular. Sana kışı çıkartırlar.” Graham arabanın yanına kadar gitti ve parmak eklemlerini kullanarak fıçılardan birine gururla vurdu. “Açlığını fıçıya kaldırmak için bir kış elması gibisi yoktur.” Parlayan gözlerle başını kaldırdı ve yine fıçının kenarına vurdu. “Anladın
mı? Fıçıya kaldırmak?”

Kote hafif bir inleme eşliğinde yüzünü sıvazladı.

Graham kendi kendine kıkırdayarak elini fıçının parlak metal halkalarının birinde gezdirdi. “Daha önce fıçı yaparken hiç pirinç kullanmamıştım, ama bunlar umduğum kadar iyi çıktı. Gevşerlerse haber ver. Gelip bakarım.”

“Fazla uğraşmadığına sevindim,” dedi hancı. “Mahzen rutubetli. Demirin bir-iki senede paslanıp kalacağından çekiniyorum.”

Graham başını salladı. “İyi düşünmüşsün,” dedi. “Çoğu kişi o kadar ilerisine kafa yormaz.” Adam ellerini ovuşturdu. “Bana yardım eder misin? Birini kazara düşürüp döşemeyi çizmek istemem.”

Birlikte işe koyuldular. Pirinç halkalı fıçıların ikisi mahzene giderken üçüncüsü ite kaka barın arkasına taşındı, mutfaktan geçirildi ve kilere sokuldu.

Bu iş de bittikten sonra adamlar ortak salona geri dönüp barın iki tarafında karşılıklı durdular. Graham boş odaya bakınırken kısa bir sessizlik yaşandı. Bardaki taburelerden iki tanesi eksikti ve masalardan birinin yeri boştu. Tertipli ortak salonda bu nesneler eksik dişler kadar belirgindi.

Graham gözlerini yerden, barın yakınındaki güzelce temizlenmiş bir noktadan ayırdı. Cebinden bir çift donuk demir şilin çıkartırken elleri neredeyse hiç titremiyordu. “Bana biraz bira koy, olur mu, Kote?” diye boğuk bir sesle sordu. “Daha erken olduğunu biliyorum, ama önümde uzun bir gün var. Murrionlara buğdaylarını kaldırmaları için yardım ediyorum.”

Hancı bira koyup sessizce adama uzattı. Graham içkinin yarısını bir dikişte bitirdi. Gözlerinin etrafı kızarıktı. “Dün geceki pis işti,” dedi göz teması kurmadan, sonra bir yudum daha içti.

Kote başını salladı. Dün geceki pis işti. Graham ömrü boyunca tanıdığı bir adamın ölümü hakkında muhtemelen bundan başka laf etmeyecekti. Buranın halkı ölümü tanırdı. Yeri geldiğinde kendi hayvanlarını öldürürlerdi. Ateşten, kazalardan veya kırık kemiklerin hastalık kapmasından ölürlerdi. Ölüm nahoş bir komşu gibiydi. Sizi duyup evinize konuk olabileceğinden korktuğunuz için ondan bahsetmezdiniz.

Tabii hikâyeler hariç. Zehirlenen kralların, düelloların ve eski savaşların masallarından zarar gelmezdi. Bunlar ölüme yabancı kıyafetler giydirip onu kapınızdan savardı. Bir baca yangını veya kuş palazı öksürüğü dehşet vericiydi. Fakat Gibea’nın imtihanı ya da Enfast kuşatması başkaydı. Onlar gece geç vakit karanlıkta tek başınıza yürürken mırıldandığınız dualara benziyordu. Hikâyeler sırf tedbir olsun diye bir seyyar satıcıdan yarım peniye aldığınız muskalar gibiydi.

Bir müddet geçmişti ki, “O katip efendi daha ne kadar burada kalacak?” diye sordu Graham, sesi maşrapasında yankılanarak. “Ne olur ne olmaz diye ona bir şeyler yazdırayım diyorum.” Hafifçe kaşlarını çattı. “Babam onlara hep koyver-gitsin kâğıtları derdi. Adlarını hatırlayamadım.”

“Sadece mallarınla ilgiliyse mülk kütüğüdür,” diye açıkladı hancı. “Diğer şeyleri de kapsıyorsa ona vasiyet ilamı denir.”

Graham bir kaşını kaldırarak hancıyı süzdü.

