Kitap Özetleri

BAŞARIYA YÜRÜYENLER — SÜLEYMAN DOĞAN

1964 yılında Aksaray’ın Ortaköy ilçesinde doğdu. Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun oldu. Eğitim felsefesi doktorudur. Devlet Plânlama Teşkilâtı Ulusal Ajans proje değerlendirmesinde bağımsız (AB) dış uzmandır. Hâlen Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Uzun yıllar çeşitli günlük gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalışmıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır. Doğan, Moldavya Gagauz Özerk Cumhuriyeti Meclisi tarafından verilen devlet nişanı sa­hibidir (2001). Çevre konusunda yaptığı çalışmalarıyla 2001 ve 2004 INEPO (Uluslar Arası Çevre Olimpiyatları Projesi) uluslar arası çevre basın ödülü kazanmıştır.

YRD.DOÇ.DR. SÜLEYMAN DOĞAN

YAYINLANMIŞ ESERLERİ

  • Keşmir’den Geliyorum
  • Afganistan’da Kim Kazandı?
  • Eğitimde Başarının Şartları!
  • Sivil Demokrasi Çağrısı (derleme)
  • Şimdiki Çocuklar Harika
  • Çocuklar Küçük Bir Şey Değildir
  • Mutlu Aile Mutlu Çocuk
  • Var Olmanın Yolunda Zengin Olmak
    (M. Uyar ve M. Çetin ile birlikte)
  • Başarıya Yürüyenler

İÇİNDEKİLER

ÖnSöz………………………………………………….7

Bitlis Holding Yönetim Kurulu Başkanı

NECMETTİN BİTLİS………………………………….11

Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı

HACI BOYDAK………………………………………..21

Casper Bilgisayar Sahibi

YALCIN YILDIRIM…………………………………….37

Çalık Holding Yönetim Kurulu Başkanı

AHMET ÇALIK…………………………………………47

Çetinkaya Grubu Yönetim Kurulu Başkanı

FEHMİ ÇETİNKAYA…………………………………..59

Erdem Holding Yönetim Kurulu Başkanı

  1. ZEYNELABİDİN ERDEM……………………….69

Eroğlu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı

NURETTİN EROĞLU………………………………..83

Kale Grubu Yönetim Kurulu Başkanı

  1. H. İBRAHİM BODUR……………………………95

Kuralkan Holding Yönetim Kurulu Onursal Başkanı

MEHMET KURALKAN……………………………….109

Mert Çelik Fabrikası Sahibi

MEHMET TANRISEVER………………………………121

Savaşan Emaye Fabrikası Sahibi

SALİM ÇOKYÜRÜ……………………………………139

Şahinler Holding Yönetim Kurulu Başkanı

KEMAL ŞAHİN…………………………………………149

Tekbir Giyim Yönetim Kurulu Başkanı

MUSTAFA KARADUMAN…………………………….169

Ülker Holding Yönetim Kumlu Onursal Başkanı

SABRİ ÜLKER…………………………………………181

Yalınkaya Holding Yönetim Kurulu Başkanı

HASAN YALINKAYA…………………………………..195

Ziylân Grubu Yönetim Kurulu Onursal Başkanı

AHMET ZİYLÂN………………………………………..211

Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı

AHMET NAZİF ZORLU……………………………….225

ÖNSÖZ

Başarıya yürüyenler…

Üreten, istihdam sağlayan, döviz kazandıran, ülkemizin tanıtı­mını yapan ihracatçılarımıza Türk ekonomisinin “bal arıları” demek doğru olur. İhracatımızın 2005 yılında 75 milyar dolara, 2010’da 100 milyar dolara, 2023’te ise 500 milyar dolara ulaşması, doğru politikalar ve tedbirlerle mümkün olabilecektir. Türkiye’nin ihraca­tı önümüzdeki 10 yıl içerisinde artmak durumunda, bundan başka şansımız yok. Türkiye’de herkes buna uygun davranmalı ve bunun için seferber olmalı. Aksi takdirde gerçekten sıkıntılı ve problemli bir sürece gireriz. Problemlerimizi çözemeyiz, istihdam oluşturamayız, sosyal barışa sahip bir Türkiye meydana getiremeyiz. 2023 yılında Türkiye ihracatının 500 milyar dolar olması yanlış bir hedef değil.

Bugün Türkiye’nin ihracatının yüzde 90’ı sanayi ürünleri olup, 180 ülkeye 19 binden fazla ürün ihraç edebiliyoruz. Bu başarı öy­küsünün mimarları ihracatçılarımızı, istihdam sağlayan, ülkenin bu­günü ve geleceği için üretim yapan tüm iş adamlarımızı yürekten kutluyorum. Benim bu kitapta kaleme aldığım alanında başarılı ol­muş iş adamlarımız içinde sadece bir kısmı. İş adamlarımızın hayat hikâyelerini yazmamdaki maksat, diğer müteşebbislerimize örnek bir model olmalarıdır. Türkiye için gelecek adına karamsar olmaya­lım. Düne göre bugün daha çok üretiyor, daha çok ihracat yapıyo­ruz. Bu da büyük bir başarıdır.

Zihniyet sistemimizi, bakış açımızı, dünyayı kavrama ve algıla­ma biçimimizi değiştirmeden “Hadi şimdi katma değeri yüksek mallar yaparak çok para kazanalım!” demekle katma değerli bir sü­rece geçilmiyor. Kaynakların, zekânın ve emeğin etkin kullanımını çağımızda “bilişim” sağlamaktadır. “Değişim”e karşı direnenlerin “bilişim”e karşı da gösterdikleri sonuçsuz direnişe tanık olduğu­muz, bir gerçektir. Türkiye için bir gelecek sağlayacaksak, teknolo­ji, bilişim ve değişimi topyekûn benimsemeliyiz.

Türkiye, çok dikkatli davranılmasını gerektiren son derece kırıl­gan bir ekonomik bünyeye sahip. Akut bronşit olanın rüzgârda kal­ması veya sigara içmesi nasıl sakıncalıysa, Türkiye’nin de borcunu artıracak, dış ticaret ve cari işlemler açığını büyütecek ekonomik politikalar uygulaması o kadar sakıncalı. Makro istikrarı sağlama­nın tek yolu, daha fazla ihracat yapmak… İhracat, Türkiye gibi kro­nik enflâsyon, işsizlik, yapısal eksiklikler gibi türlü sorunlarla bo­ğuşan, finansal krizler yaşayan, gelişmekte olan bir ülke için çok önemli. Birçok araştırmaya göre, kriz durumlarında ihracata ağırlık veren şirketler, krizden büyüyerek çıkma becerisi gösteriyor. Peki, aynı şey niçin Türkiye için geçerli olmasın?

Osmanlı Devleti ilk dış borcunu 1854’te Düyun-u Umumiye idaresinden teslim aldı. 1854 ilk borç tarihinden 70 yıl sonra Os­manlı tarihe gömüldü. Türkiye Cumhuriyeti ilk dış borcunu 1930’da Merkez Bankasına kuruluş sermayesi olarak aldı. I944’te IMF geldi. Aradan 70 yıl geçmiş! Allah sonumuzu hayretsin. Ama Türkiye henüz ölmedi. Borçlunun duacısı alacaklıdır. Alacaklı umu­dunu yitirmek istemez. IMF olsun öteki uluslar arası finans kuruluş­ları olsun, en çok, borcu çok ülkeden–ya ödemezse diye–çekinirler.

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu kronik sorunların başında iş­sizlik geliyor. Terör, hırsızlık, fuhuş gibi her türlü belânın ana sebe­bi, işsizliktir. Türkiye’nin hangi bölgesinde olursa olsun üretime, is­tihdama, ihracata katkı sağlayan her yatırım değerlidir. Fakat kabul etmek gerekir ki, gelir düzeyinin düşük olduğu, işsizliğin yaygın ol­duğu bölgelerde yapılan yatırımların ayrı bir önemi vardır. Bu tür yerlerde yatırım yapan, binlerce insana istihdam kapısı açan iş adamlarını aslında devlet madalyasıyla onurlandırmak lâzım. Onurlandırılmışı gereken iş adamlarının bir kısmının, yani “başarıya yürüyenler” in hayat hikâyesinden öğreneceğimiz çok şey var.

Bu kitapta ihracatı artıran, üretimle yeni istihdam alanı açan başa­rılı iş adamlarımızın sadece 17’sinin başarı hikâyesini yazdım. Yeni müteşebbislerimiz, siz de iş yaparak başarılı olabilir ve üretim yaparak istihdam alanı açabilirsiniz. Yeter ki kendinize güvenin ve iş birliği ya­parak iyi organize olun. Gerisi gelir… İşte bunun örneklerini bu kitap­ta, başarılı olmuş iş adamlarımızın hayat hikâyesinde bulacaksınız…

On yedi iş adamımızın başarıya yürüyen firmalarını alfabetik sı­raya göre takdim ediyorum. Kitabın hazırlanmasında emeği geçen Nesil Yayınları Editörü İsmail Fatih Ceylan ve Orhan Güler’e te­şekkür ediyorum.

Yrd. Doç. Dr. Süleyman Doğan

İstanbul, 2005

BİTLİS GRUBU YÖNETİM KURULU BAŞKANI

NECMETTİN BİTLİS:

MARKA OLUŞTURMALIYIZ

NECMETTİN BİTLİS KİMDİR?

1928 yılında Malatya ‘da doğdu. 1942 yılında babasıyla birlikte Malatya’dan İstanbul’a geldi. Babası onun okumasını istiyordu, o ise Sultanhamam ‘da edindiği ticarî tecrübeyle dokuma fabrikası kurdu. Gebze/Dilovası’nda Polisan, Şark Mensucat, Poliport gibi 10’dan fazla şirketi bünyesinde bulunduran Bitlis Holding’in yöne­tim kurulu başkanıdır.

Bitlisli bir aileden gelen ve Malatya doğumlu olan Necmettin Bit­lis, 77 yaşında ihtiyar delikanlı. Necmettin Bey konuşurken gözleri par­lıyor, dedesini ve babasını hayırla yâd ederek bugünlere şükrediyor.

Baba Faik Bey, 1942 yılında Malatya’dan İstanbul’a gelmiş. Dünyanın ikinci büyük savaşın ortasında olduğu bir dönemde Bitlis ailesi, Malatya’daki uğraşları olan kumaş ticaretini İstanbul’da sür­dürmeye karar verir.

Necmettin Beyin dedesinin babası 1915 yılında Bitlis’te Erme­niler tarafından katledilmiş. Ermeniler Bitlis’te o yıllarda 30 bin ka­dar nüfusa sahiplermiş. Sadece Bitlis ailesinden 40 kişi Ermeniler tarafından katledilmiş. Necmettin Beyin babası ve merhum Eşref Bitlis’in babası, Ermeni katliamından zor kurtulmuşlar. Yani Nec­mettin Bitlis’in dedesinin basası ile merhum Eşref Bitlis Paşanın dedesinin babası, kardeşler. İşte iş adamı Necmettin Bitlis’in başarı öyküsü… İnsan sabırla, azimle ve biraz da hırsla çalışırsa başarmamak elden değil.

DİLOVASI’NDA POLİSAN BOYA

Necmettin Bitlis’in hayat hikâyesi bir roman gibi. Baba Fa­ik Bey, İstanbul’da bir ortağıyla iş kurduktan bir yıl sonra aile­sini de İstanbul’a getirmiş. Faik Bitlis, oğlunun okuması için büyük gayret sarf etmiş, ancak bunda muvaffak olamamış. Çünkü Necmettin Bey, bir kere iş adamı olmayı kafasına koy­muş. İş hayatını ve üretimi çok seven oğul Necmettin, Sultanhamam’da edindiği deneyimi dokuma yatırımları ve tekstil fab­rikası kurarak sürdürmüş. 1963 yılında ise Kâğıthane’de tutkal ve reçine üretimiyle kimya sanayine adım atan Necmettin Bitlis, bugün bünyesinde Polisan, Şark Mensucat, Poliport gibi 10’u aşkın şirketi barındıran Bitlis Grubunun yönetim kurulu başkanı.

Faik Bitlis’in oğlu Necmettin Bitlis, babasından devraldığı bay­rağı daha ileriye götürür. Polisan boya fabrikasında Türkiye’de ilk kez boya binderleri, marangozların kullandığı plâstik tutkal ve tekstil apre maddeleri bu fabrikayla üretilir.

İş hayatına tekstil sektörüyle adım atan Necmettin Bitlis, bir dostunun tavsiyesiyle kimya sanayine adım attı. Gebze Dilovası’nda bugün dev Polisan tesislerine sahip olan Bitlis’in en büyük özelliği ise yeşile ve çevreye olan büyük ilgisi. Dilovası’nda dört ta­rafı yeşil bir vadiyi Orman Bakanlığının da onayıyla âdeta bir millî park hâline getiren Bitlis’in fabrikasında gurur duyduğu en büyük özellik ise arıtma tesisleri. Gebze Dilovası’nda 200 dönüm arazi üzerinde kurulan Polisan fabrikası bugün ülkemizin önde gelen bo­ya üretim tesislerinden biri. Üç bin ayrı renkte ve 700 çeşit boya üretebilen Polisan, inşaat ve mobilya boyalarının yanı sıra astar, vernik, tutkal ve reçine üretiminde de öncü. İspanya ve Tunus’ta ku­rulan iki ayrı kimya fabrikasına know-how satan Polisan, ayrıca ta­rım ilâçları da üretiyor.

DOKUMA MAKİNESİNDEN FABRİKAYA…

Dilovası’ndaki fabrikasında görüştüğüm Necmettin Bey, küçük­lüğünü ve İstanbul’a geliş hikâyesini bugün gibi hatırlıyor. İşte Nec­mettin Beyin İstanbul’a geliş serüveni:

“Efendim, bizim ticaretle iştigalimiz tâ dedemden itibaren başlı­yor. Biz aslen soyadımızdan da anlaşılacağı üzere Bitlisliyiz. De­dem Ermeni katliamından kaçarak Malatya’ya yerleşmiş. Burada küçük bir dükkân açmış. Dedem âlim ve hatırı sayılır biriydi. Ba­bam da Malatya’da ticaretle uğraşırdı. Malatya’da en büyük mağa­za bizimdi.

“Babam merhum Faik Bitlis, Malatya’dan İstanbul’a iş kur­mak düşüncesiyle 1942 yılında gelmiş. Bir ortağıyla birlikte iş kurduktan bir yıl sonra ailecek İstanbul’a taşındık. Ben orta­okulu Şişli Terakki Lisesinde bitirdim. Ticaret lisesi 10. sınıfta ise sene ortasında hocayla kavga ettim ve okuldan ayrıldım. Babam okulu bıraktım diye benimle üç ay konuşmadı. Zaten hayatımın çoğu işte geçiyordu.

“Aslında babamın bütün emeli beni okutmaktı, liseden sonra beni Avrupa’ya göndermekti. Kendisi zamanında okuyamamış ol­duğu için biz de hep çocuklarımızı öyle yetiştirdik. Merhum ba­bam ‘Biz alırız, satarız; sanayi bizim işimiz değil.’ derdi. Ama ben de devamlı bir şeyler üretmeyi kafama koymuştum. Çünkü böyle­ce kumaşı daha ucuza mâl ediyordum. 1948’de ilk olarak iki tane dokuma makinesi aldım. Sonra eski bir iplik sarma makinesini ta­mir ederek işler hâle getirdim. Bu arada Yeşildirek’te yerler kira­ladım.

“1955 yılında ise Zeytinburnu’nda Almanlardan kalma bir fabrikayı kiraladım. Apre, dokuma makineleri vardı, binaları da oldukça genişti. Ben ise o dönemde henüz 27 yaşındayım. Ay­lığını sekiz bin liraya kiraladım, sekiz senelik de kontrat yap­tım. Karamürsel fabrikasından da bazı makineler satın aldım. Böylece Şark Mensucat fabrikasını fiilen hayata geçirdim. Da­ha sonra Kâğıthane’de şimdiki fabrikamızın bulunduğu yerde­ki araziyi tesisiyle birlikte beş milyon liraya satın aldık. İçin­deyse 300 kişi çalışıyordu. O dönemde bana ‘Bu fabrikayı çok yüksek fiyata aldı!’ diye güldüler. Ama sonradan gayet iyi bir fiyat olduğu anlaşıldı. Bu fabrikamız şu anda da çalışıyor ve üretilen bazı kumaşları biz terbiye ederek satıyoruz. Eskiden iplik ve dokuma da vardı, ama Polisan’ı kurduktan sonra onla­rı bıraktık.”

POLİSAN’IN HİKÂYESİ…

Polisan’ın hikâyesini Necmettin Bey, bundan 40 yıl öncesine gi­derek şöyle ifade ediyor:

“1964 yılından bu yana Türk kimya sektörünün öncüsü konu­munda bulunan Polisan Şirketler Grubu firmalarından Polisan, 1986 yılında boya sektöründe faaliyet göstermeye başlamış ve bu­gün Türkiye’nin en önemli boya, tutkal ve reçine üreticilerinden bi­risi hâline gelmiştir. Gerçekleştirdiği yatırımlarla, çok kısa sürede yurt çapında, sektörün ham madde ihtiyacına cevap verebilecek ka­pasiteye ulaşan Polisan, inşaat, mobilya, sanayi ve ağır hizmet bo­yalarının yanı sıra astar, vernik, tiner, formaldehit reçine ve tutkalın da yer aldığı geniş ürün yelpazesiyle, farklı tüketici beklentilerini rahatlıkla karşılamaktadır.

“Polisan’ın müşteri memnuniyeti odaklı çalışmaları, Ar-Ge bö­lümünün tüketici beklenti ve ihtiyaçlarını gerçekçi şekilde saptama­sına imkân sağlamakta ve bu ihtiyaçlara yönelik yeni ürün ve hiz­met pazarlanmasına fırsat vermektedir. Dünya boya sektöründeki gelişmeleri yakından takip ederek, fuar ve seminerler vasıtasıyla kendini sürekli geliştiren Polisan, müşteri memnuniyetini amaçla­yan hizmet kalitesini sürekli güncel tutmaktadır.

“Seksen beş bin metrekarelik üretim alanıyla Türkiye ve dünya standartlarına uygun olarak üretim yapan Polisan, yüksek kaliteli ürünlerini, etkili ve güçlü pazarlama ağıyla gerek yurt içine gerek­se yurt dışına pazarlamaktadır. Senelik 80 bin ton boya, 50 bin ton emülsiyon polimerleri, 120 bin ton formaldehit reçineleri (üre, fe­nol, melâmin formaldehit ve formaldehit reçineleri) ve 15 bin ton alkid reçineleri (kısa, orta ve uzun yağlı alkid reçineleri) kapasite­siyle Polisan, Gebze-Dilovası’nda yer alan kimya kompleksinde üretim yapmaktadır.

“ISO 9001 Kalite Güvence Sistemi Belgesiyle Polisan, müşteri memnuniyetini sürekli kılmayı ve hizmet kalitesini sürekli artırma­yı prensip edinmiş örnek bir kuruluştur. Tüketici haklan perspekti­finde, ‘ilk seferde hatasız üretim’ ilkesiyle çalışan Polisan, bu doğ­rultuda satın aldığı malzeme ve hizmet ile bunların satın alındığı te­darikçilerin taşıması gereken özelliklerine büyük önem vermekte; tasarım, üretim, depolama, sevkıyat ve satış sonrası hizmet süreçle­rini yüksek bir titizlikle incelemektedir.

“Satış süreci, siparişin müşteriden alındığı andan itibaren başla­makta ve belirlenen zaman içinde tüketici beklentilerine uygun bir şekilde üretilmesi, kalite kontrollerinin yapılması ve Türkiye’nin her köşesine yayılmış, güçlü dağıtım ağıyla sevk edilmesiyle son bulmaktadır. Polisan bünyesinde görev yapan teknik destek depart­manı ise tüketici sorunlarını en kısa sürede gidermeyi amaçlıyor.”

ÜÇ BİN AYRI RENKTE ÜRETİM

Üç bin ayrı renkte üretim yaptıklarını belirten Necmettin Bitlis şöyle devam ediyor:

“Boya üretimi eskiden beri bir kazanın içinde bazı kimyevî mad­deleri alıp karıştırmaktan ibaret. Biz boyanın ham maddesi olan tut­kalı ülkemizde üretmeye başlayınca bizim bugünkü rakiplerimiz, o dönemde müşterilerimiz oldular. Zaman içerisinde onlar da bu üre­time girdiler. Biz de ürettiğimiz tutkalı daha iyi değerlendirebilmek için 1985 senesinde boya sektörüne girdik. Hâlen üç bin ayrı renk üretimimiz var. Bayilerimizde bulunan ‘Picasso’ isimli makineler sayesinde istediğiniz rengi anında elde edebiliyorsunuz.

“Polisan, inşaat, mobilya, sanayi ve ağır hizmet boyalarının ya­nı sıra çeşitli astarlar, vernikler, tinerler ve tutkal ile diğer endüstriler için ürettiği ana, yardımcı maddeler ve bitmiş mamuller olarak çok geniş bir ürün yelpazesine sahiptir.

“Bitlis Holding’in bütün birimleriyle insan sağlığı ve çevre te­mizliği konularında gösterdiği hassasiyetin en somut örneği, 1996 yılında üretimi gerçekleştirilen Natura serisidir. Ardından 1997 yı­lında yeni bir atılım örneği sergileyerek Latex katkılı boya ve tutkal ürünlerini geliştirmiştir. Polisan, ISO 9002 Kalite Güvence Sistemi Belgesine sahip bir kuruluş olarak, yüksek müşteri memnuniyeti odaklı faaliyetler yürütmekte ve ürün kalitesinin sürekliliğini esas almaktadır.”

“EN MODERN TESİSİ KURACAĞIZ”

Necmettin Bitlis, Türkiye’nin geleceğine güvendiklerini, ülke­nin en modern ve büyük boya fabrikasını kuracaklarını belirterek sözüne devam ediyor:

“Bunun için yine Dilovası’nda 132 bin metrekare yer aldık. Ye­niliklere açık bir şirketiz. Ve kapasitemizi her geçen gün biraz daha artırıyoruz. Bizim için kalite çok önemli, kalitede en iyiye gitmeyi istiyoruz. ISO 9001’den sonra, kalite departmanımızla ISO 14000’e de adayız. Tek çalışanımızı bile işsizler ordusuna teslim etmedik. Şirket kültürümüz, uzun yıllardır paylaşıma dayanıyor. Krizde mev­cut durumumuzu korumayı bildiğimiz gibi pazar payımızı da artır­mayı başardık. Büyüme oranımız yüzde 40’ı buldu. Avrupa’da 15-25 kilogram olan kişi başı tüketilen boya miktarı Türkiye’de 2.5 ki­logram. Kendi Ar-Ge’mizle yabancı firmalardan geri kalmayacak işler yapıyoruz. Hatta bir adım daha ilerideyiz diyebilirim!

“Arka arkaya yaşanan krizler, boya sektörünü ekonomik küçül­meden en çok etkilenen sektörlerden birisi yaptı. Fakat uyguladığımız stratejiler ve bayilerimizle yakın iş birliği sonucunda Polisan ailesi, bu krizden güçlenerek çıktı. Kazanılanı bayilerimizle hep birlikte paylaştık. Geçen yıl Güney Afrika’ya gittik, bu yıl tropikal adadayız. Allah ömür verirse gelecek yıl da Brezilya’ya gideceğiz. Sektörün en büyük şirketi olmak azmindeyiz. Türkiye boya pazarın­da 2000’li yıllara kadar iki markanın liderliği gözlenirken, 2000 yı­lından sonra Polisan, Marshall, DYO ve Betek yüzde 18-20 arasın­da değişen paylarda pazarda faaliyet göstermeye başladı.”

Polisan Boya krizde pazar payını artırıp yüzde 40 büyüyen ve iş­çi atmayan nadir şirketlerden. Şirket, başarısının en önemli nedeni olarak kendilerini aileden biri olarak gören bayilerini gösteriyor. Boya sektörünün Türk sermayeli şirketi Polisan Boya, Türkiye’de yaşanan ekonomik krize rağmen 2001 yılında pazar payını yüzde 15’ten yüzde 18’e çıkardı.

BOYANIN DUAYENİ

Türk boya sektörünün güç birliğini simgeleyen Boya Sanayici­leri Derneği (BOSAD), Polisan Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Necmettin Bitlis’e, 40 yılı boya sektöründe olmak üzere 60 yıllık başarılı meslek yaşamı nedeniyle ödül verdi.

Kamuoyunda “Gülen Boya” olarak bilinen Polisan, 40. yılını Brezilya-Rio de Janeiro’da kutladı.

Necmettin Bitlis, çok mütevazi, babacan bir beyefendi. Boş va­kitlerinde de fabrikasına gidiyor… Malatyalı, yatırıma Doğudan başlayan bir iş adamı. Sohbetlerimizde öğreniyorum ki bir milyon lira sermaye, 15 personelle kurulan şirketi şimdi 100 milyon dolar­ları aşan ciroya sahip.

Necmettin Bitlis’in felsefesi: “Hep bana rabbena olmaz, bir sa­na, bir bana…”

CİRONUN YÜZDE 10’U LİMANDAN

Kimya sektöründe faaliyet gösteren bir şirketin limanla ne ilgisi olduğunu merak edebilirsiniz. Polisan, tesislerinin olduğu Dilovası’nda 150 bin metrekarelik özel bir limana, “Poliport’a sahip. Dört geminin aynı anda yanaşabildiği limanda ayrı kimyasal maddelerin depolandığı tanklar var. Depolanan maddenin sadece yüzde 3’ü Polisan’a ait; gerisi Shell, Bayer, BSF gibi şirketlerin ürünleri. Polisan’ın cirosunun yüzde 10’u, yani 10 milyon doları depolama, tah­liye ve nakliye işlerinden geliyor.

Şirketin yöneldiği bir başka alan da okul malzemeleri… Öğren­cilerin kullandıkları, çoğu ithal, boyama malzemeleri üretimine baş­layan Polisan, böylelikle tüketiciyle markasını daha sık buluşturma­nın da yolunu bulmuş.

Necmettin Bitlis’in babasıyla amcasının yıllar önce 10 altınla Malatya’da açtıkları aktar dükkânı, bugün 100 milyon dolar cirosu olan dev bir şirkete dönüşmüş durumda. Türkiye’nin en önemli bo­ya, tutkal ve reçine üreticilerinden biri. 1964’te önce kimya sektö­ründe faaliyete başlayan, 1986’da ise boya sektörüne de el atan Po­lisan, rakiplerinin aksine son krizden güçlenerek çıkmış. Türk boya sektörünün Avrupa’da altıncı sırada olmasındaki payı büyük. Boya­da hedef Türkiye’nin batısı olsa da Polisan hakikî Batıya çoktan açılmış. Türkiye’nin ilk kimyasal teknoloji transferini gerçekleşti­ren şirket olmuş. 1990’lı yıllarda İspanya’da, ardından Tunus’ta “sanayi tutkalı” fabrikaları kurmuş. Fabrikalardaki hisseler sonra­dan satılmış, ama Polisan artık oralarda tanınan bir marka.

“FABRİKAMI ŞANTİYEDEN YÖNETİYORUM”

Dilovası’nda Polisan dâhil birçok fabrikayla vadi, hava kirliğin­den geçilmiyor. Boya dâhil diğer kimyasal üretim yapan fabrikalar âdeta vadiyi hava kirliğine mahkûm etmiş. Bu durumu Necmettin Beye soruyoruz:

“Fabrikanızda kimyasal tesisleri arıtan üniteniz var mı?”

Sorumuz karşısında Necmettin Beyin cevabını birlikte takip edelim:

“Efendim, önemli bir konuya temas ettiniz… Biz kimyasal mad­deleri arıtan ilk tesisi 70’li yıllarda kurduk. TÜBİTAK dahi bizi o dönemde çevreye verdiğimiz önemden dolayı kutladı. Ben Dilova­sı’nda bin dönümlük ormanlık bir araziyi, Orman Bakanlığıyla söz­leşme imzalayarak koruma altına aldım. Buranın bakım ve koruma­sını tümüyle ben üstlendim. Âdeta bu bölgeyi bir millî park hâline getirmek için zevkle çalışıyorum. Zaten bu bölge de doğal SİT ala­nı ilân edildi.

“Ben gördüğünüz gibi, eskiden fabrika şantiyesi olarak kullanı­lan ahşap yerde işlerimi yürütüyorum. İşçilerimle arama bir perde çekmedim. İsteyen işçim bana ulaşarak derdini anlatır. Hiçbir za­man çalışanım ile arama barikat koymadım. Yanıma gelen işçileri­min bazıları derdini anlatırken, bazıları da akıl vermeye geliyorlar. Her iki amaçla gelen işçilerimi de dikkatle dinliyorum. İyi dinleyen insan çok şey öğrenir. Toplum olarak hep konuşuyoruz, ama iyi bir dinleyici değiliz. Bana göre başarılı olmanın yolu, iyi dinlemesini bilmekten geçer. Dünyaya adımımızı duyurmamız için marka oluş­turmamız lâzım. Her şeyi biz yapacağız, diye bir düşünceyle yola çıkmaktan ziyade, yapabildiklerimizi en iyi şekilde yapmalıyız.”

BOYDAK HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI

HACI BOYDAK:

BAŞARIMIZIN SIRRI DİSİPLİN VE DENGEDE

HACI BOYDAK KİMDİR?

1958 yılında Kayseri’nin Hacılar ilçesinde doğdu. İlkokulu Gazi­paşa ilçesinde, ortaokulu Aydınlıkevler Ortaokulunda okudu. İki yıl akşam lisesine devam etti, ancak tahsili yarıda kaldı. Askerlik görevi sonrası 1980 yılından itibaren ticarete dört elle sarıldı. Baba mesle­ği olan mobilyacılığı kardeşleri ve amca oğulları ile birlikte büyüte­rek “İstikbal” markasını tüm Türkiye’ye tanıttı. Şu anda mobilyadan ev tekstiline, yataktan kabloya kadar çeşitli şirketleri bünyesinde ba­rındıran Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütüyor.

“Kayseri” denince hepimizin aklına “sucuk ve pastırma” gelir. Şimdi ise ilk akla gelen, “İstikbal ve Bellona…”

İstikbal, Kayseri’de küçük bir imalâthanede başlayan yolculuğu­nu ekonominin pek çok dalına sıçrayarak dünyaya uzanan bir coğ­rafyada sürdürüyor. Kurulduğu günden bu yana yenilenerek gelişen İstikbal Topluluğu, dayanıklı tüketim ürünlerinden fınansa, pazarla­madan tekstil üretimine, kablo üretiminden taşımacılığa kadar uza­nan geniş bir alanda faaliyet gösteriyor.

KAYSERİ’DEN DÜNYAYA…

Bünyesinde İstikbal Mobilya, Bellona, Merkez Çelik, Boytaş, Anadolu Finans Kurumu, HES Kablo ile birlikte birçok pazarlama şirketini toplayan Boydak Holding, 10 binden fazla çalışanıyla dış pazarlara da hızla açılıyor. İhracat portföyünde 50’ye yakın ülke ba­rındıran ve 70 ülkeye doğrudan mal gönderen İstikbal Grubunun dört şirketi, dört yıldır sürekli olarak İstanbul Sanayi Odasının “500 Büyük Sanayi Kuruluşu” sıralamasında ön sıralarda yer alıyor. TSE ve ISO 9001 Kalite Güvence Sistemi Belgesine de sahip olan İstik­bal, toplam kalite yönetimi anlayışının simgesi ürünler üretmeyi amaçlıyor.

Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak, genç bir iş adamı. Sevecen, dinamik ve güler yüzlü… Yüzünden tebes­süm hiç eksik olmuyor. Kardeşleri ve amca oğulları ile uyumlu bir profil çiziyor. Ortaokul mezunu olmasına rağmen üniversite mezun­larına taş çıkartacak derecede kültüre sahip. Ülke meseleleriyle ya­kından ilgili. “Siyasî istikrar olmadan ekonomik istikrar olmaz.” di­yor. Bilmediği, alanı olmadığı konularda konuşmuyor ve sözü diğer yönetim kurulu arkadaşlarına havale ediyor. “Bu konuda onlar söz sahibi.” diyor. Hacı Boydak, içimizden biri, özüne köküne bağlı ve büyüklerine saygılı.

Başkan Boydak diyor ki:

“1957 yılında küçük bir imalâthanede başlayan iş hayatımız, bu­gün toplam yaklaşık bir milyon metrekarelik arazide kumlu 620 bin metrekarelik kapalı alanda 10 bin işçimizle sürüyor. Kriz dönemin­de de hiç işçi çıkarmadık, medyadaki reklâmları kesmedik. Ürün yelpazemiz genişledikçe, üretim alanlarımız çeşitlendikçe büyüdük. Ekonomik krize rağmen gelişmeyi ve yatırımlarımızı ülkemizin ge­leceğine inançla sürdürüyoruz.”

BİR DÜNYA ŞİRKETİ: İSTİKBA

Üretim faaliyetlerine 1950’li yılların sonlarında başlayan İstik­bal A.Ş., 80’li yıllarda yaptığı yatırımlar ve başarılı pazarlama stratejileriyle kısa sürede sektörünün lider markası olmayı başarır. Pi­yasadaki arz ve talep dengelerini iyi değerlendiren ve sürekli olarak piyasanın nabzını tutan İstikbal A.Ş., yatırımlarına her yıl yenileri­ni eklemiş ve 90’lı yılların sonunda Kayseri’de dev bir entegre tesis kurarak İstikbal’i bir dünya markası hâline getirmiş. Yatırımlarının önemli bir kısmını Kayseri Organize Sanayi Bölgesinde yapan İs­tikbal A.Ş., faal olarak toplam 361 bin metrekarelik kapalı alanda üretim gerçekleştiriyor.

ELLİ YILDA 70 ÜLKEYE İHRACAT

Hacı Boydak, küçük bir atölyede başladığı üretimde bugün dün­ya devleriyle yarışıyor. Boydak, vizyonunu şu cümlelerle açıklıyor:

“Yenilik ve teknolojik gelişmeleri takip ederek ürün kalitesinde çı­tayı sürekli yükseltmek, bir dünya markası olma yolunda emin adım­larla ilerlemek ve pazardaki lider firma yapımızı korumak… Bununla birlikte ihracat ağırlıklı çalışmalarımızla Türkiye’ye döviz girdisi ka­zandırmak ve yaptığımız yatırımlarla iş gücü anlamında geniş istih­dam avantajları meydana getirerek ülke ekonomisine destek olmak…

“Bundan 50 küsur yıl önce amcam ve babam, küçük bir atölye­de doğrama işi yapıyorlar. Bunun yanında dışarıdan kanepe alıp sa­tıyorlar. Bu iki işi bir arada yaparak işe başlamışlar. Amcam, işi çok iyi bilen bir zanaatkârdır. Babam ise pazarlamada başarılıdır. İkisi arasında son derece organize olmuş bir iş bölümü vardı.

“Bir gün babam ve amcamın yanına Eskişehir’den ‘Cemal’ ismin­de bir usta geldi. Mobilya işini babama ve amcama öğretti. Cemal Us­ta, ‘Sizin geleceğiniz parlak. İki kardeşi uyumlu görüyorum. İleride daha çok iş başaracaksınız. Sizin istikbaliniz aydınlık.’ diyor. ‘İstikbal’ ismi, Cemal Ustanın fikriydi. Babam ve amcam bu ismi çok beğendi­ler ve firmamızın ismini ‘İstikbal’ koyduk. İşte, ‘İstikbal’ ismi böyle doğdu. Babam ve amcam, Cemal Ustanın dediklerini hiç unutmadı.

“Bellona ise, İstikbal’in bir markası idi. Daha sonra gençlere yö­nelik bir marka olarak Bellona’yı da müstakil bir marka olarak üret­meye başladık. Bu kadar bilgi birikimini istedik ki başka model ve markalarla değerlendirelim…

“Sektördeki faaliyetlerine 1950’li yılların sonunda başlayan İs­tikbal A.Ş., özellikle 80’li yıllarda yapmış olduğumuz yatırımlarla sektörün önde gelen firması oldu. Kullandığımız en son teknoloji ve 650 çeşidin üzerinde fonksiyonel ürün gamı ve Türkiye genelinde oluşturduğu yaklaşık bin 200 adet satış mağazası ile dünya devleri sıralamasında ilkler arasına Allah’ın izniyle girmeyi başardık.

‘”Mutlak müşteri memnuniyeti’ ilkesiyle hareket eden firmamız, her ürün grubunda tüketici zevk ve tercihleri doğrultusunda, konu­larında uzman bir Ar-Ge ekibi tarafından tasarlanan ergonomik, fonksiyonel, estetik ve ekonomik ürün yelpazesinden oluşan deği­şik modelleri tüketicilerimizin beğenisine sunmaktadır.

“Son yıllarda ismin duyulmasıyla önemli bir boşluğu doldurduk. Ürünlerimizde kalite ve müşteri memnuniyetini ön plâna geçirdik. Bi­zimle çalışan işçilerimizi de memnun ederek çalışmalarımıza aralıksız devam ediyoruz. Şu anda ürünlerimizi, ihraç edeceğimiz ülkeye götüre­cek TIR bulmakta zorluk çekiyoruz. Toplam 10 bin işçi çalıştırıyoruz.”

ÜÇ NESİL AİLE ŞİRKETİ!

Birkaç yıl önce vefat eden babasını rahmetle yâd eden Hacı Boydak, babasının işi kendisine devrettiği günleri bugün gibi hatır­lıyor. İşte Hacı Beyin anlattıkları:

“Babam ve amcamı bu işte birinci kuşak olarak sayarsak, bende­nizi ikinci ve kardeşlerimi de üçüncü kuşak olarak zikredebiliriz. 1980’li yıllarda ben askerden gelmiştim. Babam ve amcam bize ay­rı ayrı görev bölümü yaparak fiilî olarak işten çekildiler.

“Ben ortaokuldan mezun oldum. Küçük kardeşlerimiz, yani üçüncü kuşak, üniversite mezunudur. Babam ve amcamın yanında çırak olarak başlayan Osman Konuk ve Mustafa Budak da İstikbal’e ortak olmuşlardı. Bunlar da işten çekilerek yerlerine oğulları­nı bıraktılar. İstikbal Grubunun yüzde 80’i Boydak ailesine aittir. Her ne kadar büyüklerimiz işten çekilseler de bir iş yapacağımız za­man onlarla istişare yapmayı ihmal etmeyiz.

Büyüklerimizin mutla­ka görüşlerine başvururuz. “Bugün Türkiye’de yüzlerce aile şirketi var. Bu şirketler bana gö­re çok ortaklılardan daha iyi çalışıyor. Belli bir büyümeye erişen aile şirketleri mutlaka profesyonelleşiyor ve profesyonel eleman çalıştırı­yor. Bizim ailede herkes bu işin bir ucundan tutacak diye bir şart yok­tur. Şayet aile bireyinin yeteneği bu işe uygunsa bir yere monte edilir, değilse sırf aile bireyi olduğu için iş verilmez. Boydak ailesinde bü­yüklerimizden gelen bir hiyerarşi vardır. Bu düzene herkesin saygısı var. İşlerimize hanımlarımızı karıştırmayız. Hanımlarımızla değil, ai­le içindeki fertlerle istişare yaparız. Hanımlarımız buna saygı duyar ve hiçbir şekilde karışmazlar. Hanımlarımızın birbirleriyle görüşme­lerinde iş konuları gündeme gelmez, gelmesine de müsaade etmeyiz…

“Biz ekonomik kurallara göre hareket ediyoruz. İyi bir yönetim­le çalışıyoruz. İşçi sayımızı hiçbir zaman astronomik şekilde artırmadık. Çalışanlarımızı limitte tutuyoruz. Bu nedenle kriz dönemle­rinde içimizde küçülmemiz kolaylaşıyor. Kriz döneminde reklâmlarda birtakım kısıtlamalara gittik, ancak tamamen kesme­dik. Bundan böyle de düzenli bir şekilde reklâmlarımızı sürdürece­ğiz. Sanayici olarak sosyal yönden sorumluluklarımız gereği işçi­mizi çıkartmadık. Zor zamanlarda bizimle beraber olanları işten çı­karmayı hiç düşünmedik.”

“EKONOMİ İYİYE GİDİYOR”

Mobilyadan tekstile, finanstan pazarlamaya ve kabloya kadar birçok alanda faaliyet gösteren şirketlerinin 59 ülkeye ihracat yap­tığım belirten Boydak, bununla yetinmediklerini vurguladı.

Hacı Boydak, Kayseri Eski Sanayi Sitesinde, 1958 yılında, ba­bası ve amcasının 50 metrelik dükkânda İstikbal mobilya üretimini başlattıklarını belirterek şöyle devam ediyor:

“İki kardeş sırt sırta vermiş. Babam iyi bir esnaf, amcam ise iyi bir sanatkârmış. Yirmi dört ay süreyle tuttukları küçük dükkânda, mobilyacılık işini iyice öğrenmek için ‘Eskişehirli Sarı Cemal Us­ta’ adıyla tanınan kişiden yardım istemişler. Bu sırada maliyeye baş­vuruda bulunacakları için şirkete isim bulmaları gerekmiş. Ustaları, babama ve amcama ‘Çocuklar, siz çok çalışkan gençlersiniz; istik­baliniz parlak olsun.’ deyince kurulan şirketin adı ‘İstikbal’ olmuş.”

BAŞARININ SIRRI!

Genelde aile şirketlerinde bir-iki kuşaktan sonra yönetim sıkın­tısının yaşanmasının aksine Hacı Boydak, kendilerinde böyle bir sorunun hiçbir zaman söz konusu olmadığını söylüyor.

Boydak, çocukluğunda bayramlarda su, gazoz, Pazar yerlerinde kete [Kayseri’ye özgü börek] sattığını, böylece ticaret kültürünü öğ­rendiğini, babası ve amcasının 1981 yılında işi kendilerine devret­mesinden sonra bu kez tıpkı onlar gibi amca çocuklarının da sırt sır­ta vererek çalıştığını belirti. Hacı Boydak, “ben” değil, “biz” duy­gusuyla hareket ettiklerini, şirketlerinin başarısının sırrının dürüst­lük ve aile dayanışması olduğunu belirterek, şöyle konuştu:

“Başarımızdaki bir başka faktör de çalışanlarımızdır. Bugün yaklaşık 10 bin çalışanımızla bir bütün gibiyiz. Ekonomik kriz dö­neminde çalışanımızı işten çıkartmak yerine bir nevi borç izin ver­dik. Üretim artışı olduğunda ise verdiğimiz izinler yerine onlar da bize fedakârlık yaptı. Hatta 1994 krizi döneminde çalışanlarımız aralarında anlaşıp yarı maaşa çalışmayı bile teklif ettiler. Başarı bir ekip işidir. Başarılı olmak isteyen bir iş adamı, çalışanlarını mutla­ka memnun etmelidir.”

TÜRK BAYRAĞINI DALGALANDIRMAK!

Hacı Boydak, iş yaşamına yeni atıldıkları yıllarda yurt dışına açıldıklarını, fuarlara ziyaretçi olarak katıldıklarını belirterek, ko­nuşmasını şöyle sürdürdü:

“Almanya’daki fuarlara çalışanlarımızı, ustalarımızı da götür­dük. Orada 56 ülkenin bayrağı dalgalanıyordu. Biz de katılımcı ola­rak bu fuarda yer almak istedik, ama yerimiz yok bahanesiyle kabul etmediler. Orada Türk bayrağının dalgalanmadığını görmek içimizi burkuyordu. Bunun için tam sekiz yıl mücadele verdikten sonra 1994 yılında ilk kez fuara katıldık, fuarda dalgalanan Türk bayra­ğıyla göğsümüz kabardı.

“İSTİKBAL DÜNYA MARKASI OLACAK”

Aralarında Anadolu Finans, İstikbal, Bellona, Boytrans, Merkez Çelik, Hukla gibi ünlü markaların da bulunduğu 19 şirketi bünye­sinde bulunduran, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu için­de yer alan Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak, Anadolu Finans Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Boydak, Boyteks Genel Müdürü Memduh Boydak ve İstikbal Yönetim Kurulu Üyesi Bekir Boydak başta olmak üzere Boydak Holding, tam bir ai­le şirketi.

Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak şöyle devam ediyor:

“İstikbal’i dünya markası yapacağız, tüm dünya İstikbal’i tanıyacak. İstikbal Grubu olarak şu anda 70 ülkeye ihracat yapıyoruz. Hedefimiz, 100 ülkeye ihracat yapmak. Şu an binden fazla ürün çeşidimiz bulunmaktadır. Beş küçük tesisle başladığımız üretimimize şimdi 8 bin 500 işçi kapasiteli 70 bin metrekare kapalı alanda faali­yet gösteren dev tesislerle devam ediyoruz. Amacımız daha çok iş­çi çalıştırmak ve İstikbal’i dünya markası yapmak. Bunu gerçekleş­tireceğimize inanıyorum. Şu an Almanya ve Amerika’ya mal yetiş­tirmekte zorlanıyoruz. İhracatta hedefimizi büyüttük. Asıl hedefi­miz ise ihracatta üç haneli rakamlara ulaşmak.

“Mobilya sektörü içinde yaptığımız ihracat her geçen gün art­maktadır. Özellikle komşu ülkelerle kurulan iyi diyalogla birlikte ihracatımız artmıştır. Bugün ABD olmak üzere birçok ülkede ürün­lerimiz marka olarak tutulmakta ve tercih edilmektedir. İhracat ya­parken devletten hiçbir şekilde maddî destek istemedik. Sadece ma­nevî destek ve istikrar istiyoruz.”

STAJYER GİRDİĞİ FABRİKAYA PATRON OLDU

Türkiye’nin en büyük, dünyanın ilk 10 kablo üreticisi arasında yer alan Boydak Holding şirketlerinden HES Kablo’ya 1987 yılın­da stajyer olarak giren Mustafa Boydak, aynı fabrikaya şimdi yöne­tim kurulu başkanı oldu. HES Kablo Yönetim Kurulu Başkanı Mus­tafa Boydak, Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boy­dak ve ortakları Gürdoğan ailesinin, sektörü bildiği için HES Kablo’da görevlendirdiklerini söyledi.

Muğla Üniversitesi İşletmecilik Yüksekokulunu bitirdikten son­ra HES Kablo’nun bakır üretim tesislerine stajyer olarak giren Mus­tafa Boydak, 1994 yılına kadar HES Kablo bünyesinde işçi, memur, üretim müdür yardımcılığı ve yönetim kurulu üyeliği gibi birçok görev üstlendi. 1999 yılında hisselerinin tamamı Boydak Holding’e geçen HES Kablo’nun bir süre genel müdürlüğünü de yapan Mustafa Boydak, stajyer olarak girdiği HES Hacılar Elektrik Sanayii ve Ticaret A.Ş.’de 16 yıl sonra yönetim kurulu başkanlığına getirildi.

Boydak, 1999 yılında Boydak Holding olarak, HES Kablo’yu devraldıktan sonra üretim ve pazarlama konusunda yeniden yapı­lanmaya gittiklerini belirterek şunları söylüyor:

“Grup olarak, HES Kablo’yu almadan önce fabrikanın ortalama 20 milyon dolar ihracatı vardı. Biz 2000 yılında bu rakamı 30 mil­yon dolara çıkardık, 2002’de ise 60 milyon dolara yükselttik. Top­lam ciroda da 100 milyon doların üzerine çıktık. Günlük 30 ton olan bakır üretim kapasitemizi 100 tona çıkardık. Başladığımız tarihten bugüne kadar bakır tüketimimizde yüzde 200’lük bir artış söz konu­su. Bununla birlikte bizim dönemimizde alüminyum iletken üretimi de başladı. Ayrıca fiber optik kablo ve ekipmanları da yoktu, bunla­rı da üretmeye başladık. Türkiye’nin geleceği için önemli olduğunu düşündüğümüz orta ve yüksek gerilim kablo grubunda da en son teknolojiyi kullanarak üretime geçtik.”

HES KABLO 50 ÜLKEYE İHRAÇ EDİLİYOR

HES Kablo’nun yıllık minimum 150 milyon dolar ciro yaparak liderliğini devam ettiren, yeni teknolojiler üretebilen bir firma oldu­ğunun altını çizen Boydak şöyle devam ediyor:

“Elli ülkeye ihracat gerçekleştiriyoruz; bu rakam o yılki kon­jonktüre bağlı olarak değişiyor. Ama bizim hedefimiz, optimal ola­rak dünyanın 100’den fazla ülkesine ulaşmak. HES Kablo’yu Tür­kiye ekonomisine bir kambur değil, destekleyici lokomotif bir şir­ket hâline getirdik. Ayrıca network sistemleri için alt yapı yapısal kablolama sistemleri üretimi konusunda ‘Western Wire’ isimli İngiliz şirketiyle, HCS Kablolama Sistemleri şirketimizi yüzde 50-yüzde 50 ortaklık paylarıyla kurduk. Bu şirket Türkiye’de yapısal kablolama alanında bir numaralı şirket hâline geldi. Şirket, dünyada ya­pısal kablolama ürünleri konusunda Amerikan ITL ATL tarafından tanınan altıncı firma oldu. Sadece Türkiye’de değil birçok ülkeye yapısal kablolama ürünlerini kendi markamız HES adıyla pazarla­maktayız.”

ANADOLU’NUN PARLAYAN YILDIZI

Fiber kablo yanında Bursa’da ev tekstili alanında 65 makinelik bir dokuma fabrikası kurduklarını vurgulayan Hacı Boydak şunları söylüyor:

“Bizim aldığımız dönemde HES Kablo’da sadece haberleşme kabloları üretilmekteydi, enerji kabloları üretimi çok küçük bir ka­pasitede yapılıyordu. Oysa firmaların, geleceğini garantiye almala­rı için ürün çeşidini artırması gerekir. Eğer kablo sektöründeyseniz yüksek kaliteli kabloları üretmek zorundasınız, ‘Ben sadece telefon kablocusuyum, enerji kablosu üretemem.’ diyemezsiniz. Biz ayrıca şu anda Türkiye’nin üçüncü büyük bakır kablo üreticisi konumun­dayız.