“En azından ben öyle duydum,” diyen hancı başını eğdi ve beyaz renkli temiz bir bezle barı ovaladı. “Katip o tür bir şeyden bahsediyordu.”

“Vasiyet ilamı…” diye maşrapasının içine mırıldandı Graham. “Ben ondan koyver-gitsin kâğıtları isterim, artık o ne derse der.” Yine hancıya baktı. “Zaman kötü. Herhalde başkaları da aynı şeyi düşünüyordur.”

Hancı asabice kaşlarını çatmış gibi göründü. Ama hayır, hiç öyle bir şey yapmamıştı. Sakin ve nazik bir yüz ifadesiyle barın arkasında dururken her zamanki gibi gözüküyordu. Tasasızca salladı başını. “Öğleye doğru işe koyulacağından bahsetmişti,” dedi. “Dün geceki olaylar epey huzurunu kaçırdı. Öğleden önce gelen olursa herhalde hüsrana uğrar.”

Graham omuz silkti. “Fark etmez. Zaten öğle yemeğinden önce kasabada on kişi bile bulamazsın.” Birasından bir yudum daha içip pencereden dışarı baktı. “Ne de olsa bugün hasat günü.”

Hancı bir nebze gevşer gibi oldu. “Yarın da burada kalacak. O yüzden herkesin bugün başına toplanmasına gerek yok. Abbott Sığlığı’nda atını çaldırmış; yeni bir tane arıyor.”

Graham halden anlar bir tavırla dişlerini emdi. “Zavallı herif. Hasadın ortasında yeni bir atı zor bulur. Carter bile Eskitaş Köprüsü’nün orada o örümceğimsi şeyin saldırısından sonra Nelly’nin yerine bir tane bulamadı.” Başını iki yana salladı. “Kapımızdan üç kilometre ötede öyle bir şeyin olması hayra alamet değil. Vakti zamanında—”

Graham durdu. “Tanrı aşkına, babam gibi konuşuyorum.” Çenesini geri çekip sesini biraz boğuk çıkardı. “Ben çocukken havalar daha usturupluydu. Değirmenci teraziyi ellemezdi ve herkes kendi işine bakardı.”

Hancının yüzünde efkarlı bir tebessüm belirdi. “Benim babam da biranın daha iyi olduğunu ve yolların bu kadar bozuk olmadığını söylerdi.”

Graham gülümsedi, fakat tebessümü çabucak kayboldu. Söylemek üzere olduğu şey onu huzursuz ediyormuş gibi başını eğdi.

“Senin bu civardan olmadığını biliyorum, Kote. İşin zor. Bazıları bir yabancının saati bile söyleyemeyeceğini zanneder.”

Adam hancının gözlerine bakmaktan yine kaçınarak derin bir nefes aldı. “Ama bence başkalarının bilmediği şeyler biliyorsun. Dünyaya daha geniş bakıyorsun.” Başını kaldırdığında gözleri ciddi ve bitkindi; uykusuzluktan altları mora çalıyordu. “Durum sahiden de göründüğü kadar kötü mü? Yollar pek fena. İnsanlar soyuluyor ve…”

Graham bariz bir çabayla kendini yerdeki o boşluğa tekrar bakmaktan alıkoydu. “Bu yeni vergiler elimizi iyice dara sokuyor. Graydenler çiftliklerini kaybetmek üzereler. Sonra o örümceğimsi şey…”

Biradan bir yudum daha içti. “Durum göründüğü kadar kötü mü? Yoksa babam gibi oldum da artık her şey çocukluğuma kıyasla daha mı acı geliyor?”

Kote konuşmaktan çekinircesine uzun bir müddet barı sildi.

“Bence durum her zaman öyle ya da böyle kötüdür,” dedi. “Ama bunu sadece biz yaşlılar biliriz herhalde.”

Graham başıyla onaylayacaktı ki vazgeçip kaşlarını çattı. “Ama sen yaşlı değilsin, öyle değil mi? Bunu çoğu kez unutuyorum.” Kızıl saçlı adamı baştan aşağı süzdü. “Yani yaşlı yürüyüp yaşlı konuşuyorsun, ama değilsin. Bahse varım benim yarım yaşındasındır.” Hancıya gözlerini kısarak baktı. “Kaç yaşındasın ki?”

Hancı yorgun bir tebessüm etti. “Kendimi yaşlı hissedecek kadar yaşlıyım.”