“Şimdiye kadar dokumalık kumaşta İtalya’dan çok büyük alımlar yaptık. Dünyanın en kaliteli kumaşlarının dokunacağı bu fabrikanın büyük bir boşluğu dolduracağına inanıyorum. İstikbal olarak mutfak üretimine başladık. Daha önce Alman mobilya şirketi Hukla ile yaptığımız bir benzeri anlaşmayı, yine dünyanın en büyük mutfak üreticilerinden biri olan İtalyan bir markayla yaparak, onun lisansıyla mutfak üretimini hızlandıracağız.”

Boydak’lar yeni yatırım ve istihdam alanı açmakla “Anado­lu’nun yıldızı” olma yolunda hızla ilerliyorlar.

“FAİZSİZ BANKACILIKTA BİZ DE VARIZ”

Kablo sektöründe de öncülük yaptıklarını belirten Hacı Boydak, bütün bunların yanı sıra faizsiz bankacılık alanına da girdiklerini ve bundan da memnun olduklarını belirterek şunları söylüyor:

“Faizsiz bankacılık Türkiye’nin ihtiyaçlarından biri. Bizim gibi Türkiye’de beş tane faizsiz bankacılık yapan kurum var. Biz bunlar içinde ikinci sırada yer alıyoruz. Aldığımız dört yıl içinde başarılı atılımlar yaptık. Şubelerimizi artırdık. Hükümetin bu kurumlarla il­gili kanun çıkartması bizi sevindirdi. Şimdi bu kurumlar devlet gü­vencesi altında repo ve faiz işlemleri hariç her türlü bankacılık hiz­metlerini de veriyor. Hükümet faizsiz bankacılığa bir standart getir­di, bu da bizi son derece mutlu etti.

“Şu anda yaptığımız işler dışında farklı alanlara girmeyi düşün­müyoruz. Biz istiyoruz ki, kendi alanımızda en başarılı olalım, dün­yaya Türkiye’nin ismini duyuralım. Yakın zamanda mutfak takımı panel grubuna da iddialı bir şekilde gireceğiz. Son birkaç yıl içinde 100 milyon dolardan fazla yatırım yaptık. Yatırım alanlarımızı uzmanlaştırdık. 1999 yılında yeniden yapılanmamızı gerçekleştirdik. HES Kablo’da ürettiğimizin yüzde 70’ini ihraç ediyoruz. Kablo ala­nında Türkiye’de kapasite olarak üçüncüyüz. HES Kablo olarak elektrik ve enerji kablosunda Türkiye’de birinciyiz. Günlük 100 ton civarında bakır kablo üretiyoruz. Bu alanda Türkiye’de en çok üre­ten firmayız. HES Kablo kabloculuk alanında Türkiye’de öncülük yapıyor. Dünya standartlarında üretim yapıyoruz. 2001 yılında ABD başta olmak üzere Orta Doğu, Balkanlar, Güney Afrika, Avrupa ülkelerine HES Kablo ihraç ettik. 2001 yılında başlattığımız ih­racat hamlemiz artarak devam ediyor.

“Türkiye, Özal’la birlikte büyük bir gelişme ve değişme dönemi yaşadı. Biz de o dönemde büyük ölçüde üretimimizi ve yatırımlarımızı artırdık. 1991-1997 yılları büyüme ve atılım yıllarımız oldu. Bu yıllarda ilerledik ve yatırımlarımızı hızlandırdık. 1997’den itibaren dev­letin yatırıma yönelik faaliyeti geciktirmesi yatırımcı üzerinde menfî tesir bıraktı. Hükümetin üretime sempatiyle bakmasını bekliyoruz. Yönetim zaafı ve ekonomik kriz, yatırımları olumsuz yönde etkiledi.

“Biz siyasîlerden istikrar istiyoruz. Ülkemiz için var gücümüzle çalışmak, hedefimizdir. Eskiden Kırıkkale’den öteye mobilya gitmezdi. Bu yolu Allah’a şükür aştık ve ihraç ediyoruz. İstikbal Topluluğu bugün yan sanayi hizmeti de yapıyor. Küçük esnafa da yardımcı oluyoruz. İhracatta öncülük yapıyoruz. Eskiden ‘Kayseri’ denince akla ‘pastırma ve sucuk’ gelirdi, şimdi ilk akla gelen kanepe ve koltuk.'”

“İŞÇİMİZE SAHİP ÇIKTIK!”

“Sizi siz yapan ilkelere sahip çıkmadığınız takdirde yok olmaya mahkûm olursunuz.” diyen Hacı Boydak, dar zamanda da işçilerine sahip çıktıklarının altını çiziyor. Gerisini Hacı Beyden dinleyelim:

“İstikbal Grubu olarak Türkiye’de önemli bir boşluğu doldur­duk. İhracat yaparak Türkiye’nin bir üretim ülkesi olduğunu kanıt­lıyoruz. Alanımızda kaliteyi yakaladık. İhracatlarımızla bunu ispat­ladık. 1983’ten itibaren yurt dışı fuarları takip etmeye başladık. Mallarımızı fuarlara götürdük. Yeni ürünler çıkartarak dünya stan­dartlarında üretim yapıyoruz.

“Babalarımızdan gördüğümüz gibi işçilerimize sahip çıktık. Zor günlerimizde onları işten çıkartmadık. Onlar da bu bilinçle bize sa­hip çıktılar. Üretimimize katkıda bulundular. İşimizi sahiplendi­ler… Körfez Krizi, 5 Nisan Krizi ve son 2001 yılındaki krizde za­man zaman üç gün çalıştığımız dönem oldu. İşçilerimizle omuz omuza çalıştık. Daha sonra işler açıldı. Kimse işçi bulamazken biz gece gündüz çalıştığımız hâlde iş yetiştiremiyorduk. Allah işlerimi­zi bereketlendirdi. İşçilerimizin duasını aldık. Yaptığımız ürünlere sahip çıkıp kaliteye önem veriyoruz. Satış sonrası servise, reklâma ve teknolojiye önem veriyoruz. Kazandığımız parayı yatırıma yatırıyoruz. İyi bir ekip çalışması yapıyoruz.

“Büyük görünmek için farklı alanlara el atmadık, işimizin ve ge­lişmelerin doğasına uygun yatırım yaptık. Sekiz yüz elli bin metre­kare açık alan üzerine kurulu 620 bin metrekare kapalı alana sahip fabrikalarımızda 10 bin kişiye istihdam meydana getirmenin mutlu­luğunu, bu formüle borçluyuz.

“Biz ‘İstikbal’ markası taşıyan her ürünün tüketicilerin beklenti­lerini karşılayabilmesine büyük önem veriyoruz. İstikbal Toplulu­ğu, 1990’lı yılların başından itibaren uygulamaya geçmiş olduğu toplam kalite yönetimiyle ürün kalitesini sürekli artırarak kalite an­layışını yüksek düzeyde kazandırabiliyor. Biz, müşterilerini sadece bir tüketici olarak değil, aksine ‘İstikbal dostu’ olarak görüyoruz.

“2001 krizi öncesinde Güneydoğuya ciddî bir yatırım yapmayı düşünüyorduk, kriz buna mâni oldu. Şu anda çok fazla açılmak is­temiyoruz. Kendi alanımız dışına çıkmayı düşünmüyoruz. Böylesi­ne büyük şirketlerin kredi kullanmaması mümkün değildir. Ancak biz üretimimizin büyük bölümünü kendi öz kaynaklarımızdan yapı­yoruz. Kullandığımız kredi öz kaynaklarımızın yanında çok düşük kalır. Mümkün mertebe öz kaynaklarımızla çalışmayı yeğleriz. Aya­ğımızı yorganımıza göre uzatırız. Şimdi şirketlerimizi bir araya ge­tirerek holdingleştik. Boydak Holding olarak işlerimizi bir çatı altı­na topladık ve çalışmamıza hız verdik. Ürünlerimizi Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, İskandinavya ülkeleri, Amerika, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Rusya ve Türk cumhuriyetleri dâhil 50 ülkeye ihraç ederek yurt ekonomisine katkı sağlıyoruz. Ürünlerimiz sade­ce binin üzerinde satış noktasında tüketiciyle buluşuyor.”

“DÜNYAYI ADIM ADIM DOLAŞIYORUZ”

Dünyayı adım adım dolaşarak ürünlerini pazarladıklarının altını çizen Hacı Boydak şöyle devam ediyor:

“Boydak Holding, İstikbal Şirketler Topluluğunun, Merkez Çe­lik, Boytaş, Anadolu Finans Kurumu, HES Kablo ve farklı alanlar­daki pazarlama şirketleriyle geniş bir yelpazede hizmet verirken, dış pazarlara da hızla açılıyoruz. Daha önce 20 ülkeye ihracat yapar­ken, şimdi bu sayı 50’ye ulaştı. Aralarında Almanya, Fransa, İngil­tere, ABD ve Rusya Federasyonu gibi ülkelerin yer aldığı 50’ye ya­kın ülkeye ihracat yaparak ülke ekonomisine katkı sağlıyoruz. İnsan kaynaklarına değer vererek, üretim kalitesini sürekli yükseltiyoruz. Bu ilkelerimiz bize dış pazarda avantaj sağlıyor. Bugün pazarlama­cı arkadaşlarımız ellerinde çanta, bütün yurt dışını adım adım dola­şıyorlar. İstikbal Grubu olarak geleceği yatırımda görüyoruz.

“Son üç yılda 100 milyon dolar yatırım yaptık. Devlet bankala­rından mümkün mertebe uzak durmaya çalışıyoruz. Boyumuzu aşan işlere girmeyiz. Grubumuzun 2000 yılı cirosu 400 milyon do­lar olarak gerçekleşti. 2001 yılında 500 milyon dolarlık ihracat yap­tık. Grubumuzun dört şirketi, dört yıldır sürekli olarak İstanbul Sanayi Odasının ‘500 Büyük Sanayi Kuruluşu’ sıralamasında ön sıra­larda yer alıyor. TSE ve ISO 9001 Kalite Güvence Sistemi Belgesi­ne de sahip olan İstikbal, toplam kalite yönetimi anlayışının simge­si ürünler üretmeyi amaçlıyor ve her geçen yıl bir önceki yıla göre büyüyor.”

CASPER BİLGİSAYAR SAHİBİ YALÇIN YILDIRIM:

BİLGİ TOPLUMU BİLGİSAYARDAN

GEÇER

YALÇIN YILDIRIM KİMDİR?

1968 yılında Rize’de doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisa­yar Bölümünden mezun oldu. 1991 yılında Casper Bilgi Sistemleri A.Ş.’yi kurdu. Yalçın Yıldırım, şirketin genel koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

Casper Bilgisayar’ı, üç arkadaş bundan 13 yıl önce kurmuşlar. Genç ve dinamik bu üç arkadaş, Körfez Krizine denk gelen yıllara aldırmadan bilgisayar sektöründe önemli bir atılım yapmışlar. Casper’ın sahiplerinden ve genel koordinatör Yalçın Yıldırım, Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü mezunu. Yani işinin ehli biri… Gözleri şimşek gibi çakan Yalçın Bey, genç bir mü­teşebbis. Yalçın Yıldırım konuşurken bazen heyecanlanıyor ve hızı­nı alamıyor…

Casper Bilgi Sistemleri A.Ş.’nin ortağı ve şirketin genel koordi­natörü Yalçın Yıldırım, kriz öncesi ve sonrasıyla ilgili bilgisayar sa­tış rakamlarını verirken bu sektörün kan kaybettiğine dikkat çeki­yor:

“Krizden önce Türkiye’de 650 bin bilgisayar satılıyordu. 2001 yılına baktığımızda bu rakam 320 bine kadar düştü. Türkiye’de bil­gisayar kullanım oranı yüzde 3 gibi komik bir rakam… ABD’de yüzde 47, AB ülkelerinde yüzde 30 civarında. Türk insanı ağır eko­nomik krizden dolayı bilgisayar almakta güçlük çekiyor. Microsoft’un verilerine göre biz bu sektörde bir numarayız. En çok bilgi­sayar satan, Casper’dır. Halkımız bizi beğendi ve tuttu. Casper, Tür­kiye’nin bir gerçeğidir.”

Yalçın Yıldırım ve ortağı Altan Araş Fakılı, uyumlu bir ikili. Or­taklıkları on üç yıldan beri kavgasız gürültüsüz devam ediyor.

1968 doğumlu olan Rizeli Yalçın Yıldırım ve Gaziantepli Altan Araş Fakılı, üniversite yıllarında tanışmışlar. İkisi de Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünü bitirmişler. Yıldı­rım ve Fakılı, çeşitli bilgisayar firmalarında çıraklık devresinden geçtikten sonra 1991 yılında Casper Bilgi Sistemleri A.Ş.’yi kur­muşlar.

Yıldırım ve Fakılı; biri Karadenizli, diğeri Doğulu iki insanın birlikte iş kurarak uzun yıllar bir arada çalışan ortaklığını da gösteriyorlar. Bu ikilinin ayrıldığı nokta ise Yıldırım’ın koyu bir Beşik­taşlı, Fakılı’nın ise aynı oranda Galatasaraylı oluşu… Bu farklı ta­kım tutmaları, ortaklıklarına bir engel teşkil etmiyor. Bir başka ay­rıldıkları nokta ise, Yıldırım Karadeniz ve Rize’ye hayran, Fakılı ise Antep yemeklerine…

“BİLGİSAYARDA ÖNCÜ MARKAYIZ”

“Ülkenin kalkınması için var gücümüzle çalışmalıyız.” diyen Yalçın Yıldırım şunları söylüyor:

“Bir tarafta para kaçıranlar varken, diğer yanda ülkeye para akı­şını sağlayarak fabrika kuranlara birtakım engeller çıkartıldığını gö­rüyoruz. Paranın yeşili, kırmızısı, beyazı olmaz; para paradır. İnsan­ların niyeti ve yapmaya çalıştığı, bu ülkede üretmek ve ülke insanı­na faydalı olmak ise, devletin böyle insanlara yardımcı olması ve hatta ödüllendirmesi gerekir. Devletin ödeyemez hâle geldiği iç borç yerine müteşebbislerin önünü açması daha doğru olur.

“Türkiye’de insanlar birtakım şeylerle maalesef aldatılıyor ve uyutuluyor. Futbol gibi bazı spor dallarında elde edilen başarılarla avunur hâle getiriliyoruz. Bu başarılar siyasîler ve devlet için de nu­mune olması gerekirken, elde edilen başarı halkı avutmak ve uyut­mak için kullanılıyor. Türkiye’de köşe başını kapmış azınlıklar, ül­kenin geleceğiyle oynuyor. Bu gruplar Türkiye’nin gerçek günde­minin konuşulmasını engelliyorlar. Türkiye’nin gündemi ve gerçek sıkıntısı tartışılmıyor, yapay gündemle insanlar meşgul ediliyor.

“Biz şu anda Anadolu’da çok sayıda bilgisayar satıyoruz. Van’da, Elâzığ’da, Diyarbakır’da çok fazla bilgisayar satıyoruz. Anadolu insanı, Batıdaki ailelerden daha fazla olarak çocuklarının bilgisayara sahip olmasını istiyor. Anadolu insanı bilgisayara çok çabuk adapte oldu.

“Efendim, yapılan araştırmalarda Türkiye’de bilgisayar kullanı­mının nüfusa oranı yüzde 3. Bu açıdan Türkiye, Batılı ülkelerin çok gerisinde. Türkiye, bilgisayar piyasası açısından önemli bir potansi­yel oluşturuyor. Bilgi toplumu olmak, bilgisayardan geçer. Devlet bu konuda gayret göstermeli ve teşvik etmelidir. Biz şu anda yerli marka olarak ilk sırada yer alıyoruz.

“Şu ilginç rakamı vermek istiyorum:

“Anadolu’da bilgisayar kullanımı Batıdaki büyük şehirlerimiz­den nüfusa oranla daha fazla. Anadolu, gelişmeyi ve ileriye doğru değişmeyi daha önce gerçekleştiriyor. Anadolu’da alım gücü fazla olsa bilgisayar alanında büyük patlama olur. Bilgi toplumunda in­sanların bilgiye ulaşması için bilgisayarlarının olması gerekir. Bu­gün bilgisayar tabiî bir tüketim aracı hâline gelmiştir.”

“TÜRKİYE’DE TOPLANTI HASTALIĞI VAR”

Türkiye’de âdeta toplantı yüzünden işlerin aksadığına dikkat çe­ken Yalçın Yıldırım, konuyla ilgili ilginç bir anekdot anlatıyor:

“Türkiye’ye çok uzun zaman gelip giden İrlandalı bir iş adamı­na, ‘Türkiye’de iş alanında en çarpıcı durum nedir?’ diye sordu­ğumda bana şunu anlattı:

“’Türkiye’de gördüğüm, ancak çözemediğim ve çözmekte zor­landığım bir konu var. Kimi arasam ‘toplantıda’ diyorlar. İnsanlar­da bir toplantı hastalığı var! Toplantıda değilse bile toplantıda oldu­ğu söyleniyor. Hâlbuki toplantı haftada veya ayda bir olur. Her gün iş yapmamak için toplantı yapılmaz ki… ‘Toplantı’ mefhumu işleri aksatıyor.’

“Türkiye’de genel iş alanında ‘zaman’ mefhumu çok iyi değer­lendirilmiyor. İşin akışına göre program belirleniyor. Biz her yıl, her ay, her hafta toplantı yapar, program belirleriz. Biz her zaman aran­dığımızda bulunuruz, kimseyi atlatmayız. Toplantılarımız kısa olur ve toplanma maksadımız işlerin koordinesi içindir.

“Yine bir misal daha vermek istiyorum: Bayram yaklaşıyor, bay­ram öncesinde, beş gün önceden işler duruyor. İş yapacaksınız, ‘Bu bayram geçsin.’ gibi ifadeler işleri aksatıyor.”

BATININ KURUMSALLIĞI, DOĞUNUN HOŞGÖRÜSÜ

Krizde birçok bilişim şirketi kepenk indirmek, kepenk indirme­ye direnenler ise eleman çıkarmak zorunda kaldılar.

İstanbul’da 200, Anadolu genelinde de yaklaşık 400 bayii olan Casper, ödemelerin yığıldığı zor dönemde 600 civarındaki bayiiyle tek tek görüşmüş, ödeme sıkıntılarıyla ilgili çözüm yollan aramış. Bu çalışma sonrası bayilerinin iyi günde olduğu gibi kötü günlerde de kendilerine güvenebileceklerini gördüklerini ifade eden, Casper Bilgisayar’ın pazarlama, satış ve Anadolu’da bayi oluşturmadan so­rumlu genel koordinatörü Yalçın Yıldırım, şunları söylüyor:

“Batının kurumsal yapısı ile Doğunun hoşgörülü yaklaşımını birleştirerek iş hayatında uyguladık ve krizi rahat atlattık. Aksayan ödemelerle ilgili problemleri, hukukî yollarla değil de diyalogla çözmeyi tercih ettik. Aslında biraz da yazılı medya sayesinde krizi ucuz atlattık. Tam sayfa kampanya ilânlarımız tüketicilerin dikkatini çekti. Ürünlerimizden duyulan memnuniyet de buna eklenince satışımız arttı. Krizi rahat atlatınca eleman da çıkartmadık.”

Türkiye’de kriz öncesi PC pazarı her yıl yüzde 30 büyürken, Casper yüzde 50 büyüme kaydetmiş. 2001 yılında 19 bin bilgisayar satan Casper, Türkiye genelinde satılan bilgisayar sayısıyla muka­yese edildiğinde pazardan yüzde 2.5 pay almış. Ciro ve satışı önce­ki yıllara göre düşmesine rağmen, yüzde 30 büyümüş oldu. Geçen 10 yılda pazarda markasını oluşturan Casper, bilgisayar üretiminde belirli bir standardı yakaladı. Bilgisayar kullanıcılarından memnu­niyetsizlik izlenimi almadıklarına dikkat çeken Yıldırım, “Bütün bayilerimize, çözemedikleri problemlerde müşteriyi direkt bizimle görüştürmelerini söylüyoruz. Problemlere sür’atle çözüm bulduğu­muz için de bugüne kadar ‘tüketici köşeleri’ne hiç konu olmadık. Bilgisayar sektöründe en önemli olan şey, satış sonrası teknik des­tek. Biz bu desteği iyi verdiğimize inanıyoruz. Yerli markalar bu an­lamda çok iyiler, kullanıcılar servis desteği noktasında az problem yaşıyorlar.”

“PAZAR BULMAK ÖNEMLİ”

Yıldırım, Türkiye’de bilgisayar üretmenin zorluğu ve Anadolu insanının bilgisayara olan ilgisi hakkında şunları söylüyor:

“Bilgisayar parçalarını Tayvan’dan, yazılımı ise Amerika’dan alıyoruz. Aslında Türkiye’de de bilgisayarın birtakım parçalan üre­tilebilir, hatta biz bile üretebiliriz, ama global bir dünyada bu çok anlamlı olmaz. Üretim için büyük maliyetleri olan tesisleri de kura­biliriz, ama sonra bu ürünleri satacak iyi pazarlar bulmak zor. Tür­kiye pazarı da üreticilerin beklentilerini karşılayacak kadar iyi de­ğil. Amerika bile bilgisayarın parçaları olarak bildiğimiz donanım ürünlerini kendisi üretmiyor, Tayvan gibi ülkelerden temin ediyor. Yapılan istatistik çalışmalar, 2005 yılında Türkiye’de bilgisayarlaş­ma oranının nüfusun yüzde 12’si civarında olacağını gösteriyor. Ama bu rakam neredeyse Avrupa’nın şimdiden yakaladığı bir ra­kam. Bilgisayarlaşma konusunda çok yavaş ilerliyoruz. Devletin de bilgisayarlaşma konusunda katkıda bulunması, öncülük yapması gerekiyor. Devlet, en azından bilinç oluşturmaya katkıda bulunma­lı. TV’lerde trafik kurallarıyla ilgili gördüğümüz birkaç saniyelik eğitici ve bilgilendirici yayınlar bilgisayar için de yapılmalı.

“Aslında halkımız bu konuda çok hızlı bir şekilde bilinçleniyor ve bilgisayarın önemini anlıyor. Anadolu bilgisayara çok ilgi göste­riyor. Biz bu ilgiden memnunuz. Anadolu insanı çocuğunun eğitimi için her şeyi yapıyor. Casper olarak bizim gördüğümüz, fedakâr Anadolu insanı, içinde bulunduğu zor ekonomik şartlara rağmen bilgisayarı da çocuğunun eğitimi için bir ihtiyaç olarak görüyor ve alıyor. Hatta artık bilgisayarları eve alınacak beyaz eşyalar içerisine dâhil ediyorlar. Buzdolabı, fırınlı ocak, çamaşır makinesi gibi, bil­gisayarı da ihtiyaç olarak görüyorlar. Bu bilgisayarlaşma, teknoloji­den istifade etme adına çok önemli.”

“TÜRKİYE’DE BİLGİSAYAR DAHA UCUZ”

Ürettikleri bilgisayarların dünya standartlarına göre daha ucuz olduğunu belirten Yalçın Yıldırım şöyle devam ediyor:

“Bizim ürettiğimiz bilgisayarlar uluslar arası markalardan yüzde 25-30 civarında daha ucuz. Yeni ürünler Türkiye’ye hem geç geli­yor, hem de gelene kadar geçen bir-iki ay içerisinde fiyatlar düşü­yor. Ama yabancı markalar ürünü aldıkları fiyattan satmak zorunda oldukları için pazara girdiklerinde bizden daha pahalı giriyorlar.

Uluslar arası markalar biz yerlilerle rekabet edemiyorlar. Çünkü ye­ni bir konfigürasyonu uygulayıp Türkiye pazarına sunmaları en er­ken 1.5-2 ayı buluyor. Biz ise birkaç gün içerisinde yeniliklere adapte oluyoruz. Onların bizden geride kalmaları, büyüklüklerin­den, hantal ve bürokratik yapılarından kaynaklanıyor; bizim çabuk uyum sağlamamız ise küçük olduğumuz için kolay manevra yapa­bilmemizden, aktif olmamızdan kaynaklanıyor.”

IRAK’A BİLGİSAYAR SEVKIYATI!

Casper Bilgisayar, gerçekleştirdiği fizibilite çalışmaları sonrası Irak pazarına girmeye karar verdi. Irak bölgesinde muazzam bir pa­zar boşluğu bulunduğunu belirten Yalçın Yıldırım şunları söylüyor:

“Yakın bir zamanda bu bölgeye sevkıyata başlayacağız. Kamu­da ve bireysel alanda talepleri belirledik. Kuzey Irak’tan başlamak üzere tüm Irak ve hatta İran’a da yayılacağız. Bölgeye ayda 300 ile 500 arası bilgisayar ihraç etmeyi plânlıyoruz. Bölgenin barışı çok önemli. Bölgede barış sağlanırsa biz de tez elden temsilcilikler aça­rak garanti ve destek hizmetleri vereceğiz.”

Karayalçın, AC Nielsen’in araştırmasında, IBM, Vestel gibi markaların önünde Türkiye’nin en çok bilinen bilgisayar markası­nın Casper olduğunu da açıklayarak, bu başarıyı nasıl yakaladıkla­rını şöyle anlattı:

“Biz tabandan sinerji sağladık, önce Anadolu’da etkinlik sağla­dık. Bayi ve müşterilerimizle iyi iletişim halindeyiz. Casper Bilgisayar’da kararlar kapalı kapılar ardında alınmıyor, 600’den fazla bayimizle oldukça açık ve samimî iş ilişkilerimiz mevcut. Bu, çok önemli bir konu; çünkü Türk bilgisayar sektöründe sistem çoğunlukla işletmelerin bayilerinden kopuk olmaları nedeniyle kilitleniyor.

“Bizim sektörümüz çok hızlı. Biz de işi çok seri yapıyoruz. Bil­gisayar sektöründe holdingler neden başarılı olamıyor? Çünkü bi­zim sektörde çok hızlı davranmak gerekiyor; sattığımız ürünün bir ay sonra daha ileri modeli çıkıyor. Holdingler ise toplu alım yaptık­larından daha yavaş hareket ediyorlar.”

Reklâmın gücüne inandıklarını da ifade eden Yıldırım, “Reklâmlarla sektörde ön plâna çıktığımız için ciro ve pazar payla­rımız katlanıyor. Biz 2000 krizinde, herkes basından elini eteğini çekerken reklâmlara devam ettik. Bu da marka bilinirliliğimizde sıçrama yaptı. AÇ Nielsen’in araştırmasında, Türkiye’nin en çok bi­linen bilgisayar markası olduğumuz ortaya çıktı. 2000’de yüzde 4,5 olan pazar payımızı yüzde 7’lere taşıdık.” diyor.

“HİZMETLERİMİZ ÇOK YAYGIN”

Türkiye’nin her tarafından bayiler yoluyla müşteri hizmetlerini artırdıklarına dikkat çeken Yalçın Yıldırım şöyle devam ediyor:

“Bu konuda çok ciddî çalışmalarımız var. Komşu ülkelerimiz­den Romanya ve Bulgaristan’da bizim markalarımıza karşı büyük bir ilgi var. Bu ilgi hem kaliteden hem de fiyatlarımızın ucuz olma­sından kaynaklanıyor.

“Biz müşteri hizmetini ve bakımı temel prensip edindik. Tüketi­ci masalarında bizden memnun olmayan müşterilerimizi bulamazsı­nız. Biz de müşteriyi memnun etmek için elden gelen ne varsa ya­parız. Bizi bu piyasada bilmeyen ve duymayan yoktur. Sektördekilerin birçoğuyla diyalog halindeyiz. Samimî dostluklarımız var. Ba­şarılı olmamızdaki en büyük etken, müşteri hizmetleridir. Türki­ye’nin her noktasında Casper bayii var ve bunlar müşterilerimize hizmet veriyor.

“Biz şu anda en yaygın bayi ve servis ağına sahip firma konu­mundayız. Servis problemimiz yok. Alt yapımızı tamamladık. Bi­zim markalarımız her tarafa girdi. Kamu kesimi, KOBİ’ler, askerî kesim dâhil bizim markamız her alanda kendini gösteriyor. Kalite­miz ve müşteri hizmetimizden dolayı markamız âdeta ‘ev markası’ hâline geldi. Çocuklar markamızı çok seviyor ve bizi tercih ediyor­lar.

‘”İnternet ahlâkı bozuyor, bu nedenle zararlıdır.’ gibi bir yakla­şım, bu sektöre vurulan en büyük darbedir. İnternetle insanlar dün­yayla bağlantı kuruyor. Önemli olan, gençlerimize kendi öz değer­lerini, kültürlerini iyi bir şekilde vermektir. İnterneti yasaklamakla bir yere varamayız. Gençlerimizin manevî yönünü doldurmazsanız, çeşitli yönlerden bu alanını doldurmak isteyecektir. İnterneti ‘ahlâk bozucu’ olarak görmeyi çok yanlış buluyorum. Bilgi toplumundan ve bilgi akışından kaçamazsınız.

“Bugün ülkemizde internet evleri açıldı. Bunlardan kaçmak ye­rine iyi bir denetleme olursa daha sağlıklı olur. Biz neslimizi koru­mak için İnterneti doğru olarak kullanmasını öğretmeli ve bundan azamî derecede faydalanmasını sağlamalıyız. Bu alanda bazı ahlâk dışı siteler var, ancak biz pireye kızıp yorganı yakacak değiliz.”

ÇALIK HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI

AHMET ÇALIK

MALATYA’DAN TÜRKMENİSTAN’A

AHMET ÇALIK KİMDİR?

İlk olarak ismini tekstil işiyle duyuran Ahmet Çalık, 1957 yılın­da Malatya’da doğdu. Kendisini gibi tekstilci babasından işi öğren­di. Çalık, Türkiye’de ismini Türkmenistan’da yaptığı yatırımla du­yurdu. İnşaattan enerjiye, kâğıttan gübre fabrikasına ve asfalt işle­rine kadar Türkmenistan’da en büyük iş adamı olarak ismini duyur­du. Ahmet Çalık, Arnavutluk’un ulusal telekom şirketi Alb Tele-kom’un hâkim ortağı konumuna geçmeyi başardı.

Yurt dışında hızla büyüyen Çalık Holding tekstil, inşaat, enerji, finans, pazarlama ve dış ticaret alanlarında faaliyet gösteriyor. 2004 cirosu yaklaşık bir milyar dolar tutarında. Türkiye, Türkmenistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai kenti ile Ukrayna ve Su­dan’da yatırımları bulunuyor.

Çalık ailesinin tekstil alanındaki faaliyetleri 1930’lu yıllara uzanmakla beraber, Ahmet Çalık’ın bu sektördeki ilk atılımı 1981 yılında İstanbul’da kurulan “Orta Doğu Tekstil” oldu.

Çalık Grubu, 1980’li yılların ikinci yarısında tekstil sektöründe­ki atılımlarına devam etti. 1987’de kurulan “GAP Güneydoğu Teks­til,” bugün yıllık 36 milyon metre denim kumaş dokuma kapasite­sine sahip, dünyanın önde gelen üreticilerinden biridir.

Tekstil alanındaki atılımlarını Türkiye dışına taşıma kararı alan Çalık Holding, 1993 yılında Türkmenistan’da yatırım yapan ilk ya­bancı gruplardan biri oldu. Aşkabat yakınlarında tarihî İpek Yolu üzerinde faaliyete geçen Türkmenbaşı Jcans, BDT ülkelerindeki tek denim kumaş üreticisi konumundadır.

MALATYA EKONOMİSİ VE ÇALIK VİZYONU

Malatya ilimiz iki cumhurbaşkanı, çok sayıda devlet adamı, ay­dın, bürokrat ve iş adamının yanı sıra Çalık ailesi gibi çok önemli bir değeri de Türkiye Cumhuriyetine kazandırmanın gururunu yaşa­maktadır. Anadolu’daki tekstil sanayinin duayenlerinden Mahmut Çalık ve oğlu Ahmet Çalık, Malatya’ya hizmet konusunda âdeta birbirleriyle yansıyorlar.

Anadolu’daki tekstil sanayinin öncülerinden olan Çalık ailesi, büyük bir şevk ve heyecan ile yatırımlarını sürdürüyor, insanımıza aş ve iş imkânı sağlamaya devam ediyor. Çalık Holding’in Türkiye ve Türkmenistan’daki tesislerinde 14 bin kişi çalışıyor. Yönetim ku­rulu başkanı Ahmet Çalık, devam eden ve plânlanan yeni yatırımlar sayesinde, önümüzdeki 10 yıl içinde Malatya’da 20 bin kişiye daha istihdam sağlamayı hedeflediklerini söyledi.

Ahmet Çalık, Türkiye’de olduğu gibi, ata vatan Türkmenis­tan’da da dünya çapındaki projelere imza atıyor. Tekstilin yanı sıra enerji ve inşaat sektörlerinde gerçekleştirdiği projeler göz kamaştı­rıyor. Sekiz ayda üç elektrik santrali kurmak, üstelik bu modern te­sisleri Türkiye’deki emsallerinden üç kat daha ucuza mâl etmek gi­bi çok önemli bir başarının arkasında Çalık Holding imzası var. Türkiye açısından çok önemli olan ve Türkmenistan’dan ucuz elek­trik alımını öngören anlaşmanın arkasında da Ahmet Çalık’ın şahsî gayretlerinin olduğu biliniyor.

Ahmet Çalık, Türkmenistan’da hâlen dünyanın en modern çi­mento, kâğıt ve azot fabrikalarını kuruyor; lüks binalar, parklar, iş merkezleri inşa ediyor. Bütün bu yaptığı işlerle büyük bir katma de­ğer oluşturuyor, farklı sektörlerdeki birçok firmayı ayakta tutuyor; yüzlerce TIR, Türkiye’den Türkmenistan’a malzeme taşıyor. Zincir şeklinde uzayıp giden ve gerek Türkiye’ye ve gerekse ata vatan Türkmenistan’a büyük katkılar sağlayan büyük bir ekonomi faali­yeti söz konusu…

DÜNYA ŞİRKETİ

Bir dünya şirketi olmayı hedefleyen Çalık Holding, yoğun bir uluslar arası ilişki ağına ve yurt dışı yatırımlara sahip.

Gerçekleştirdiği ihracat ve ithalatın yanı sıra Türkmenistan’daki yatırımları, ABD’deki pazarlama iştirak şirketleri, Rusya ve Türkmenistan’daki irtibat büroları, grubun yurt dışı faaliyetlerinin başlı­ca üretim ve dağıtım kanallarıdır. Son yıllarda gerçekleştirdiği e-ticaret atılımları (Kotonline ve Yarnline), Çalık Grubunun uluslar arası ticari ilişkilerine yeni ve potansiyeli büyük bir saha açmıştır. Grup değişen küresel konjonktüre uygun olarak, ticaret sektöründe­ki köklü deneyimini çağdaş e-ticaret uygulamalarıyla birleştirmeyi ve bu suretle ulusal pazarın merkez noktasını oluşturacağı bir coğ­rafyada lider ve piyasa yapıcısı olmayı hedeflemektedir.

İNŞAAT VE ENERJİ

Gaip iştiraklerinin ürünleri dünyanın dört bir yanına satıl­maktadır: ABD, AB ülkeleri (İngiltere ve İtalya başta olmak üze­re), Türkmenistan vs… Denim kumaşın dünyadaki en büyük üreticilerinden biri olan grup, hazır giyim, ev tekstili, iplik ve di­ğer tekstil aksesuarlarının da ihracat ve ithalatını gerçekleştir­mektedir.

Küresel boyutta kurulan stratejik iş ve ticarî ortaklıkları, Ça­lık Holding’e geniş bir coğrafyada dünya pazarlarına ulaşma ka­biliyeti kazandırmaktadır.

İnşaat ve enerji, grubun yurt dışı taahhüt hizmetleri ve yatı­rımları bulunan diğer sektörlerdir. 2001 yılına kadar 350 milyon dolan aşkın taahhüdü yerine getirmiş olan grubun Türkmenistan portföyünde Tejen Gübre Fabrikası, Yaşlık Yunus Emre Kâğıt Fabrikası ve Kelete Çimento Tesisi projeleri yer almaktadır. Şir­ketin Türkmenistan’da üstlendiği diğer projeler arasında tekstil yatırımları ve çeşitli şehir yapılarının inşa projeleri bulunmaktadır.

RİSK YÖNETİMİ VE ÇALIK HOLDİNG

Risk yönetimi, Çalık Holding’in iş anlayışının ayrılmaz bir par­çasıdır. Bu noktadan hareketle holding, iş stratejilerinden fîyatlama politikalarına, yatırım kararlarından uluslar arası iş ortaklıklarına kadar farklı konulardaki karar ve günlük icraatlarında, ulusal ve uluslar arası pazarlarda hâkim olan veya muhtemel risk kategorile­rini en bilimsel metotlarla takip ederek, işlerine muhtemel etki de­recelerini dikkate almaktadır.

Merkezî olarak yapılandırılmış olan risk yönetimi faaliyetleri ay­nı zamanda farklı faaliyet alanları ve iştirakler bazında da dikkatle yürütülmekte ve takip edilmektedir. Bu yapı, bir taraftan riskin grup çaplı etkin yönetimine olanak tanırken, iştiraklerin kendi faaliyet alanlarındaki riskleri göz önünde tutmalarına imkân tanımaktadır.

Yoğun olarak uluslar arası piyasalarda faaliyet gösteren Çalık Grubunda aktif pasif komitesi ve grup fon yönetimi bölümü tarafın­dan finansal risk yönetimi politikaları belirlenmektedir.

Finansal risklerin takibi ve yönetiminin etkinliğini ve verimlili­ğini artırmak için doğru ve güncel bilgiye zamanında ulaşabilmeyi sağlayacak bilgi teknolojileri alt yapısı çalışmaları BT master planıyla paralel bir yapıda devam etmektedir.

Küresel kimliğini her geçen gün pekiştiren Çalık Holding, risk yönetimini her türlü faaliyetin kaçınılmaz bir gereği olarak algıla­makta ve bu konudaki çalışmalarında çağdaş yöntemler uygulama­nın ötesinde şeffaf ve uluslar arası ölçekte kıyaslanabilir olmayı he­deflemektedir.

Eğitime 2004’te yapılan bağışlar, cumhuriyetten bu yana yapılan toplam bağışları aştı. Bir yıl içinde hayırsever katkısıyla 6 bin 724 derslik, bin 153 ek derslik yapıldı. Toplam derslik sayısı 7 bin 877 oldu. Hayırseverler tarafından 155 bin metrekare de arsa bağışlan­dı. Eğitime en büyük bağış 700 trilyon liralık yatırımla İstanbul Menkul Kıymetler Borsasından (İMKB) geldi. İkinci sırada ise 20 trilyon liralık eğitim yardımı yapan Çalık Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık var. İMKB’nin bağışının bir kısmı, sekiz yıl­lık zorunlu eğitime geçilmesiyle birlikte imzalanan protokol gereği oldu.

TÜRKMENBAŞI’DAN ÖVGÜ

Bunca büyük işlere imza atıp büyüklük kompleksine kapılma­mak ve her zaman mütevazi kalabilmek zordur. Ahmet Çalık, bu zo­ru başaran nadir kişilerden biridir. Başarısının sırrı da bence burada yatıyor: Dürüst olmak, çalışkan olmak, ilkeli olmak…

Malatya’dan olduğu gibi, her şehrimizden Ahmet Çalık gibi bir müteşebbis çıkarmamız gerekir. O zaman istihdam sağlayarak işsiz­liği önleyebiliriz… Türkiye, vurguncularla, hortumcularla değil, dü­rüst, çalışkan, vizyon sahibi iş adamlarıyla yükselecektir.

Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı, Ahmet Çalık’ın güvenilir, Allah’a inanan, haram lokma yemeyen, namaz kılan, yalan söylemeyen bir iş adamı olduğunu, Türkiye’den gelen 250 kişilik Türk heyetine bakarak üzerine basa basa söyledi.

ÇALIK GRUBU

Çalık Grubu, Aralık 2003’te yapılan ihaleyle Bursa’da doğal gaz dağıtım hakkını 120 milyon dolara satın almıştı. Kısa sürede 50 bin yeni konuta gaz götürdüklerini belirten Ahmet Çalık, elde ettikleri sonuçtan memnun. Enerjinin her alanının özelleştirilmesi gerektiği­ne inanan Çalık, “Enerjinin dağıtımı ve diğer alanlarıyla ilgili yapı­lacak bütün özelleştirmelerde Çalık ismini görebilirsiniz.” diyor.

Çalık Grubu, 1980’den itibaren her geçen yıl belirledikleri prog­ram çerçevesinde büyümesini sürdürüyor. Yatırımları kriz dönemle­rinde dahi ertelemediklerini vurgulayan Ahmet Çalık’ın hedefi, 2003’te gerçekleştirilen 800 milyon dolarlık ciroyu kısa zamanda bir milyar dolara çıkarmak. Dört bini yurt içinde olmak üzere top­lam 14 bin kişiye iş sağlayan grup, mevcut alanların haricinde fark­lı bir alanda yatırım yapmayı düşünmüyor.

İş adamı Çalık, Türk tekstil sektörünün olgunlaşma şamasını at­lattığı ve dünyadaki varlığını önümüzdeki yıllarda sürdüreceği gö­rüşünde. Tekstil sektöründe yeni yatırımlarıyla büyümeyi hedefle­yen grup, Malatya’daki GAP Güneydoğu Blue Jean Fabrikasını önümüzdeki beş yılda en büyük üretici konumuna getirmek için ça­lışıyor.

ATA YURDUNA “ÇALIK” MÜHRÜ

Türkmenistan’ın en büyük yabancı yatırımcısı konumundaki Çalık Holding, anahtar teslimi olarak inşa ettiği ve toplam yatırım değeri 400 milyon dolar olan iki ayrı fabrikayla faaliyete başladı. Açılış törenlerinde konuşan Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Niyazov, Türkiye ile tek millet iki devlet olduklarını belirte­rek, Türk şirketlerinin Türkmenistan’ın bağımsızlığını kazanması­nın ardından sağladığı kalkınmasında büyük rol oynadıklarından övgüyle söz etti.

Çalık Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık ise 1992’den beri Türkmenistan’a yapılan toplam sekiz milyar do­larlık yabancı yatırımın 4.5 milyar dolarının Türk şirketlerine ait olduğuna işaret etti ve “Çalık Grubu olarak biz de Türkmenis­tan’da bugüne kadar toplam bir milyar dolarlık iş yaptık.” diye konuştu.

BİR DOLARA DEPO DOLUYOR

İş adamı Ahmet Çalık, Türkmenistan’da tekstilden inşaata, ener­jiden, finans, pazarlama ve dış ticarete kadar birçok alanda faaliyet gösteren Çalık Holding’in 2004 yılı cirosunun bir milyar doları bul­duğunu ve 18 bin kişiye istihdam sağladığını bildirdi.

Kendisinin 1992’de ilk kez Türkmenistan’a geldiğinde ülkede yoksulluğun hüküm sürdüğünü, ancak bugün kalkınma hamlesi içinde bir Türkmenistan’la karşı karşıya bulunduklarını anlatan Ça­lık şöyle devam etti:

“Türkmenistan her yıl yüzde 20’yi aşan bir hızla büyüyor. 1992’de ortalama altı dolar kazanan bir işçi, bugün ayda 200 do­lar kazanıyor. Ülkede yatırım iklimi çok iyi ve her geçen gün da­ha da iyileşiyor. Türkiye’de sekiz sent olan enerji maliyeti bu ül­kede sadece bir sent. İşçilik ise ortalama 100-200 dolar arasında. Türkmen halkının alım gücü buna rağmen yüksek. Çünkü bura­da elektrik, su, gaz ve tuz bedava. Otomobillerin deposu ise sa­dece bir dolara doluyor. Türk şirketleri için özellikle enerji ve in­şaat sektörlerinde büyük fırsatlar var. Türk şirketleri isterlerse gelip bu ülkede rahatlıkla yatırım yapabilirler.”

TÜRKMENİSTAN’I YATIRIMA BOĞDU

Çalık Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık, kamuoyu tarafından pek bilinmese de, Türkiye’nin en zengin iş adamlarından biri. Holding cirosu yıllık bir milyar doları bulan Çalık, “Mütevazılıği korumak gerek.” düşüncesiyle isminin çok fazla anılmasından uzak duruyor. İnşaat, tekstil ve enerji alanında faaliyet gösteren iş adamının, sadece doğduğu yer Malatya’da 13 tekstil fabrikası bulu­nuyor.

Toplam 18 bin çalışanı olan Çalık, yatırımlarının önemli bir kıs­mını Türkmenistan’a gerçekleştirmiş durumda. Bu ülkede elektrik santralleri, tekstil, çimento, gübre, amonyak ve kâğıt fabrikaları, ko­nutlar ve yollar olmak üzere pek çok alanda yaklaşık 1.2 milyar do­larlık yatırıma imza atan Çalık, 700 milyon dolara yakın yeni pro­jelerin de inşa aşamasında olduğunu söylüyor. Bunlar arasında yine doğal gaz dönüşümlü elektrik santrali, bakanlık konutları, çimento fabrikası, yol ve kanal projeleri, Disneyland, olimpik yüzme havu­zu, doğum hastanesi ve tiyatrolar yer alıyor.

ÖZAL’IN SON GEZİSİNDEYDİ

Ahmet Çalık, Türkmenistan’ı ilk defa 1992’de Sekizinci Cum­hurbaşkanı Turgut Özal’ın vefatından kısa bir süre önce birlikte zi­yaret ediyor. Bu gezide Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşıyla tanışıyor. Türkiye’de ham bez ve jean üretimi yapan bir fab­rikası olduğunu öğrenen Türkmenbaşı’nın “Burada bir tekstil fabri­kası kurun.” daveti üzerine Çalık, bir yıl sonra Aşkabat’ta 35 mil­yon dolarla ilk tekstil fabrikası Türkmenbaşı Jean Kompleksinin açılışını yapıyor.

Çalık’ın Türkmenistan’daki ilk dönemleri hayli zorlu geçiyor. Rusça’nın dışında başka dil konuşulmazken, ekmek karneyle dağıtı­lıyor; su, cola gibi içecekler ise ancak Türkiye’den temin edilebiliyor. Otelin olmadığı ve yabancılara ev kiralamanın yasak olduğu dönemde muhtelif kiracılarla ortak evde yaşamak zorunda kalan Çalık, zor hayat şartlarından dolayı kendisiyle beraber gelen 11 arkadaşından sekizinin Türkiye’ye geri dönmesini engelleyemiyor. Sonraki dönemde Türkmenbaşı’nın yabancı iş adamlarına iş ve yerleşme olarak daha çağdaş imkânlar tanımasıyla Çalık’ın burada iş yapma imkânı daha da genişliyor.

TÜRKMENBAŞI’NIN YARDIMCISI…

Endüstrinin gelişimiyle yeni tekstil fabrikalarının yanında inşa­at ve enerji işine de giren Ahmet Çalık, bağımsızlığını kazandığı 1992’den bu yana 8.5 milyar dolarlık yabancı yatırım çeken Türk­menistan’a yaklaşık 1.2 milyar dolar yatırımda bulunuyor. Çalık, devlete anahtar teslimi yaptığı konut ve fabrikaların dışında, çimen­to, kâğıt ve tekstil olmak üzere pek çok fabrikanın da yapımını ve işletmesini üstleniyor.

Çalık, Türkmenistan vatandaşı olması ve Türkmenbaşı’nın da­nışmanlığı kazanmasından ötürü aynı zamanda bu ülkede tekstilden sorumlu bakan yardımcısı, gaz ve enerji konusunda Türkmenba­şı’nın yardımcısı görevini de üstleniyor. Devlet Başkanı Türkmen­başı’nın yanı sıra ülkedeki tüm Türkmenlerin takdirini kazanan iş adamı Ahmet Çalık, “Bizim için önemli olan, yaptıklarımızın anıl­masından ziyade Türkiye ve Türkmenistan arasındaki kardeşlik ba­ğının gelişmesi. Türkmenistan endüstri alanında çok gelişiyor. Her Türk iş adamı için burada yatırım alanı mevcut.” diye konuşuyor.

İSTANBUL İÇİN KONUT PROJESİ

Ahmet Çalık, toplam 13 tekstil fabrikasının bulunduğu Malat­ya’ya kapasite artırımına yönelik her yıl 25 milyon dolarlık yatırım yapıldığını anlatıyor. Türkiye’nin yatırım iklimi bakımından çok iyi durumda olduğunu söyleyen Çalık, Türkiye’de inşaat sektörüne yö­nelik projeleri olduğunu da dile getiriyor. Çalık, “Daha çok, konut yapımıyla ilgileniyoruz. İstanbul’da yaklaşık 10 bin civarında konut olabilir.” diye konuşuyor. Türkmenistan dışında Sudan’da da inşaat alanında faaliyet gösteren Çalık, cumhurbaşkanlarının bu ülkeye yapacağı ziyarette kalacak oldukları villâların yapımını da üstlen­miş durumda.

MALATYA’DA İSTİHDAM 15 BİN KİŞİYE ÇIKACAK

Türkmenistan’da olduğu kadar Türkiye’de de yatırıma devam ettiklerini bildiren Çalık Holding patronu Ahmet Çalık, tekstilde Malatya’da yapacakları 25 milyon dolarlık yatırımla sağlanacak is­tihdamı 15 bin kişiye çıkartacaklarını söyledi. Çalık, yeni tekstil ya­tırımı hakkında şunları söyledi:

“Malatya’da bizim tekstilde entegre tesislerimiz var. Şu anda al­tı bin kişi çalışıyor. 2010’a kadar yapacağımız ek yatırımlarla top­lam istihdamı 15 bine çıkarmayı hedefliyoruz.”