Graham burun kıvırdı. “Yaşlı adamlar gibi konuşmayacak kadar gençsin. Kadınların peşinden koşup başını belaya sokman lazım. Bırak dünyanın çivisi çıktı diye biz yaşlılar yakınalım.”

İhtiyar marangoz kendini bardan itti ve kapıya doğru yürümeye yeltendi. “Bugün öğle yemeğinde senin şu katiple konuşmak için döneceğim. Yalnız da olmam herhalde. Fırsat bulduklarında işleri resmiyete dökmek isteyen bir sürü insan var.”

Hancı derin bir nefes alıp yavaşça verdi. “Graham?”

Bir eli kapıda olan adam ona baktı.

“Sırf sana öyle gelmiyor,” dedi Kote. “Durum kötü ve içimden bir ses daha da kötüleyeceğini söylüyor. Sert bir kışa hazırlanmaktan zarar gelmez. Tabii her ihtimale karşı kendini korumak için tedbir almaktan da.” Hancı omuz silkti. “En azından içimden bir ses öyle diyor.”

Graham dudaklarını sıkıca bitiştirdi. Ciddi bir ifadeyle başını bir defa salladı. “Eh, en azından kendi içimdeki sesin yalnız olmadığına sevindim.”

Sonra zoraki bir tebessüm etti ve gömleğinin kollarını sıvayarak kapıya döndü. “Yine de,” dedi, “güneş parlarken hasadı kaldırmalısın.”

Fazla geçmeden Bentonlar bir araba dolusu geç mahsul elmayla hanauğradılar. Hancı ellerindekinin yarısını satın aldı ve sonraki bir saati onları ayırıp depolamakla geçirdi.

En yeşil ve sert olanlar bodrumdaki fıçılara gitti. Kote’nin nazik elleri onları dikkatle yerleştirdi ve fıçıları testere talaşıyla doldurduktan sonra kapakları çakarak çiviledi. Tamamen olmaya yaklaşanlar kilere kaldırıldı. Üzerlerinde morluklar ya da kahverengi lekeler bulunanlarsa şıra haline gelmeye mahkum edilerek dilimlendi ve geniş bir teneke leğene atıldı.

Kızıl saçlı adam elmaları ayırıp kaldırmakla uğraşırken huzurlu görünüyordu. Fakat daha yakından bakarsanız ellerinin meşgul olmasına rağmen gözlerinin dalıp gittiğini fark edebilirdiniz. Ve yüzü sakin, hattâ keyifli görünse bile hiç neşe barındırmıyordu. Çalışırken ne bir şarkı mırıldanmakta ne de ıslık çalmaktaydı.

Elmaların sonuncusu da ayrıldığında Kote metal leğeni mutfaktan geçirip arka kapıdan dışarı çıkardı. Dışarıda serin bir güz sabahı vardı ve hanın arkasında ağaçların gizlediği küçük, kuytu bir bahçe bulunuyordu. Hancı dilimlenmiş elmaların bir kısmını tahta bir prese boşalttı ve presin tepesi kolayca hareket etmeyene dek çevirdi.

Kote gömleğinin uzun kollarını dirseklerinin üstüne dek kıvırdı, uzun ve zarif elleriyle presin kulplarını kavradı. Dönerek alçalan pres elmaları önce sıkıştırdı, sonra ezdi. Çevir ve tut. Çevir ve tut. Onu görebilen biri olsaydı kollarının bir hancınınkiler gibi yumuşak olmadığını fark ederdi. Tahta kulplara asılırken ön kol kasları tel gibi geriliyordu. Birbiriyle kesişen yara izleriyle doluydu cildi. Bunların çoğu solgun ve kış buzundaki çatlaklar kadar inceydi. Diğerleriyse açık ten renginde kolayca belli olacak kadar kızıl ve parlak.

Hancının elleri tutup çevirdi, tutup çevirdi. Çıkan tek ses tahtanın düzenli gıcırtısı ve alttaki kovaya ağır ağır damlayan elma suyunun şıpırtısıydı. Seste ritim olsa bile müzik yoktu ve hancının dalgın, neşeden yoksun gözleri öylesine soluk bir yeşildi ki neredeyse gri bile sanılabilirdi.

Related Articles

Yüreğim Seni Çok Sevdi Kitap Özeti (Canan Tan)

admin

Bir Küçük Osmancık Vardı Kitabının Ana Fikri

Kusursuz Aşk