Türkmenbaşı Tekstil Merkezi, Çalık Holding’in Aşkabat’ta dün­yaya tekstil ihracatı yaptığı yerlerden biri. Uç bin 335 kişinin çalış­tığı fabrikada hâlen iç giyimden tişörte, gömlekten ev tekstiline ka­dar dünya markaları için üretim yapılıyor.

ÇOK SEKTÖRLÜ BİR YAPI

Tekstil, inşaat, finans, enerji ve ticaret alanlarında faaliyet gös­teren 16 iştirake sahip Çalık Holding, ülkemizin köklü ve saygın çok sektörlü gruplarındandır. Grubun yatırım ve üretim faaliyetleri Türkiye (Malatya) ve Türkmenistan’da yapılanmıştır.

Çalık Holding iştirakleri küresel pazarlarda aranan, saygın ve re­kabetçi ürünlere sahiptir. Grubun toplam ticaret hacmi 2001 yılının sonunda 301 milyon dolara ulaşmıştır.

Güncel teknolojik donanıma sahip yatırımları, yetkin kadrosu, kurumsallaşma yönündeki sağlam adımları ve gelişmiş kalite anla­yışı, grubun en önemli rekabet unsurlarını oluşturmaktadır.

1999 yılında kurulan Çalıkbank, grubun finans sektöründeki gi­rişimidir. Geleneksel yatırım bankacılığı ürün ve hizmetlerini e-ticaret çözümleriyle harmanlayan banka, ülkemiz finans sektörünün saygın bir üyesidir.

ÇETİNKAYA GRUBU YÖNETİM KURULU BAŞKANI

FEHMİ ÇETİNKAYA:

HEDEF 250 MAĞAZALAR ZİNCİRİ

FEHMİ ÇETİNKAYA KİMDİR?

1939 yılında Elâzığ-Kadıköy ‘de doğdu. İlkokul mezunu olan Çetinkaya, annesinden terziliği, babasından ise ticareti öğrendi. İstan­bul’a mesleğin inceliklerini öğrenmek için geldi. Babasının isteği üzerine ilk mağazasını Adana’da dört bin lira sermayeyle 1980 yı­lında açtı. Beş çocuk babası olan Fehmi Çetinkaya’nın oğulların­dan biri, 1991 yılında PKK tarafından Bakırköy mağazasına yapı­lan bombalı saldırıda hayatını kaybetti. Bir dönemin olağanüstü valisi ve şimdi milletvekili Necati Çetinkaya, Fehmi Beyin kardeşi­dir.

Elâzığ’ın Fırat Nehri kenarındaki Kadıköy’de doğan Fehmi Çetinkaya için İstanbul’a gelmek bir hayal imiş. Köyde, İstanbul’u gö­renlerin bir ayrıcalığı varmış. İstanbul’u görenler yıllarca orayı an­latır, köylüler de bıkmadan usanmadan dinlerlermiş…

Babasından izin alarak 18 yaşında İstanbul’a terzi olmak için ge­len Fehmi Çetinkaya, bugün 66 yaşında bir iş adamı. Yaklaşık ya­rım asırda Çetinkaya Mağazalarını sıfırdan 250 milyon dolar ciro yapar bir firma hâline getirmiş. Bu başarının sırrını Fehmi Bey şu cümlelerle açıklıyor:

“Biz ayağımızı hep yorganımıza göre uzattık; ticarî başarımızın altında bu yatıyor. Şimdi hedefimiz, yurt dışı da dâhil 250 mağazalık bir zincir oluşturmak.”

Fehmi Bey, oldukça renkli bir kişi. Derece almış sporcularla gü­reşiyor ve onları tuş ediyor. O, her gün güneş doğmadan bir saat ön­ce kalkıyor, sabah namazını kıldıktan sonra beş-on kilometre koşu­yor. Koşusunu, yurt içinde ve dışında hiç aksatmıyor. Koşusu bittik­ten sonra yaz-kış açık havuzda yüzüyor. “Otuz yıldır bir tek aspirin dahi almadım.” diyor.

Sporcu iş adamı Fehmi Beyin tam bir atletik görünümü var. Bir kilo dahi fazlalığı yok. Nazar değmesin, 66 yaşına rağmen çivi gi­bi bir delikanlıyı andırıyor. Günde dört-beş saat uykuyla yetindiği­ni, yatma saatinin gece 11’i geçmediğini söylüyor. Öğleüzeri ise bir saat yatıyor. Sağlıklı kalmasını, düzenli yaşam ve spora bağlı­yor.

Çetinkaya gerçek bir aile şirketi. Şirket bünyesinde beş Çetinka­ya kardeşle birlikte aileden 120 kişi daha çalışıyor; şirketin toplam çalışan sayısı ise altı bin. Fehmi Beyin oğlu Fatih, babasının sağ kolu. Amerika’da eğitim gördükten sonra o da şirkette “genci koordi­natör olarak çalışmaya başlamış.

Fehmi Bey, kendini sürekli yenilemiş ve geliştirmiş. Beş kıt’ada 150’den fazla ülkeyi gezmiş ve görmüş. Gezip görmekle de kalma­mış, incelemiş ve kendi payına sonuçlar çıkarmış. Çıkardığı netice ise küçük yaşta babasının kendisine öğrettiği ticaret kaidesinin dün­yada da kullanılır olması… O da şu:

“Bereket azdadır. İsraf haramdır. İktisat bitmez tükenmez hazi­nedir.”

Fehmi Bey, hoşsohbet bir insan. Bir saat diye başladığımız mülakat tamı tamına beş saat sürdü. Zamanın nasıl geçtiğinin farkı­na bile yaramadan…

ANNEDEN TERZİLİK, BABADAN TİCARET

Küçük yaşta köyünde unutulmaz hikâyeler dinlediğini ve an­nesinden terziliği, babasından ticaret mesleğini öğrendiğini belir­ten Fehmi Çetinkaya, küçüklüğündeki ilginç anıları bir bir hatır­lıyor:

“Elâzığ Baskil’de Fırat Nehrinin kenarında bir köyde doğdum. Terziliği annemden öğrendim. Babam köyün bakkalıydı. Terzi ol­maya karar verdim. Çok gömlek dikmek istiyordum. Köyümüzde İstanbul’a gitmek bir ayrıcalıktı. Hatta bir köylümüz İstanbul’da as­kerlik yapmıştı. Köy kahvesinde iki yıl İstanbul’u anlata anlata bi­tiremedi. Bizler bıkmadan usanmadan dinlerdik.

“Köyümden bir kış günü babamdan izin alarak, üçüncü kademe­de bir tren bileti aldım. Ayakta bir tren yolculuğuyla İstanbul’a geldim. Haydarpaşa’da trenden indim ve muhteşem bir ses duydum. Aklımdan ilk geçen şuydu:

‘”Bu nasıl bir öküz! Bu nasıl bir ses…’

“Sonra anladım ki, o ses, şehir hatları vapuruna aittir… En iyi gömleği dikmeye kararlıydım. Hemen bir iş buldum. Ama annemin kollu dikiş makinesinden başka makine kullanmamıştım. Bu yüz­den, ilk bulduğum işte çok hızlı hareket eden motorlu makinelerle tanıştım. O anda çok çalışmam gerektiğini anladım.”

“BAŞARININ SIRRI İNANMAKTA”

Başarının sırrını inanmakta gören Fehmi Bey, bakınız bu konu­da neler söylüyor:

“Başarının adı inanmaktır, azimle çalışmaktır. İnanç ve azimle çalışanın hedefe ulaşmasını hiçbir zorluk engelleyemez. İnanmak, insana güven ve cesaret verir. Biz bu işe başlarken gücümüzü inan­maktan aldık. Başaracağımıza inanmıştık. 1957, Çetinkaya’nın do­ğuş yılıdır. Hazır giyim sektöründe yeni bir anlayışın hayat buldu­ğu yıl… Çetinkaya’nın o günden bugüne kadar yıllara sığdırdığı ba­şarılar bu kısa geçmişle kıyaslanamayacak kadar büyük. Otuz do­kuz yıl aslında bir kurum için kısa zaman; oysa bu yıllar bizim için atılım yılları. Birbirini izleyen uzun soluklu hamle yılları…

“Her şey Adana’da 25 metrekarelik küçük bir dükkânda, üretti­ğimiz gömleklerin satışıyla başladı. Daha sonra sağımızdaki solu-muzdaki ve karşımızdaki gayrimenkuller, mülk sahipleriyle zorlu anlaşmalar yapılarak alındı. Ancak her yeni ilâve Çetinkaya için ye­terli olmadı. Çünkü bir kartopu gibi Çetinkaya hep büyüyordu. Yıllarca günde 18 saat, hiç durmadan, dinlenmeden, yılmadan yarınla­ra güvenle ve ümitle bakarak çalıştık. Az tükettik, çok tasarruf yap­tık ve bu tasarrufun neticesinde de çok yatırım yaptık. Bir imalâtha­neyle başladığımız noktadan çok katlı mağazalar zincirine, iki adet gömlek fabrikasına ve 100’e yakın, Çetinkaya’ya bağlı üretim ya­pan konfeksiyon fabrikalarına, turizm şirketlerine geldik.

“1957 yılında iki kişiyle başlattığımız işi, bünyesinde yaklaşık altı bin kişinin çalıştığı şirketler grubu seviyesine getirdik. Bu ara­da eğitim faaliyetlerine de birçok katkımız oldu. İki öğrenci yurdu, dört cami ve üç lise dengi okulu bizzat kendimiz yaptık. Birçok cami, öğrenci yurdu ve okulun yapımlarına da katkıda bulunduk. Gel­diğimiz bu nokta nihaî hedefimiz değildir; asıl hedefimiz, yüz bin­lerce insanımıza aş ve iş sağlamak ve ülkemize katkıda bulunmak­tadır. Gelişen dünyayı sürekli mahallinde görerek izlemekte ve araş­tırmaktayız. Muasır teknolojinin bütün imkânlarını ülkemize taşıya­rak Çetinkaya’yı dünyadaki emsalleriyle boy ölçüşebilecek bir se­viyeye ulaştırmak amacındayız. İşte o zaman ülkemize karşı yapılması gereken hizmeti yapabilmenin mutluluğuna erişmiş oluruz.”

“BEREKET AZDADIR, İSRAF HARAMDIR”

Ticaret konusunda babasından öğrendiği ilkeleri benimseyip ha­yata geçirdiğine dikkat çeken Fehmi Çetinkaya şöyle devam ediyor:

“Her birisi en nadide fikir mücevheri olan bu muhteşem ifadeyi ve ticarî ahlâkı rahmetli babamızın bizim ruhumuza nakşetmesi ne­ticesinde, kendimize bu değerleri başarının vazgeçilmez düştüm olarak aldık ve ticaret hayatımızda da hiçbir zaman bu düsturdan vazgeçmedik. Çetinkaya’nın bugün ulaşmış olduğu seviye, inancın, azmin, kararlılığın, ülkesini sevmesinin, insanlarına hizmet etme aşkının, Çetinkaya’nın kendisine şiar ittihaz ettiği prensiplerin neticesindedir.

“1957 yılında 18 yaşında iken rahmetli babamın izin ve duası ile İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir yıl çalıştıktan sonra köyüme dön­düm. Babama, bir terzi dükkânı açmak istediğimi söyledim. Babam da, ‘Adana bize daha yakın, orada bir dükkân aç.’ dedi. Her şey Adana’daki 25 metrekarelik bir dükkânda başladı. Bu küçük dükkânda mesleğe gömlek dikerek başladım. Bu küçük dükkân kı­sa sürede Adana’nın en tutulan gömlek atölyesi oldu. Önce Ada­na’daki dükkânları genişleterek modern bir hâle getirdik. 1985’te de İstanbul’da ilk şubemizi Beyoğlu’nda eskiden Kastelli’ye ait olan binada açtık.

“Şu anda biri Kıbrıs’ta olmak üzere 14 mağazada, yüz binlerce metrekarelik satış alanına sahip olan mağazalarımıza üçü Adana’da, üçü Mersin Serbest Bölge’deki fabrikalarımızda üretim yapıyoruz. Ayrıca fabrika düzeyinde ortalama 50 fason atölye ile çalışıyoruz. Yaklaşık altı bin insanı istihdam ediyoruz.

“İstanbul’da beş şubemiz var. Bunlar Bakırköy, Beyoğlu, Gazi­osmanpaşa, Üsküdar, Kadıköy şubeleri. Ayrıca Gaziantep, Elâzığ ve Malatya’da da mağazalarımız var. Toplam 82 bin çeşit ürün satan zincir mağazalarımızın altı şubesinde gıda reyonumuzla hizmet ve­riyoruz. Hâlen Almanya, Hollanda, ABD gibi ülkelere ihracat yapı­yoruz.”

“DÜRÜSTLÜK EN BÜYÜK SERMAYE”

Ucuz mal satarak yol çıktıklarını belirten Fehmi Bey, bu fikrin mimarının da babası olduğunu söyleyerek, hikâyesini şöyle anlattı:

“Ucuz fiyat politikasının gerçek mimarı babamdır. Rahmetli ba­bam, ‘Bereket azdadır.’ derdi. Yola çıktığım ilk yıllarda babamın ‘ Ucuz satarsak daha fazla müşteri gelir. Hem onlar hem de biz kâr ederiz.’ düşüncesiyle ucuz mal satma politikasını o günden bugüne uyguluyoruz.

“En büyük sermaye dürüstlüktür. Bize piyasada çok güvenirler, çünkü şu ana kadar hiçbir ödememiz bir gün bile gecikmemiştir. Şu ana kadar hiçbir bankadan kredi de almadık. Biz malı bedava da al­sak kâr oranımız bellidir, asla o oranın üzerine çıkmaz. Bir mal han­gi fiyattan vitrine çıktıysa tükenene kadar o fiyattan satılır.

“Ne yazık ki ülkemizde, üçkâğıtçılara, devletin parasını alıp ka­çıranlara imkân veriliyor… Bazı insanlar halkın parasıyla saltanat kurmuşlar, yat ve uçaklar almışlar. Her 15 günde bir de Las Vegas’a, Monte Carlo’ya gidip eğleniyorlar. Bize ise destek yerine köstek oluyorlar. Osmanbey’e yapacağım bir yatırımın inşaat iznini, beş yıldır verdiğim uğraş sonucunda alabildim. Çıkarılan engelleri gö­rünce bazen düşünüyorum, paramı alıp İsviçre’ye mi gitsem, diye. Sonra vazgeçip yeniden işime dört elle sarılıyorum. Çünkü bizim gidecek yerimiz yok. Biz bu millet için varız. Bu millete ne kadar çok hizmet edersek o zaman mutlu oluruz. Çünkü bizim kökümüz de, geleceğimiz de burada ve bu topraklarda…”

TAM BİR AİLE ŞİRKETİ

Çetinkaya Şirketler Grubunun tam bir aile şirketi olduğunu be­lirten Fehmi Çetinkaya şöyle devam ediyor:

“Osmanlı Devleti nasıl uzun ömürlü olmuş ise, bizim de hedefi­miz şirketlerimizi yaşatmaktır. Ailemizde Osmanlı terbiyesi, örf ve âdetlerine bağlılık, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi ve hoşgö­rü hâkimdir. Benim annem köyde tek rüştiye mezunu okur yazar bi­ri idi. Bize küçük yaşta çok şey öğretti. Şark ve Garp klâsiklerinden kitaplar okurdu. Biz aile olarak terbiyenin yanında kültürlü olarak yetiştik.

“O yıllarda köyde böyle bir annenin olması çok zordu. Bunu bi­ze Allah’tan bir lütuf olarak görüyorum. Bizim aile yapımız da bu sebeple çok sağlam temeller üzerine oturmuştur. Böyle bir aile ya­pısında düzen vardır, huzur ve samimiyet vardır. Bizim aile yapımız böyle.

“Biz beş kardeşiz. Bizim bugüne kadar başarılı olmamızın bir başka nedeni de, aile bağlarımızın kuvvetli olmasıdır. Birlikten kuv­vet doğar. Ben ve kardeşlerim, şimdi gelen ikinci kuşak oğullarımız, birbirimize çok bağlıyız. Allah bu birliğimizi bozmasın…

“Bir sorun çıktığında hemen müdahale eder, adil bir şekilde me­seleyi hallederiz. Bu zamana kadar ciddî bir sorun çıkmadı, inşallah bizden sonra da çıkmaz. Meselâ ben bir ay bu mağazalara gelme­sem hiçbir şey değişmez, çünkü biz sistemimizi kurduk, yetişmiş ve işin ehli kişilerle çalışıyoruz.

“Allah’a şükürler olsun krizden çok fazla etkilenmedik. Yatırım­larımız tüm hızıyla devam ediyor. Kriz döneminde de iş çok iyi git­ti. Yatırım yapmak için yeni yerler satın aldık.

“Bu zamana kadar devletten bir kuruşluk kredi almadık. Tüm yatırımlarımızı öz kaynaklarımızla yaptık. Bizim uyguladığımız şir­ket yönetimi, bir modeldir. Bu nedenle Alman hükümeti bizi ülke­sinde yatırım yapmamız için davet etti. Bize beş yıl vergi muafiye­ti ve bedava arsa taahhüt etti. Ayrıca Suudî Arabistan Ticaret Bakan lığından Cidde, Mekke ve Medine’de mağazalar açmamız için tek­lif var. Bütün bunları düşünüyoruz…

“Yılda 250 milyon dolarlık ciromuz var. Devlete kuruşuna va­rıncaya kadar vergimizi veriyoruz. Ülkemize daha fazla dövizin gir­mesini istiyoruz. Ülkemizin kalkınması ancak el birliğiyle gerçek­leşir. Bu nedenle devlet büyüklerimiz, müteşebbislerin önünü açsın­lar. O zaman dünyada yerimizi en iyi şekilde alırız ve Türkiye’yi de en iyi şekilde temsil ederiz.”

“OLIMPIK ŞAMPİYONU YENDİM”

Fehmi Çetinkaya iş adamlığının yanı sıra sporla da ilgileniyor. Bu yönüyle de Fehmi Bey renkli bir kişiliğe sahip. Bu renkli kişi­likten bir kesiti kendisinden dinleyelim:

“Küba’ya gittim. Küba’nın sanayi ve turistik tesislerini gezdik­ten sonra Havana dışında bir kır gezisine katıldık. Birkaç gündür birbirleriyle samimî olan gezi üyeleri ve rehberlerimiz, ortamın ye­şillik ve çimlerle kaplı olduğunu görünce birbirlerine elense çekme­ye başladılar. Ben yerimde durur muyum!

“Kübalı rehber Leo, 1.85 boyunda, 115 kilo ağırlığında, Mosko­va Olimpiyatlarının ağır sıklet güreş şampiyonu imiş. Benim bun­dan haberim yoktu. Onu gözüme kestirdim. Aramızda 20 yaş fark vardı. Güreş için teklif ettiğimde çok şaşırdı. Eski şampiyon güreş­çi çok rahat hareket ediyordu. Tüm heyet üyelerinin bakışları ara­sında, ‘Ya Allah!’ diyerek Kübalı olimpiyat şampiyonu Leo’yu deplasmanda tuş ettim. Leo neye uğradığını şaşırmıştı. Ancak teb­rik etmede gecikmedi.

“Güreşirken çıkardığım ses onu büyülemiş. ‘Nedir bunun mana­sı?’ diye sordu. Ben de, ‘Beni ve her şeyi yaratan Allah en büyük­tür.’ dedim. İnancım, şampiyon güreşçide merak uyandırdı. Bu ne­denle Küba’nın tek camiine cuma namazına götürdüm. Biz namaz kılarken hayretle seyretti. İnşallah hidayet nasip olur…

“Bütün bunlardan sonra şu sonucu çıkarıyorum:

“Genç ve dinamik kalmak için mutlaka spor yapmak gerekir. Sağlam beden, spor yapmak sayesinde sağlam kalır. O zaman sağ­lam kafa da vücudumuzda yerini alır. İnsan, vücudunun yakamayacağı bir şeyi yememelidir. Yenen bir madde de ancak spor yaparak yakılabilir.”

ERDEM HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI

  1. ZEYNEL ABİDİN ERDEM:

ÖNCÜ VE ÖRNEK OLMAK İSTİYORUZ

ZEYNEL ABÎDİN ERDEM KİMDİR?

Dr. Zeynel Abidin Erdem, 15 Şubat 1944 tarihinde Mardin’in Savur ilçesinde doğdu. 1970yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Kim­ya Fakültesinden mezun olduktan sonra 1973-1976 yıllarında “sı­naî anorganik kimya kürsüsü”nde asistanlık yaptı. İstanbul Üniver­sitesi İşletme Fakültesinde doktora programını tamamladı. 1972-1974 yıllarında İstanbul Kimya Mühendisleri Odası Başkanlığını, 1973’te Kimsan İş ve İşçi Sendikası Genel Başkanlığını yürüttü. 1983 yılında MDP İl Teşkilâtı Kurucusu ve İl Başkanı olarak görev aldı. 1965 yılında özel iş hayatına atılan Dr. Erdem, hâlen Erdem holding A.Ş., Gen-Pa Genel Pazarlama A.Ş., Ertel (Erdem Teleko­münikasyon A.Ş.), Erdem Bilgisayar A.Ş., Erdem Emi Harita Bilgi İşlem, İnşaat ve Taşımacılık San. Ltd. Şti.’nin yönetim kurulu baş­kanlıklarını yürütmektedir.

Dr. Erdem, Sudan Cumhuriyeti İstanbul Fahrî Başkonsolosu olup, Türk-Irak İş Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi, DEİK Dış Eko­nomik İlişkiler Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi, Türk Kimya Derne­ği, T.M.M.O.B. İstanbul Kimya Mühendisleri Odası ve Türk Kimya Vakfı üyeliği sıfatlarını da taşıyor. Öte yandan MAR-EV Mardinli İş Adamları Derneği Başkanı, Yüzyıl Işıl Okulları Vakfı üyeliği görev­leriyle de sosyal çalışmalarına devam eden Dr. Zeynel Abidin Er­dem, Ocak 2002 tarihi itibarıyla da George Washington Üniversite­si Global Advisory Board üyeliğine seçildi.

Sportmen bir kişiliğe sahip olan Dr. Erdem, basketbol ve voley­bol gibi takım sporlarıyla ilgilenmekte, tenis ve golf oynamaktadır. Yelken Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi, National Golf Club Şe­ref Üyesi, Türkiye Golf Federasyonu İkinci Başkanı ve Klasis Golf Klubü Üyesi olarak spor camiasında da aktif görev yapan Dr. Zey­nel Abidin Erdem, evli ve iki çocuk babası.

Hobisi, yurt dışındaki eserleri Türkiye’ye getirtmek. Türk-Amerikan İş Adamları Derneğinin (TABA) başkanı olan Dr. Zeynel Abi­din Erdem, 1944’te Mardin’de doğdu. Adını taşıyan Erdem Hol­ding’in bünyesinde cep telefonu ve aksesuvarları satışı yapan Gen-Pa A.Ş. de bulunuyor. TABA dışında çok sayıda ulusal ve uluslar arası kuruluşun başkan ve yöneticiliğini yapan Erdem, Sudan Cum­huriyetinin de fahrî başkonsolosluğunu sürdürüyor. Erdem, kamu­oyunda aktif kişiliğiyle tanınıyor. Asıl mesleği kimyagerlik; işletme doktorası yaptı, tenis ve golf oynuyor. Antika ve eski eserlerle de il­gilenen Erdem, yurt dışındaki eserlerimizi ülkeye kazandırmak gibi hobilere de sahip. Son olarak Sultan İkinci Abdülhamit’in mührünü satın alıp Kültür Bakanlığına bağışlayarak isminden söz ettirmişti. ABD eski Başkanı Clinton’ı İstanbul’a getirten Erdem, “Başkan ba­na söz verdi, yine gelecek.” diyor.

KAYGAN ZEMİN VE İŞ DÜNYASI

İş dünyasında bir çırpıda büyüyen şirketlerin yanı sıra bir de ya­vaş yavaş, ama sağlam adımlarla büyüyen şirketler vardır. Büyük bir hızla büyüyen şirketlerin yıldızı hemen sönebilir, ama adım adım ilerleyenleri sarsmak biraz zordur. İşte yavaş, fakat sağlam adımlarla büyüyen bir şirket: Erdem Holding…

Zeynel Beyin hayat hikâyesini kendisinden dinleyelim:

“1965’te Mardin’den İstanbul’a iş yapmak için geldiğim zaman babam belli bir sermaye verdi. Babama, ‘Biz Seyyid bir aileden ge­liyoruz, Peygamber soyundan geliyoruz. Ne emrediyorsunuz?’ de­dim. Babamın cevabı şu oldu:

‘”Bugüne kadar harama karışmadık, faize de bulaşmadık; bu iki­sinden uzak dur, yeter.’

“O günle bu tarih arasında yaklaşık 550 kişilik çalışanımız, bel­li bir miktar ciromuz var. Ne repo yaptık, ne faiz işimiz var, ne de banka kredisi aldık…

“Eğer bir iş adamı, cirosunu, kazançlarını biliyor, hayallere dal­mıyorsa Türkiye’nin kaygan zemini ve saatlere bağlı risk taşıyan özellikleri altında kaybolup gitmez. Dengeleri konuna anlayışını kafanızda uzun süre tutmak zorundasınız, aksi takdirde başarılar ba­şarısızlıklara dönüşür.”

Erdem’in ataları da, beylik ve mutasarrıflık yaptıkları dönemler dâhil, erdemli davranış sergileyerek, idare ettikleri halk üzerinde olumlu etki bırakan bir aile olarak nam salmışlar Mardin yöresin­de…

1748 yıllık şeceresine göre Zeynel Abidin Erdem’in dedesi olan Hacı Abdülkerim Bey ve ailesi, Peygamber Efendimize (s.a.v.) da­yandırılıyor. Mutasarrıflık yapan, Zeynel Abidin Erdem’in yedi ku­şak önceki dedelerinden Hacı Ali Beydir. Aile aslında Mardin’e yaklaşık 600 yıl önce Arap topraklarından gelip yerleşmiştir. “İsmani” ve “Mahmutki” denilen biri yerleşik diğeri zaman içerisinde bölgeye yerleşen iki grup insan topluluğu arasındaki sürtüşmelerde hakem rolünü üstlenen aileye, sergilediği adil davranışlar sonucun­da Osmanlı tarafından beylik unvanı verir.

Erdem ailesinin sözünün geçtiği bölge için Zeynel Abidin Er­dem şöyle konuşuyor:

“Dedelerimin yönetimindeki bölgede kapı kilitlemek yasaktı; çünkü kimse hırsızlık yapmaz, eğer yapan olursa da bir daha yap­maması için gereken imkânlar o kişilere sağlanırdı. Yöre halkına dikkat ederseniz, hudut bölgesinin dışında Mardin içerisinde anarşi yoktur. Yakın şehirlerde ideolojik hareketler olmuş, köklü ailelerin olduğu diğer yerlere hadiseler dışarıdan taşınmıştır. Mardinliler da­ima devlete sadıktırlar. Millî şuur, bayrak, din, ata, Allah, bizde çok köklü ve güçlüdür.”

Mardin ve Savur’da ikamet eden bu köklü aile zaman içerisinde ticaretin yanında binlerce dönüm arazide yine binlerce kişi çalıştı­rarak tarımla da uğraşır.

ERDEM AİLESİNİN SERENCAMI

Cumhuriyetin ilanıyla Güneydoğu Anadolu Bölgesinde “Hacı-beyoğulları” diye ün yapmış olan ailede, Zeynel Abidin Erdem’in dedesi olan Hacı Abdülkerim Bey ve yedi kardeşine farklı farklı soyadlar verilir: “Zamanın valisi soyadı dağıtırken, ‘Sen çok erdemli­sin.’ diyerek Hacı Abdülkerim Beye ‘Erdem’ soyadını veriyor. Di­ğer kardeşine Özbek (Nurullah), Öztürk (Halim), Araş, Hacıbey ve Fidan vs. soyadını yakıştırıyor.” Ortaya farklı farklı soyadları olan bir aile tablosu çıkar. Hacı Abdülkerim Erdem’in yine bir seyyid ai­lesinden Hasibe Hanımla evliliğinden doğan Hacı Mehmet Said Er­dem ise 1925’lerde başladığı ticaret hayatında Güneydoğu bölgesi için birçok yeniliğe imza atan kişi olarak tanınacaktır.

Mardin’e ilk arabayı getiren de (1927) Zeynel Abidin Erdem’in babası Hacı Mehmet Said Beydir. Zeynel Abidin Erdem o günleri şöyle hatırlar:

“Fotoğraf makinesi, sinema, radyo ve benzeri yenilikleri Güney­doğu Anadolu Bölgesine yayan ilk aileyiz. 1927’de babam Savur, Cizre, Midyat, İdil, Gercüş, Mardin’e arabayla gittiği zaman insan­lar hoş geldin hediyesi olarak ot getirirlermiş, araba yesin diye. Ya­ni insanlar o kadar bihaberler teknolojiden. Ayrıca vali bey, Mardin’e sinema emrediyor ve ‘İstiklâl’ adı altında yazlık sinema kuru­luyor. Şehrin ileri gelenleri vali, belediye başkanı vs. orada. Sessiz sinema dönemi… Kovboy filmi oynatılıyor. Kovboyun bir tanesi ekrana doğru silâhı doğrultup ateş edeyim derken bizimkiler kendi­lerini dışarı atıyorlar. Dünya nereden nereye geldi…”

Hacı Mehmet Sait Erdem, Sümerbank’ın ürettiği malların Mar­din ve bölgesinde dağıtımı işiyle ilgilenmektedir. Anlayacağınız, Erdem ailesi hâli vakti yerinde bir ailedir: “Babamlar Midyat’ta bir dükkân açmış ve Sümerbank mallarını dağıtıyorlar. Annemin baba­sı da Midyat belediye reisi. Babam bir gün Midyat’a gidiyor, Hacı İbrahim’in evine misafir oluyor ve orada annemi görüp beğeniyor. Fakat onlar Midyat’tan Savur’a kız vermek istemiyorlar. Büyük an­nem dedeme baskın yapıp ‘Kızını istemeye geliyoruz.’ deyince de­dem evden kaçıyor. Fakat iki aile arasındaki seyyid olma gibi bağ­lar aileleri birbirine yakınlaştırıyor, iş tatlıya bağlanıyor.” Ve Mehmet Sait Erdem, Belkıs Menci Hanımla böylece evlenir.

BÜYÜMÜŞ DE KÜÇÜLMÜŞ ADAM!

Çift, dördü erken vefat eden tam 13 çocuk getirir dünyaya. 15 Şubat 1944’te Savur’da doğan Zeynel Abidin, ikiz kardeşi Mehmet Nezih’le beraber çocuklar arasında dördüncü sırayı paylaşır:

“Çocukluğum çok güzel bir ortamda geçti. Abdülhalim Beyin, yani babamın amcasının evi çok güzel ve orijinal bir evdi. Topkapı Sarayındaki işlemelerin benzeri işler vardı. Yaklaşık 300 yıl önce yapılmış o evde kalorifer bile mevcuttu… Baca, iki sıralı duvar ara­sından dolaşarak üst kata çıkıyordu. Haremlik selâmlık bölümleri, mahkemesi, okuma ve sohbet odasıyla o ev hâlâ duruyor.”

Haftanın üç günü, birer gün aralıkla hâkiminden kaymakamına kadar şehrin tüm ileri gelenlerinin toplandığı bu sohbet odasında her türlü konu konuşulur, tartışılırdı. Bu ortam ailede farklı seslerin çıkmasını engelleyici bir kültür birliği oluşturdu. Zeynel Abidin Er­dem, bu irfan meclisinin yararını hayatı boyunca görecektir:

“Üniversitede okurken arkadaşlarla basketbol oynuyoruz; üni­versitenin genel sekreteri de seyrediyor… Beni çağırdı bir keresin­de, ‘Sen nerelisin? Senin davranış biçimin sanki diğerlerinden daha farklı.’ dedi. Sohbet ortamlarını anlatınca ‘Büyümüş de küçülmüş bir adamsın.’ dedi. Bu tip hoş sohbetlerin bugün de gençler arasın­da yapılmasını arzu ederdim…”

Zeynel Abidin Erdem, 1950’li yılların hemen başlarından itiba­ren ilk, orta ve lise eğitimini Mungan, Saraçoğlu, Ensari ailelerinin çocuklarıyla birlikte alır. Lisedeyken Kenan Akın’la duvar gazetesi çıkarır. Okul aktivitelerinde öncü bir öğrencidir. Belki de o sohbet­lere katılmasının etkisiyle öğrenciler arasında âdeta arabulucu göre­vi görür:

“Okulda gruplaşma ve çatışma olunca yöneticiler beni çağırır, arabulucu olmamı isterdi.”

“HİLEYE KARIŞMA, FAİZE BULAŞMA!”

Aile ancak 1963’te geri dönebilir Mardin’e. Atalarının Osmanlı zamanında bölgenin lideri olması, henüz lise öğrencisi olan Zeynel Abidin’de siyasî alanda bir merak uyandırır:

“Dedem beylik yapmış. Osmanlı’dan evvel yöneticiyiz, Osman­lı’da da sonuna kadar yönetici olduk. Onun için lise yıllarında ‘si­yasal bilgiler’e gireceğimi, Türkiye’de siyasî bir otorite olacağımı ve Türkiye’yi yöneteceğimi düşünürdüm…”

Siyasal bilgiler fakültesinin imtihanına girer, kazanır, fakat lise­den kalan dersleri yüzünden devam edemez. Bu sefer, 1965’te Yıl­dız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümüne kaydolur. Aynı yıl iş ha­yatına da adımını atar. Birkaç arkadaşıyla birlikte (bir tanesi Refik Koraltan’ın oğlu Oğuz Koraltan’dır) önce tekstil alanında çalışır.

Babasının iki çift lâfı da kulağında küpedir:

“Sana iki tavsiyem var: Hiçbir hileye karışma ve faize bulaşma.”

Babasının tavsiyesi ve aldığı aile terbiyesi neticesinde olacak, İs­tanbul’un belirli yerlerine dağıtımını yaptığı, zamanın tanınmış bir tekstil firmasından aldığı balyaların içinden fazla çıkanları firmanın patronuna götürür. Gerisini Zeynel Abidin Beyden dinleyelim:

“Bir gün bir balya içinde 300 tane fazla mal geldi; alın parasını, dediğimizde şaşırdılar. Firmanın sahibi, bizim bu davranışımızdan çok etkilendi. Önceleri İstanbul piyasasına satılanı kısmen alırken, bir müddet sonra İstanbul’a yapılan dağıtımın tamamını, daha son­ra da Anadolu’ya yapılan dağıtımın tümünü bana verdi. Zaman için­de elimden tuttu ve beni boya fabrikasının sahiplerine götürdü. Bu sefer kimyevî madde de satmaya başladık.”

GEN-PA BÜYÜYOR

Zeynel Abidin Erdem, üniversitelerdeki siyasî hareketin en yük­sek olduğu dönemde öğrencilik hayatına da devam etmektedir. Üni­versitede öğrenci derneği başkanlığı yapan Erdem, o gün yer aldığı safını bugün de değiştirmemiştir:

“Açık söyleyeyim: Ben sağcı idim. Solun hiçbir felsefesini be­nimsemedim. (Erdem, 1965’te kaleme alıp 1969’da yayınladığı ‘Marks ve Lenin’in Dramı’ kitabının yazarıdır).”

Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümünden Yalım Erez, Halit Dikmen, Edip Yağcı, Fevzi Pakkan, İbrahim Demir ve birçok başka tanınmış kişi çıkaran bir sınıfta okuyarak 1970 yılında mezun olan Erdem, ardından 1972-74 yılları arasında İstanbul Kimya Mü­hendisleri Odası Başkanlığı, 1973-76 yılları arasında da “sınaî anorganik kimya kürsüsü’nde asistanlık yapar. Yine 1973’te Kimsan İş ve İşçi Sendikası Genel Başkanlığını yürütür. Ülkü Ocaklarındaki görevinin dışında yaptığı Adalet Partisi Gençlik Kollan Başkanlığı, onun ilerleyen yıllarda Turgut Sunalp’le beraber MDP’deki siyasî hayatının öncesinde bir deneme olacaktır.

Üniversite ile iş hayatını birlikte götüren Zeynel Abidin Erdem, Gen-Pa olarak asıl sıçramayı üniversiteyi de bitirdiği 1970 yılından başlayarak 1978 yılına kadarki süreç yapar:

“1970’lerde Türkiye bir dalgalanma geçirdi. Döviz yok, o yok, bu yok… İnsanlar ellerinde evrak olsun diye faturalı ve pahalıya mal alıyorlardı. İşte biz orada çok ciddî bir sıçrama yaptık. Çünkü kural­lara göre ithal ediyorduk ve kurallara göre de satıyorduk. Bu sekiz sene içerisinde Gen-Pa bin misli büyüdü…”

Bugün Ericsson, Alcatel, Nokia, Siemens ve Sony’nin temsilci­liğini yapan Gen-Pa ve beş yıl önce kurulan Erdem Holding, ikinci bir sıçramayı ise yıllar sonra GSM ile yapacaktır.

“ÖZAL’A EVET DİYEMEDİM!”

1980 sonrası herkesin çok yakından tanıyacağı bir isim öne çık­maya başlar Zeynel Beyin hayatında. Özal’dır bu kişi:

“Özal beni o zaman Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu baş­kanı olan Hüsnü Çınar’la birlikte Sadıklar Apartmanına çağırdı. Bi­ze iki buçuk saat boyunca, ekonomik programını anlattı. O tarihte 70 sente muhtaç olan ve tuz, gaz, bez ihtiyacı olan bir Türkiye’de Özal, otoyollardan, mobil telefonlardan, enerji santrallerinden ve TL’nin uluslar arası döviz olmasından bahsediyordu. Doğrusu Özal’ı dinlerken tüylerim diken diken oldu… Özal bize ‘Sizi doğrudan kurucu üye olarak istiyorum.’ dedi. Fakat ne yazık ki Çınar’la bir­likte ben, o zaman Kanada Büyükelçiliğinde bulunan, sonradan bi­zim genel başkanımız olacak Turgut Sunalp’e ‘Sizin partinize katı­lacağız.’ demiş bulunmuştuk ve ‘sözümüzden dönmeyiz’ adına Özal’ın çağrısına olumlu yanıt verememiştik.”

Erdem, Milliyetçi Demokrasi Partisinde İstanbul İl Başkanlığı yapar:

“Sadece İstanbul il başkanlığı yaptım. Çünkü ben politika düşün­müyordum. Kafamda tasarladığım: Bu parti iktidar olacak, ben de gö­revimi yapmış olarak işlerimin başına döneceğim… İşlerim çok iyi gi­diyordu, kazanıyordum, dışarısıyla irtibatım vardı, projelerim vardı.”

Fakat Özal, Erdem’i bir kez daha ANAP’a çağıracaktır. Bu sefer 1984’te Tarabya Otelinde bir toplantıda bir araya gelirler:

“Bana, ‘Sen bana 300 milletvekiliyle geleceğinizi söylemiş ve ters bir olgu olursa geleceğine söz vermiştin. Gelmeni bekliyo­rum…’ dedi. Ben de, ‘Sunalp genel başkan olduğu sürece gele­mem.’ dedim. O da ‘Senin gibi dürüst ve sözüne sadık insanlara ih­tiyacımız var.’ dedi. Biz ailemizden sadakati, beraber olup birlikte ölmeyi öğrenmiştik…”

Aslında Erdem, Turgut Özal’la Mardin’den tanışmaktadır:

“Özal’ın babası Mardin’de memurdu. Turgut Bey ve Korkut Bey, halamın çocuklarıyla beraber okudu.”

Fakat onun Özal’ın partisine intikali ancak MDP çözülünce İm­ren Aykut, Yılmaz Hocaoğlu gibi isimler dâhil 18 kişilik bir grupla birlikte olur.

Ve Erdem’in Özal’la dostluğu (Erdem, Turgut Özal Fikirleri Araştırma Derneği ve Vakfı Genel Sekreteridir) o vefat edene kadar kendisiyle, vefatından sonra da ailesiyle sürer:

“Özal, bizim gibi günü yaşayan bir adam değildi, asırlık bir adamdı. Elli yıl not tutmuş, neyi nasıl yapması gerektiğini kara kap­lı kitabında sıralamış, iz bırakmak için hazırlanmış ve geleceği gö­ren bir insandı. Rahmetli Özal’la öldüğü güne kadar çok derin bir muhabbetimiz oldu. Hizmetlerinde, üç aşağı beş yukarı bilgimizin olmadığı ciddî bir gelişme olmadı.

“Özal’a minnet borcum var, ama sadece benim değil, bütün Tür­kiye’nin minnet mecburiyeti vardır. Türkiye’de bıraktığı eser büyük­tür, Türk sermaye piyasası ile liberal ekonominin bütün unsurların­da onun izleri vardır. Özal’ı benden önce ailem, akrabam tanır. Özal’lar küçükken, babası memur olarak Mardin’e tayin olduğunda bi­zim evimizde kiracı olarak oturmuşlardı. Bizim aile olarak tanışıklı­ğımız daha çok Korkut Beyle olmuştu. Amcamın samimî dostuydu. Daha sonra kendisiyle tanıştım. 1985’in başından vefat ettiği güne kadar beraber olduk. Son Türk cumhuriyetleri gezisinde ben de var­dım. Orada günde 18 saat çalışıyordu. Öleceğini anladım… Sabahla­rı deli gibi çalışıyordu, akşama doğru ensesi falan morarıyordu. Ge­zi sonrası Hasan Celâl Güzel’e, ‘Özal iki ay daha yaşarsa bilesiniz ki bu çok uzun bir süredir.’ dedim. Nitekim o kadar yaşayamadı…”

“HEDEFİMİZ, LİDER KURULUŞ OLMAK!”

Erdem, holdingin vizyonunu şu cümleyle açıklıyor:

“Hızla yayılan internet aracılığıyla sınırların kalktığı, bilgiye ulaşılabilirlik performanslarının arttığı günümüzde, bilişimdeki teknolojik üstünlüğü ve hizmet kalitesini, Türkiye sathına yayılmış ge­niş bayi ağı ve lojistik gücüyle birleştirerek telekomünikasyon ve bilgi teknolojileri sektöründe Türkiye’nin lider kuruluşu konumuna oturmak… Telekomünikasyon sektörü çerçevesinde olabilecek her türlü konuya girebiliriz; akıllı kart pazarı da bunun içinde.”

“Çıkarcı Avrupa’ya karşı ABD bizim için daha iyi.” diyen Er­dem. “Türk-Amerikan ilişkileri ciddiye alınacak ve yadsınmayacak kadar önemlidir. 1950’lerde Kore Savaşıyla birlikte biz onları keş­fettik, onlar da bizi keşfetti. Amerika, Türkiye’yi gerek politik ge­rekse askeri kabiliyetleri nedeniyle dost olarak seçti. Türkiye, Ame­rika’ya bu açıdan, yani askerî ve ekonomik olarak muhtaçtır. Ame­rika da bize… Orta Doğudaki petrol rezervlerinin kontrolünü başsız bırakmamak gibi mecburiyeti vardır, bunun için de Türkiye gibi sö­züne güvenilir bir ülkeyle dostluk kurmalıdır. Bu noktada, Amerika-İsrail-Türkiye ekseni biraz da mecburiyetten doğuyor. Biz her ne kadar Filistin davasının yanındaysak da böyle bir ilişki de var.

“Ticarî olarak Almanya ile olandan daha küçük bir potansiyeli­miz var. Altı milyar dolar ithalatımız, iki milyar dolar ihracatımız var. Ancak önemsenen ticarî hacim değil, arkadaki siyasî potansiyel ve güçtür. Dikkat ederseniz Avrupa’nın PKK terörüne kucak açtığı dönemde sadece Amerika ve Başkan Clinton, Türkiye’nin arkasında durup ‘Türkiye kendini savunuyor.’ diyerek Güneydoğudaki operas­yonlarımızı onayladı. Amerika sivil topluma çok önem veriyor. Bir Amerikan şirketinin Türkiye’deki yatırımı için 3 milyon 700 bin üyeli Amerikan Ticaret Odaları Başkanı bizi aradı ve yardım istedi.”

Erdem, Avrupa kanadına karşı ABD lobisi yanında yer alıyor. Türkiye’nin menfaatlerinin Avrupa’dan değil ABD’den yana oldu­ğunu belirtiyor.

Avrupa ve ABD arasındaki farkı ve Avrupa’nın menfaat ekseni­ni şöyle açıklıyor Zeynel Bey:

“Tabiî ki çıkar farklılıkları var. Avrupa, Orta Asya üzerinde Tür­kiye’yi kullanmak ve oralarda söz sahibi olmak istiyor. Ameri­ka’nın ise paylaşımcı ve ortak hareket etme yaklaşımı var. Avrupa dikte etmek istiyor, Amerika ortaklık istiyor… Şunu da gördük ki, Avrupa’nın bizim başımıza gelenlere pek aldırdığı yok. 2001 Şubat krizinden sonra bu ülkenin kasalarına giren paraların yüzde 99’u Amerikan parasıdır, Amerikan halkından alınan paralardır… Ame­rika bu riski aldı, riskin içine atladı ve 36.8 milyar dolardan fazla para verdi bize. İki-iki buçuk milyar dolar verip yanı başındaki Ar­jantin’i kurtarmazken bize yardım etti…

“AB’ye girmemizi asker de istiyor bence. AB’ye girmezsek beş sene sonra asker de çöker. Türkiye’nin bütün değerleri çöker… Hangi plâtformda kim isterse tartışırım; AB’ye girmezsek çöküşü istatistiksel ve matematiksel olarak ispatlarım. Bütün kalelerimiz tek tek çöker ve kaybederiz. Siz, bin 900 dolar kişi başına millî ge­lirle daha ne kadar gidebilirsiniz?… Bazı güçler, biz AB sürecinden geri kaldıkça iki mendil almış horon tepiyorlar! Bu işi referanduma çıkarıp karara bağlayalım, bu iş bitsin. O zaman kimsenin suçlan­masına da gerek kalmaz. Kaynaklarımız heba oluyor. Bakın bu ül­kede bu kadar banka hortumlandı, bu kadar kaynak israf oldu…”

EROĞLU GRUBU YÖNETİM KURULU BAŞKANI

NURETTİN EROĞLU:

DÜNYAYI GİYDİRİYORUZ

NURETTİN EROĞL U KİMDİR ?

Eroğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Nurettin Eroğlu, 1961 yılında Aksaray ilinin Mamasın köyünde doğdu. Anado­lu’nun göbeğinde geçimini zor sağlayan Eroğlu ailesinin ortanca çocuğu Nurettin, ilkokulu bitirir bitirmez soluğu İstanbul’da almış. Daha 13 yaşının baharında, 1974 yılında bir kış günü (Ocak ayının 7’sinde) İstanbul’a gelen Nurettin, çileli günler, aylar ve yıllar ge­çirmiş. Bir süre Aksaraylı bir iş adamına ait olan Mithat Giyim ‘e fason iş yaparak işe başlamış. Bugün yüz milyonlarca dolarlık cirosuyla dünyanın çeşitli ülkelerinde mağazalar zinciri var.

Nurettin Eroğlu, genç bir iş adamı. Nurettin Bey, 1961 yılında Aksaray’ın Mamasın köyünde doğmuş. Anadolu’nun göbeğinde ge­çimini zor sağlayan Eroğlu ailesinin ortanca çocuğu Nurettin, ilko­kulu bitirir bitirmez soluğu İstanbul’da almış. Daha 13 yaşının ba­harında, 1974 yılında bir kış günü İstanbul’a gelen Nurettin, çileli günler, aylar ve yıllar geçirmiş. Her Anadolu çocuğu gibi Nurettin de köyünü, bağını, bahçesini ve kırda gezdiği günleri hiç unutamamış. Ancak geçim derdi bütün bu özlemlerini bir kenara itmiş.

BİR MARKANIN YOLCULUĞU

Nurettin Bey, çileli bir hayattan bugünlere gelirken, usanmamış bıkmamış, büyük bir sabırla çalışmış. Beş erkek kardeşiyle birlikte şirketler kurmuş. Şirketlerde tüm kardeşlerin hisseleri aynı. Bugün şirketleri Balkanlar’dan Avrupa’ya, Rusya’dan Amerika’ya kadar büyük bir alanda üretim yapıyor. Dünya devleriyle kaşık atıyor. Ürettiklerini o ülkelerde açtığı mağazalarda satıyor.

Eroğlu Şirketler Grubunun çeyrek asırlık bir mazisi var. Mazi­den müstakbele bakan Nurettin Eroğlu, “Bugünlere gelmeyi hayal bile edemezdik. Allah’a şükürler olsun kısa zamanda büyük mesafe aldık. Kriz döneminde büyümemiz arttı. İşçi çıkartmadığımız gibi, kriz döneminde yeni işçi aldık.” diyor.

Colin’s, “Eroğlu Şirketler Grubunun ilk markası” olma özelliği­ni taşıyor. Hikâye 1986’da başlıyor… “Kulis” markasıyla üretilen mont, kaban ve gömleklerini Mercan’daki mağazasında pazarlayan Eroğlu, 1993’te bugün Türkiye ve dünya pazarında satışı yapılan Colin’s’i pazara sunmuş. Nurettin Bey, ilkelerini şu cümlelerle açık­lıyor:

“Altı makineyle fason üretime başladığımızdan bu yana en önemli ilkemiz, dürüstlük, insana yatırım ve insana saygı olmuştur. Bugün uluslar arası bir kurum olarak aynı ilkelerimizi 2000’li yılla­ra taşımış olmanın sevinci içindeyiz. ‘Bilgi toplumu’ olarak adlan­dırılan günümüzde üretilen mal ve hizmetlerin kaliteli olması ge­rekli, ancak bu yeterli değildir. Üretilen mamullerin kalite standar­dı yanında, ucuz ve zamanında ulaştırılması da çok önemli bir hâle gelmiştir. Hedefimiz, kalite, maliyet ve hız bileşenleri açısından dünyanın önde gelen kuruluşlarıyla yansı sürdürmek ve daha da ilerlemektir.”

“YILDA 18 MİLYON JEAN ÜRETİYORUZ”

Eroğlu Şirketler Grubunun temeli 1974-1976 yıllarında Nu­rettin Eroğlu’nun önderliğinde, Mithat Giyim’e bağlı olarak fa­son imalât yapan bir atölye ile atılır. 1983 yılında ise Eroğlu Kon­feksiyon kurulur. O yıllarda Kumkapı’da kurulan 150 metrekare­lik bir üretim alanında 15 kişilik personeliyle hizmet veren Eroğ­lu Konfeksiyon, fason imalâtı yapmaya başlar. Üretimi yapılan mont ve kabanların toptan ve perakende satışı, 1986 yılında Mercan’da bir satış mağazasının açılmasıyla başlar. Atölyenin 1987 yılında Küçükçekmece’ye taşınmasıyla üretim artmış, aynı yıl “Kulis” markasıyla pantolon, gömlek ve mont üretimine de baş­lanmış.

1991 yılında dört atölye daha kurarak personel sayısını 200’e çı­kartan Eroğlu Konfeksiyon, 1992 yılında Avcılar Esenyurt yolu üzerinde bulunan 10 bin metrekare toplam kapalı alana sahip fabri­kada üretimine devam eder. Eroğlu Konfeksiyon “Eroğlu Giyim Sa­nayii” olarak kurumlaşırken “Kulis” markası da “Colin’s Jeans” olarak markalaşmış, Eroğlu Giyim Sanayii, 1994 yılında başta Rus­ya olmak üzere birçok Doğu Avrupa ülkesine ihracat yapmaya baş­lamıştır.

1995 yılında Colin’s Giyim San. ve Tic. A.Ş. kurulmuştur. Ayrı­ca Rusya’da bir Rus firmasıyla ortaklık kurularak Moskova’da ilk Colin’s mağaza-ofîsi açılmış, 1996 yılında ise üç bin metrekare ka­palı alana sahip bir bina şirket bünyesine eklenmiştir. Çalışan sayı­sının 700’e ulaştığı Eroğlu Giyim Sanayii, 1997’de yönetim ve or­ganizasyon yapısını yeniden tasarlamış ve insan kaynağına yatırım, eğitim ve geliştirme projeleri ve insan kaynaklan yönetimi uygula­malarını başlatmıştır.

1997 yılında “Loft” markası satın alınarak Erk. A.Ş. (Loft iç pi­yasa satışı) ve Ers Örme A.Ş. kurulmuştur. Erpa Dış Ticaret A.Ş. ku­rularak 1998 yılında Erma A.Ş. kurulmuş, Colin’s iç piyasa satışını gerçekleştirmeye başlamıştır. 1999’da Esenyurt’ta bulunan ve inşa­atı bir yıl süren 50 bin metrekarelik kapalı alana sahip fabrika bina­sı tamamlanarak dokuma konfeksiyon üretimi yapmak üzere hizme­te açılmıştır. Eski fabrika binası ise örme konfeksiyonu yapmak amacıyla Ers Örme A.Ş.’ye verilmiştir.

2000 yılında Şirinevler’de bulunan 13 bin metrekarelik kapalı alana sahip yeni bina devreye girmiş, pazarlama şirketleri bu bina­da bir araya gelerek koordinasyon kolaylığı sağlanmıştır.

Eroğlu Şirketler Grubu, yabancı sermaye çekebilmek, üretim ve pazarlama alanını yurt dışında daha da genişletebilmek amacıyla üretim merkezlerine Rusya’dan sonra, Romanya’yı da ekleyerek yurt dışında bir “fabrikalar zinciri” oluşturmuş.

“MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ ŞART!”

Nurettin Eroğlu’nun önderliğinde kurulan Eroğlu Şirketler Gru­bu, bir aile şirketi. Nurettin Bey, o günleri şöyle anlatıyor:

“1974 yılında Mithat Giyim’e bağlı olarak fason imalât yapan bir atölyede başladık. 1983 yılında Eroğlu Konfeksiyon’u kurarak Eroğlu Şirketler Grubunun temelini attık. Kumkapı’da açılan 150 metrekare üretim alanına sahip atölyede 15 kişilik bir kadroyla fa­son mont ve kaban imalâtı yaptık. 1986 yılında Mercan’da satış ma­ğazasının açılmasıyla, üretimi yapılan mont ve kabanların toptan ve perakende satış ve pazarlamasına başladık. O yıllarda üretim kapa­sitesi günlük 100-150 kabandı. 1987 yılında atölyemizi Küçükçek-mece’ye taşıdık. Aynı yılda ‘Kulis’ markasıyla pantolon, gömlek ve mont üretimini de gerçekleştirdik. Şimdi geldiğimiz nokta itibarıy­la; şirketimizde çalışan sayısı on binlere ulaştı. Polonya’da Colin’s Poloka şirketi kuruldu. 2000’de Şirinevler’de bulunan 13 bin met­rekarelik kapalı alana sahip yeni bina devreye girdi. Pazarlama şir­ketleri bu binada bir araya gelerek koordinasyon kolaylığı sağlan­mıştır. Ayrıca büyük mağazacılık zincirinin ilki de bu binada hizme­te açıldı.

“Colin’s’i insanlar önce yurt dışında tanıdı. Batı Avrupa’dan Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’dan Orta Doğuya, Türk cumhuriyetle­rinden Amerika’ya 32 farklı ülkede, farklı kültürdeki insanların beğenisini topladı. Güçlü pazarlama ekibi ve profesyonel satış or­ganizasyon ağı ile dünya markası olma yönünde emin adımlarla ilerliyoruz. Colin’s’in arkasında 150 kişilik bir ekip var. Bu ekip, tek bir amaç ve inanış çerçevesinde bir araya gelerek Colin’s’i se­venleriyle buluşturuyor. Kaliteli insan kaynağı, ileri teknolojisi ve toplam kalite anlayışı ile dünden yarına uzanan bir büyük marka dır Colin’s… Hizmet sektöründe en önemli unsurun “müşteri memnuniyeti” olduğunu düşünerek, geniş mağaza ağı ve pazarla­ma konsepti ile müşterilere direkt olarak hitap ediyoruz. Yurt dı­şında franchising sistemiyle çalışan 46 mağazamız var. Türkiye’de 13 butik mağazası ve çok katlı bir mağaza ile hizmet veriyoruz. Colin’s A.Ş., 2000 yılında Marka&Marka’yla çok katlı mağazacı­lığa adım attı. Mart 2000’de Yenibosna’da hizmete açılan Marka&Marka 3 bin 500 metrekare büyüklüğündedir. Yetmiş persone­lin hizmet verdiği Marka&Marka’da kadın erkek ve çocuk giyim, spor giyim, aktif spor giyim, ayakkabı-çanta, kozmetik ve ev teks­tili reyonlarında tanınmış markaların ürünleri büyük beğeniyle sa­tılmaktadır.

“Üretimimizin yüzde 70’ini Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere Balkanlar, Türk cumhuriyetleri ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri­ne ihraç etmektedir. Ayrıca dokuma ve örme alanında dünyanın ön­de gelen seçkin markalan (Lacoste, Calvin Klein, GAP, Tommy Hilfiger, Next, Lee Cooper, vb.) ile anlaşmalar yaptık. Ayrıca mar­ka dışı üretim de yapıyoruz.”

“COLİN’S, ABD’Yİ FETHEDECEK”

Kaban ve mont imalâtı yapmak üzere 1983 yılında kurulan Eroğlu Konfeksiyon, aradan geçen 20 yılda “Colin’s” markasıyla yurt dışına açılarak jean pazarında iyi bir yere gelmeyi başardı. Bu­gün yılda 18 milyon adet jean ürettiklerini ve yüzde 85’ini ihraç et­tiklerini söyleyen Nurettin Eroğlu, “Rusya’da Levi’s’ı bile geride bırakarak bir numaraya yükseldik. Hedefimiz aynı başarıyı Avrupa ülkeleri ve ABD’de de yakalayarak dünya markası olmak. Bunun için çalışıyoruz.” dedi.

Yirmi yılda sağladıkları hızlı gelişmenin arkasında Rusya paza­rının büyük rolünün olduğunu dile getiren Eroğlu şunları söylüyor:

“1986 yılında oluşturduğumuz ‘Kulis’ markasıyla ilk kez jean pantolon ve gömlek üretmeye başladık ve bunları Beyazıt’ta bulu­nan mağazamızda satışa sunduk. 1980’li yılların sonuna doğru ba­vul ticaretinin başlamasıyla birlikte Doğu Bloku ülkeleri ve Rus­ya’dan Türkiye’ye alış veriş için insanlar gelmeye başladı. Biz bu sayede o ülkelerin insanlarını ve ihtiyaçlarını tespit ettik. Daha son­ra da Rusya, Romanya ve Ukrayna gibi ülkelere kendi markamızla ihracata başladık. Fakat ‘Kulis’ ismi zor söylendiği için bunu Colin’s olarak değiştirdik.”

Bugün Rusya’ya yılda iki milyon adet jean sattıklarını belirten Eroğlu, Colin’s markasının Rusya’da toplam 510 satış noktasında satıldığını söyledi. Geçtiğimiz yıllarda Moskova’da 15 milyon do­larlık yatırımla bir fabrika kurduklarını ifade eden Eroğlu, “Sekiz yüz kişinin çalıştığı fabrikanın cirosu 40 milyon dolar. ABD ve AB ülkelerinde 500 bin adetlik satışımız var. Rakam Rusya’ya göre dü­şük görünse bile gelecek vaat ediyor. Hedefimiz, özellikle ABD’de de bayi kanalıyla ülke geneline yayılıp markamızı tanıttıktan sonra mağaza açmak. 2007 yılına kadar tüm bu hedefleri gerçekleştirip ABD genelinde 30-40 mağaza açmayı plânlıyoruz.”

“DÜNYA MARKALARIYLA REKABET EDİYORUZ”

Dünya devleriyle rekabet ettiklerinin ve kaliteden taviz verme­diklerinin altını çizen Nurettin Eroğlu şöyle devam ediyor:

“Biz, insan kaynakları yönetimi, bilgi sistem ve destek hizmet­leri ve koleksiyon çalışmaları ile dünyanın en tanınan jean markalarıyla rekabet ediyoruz. Misyonumuz, insana saygıyı temel alarak fa­aliyet alanındaki ürün ve hizmetlerin tasarlanmasından nihaî tüketi­ciye ulaştırılmasına kadar geçen sürecin tüm safhalarında etkin, ve­rimli ve yararlı olarak ulusal ve uluslar arası düzeydeki büyük öl­çekli sanayi kuruluşları arasında yer almaktır.

“Yurt dışı mağazacılık çalışmaları anlamında bugün ulaştığımız rakamlarla ve satışını yaptığı koleksiyon anlamında dünyanın önde gelen markalarıyla rekabet edecek düzeye geldik. Yurt dışında ken­di markalan olan Colin’s ve Loft satışıyla da yurt dışında en çok sa­tılan Türk markalarına sahibiz.

“Şirketlerimizin hızlı büyümesinde ve bugünkü başarısında bina ve makine yatırımlarının yanında konfeksiyon teknolojisini çok ya­kından izlemesi ve özellikle tüm bu teknolojileri anlamlı hâle geti­ren insan kaynağına da yatırımı ihmal etmemesinin önemli bir rolü olmuştur. Bir yandan bir aile şirketi olmanın avantajları pekiştirilirken diğer yandan kurumsallaşma çalışmaları, verimlilik analizleri, Ar-Ge çalışmaları, yönetimde yeniden yapılanma ve özellikle hayat boyu eğitim programları ile her düzeydeki çalışanın kişisel gelişi­mine özel bir önem veriyoruz. Yirmi yıllık geçmişinde dünyada ve Türkiye’de kendi sektöründe 100 yıllık marka ve şirketlerle aynı konuma gelebilen tek Türk şirketi, Eroğlu’dur.”

KRİZDE BÜYÜDÜK

Krizlerden hep güçlenerek çıktıklarının altını çizen Eroğlu şunları söylüyor:

“Doğrusunu söylemek gerekirse biz krizden güçlenerek çıkıyoruz. 5 Nisan (1944) Krizinden de güçlenerek çıkmıştık. Krizde bizim şirketlerimiz büyüyor… 2001 krizi öncesinde dokuz milyon adet olan üretimimizi krizle birlikte 12 milyon adede çıkardık. İşçi çıkartmadığımız gibi yeni işçiler aldık. 1998’de Rusya’da meydana gelen krizde de fazla etkilenmedik. Dünya markalarıyla iş birliği yaparak daha da güçlendik.

“Krizde bizim büyümemiz yetmiyor. Türkiye her geçen gün borçlanıyor. Borçlanan bir devletin bağımsız kalması ne kadar mümkün olabilir? O bakımdan yatırım yaparken Türkiye’nin duru­munu iş adamları gözden ırak tutmuyorlar. Bana göre Türkiye’nin sorunu, kendiyle barışık olmayışından kaynaklanıyor. Devlet, işlet­meciliği bırakıp aslî görevini yapmalıdır. Türkiye’de büyük bir po­tansiyel var. Bu potansiyelle dünya devleriyle rahatlıkla rekabet edebiliriz.

“Türk iş adamları olarak üretimden çok organizasyona ve pazar­lık ağına önem vermemiz ve bunu geliştirmemiz gerekiyor. Bu ko­nuda eksiklerimiz var. Bu iki ağı da kurduğumuzda dünya devleriy­le daha rahat bir şekilde rekabet edebiliriz.”

COLİN’S, MOSKOVA’DA!

Nurettin Eroğlu şöyle devam ediyor:

“Kriz ortamı, bizi yapacağımız bazı işler için daha temkinli ol­maya itiyor. Ancak inanıyorum ki Türkiye bu krizi atlatacaktır. Ye­ter ki buna inanalım ve el birliğiyle çalışalım…

“1990 yılların başında Moskova’da ve eski adıyla Doğu Bloku ülkelerinde çok miktarda mal sattık. Buralara mal satışının bir gün duracağını hesaba katarak fabrika kurmayı plânladık. Moskova’da ve bu ülkelerde fabrikalar açtık. Şu anda Rusya’da tekstil alanında fabrika ve mağazalar zinciri bizim. Bu kararın ne kadar isabetli ol­duğunu görüyoruz. Merkezi Moskova’da bulunan Colin’s Mosko­va’yı 1995 yılında faaliyete geçirdik. Geniş bir pazarlama ağına sa­hip olan Colin’s Moskova, toptan ve perakende satış hizmeti ver­mektedir.

“Grubumuzun 20 yılda sağladığı hızlı gelişme sonucu olarak Rusya pazarı olmuştur. Burada konfeksiyon üretimi yapan ilk Türk firması olduk. Rusya’da 15 milyon USD yatırımı yaptık. Rusya pa­zarı ivmesiyle tüm Doğu Bloku ülkelerinde, daha sonra Avrupa’da aktif ve güçlü hâle geldik. Mağazalarımızda Colin’s ve Loft marka­lı erkek ve bayan spor giyimi ve blue jean koleksiyonları satışını ya­pıyoruz. Rusya’da Colin’s markalarının kullanım ve bilinirlilik ora­nı, tüm Avrupa markalarının üzerindedir.”

“TÜRKİYE’DE DOĞDUK, RUSYA’DA BÜYÜDÜK!”

Eroğlıı Grubunun “Colin’s” markasıyla büyük bir pazar payını elinde bulundurduğu Rusya’nın başkenti Moskova’da 20. kuruluş yılı kutlandı. Şirketin yönetim kurulu başkanı Nurettin Eroğlu, bu­rada yaptığı konuşmada, “Türkiye’de doğduk, Rusya’da büyüdük.” diyerek Rusya piyasasının kendileri açısından önemine işaret etti.

“Kutlamalar için Türkiye’den davet edilen misafirlere, Mosko­va’nın 53 kilometre yakınındaki üretim tesisinde Colin’s markasının yerel üretimi gösterildi. Kumaş ve malzemenin Türkiye’den getirile­rek üretimin gerçekleştirildiği firmadan çıkan malın bir kısmı hemen alt kattaki mağazada satışa sunuluyor, kalan kısmı da ülkenin diğer bölgelerine dağıtılıyor. Kitle iletişim araçlarının yanı sıra Moskova Metrosu da kullanılarak verilen reklâmlarla Colin’s, bu ülkede iyi bilinen bir marka durumunda. Şirketin en prestijli mağazası ise Krem­lin ile Kızıl Meydan’ın yanında yer alan Manejna ticaret komplek­sinde, dünyanın önde gelen markalarıyla birlikte yer alıyor.

“LOFT, DİNAMİZMDİR”

“Loft” markasının iyi tutulduğunu ifade eden Nurettin Eroğlu şunları söylüyor:

“Avrupa’da ‘sanatçıların eserlerini ürettiği çatı katı’ anlamına gelen Loft, dinamizmin ve gençliğin sembolüdür. Loft, kendine öz­gü ve gelişmeye açık bir genci sembolize ediyor. İçimizdeki önle­nemeyen coşku, sınır tanımayan hayal gücü olarak tanımladığımız Loft’u, 1997 yılında şirketimiz tarafından isim hakkı alınarak gru­bumuza kattık.”

COLİN’S, AB PAZARINA BİG STAR’LA GİRECEK

Colin’s ile Rusya’da en çok satanlar listesinde zirveyi yakalayan Eroğlu Grubu, İsviçreli ünlü blue jean markası Big Star’ı satın aldı. Grup, Avrupa Birliği ülkeleri ve Amerika’nın en çok bilinen marka­larından Big Star ile dünya sıralamasında ilk beşe girmeyi hedefli­yor. AB pazarından pay kapabilmek için yeni markanın önemli fır­satlar sunacağını belirten Nurettin Eroğlu, “Dünyada önde gelen bir markayı satın almanın mutluluğunu yaşıyoruz. Big Star’la Avru­pa’da önemli bir pazar payına ulaşacağımıza inanıyorum.” dedi.

Big Star’ı dünyada ilk beş ve Colin’s’i de ilk 10 markadan biri hâline getirmeyi hedeflediklerini ifade eden Eroğlu, söz konusu fir­manın iflâs etmesine karşılık ürün salısına devam ettiğine işaret etti.

KALE GRUBU YÖNETİM KURULU BAŞKANI

  1. H. İBRAHİM BODUR

ÇAN’DAN ÇİN’E KALEBODUR

  1. H. İBRAHİM BODUR KİMDİR?

1928 yılında Çanakkale’nin Yenice kazası Nevruz köyünde doğ­du. İlkokulu Yenice’de, ortaokulu Balıkesir Lisesinde iftihar talebe­si olarak okuduktan sonra İstanbul Robert Kolej ‘e girdi. Robert Ko­lej ‘de ekonomi ve edebiyat bölümlerini aynı sürede bitirerek Hazi­ran 1950’de üstün başarıyla mezun oldu. ABD’de iş idaresi ihtisa­sını tamamlayıp 1951 ‘de yurda döndü. 1951 yılında evlenen Bodur, babasının ve kayınpederinin ortaklığıyla 1952 yılında, Türkiye’nin ilk 3 bin 200 iğlik penye pamuk ipliği fabrikasını kurdu. 1958 yılın­da Türkiye’de ilk defa bir köyde fabrika açtı. Uzun yıllar İstanbul Sanayi Odası Başkanlığı (1975-1979) ve iki dönem de Türkiye Oda­lar ve Borsalar Birliği Genel Kurul Başkanlığı yaptı. 1975-1995’te aralıksız 20 yıl, İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanı olarak görev yaptı. Bodur, Türkiye Dış Ekonomik ilişkiler Konseyini (DEIK) kur­du. Türkiye İktisadi Kalkınma Vakfını (İKV) kurdu. Türkiye Sanayi­ci ve iş Adamları Derneğinin (TUSİAD) ilk altı kurucusundan biri ve istişare konseyi başkanlık divanı üyesidir.

1985 yılında Çekoslovakya Devlet Nişanı, 1987 yılında İtalyan Devlet Nişanı, 1997’de T.C. Devleti Üstün Hizmet Nişanıyla taltif edilmiştir. Dr. H. İbrahim Bodur, sanayide 52. yılını geride bırak­mış, Kale Grubu Kuruluşları Yönetim Kurulları Başkanı ve Kurucu Murahhas Azası olarak görev ve faaliyetlerini sürdürmektedir.

“Zeynep” isminde bir kız babasıdır. Bodur, İngilizce ve İtalyanca bilmektedir.

İbrahim Bodur, 50 yıldan beri Türk ekonomisine hizmeti şiar edinen bir insan. Nevruz köyünden çıkan ve bu toprakların değerle­rine bağlı olan Bodur, baca ile minareyi meczetmiş. Bodur, madde ve manayı dengelemeye çalışan bir insan. Hayır yapmaktan kaçın­mayan, severek ve gülerek veren biri. Türkiye’nin ve dünyanın çe­şitli yerlerinde yapılan camilerde onun katkısı var. Bodur, bir taraf­tan gençler için meşhur sanatçıları davet edip konserler verdirirken, diğer yandan meşhur mevlithanlara Kur’an ve mevlit ziyafeti verdi­riyor. Bu yönüyle de Bodur, bir denge adamı. İbrahim Bodur, sanki son Osmanlı temsilcisi gibi… Bodur’un kurduğu “Çanakkale Sera­mik,” köyde kurulan ilk fabrika.

Çan’da Sayın İbrahim Bodur’un misafiriyiz. İbrahim Bodur’un tek vârisi Zeynep Bodur Okyay, bir taraftan misafirlerle ilgilenir­ken, diğer yandan sağa sola koşturuyordu. İbrahim Bodur’un, kızı Zeynep’i at üstünde gelin edişi, yöre halkının hafızasından silinme mis. Oldukça sempatik ve açık sözlü olan Zeynep Hanım, eşi Os­man Okyay’la mutlu olduklarını, öncelikle evinin kadını olduğunu belirtiyor. Osman Bey, son derece kibar ve kayınpederi gibi dinine, diyanetine, milletine, vatanına ve kültürüne bağlı bir insan.

TÜRK MODELİ: KALE GRUBU

Türkiye’de ilk karo seramik, Çanakkale Seramik fabrikalarında üretildi. Kısa zamanda Türkiye’nin güçlü markaları arasına giren Çanakkale Seramik, bugün bir dünya markası olma yolunda. Sera­mikte kalitenin adı hâline gelen Çanakkale Seramik, her yıl 100’ün üzerinde yeni ürün çeşidini tüketicilerin beğenisine sunuyor.

Türk sanayiine yatırım malı üreterek hizmet vermeye başlayan Kalekalıp, 1991 yılında doğal gaz bölümünün kurulmasıyla ev tipi doğal gaz sayaçlarının üretimine başladı. Kalekalıp bugün ev tipi, sanayi tipi doğal gaz sayaçları, regülâtörler ve basınç düşürme istas­yonları üretiminde önemli bir marka konumuna gelmiştir.

Türk sanayi devlerinden Kale Grubunun kurucusu iş adamı İb­rahim Bodur, 47 yıldan beri Çanakkale’nin Çan ilçesinde taşı ve toprağı işleyerek ürettiği malları beş kıt’aya ihraç ediyor. Her yıl ge­leneksel olarak 26-27 Temmuz tarihlerinde “Seramik Bayramı” tö­renleri için Çan’da görkemli törenler yapılıyor. Törenler tam bir bayram havasında geçiyor. Törenlerin en önemli müdavimi Doku­zuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirci. Demirci ile Bodur ara­sında su sızmıyor… Dostluklara aşağı yukarı yarım asra dayanıyor. İbrahim Bodur, 76’sına merdiven dayayan biri olarak çalışmaktan geri durmuyor. Yüzü gülüyor, bazen de duygulanıyor. İşçilerinin “baba, dede, amca ve ağabey” diye hitap ettikleri İbrahim Bey, “Ve­ren el, alan elden üstündür.” emrince vermekten geri durmuyor.

Merhum Adnan Menderes döneminde köyde atılan fabrika te­mcileri üzerinde bugün bir dünya devi yükseliyor. İbrahim Bodur, işçisiyle barışık bir patron. Seramik Bayramı çerçevesindeki etkin­likler, Türk geleneklerine uygun olarak yapılıyor. Bu kutlamalarda mevlit var, sünnet törenleri var. Mehteran var, Türk musikisi var, ne kadar güzellik varsa hepsi var. Bu güzelliklere sahip çıkanları, bu güzel bayramı böyle kutlayanları, başta İbrahim Bodur olmak üze­re tüm Kale ailesini ve çalışanlarını kutluyorum. Kale Grubu, Türk müteşebbisinin bir başarısı. Bu yönüyle tam bir Türk modeli…

BEŞ KIT’AYA SERAMİK İHRACATI

Her yıl Çanakkale’nin güzel ve şirin Çan ilçesinde “Seramik Bayramı” yapan, İbrahim Bodur diyor ki:

“Hep birlikte coşkuyla kutladığımız bu bayramdan maksat, sana­yiin, bir bölgenin ve ülkenin kalkınmasındaki önemini ve gereğini be­lirtmek, kurulduğu bölgeye sağlamış olduğu ekonomik, sosyal ve kül­türel değerleri bizzat görüp göstererek, ülkemiz için gerekli olan te­şebbüs ve kalkınma heyecanını sağlamaktır. Seramik Bayramı, yalnız buradaki kuruluşların ve bir grubun bayramı olmayıp, bölgenin kal­kınma, Anadolu’nun sanayileşme bayramıdır. İşte bu düşünce, azim, gayret ve heyecanla, bundan 47 yıl önce çayır ve tarladan ibaret olan bu topraklar üzerinde bu tesisler meydana gelmiştir. Kurulmuş oldu­ğu Çan kazasının nüfusu, bu geçen zaman zarfında bin kişiden 33 bin­lere ulaşmış ve böylece Çan, Çanakkale’nin en büyük kazası durumu­na gelmiştir. Kuruluşlarından bu yana, Kaleseramik fabrikalarımız sü­rekli yatırım yaparak, en son teknik ve teknolojik gelişmeleri uygula­yarak, kalite ve üretimlerini daima artırmış, bugün üretimiyle, ülkemi­zin en büyük, dünyanın da üçüncü büyük kuruluşu durumuna gelmiş tir. Her yıl, üretebildiği seramik kaplamalık malzemelerle dünya çev­resini bir buçuk metre genişliğinde seramik kuşakla kaplamak müm­kündür. Genelde üretmiş olduğu ürünlerin yüzde 50’sini ülke pazarı­na, yüzde 50’sini 1962 yılından bu yana başlatmış olduğu ihracat gay­retleriyle, beş kıt’ada birçok ülkeye pazarlamaktadır. 1955 yılında fi­zibilite çalışmalarına başlayarak, 1956 yılında ilk makine ve teçhizatı ve teknolojiyi Çekoslovakya’dan alarak 1957 yılında kurulmuş olan tesislerimiz, sektördeki teknik ve teknolojik gelişmeleri yakinen takip edip uygulamış, Almanya, İtalya ve İspanya’daki birçok kuruluşla iş birliği içinde olmuşlardır. Kırkıncı kuruluş yılımız olan 1997 yılından itibaren, gerekli makine ve teçhizat yatırımlarımızın önemli bir kısmı­nı kendi imkânlarımızla yapmayı başardık. Sektörde gerekli teknolo­jiyi kendimiz geliştirip, teknolojide de öncülük etmeye başladık.”

Kale Grubunun uluslar arası şirketlerle teknik iş birliği 1950’li yıllarda başlamış, zaman içerisinde gelişmiş. Siemens, Roca, Gene­ral Electric gibi her biri kendi alanında lider dünya şirketleriyle or­taklıklar kurarak, “dünya şirketi” olma yolunda önemli adımlar at­mış. Kale Grubu 1962 yılında seramik ihracatıyla başlattığı ihracat hamlesini sürdürerek, bugün üretim yaptığı belli başlı sektörlerdeki ürünleriyle dünyanın beş kıt’asında 60 ülkeye ihracat yapar duruma gelmiş. Kale Grubu, bugün her biri kendi alanlarında lider 24 şirke­te ulaşmış, beş bini aşkın çalışanı ve Türk ekonomisine sağladığı milyarlarca dolar katma değer ile Türkiye’nin önemli sanayi kuru­luşları arasındaki yerini almış.

EĞİTİM, SAĞLIK VE SOSYAL YARDIM VAKFI

Kale Grubu, yarım asırdan bu yana “sanayici” kimliğiyle toplu­ma hizmet ederken, sosyal sorumluluklarının bilincinde olmuştur.

Topluma hizmet konusunda kurucusu İbrahim Bodur’un ilke ve gö­rüşlerini benimseyen Kale Grubu, başta eğitim ve sağlık olmak üze­re kültür, sanat, bilim ve spor konularında topluma her zaman kat­kıda bulunmuş, bu katkılarını sürekli hâle getirmek üzere “Dr. H. İbrahim Bodur Kaleseramik Eğitim Sağlık ve Sosyal Yardım Vakfı’nı kurmuştur. Kale Grubu, doğa ve ekolojik çevreye karşı sorum­luluklarını da dünya standartlarında yerine getirmektedir.

İbrahim Bodur şunları söylüyor:

“Ülkemize yalnızca ekonomik alanda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da katkılarımızı artırarak sürdüreceğimize, Türkiye’yi lâyık olduğu güzel yarınlara hep birlikte taşıyacağımıza yürekten inanıyorum. Faaliyet gösterdiğimiz her alanda dünyada önde gelen kuruluşlarla yarışmak, teknolojik gelişmelerde öncü olmak, müşte­ri beklentilerini aşan kalitede mal ve hizmet üretmek ve bunun için nitelikli iş gücünü bünyemizde yaşatmak… Toplum ve iş yaptığımız kurumlar tarafından tarif edilen ortak paydada en yüksek kalitede sanayi ve teknoloji ürünleri üreterek, bizimle çalışan herkesin yaşa­mına değer katmak için varız.”

Televizyon reklâmlarında duyduğumuz “Kalebodur, seramik budur.” sloganının mimarı İbrahim Bodur, seramiğin babası. 1957 yılında merhum Adnan Menderes’in attığı temelin ardından 47 yıl geçmiş. Kırk yedi yıldan beri Canlı hemen hemen her aileden bir fert, geçimini seramikten sağlıyor. Bugün Çanakkale Seramik, bir dünya devi. Hem de kökleri derinlerde olan bir dev. İbrahim Bo­dur, dönemin başbakanı Adnan Menderes’in attığı temeli hiç unut­mamış. Yine fabrikayı 1958’de Menderes açmış. Bodur, Mende­res’e bir vefa borcu olarak Aydın’a madencilik alanında yatırım yapmış.

Yetmiş altı yaşına rağmen gençlere taş çıkartacak derecede ça­lışkan Sayın İbrahim Bodur’la, Çanakkale Çan’daki fabrikasında ve İstanbul’da birçok kez görüştüm. İbrahim Bodur’la tanışmama ve­sile olan merhum Doç. Dr. Osman Şekerci’yi rahmet ve minnetle anıyorum…

“MİSAFİRHANEMİZ MEKTEPTİ!”

Aile, çocuğun iyi bir şekilde yetişmesinde en önemli unsurdur. Aile, toplumun en önemli damarıdır. Aile düzgün olursa toplum da düzgün olur… İbrahim Bodur’un yetişmesinde annesinin ve dede­sinin büyük rolü olmuş. Bodur o günleri şöyle anlatıyor:

“Evvelâ Allah’a hamd ediyorum. Çocukların iyi bir şekilde ye­tişmesi öncelikle ana kucağında başlar, aile ocağında oluşur, ondan sonra da mekteple devam eder. Her şey Allah’ın lütf-u keremidir. Allah’a çok şükür dindar bir aileye mensubum. Anne kucağında Al­lah sevgisiyle ve dualarla yetiştik. Babamıza ve annemize itaat üze­rine terbiye aldım.

“İlkokulda milliyetçi Tevfik Hoca–nur içinde yatsın–bize çok emek verdi. Molla Mehmet Efendi Hoca Dedemden çok şey öğren­dim. Rahmetli babamı beş yaşında kaybettim. Babamdan kalan dükkânı ve misafirhaneyi kapatmadım. Misafir evinde hoca dedem oturdu. Onun sürekli misafiri olurdu. Hoca dedenin oturduğu misa­firhanemiz âdeta bir mektepti.

“Hoca dede, gelen misafirleri irşat ederdi. Bizim çocukluğumuz hoca dedenin yanında geçti. Hoca dede 15 yıl Osmanlı medresele­rinde okumuş. Önce Redd-i İlhak, ardından Kuva-yı Milliye Cemi­yetlerine girmiş. Hoca dede bize millî ve manevî duyguları aşıladı. Misafir sevgisini ve ona hizmet etmeyi öğretti. Bu gibi güzel haslet­ler çocuklukta öğretilecek şeylerdir. Bu şuur çocukluk yaşında ben­liğimize kazındı.

“İlkmektebi bitirdikten sonra Balıkesir Lisesine birincilikle girdim. Lisenin üç yılında da iftihar alarak tamamladım. Lisede de millî ve manevî duygularla yetiştim. Müdürümüz ve matematik hocamız, Niyazi Beydi. Daha sonra Niyazi Hocam nikâh şahidim oldu. Rahmetli Niyazi Hoca daha sonra İstanbul Lisesinde de mü­dürlük yaptı. Niyazi Hoca dindar bir insandı. Bize dinî bilgiler de verdi. Biz Niyazi Hocamızdan çok istifade ettik. Nur içinde yat­sın…

“Liseyi birincilikle bitirerek Boğaziçi Üniversitesinde okudum. İstanbul Üniversitesinden Nurettin Topçu, benim tarih ve sosyoloji hocamdı. Millî Türk Talebe Birliğine gidip gelirdim. O günlerde çı­kan dergileri takip etmem, millî ve manevî duygularla yetişmemde büyük etki yaptı. O dönemde karneli hayatın içinde yokluk ve var­lığı birlikte yaşadık. Bu olaylar bize hayatı öğretti.”

SABIR, DUA VE VEFA…

Mütevazi kişiliği ve fakirlere yardımı ile bilinen iş adamı İbra­him Bodur şunları söylüyor:

“Bugün ne yapmışsam bu benden değildir. Benim bu durumuma gelişim de öncelikle Allah’ın lütf-u ihsanı, anamın duası, eşimin sabrı ve etrafımda halka olan arkadaşlarımın gayreti ile olmuştur. Yardımını gördüğüm herkese dua ediyorum. Allah’a hamd ediyor ve bütün nimetlerine şükrediyorum.

“Nasıl ki ağacın meyvesi dallarından belli oluyorsa, ailenin du­rumu da fertlerinden belli olur. Allah bana bu imkânları verdi, nasip etti. 1952 yılında Türkiye’de ilk defa penye iplik fabrikasını kayın­ pederimin yardımıyla kurdum. İş hayatına 1952 yılında atıldım. Sanayide 50’nci yılımı iki yıl önce idrak ettim. İstanbul Sanayi Odası dâhil birçok odayı kuran kişiyim.

“Hiçbir zaman köyümden kentimden ayrılmadım, kopmadım. Köy arkadaşlarımı ve dostlarımı terk etmedim. Onları unutmadım. Onlarla sürekli içli dışlı oldum. Onların iyi ve kötü günlerinde yanlarında ol­dum. Etrafımda olan bitenlere gözümü ve kulağımı tıkamadım. Elim­den gelen yardımı yapmaya çalıştım. Köyüme ve köylülerime hiçbir zaman yukarıdan bakmadım. Küçük yaşta oluşan kişilik çok önemli­dir. Bu nedenle hoca dedeme ve anama çok dua ediyorum. Benim ki­şiliğimin oluşmasında en çok etkili olan iki insan, dedem ve anamdır.

“Türkiye’de ilk defa teknik ve sanayi tesislerini köye getiren insanım. Köye fabrika kurmak hayal bile edilmiyordu. Allah’a şükür­ler olsun bunu başardım. Bütün işler Allah’ın yardımıyla oldu. Çan, çok küçük bir yerdi. Çan, bölgenin en fakir bir beldesiydi. İnsanlar köyden başka yerlere çalışmaya giderler ve kıt kanaat geçinirlerdi. Araziler de verimli değildi. Şimdi ise Çan, Türkiye’nin bir numaralı ilçesi oldu. Buna ne kadar şükretsem azdır…”

“MADDE VE MANA DENGESİ ŞART”

“Fabrikayı köye kurmanızdaki gayeniz neydi?” sorumuza İbra­him Bey açık ve net cevap veriyor:

“Ben sanayiin Anadolu’ya, köylere gittiğinde istikrarın ve kal­kınmanın olacağını gördüm ve bunu gerçekleştirdim. Köylerde tarımdan sanayie geçmek kolay değildir. Köylüler bize yardımcı ol­dular. Onlara madde yanında maneviyatları konusunda da yardımcı olmaya çalıştım. Maneviyat olmayınca hayatın eksik olacağını gös­terdim. Bu nedenle fabrika bacası ile Allah’a ulaşan minareleri bir araya getirdim. Bu dengeyi kurmanız gerekir. Madde ve mananın bir arada olabileceğine inanan bir insanım. Madde ve manayı den­geli bir şekilde yürütürseniz hayatta başarılı olursunuz. Allah’ın lütf-u keremine şükretmek gerekir.

“Bugünkü birçok sosyal dengesizliğin altında yatan neden bu­dur. Bana göre asıl müteşebbis insan, bulunduğu yerde iş yerini ve sanayii kuran insandır. Çünkü kendi bölgesinde, köyünde işi kuran insan, o yöreye en büyük yardımı yaptığı gibi insanların örf ve âdet­lerini de aynen yaşamalarını temin etmiş oluyor. İş yerleri büyük şe­hirlere taşınınca köyünden, yöresinden kopan insanlar inanç, örf ve âdetlerinden de kopmuş oluyorlar. Bu da sosyal patlamalara zemin hazırlıyor. Sosyal çatışmalar meydana geliyor… Ben bunu yıllar ön­cesinden gördüm. Allah’a şükür insanları köyünden koparmadım. Hâlâ Çan’ın köylerinden fabrikaya gelenleri her gün köyünden alı­yor, köyüne bırakıyoruz.

“Yalnız maddiyatla insanları mutlu edemezsiniz. İnsanları kö­yünden, toprağından koparırsanız, maddî yönden sıkıntısı olmasa bile insanlar mutlu olamazlar. İnsanları doğru bakımdan dinî yön­den eğitmeniz gerekir. Doğruluğun esası da manada gizlidir. Bunu da vermeniz gerekir. Biz ramazan ayında, bayramlarda, kandil ve önemli günlerde yöre insanı ve köylülerimizle bir aradayız. Ara­mızda bir resmiyet yok. Bizim hareketimiz bireysel değil, toplum­saldır. İnsanlarımızın düğünlerinde ve bayramlarında bir arada oluruz.

“Bir insan şükretmesini bilmezse, nereden gelip nereye gidece­ğini bilmezse, o insanın ne yaptığında ne de işinde hayır olur. Bu konuda bana yardımcı olan hocam arkadaşlarıma da teşekkür ediyo­rum. Bir iş adamı olarak örnek olmaya çalışıyorum. İnşallah benden sonra da bunlar devam eder… Örnek olursak insanlara, bizden iyi­lik ve güzelliği, Allah’a hamd etmesini ve şükretmesini öğrenirler.

“Sanayi getirmek bir sabır işidir. İnsanlara hizmet etmek büyük bir azmi gerektirir. Büyük sanayi sayesinde insanlara iş ve aş ver­mek, büyük bir çalışmanın neticesidir. Hiçbir zaman hamd ve şük­retmesini unutmamalıyız. İnsan hiçbir zaman her şeyi kendinden bilmemeli, gurur ve kibire kapılmamalıdır.”

EŞEK SIRTINDA İHRACAT

Eşek sırtında ihracat yaparak bugünkü dev şirketlere adım adım geldiklerine dikkat çeken sanayici İbrahim Bodur şöyle devam edi­yor:

“Biz kolaya değil zora talip olarak, 750 bin lira sermaye, alın te­ri ve emeği halka hizmet ideali için bütünleştirdik. Yavaş yavaş ba­calarımızı tüttürerek, toprağın alın terini makineyle buluşturduk. Eşek sırtında ihracat malı taşıdım. Bölge insanımızı toprağından koparmadan, göçe zorlamadan, köyünde ayağına iş ve aş imkânı götürdüm. ‘Millî sanayi’ felsefesine gönül vererek, millî kaynakla­ra dayalı, Türk işçisinin el emeği ve göz nuru sanayi malı üreterek, alan değil üreten ve ihraç eden yeni bir ekonominin temellerini at­tık. Bugün 24 şirketle ulu bir çınar gibiyiz. 1957 yılında merhum Adnan Menderes tarafından temelleri atılan Kale Grubu, bugün 24 şirketi, beş bini aşkın çalışanı ve 600 milyon dolarlık cirosu ile ül­kemizin en büyük holdingleri arasında yer alıyor.

“Çanakkale Seramik ve Kalebodur, yıllık 60 milyon metreka­reye ulaşan üretim gücüyle, aynı alanda üretim yapan en büyük kuruluş hâlinde. İlk ihracatım 1962 yılında gerçekleştiren Kale Grubunun ürünleri bugün beş kıt’ada toplam 50 ülkeye ihraç ediliyor. Çanakkale Seramik Fabrikaları bir yandan gelişirken bir yandan da kardeş şirketleri devreye soktuk. Şirket sayısı za­manla 24’e ulaştı. Kale Grubu şirketleri, seramik sanayiinin ge­lişiminde önemli roller oynadılar. İşte bu şirketlerden biri de Kalemaden’dir. Seramiğin ham maddesini sağlayan Kalemaden, Türkiye’de seramiğe ilk kez kendi yöresinin adını verdi. Çanak­kale Seramik ve bağlı kuruluşlarıyla bir bütün olarak, dünyanın en önemli sanayi devlerinden biri olan kuruluşların ham madde temininde, geleceğe atacağı ileri adımlardaki en önemli alt yapı ve temel taşlardan biri olan Kalemaden 1990 yılında şirketleşmiştir.”

ISO 9001 GÜVENCESİ

Üretim tesislerinin Avrupa’nın en modern tesisleri olduğunun al­tını çizen İbrahim Bey şunları söylüyor:

“Kalemaden, madencilik sektöründe, Türkiye’de ISO 9001 Ka­lite Güvence Sistemi Belgesini alan ilk kuruluştur. Kalemaden, ilk 500 büyük şirket sıralamasında yer alan ve merkezi köyde bulunan ilk kuruluştur.

“Kalemaden yılda üç milyon tondan fazla üretim yapabilecek güce sahip olup, bugünkü üretim kapasitesiyle birlikte Türkiye’nin, endüstriyel ham madde çeşidiyle dünyanın en büyük maden şirket­lerinden biridir.

“Ürünlerimizi satma konusunda çok sıkıntımız yok. Ancak dün­yaya açılma ve tanıtımda bazı eksikliklerimiz var. Bizim markamız dünya markası, ancak gerçek manada dünyaya tam açılamadık. Amacımız kalitemizle birlikte markamızı bir dünya markası hâline getirmektir.”

“HOBİM DE ZEVKİM DE IŞTIR”

Hobisinin ve zevkinin “çalışmak” olduğuna dikkat çeken sana­yici İbrahim Bodur şöyle devam ediyor:

“Çalışmamı önce Allah’ın verdiği lütf-u ihsana borçluyum. Ana­mın duasını hiçbir zaman unutmuyorum. Benim hobim de zevkim de iştir. Bir de insanlara verdiğim işten dolayı onların mutlu oldu­ğunu görmek benim için büyük bir huzur ve güç kaynağıdır. Bu za­mana kadar başbakan, bakan ve milletvekili olmayı aklımdan ve ha­yalimden bile geçirmedim. Mebus olmak isteseydim 100 defa me­bus, 10 defa bakan olurdum. Bunlar önemli değil. Bana göre herke­sin kendi görevini lâyık-ı veçhile yapması lâzım. Biz ölümüzle di­rimizle Çan’dayız. Yani fabrikalarımızın bulunduğu yerde… Biz öl­düğümüz zaman çalıştırdığımız insanlara ‘Ne iyi oldu da öldüler!’ dedirttirmeyiz. Çalışanlarımızla aramızda birtakım bariyerler hiçbir zaman koymadım. Onların evlenme, sağlık ve okul dertleriyle gü­cümüz nispetinde yakından ilgileniyoruz. Biz kendimizi patron ola­rak görüp halktan soyutlayan biri değiliz.”

KURALKAN HOLDİNG YÖNETİM KURULU ONURSAL BAŞKANI

MEHMET KURALKAN:

İSTİKRAR OLMADAN TİCARET OLMAZ

MEHMET KURALKAN KİMDİR?

Kuralkan Holding’in kurucusu Mehmet Kuralkan, Pakistan’dan ülkemize göç etmiş Hintli bir ailenin oğlu olarak 1930 senesinde Van’da doğdu. Endüstri meslek lisesi tesviye bölümünü bitirdi. Van’da tamircilik ve imalât yıllarından sonra 1960 yılında yedek parça ticaretine başladı. 1970’li yıllarda Van esnafı ve yöre halkıy­la birlikte şehirde ilk fabrikaları kurdu.

1980 senesinde İstanbul’a göç eden Mehmet Kuralkan, burada bir süre otomobil yedek parçası üretip ihraç ettikten sonra motosik­let işine girdi. Bugün oğullarıyla, motosiklet ve bilgisayar üretimin­de söz sahibi Kanunî Motor ve Sentim Bilgisayar şirket/erinin başında. Kuralkan’lar, Filipinler, Küba ve Mısır gibi birkaç ülkede da­ha montaj şeklinde motosiklet üretimi yaptırıyor.

Mehmet Kuralkan, Kuralkan Holding kurucusu ve Yönetim Ku­rulu Onursal Başkanı. Mehmet Beyin Van’da başlayan hayat serü­veni bir hayli renkli. Renkli olduğu kadar da, mücadele ve çile do­lu… Bir tamirci atölyesinde başlayan iş hayatı, Mehmet Kuralkan’ı İstanbul’a kadar getirmiş.

HİNDİ BAHA’DAN KURALKAN’A UZANAN YOL

Mehmet Kuralkan’ın ataları Hindistan kökenli. Mehmet Beyin dedesinin babası, bugün Pakistan toprakları içinde yer alan Lahor şehrinden üç arkadaşıyla birlikte Türkiye’ye gelmiş. Mehmet Ku­ralkan’ın dedesinin babası “Hindi Baba” lakabıyla bilinirmiş. Diğer gelenler ise, “Habip Baba” ve “Terzi Baba” isimli samimî arkadaş-larıymış. Türkiye’ye karşı engin ve derin muhabbetleri olan bu üç dost, Türkiye’nin farklı yerlerine dağılmışlar. Hindi Baba Van’a, Habip Baba Erzincan’a ve Terzi Baba ise Erzurum’a yerleşmiş. Mehmet Beyin dedesinin babası çok muhterem bir şahsiyetmiş. Van’da Hindi Baha’dan herkes akıl alır, hürmet eder ve sohbetinden istifade edermiş. Mehmet Beyin anlattığına göre, Hindi Baba muta­savvıf biriymiş. Mehmet Beyin, atalarının doğduğu yere gitme imkânı henüz olmamış, ancak gitmek istiyor.

Mehmet Kuralkan ise, Van’da küçük bir tamirci atölyesinde işe ağabeyi ve kardeşiyle birlikte başlamış. Bugün 74’üne merdiven dayayan Mehmet Kuralkan, gençlere taş çıkartacak kadar enerji do­lu. Her gün iş yerine gidiyor. Aile şirketlerinden oluşan holding bünyesinde müşavirlik ve danışmanlık yapıyor. Kendisi endüstri meslek lisesi mezunu olan Mehmet Bey, insanların çalışmasından büyük zevk aldığını söylüyor:

“Ben çalışan insanların yorulduğunu, kan ter içinde kaldığını görünce onlara acımam, bilâkis sevinirim! Çalışan ve çalışkan in­sanı çok severim. İnsan için en büyük nimet, alın teriyle kazandı­ğını ailesiyle paylaşmasıdır. İnsan yaratılış gayesini unutmadan çalışmalıdır. Atalarımız boşuna dememiş, ‘Çalışan demir pas tut­maz. ‘ diye. Bu nedenle Allah, sağlık afiyetten ve çalışmaktan geri koymasın…”

Mehmet Kuralkan’ın şahsında Anadolu insanının çilesi ve mü­cadelesi saklı. O 50 yıllık fiilî çalışma hayatında yöresinde ve İstan­bul’da insanları üretmeye ve müteşebbis olmaya teşvik etmiş. Van’da 150’den fazla insanın çalıştığı bir un fabrikasını kurmak, ilk kez ona nasip olmuş. Fabrika 40 yıldan beri faaliyette…

Mehmet Kuralkan’ın kurduğu Kuralkan Holding, sermayeleri eşit bir şekilde bölüşen aile şirketlerinden oluşuyor. Kuralkan’lar, şirket içinde Mehmet Bey dâhil bir konu üzerinde tartışırken interneti en aktif şekilde kullanıyorlar. Oturdukları yerden birbirleriyle mailleşerek fikir alış verişinde bulunuyorlar. Mehmet Bey, 74 yaşı­na rağmen büyük bir zevkle bilgisayarı kullanıyor ve internetten ya­rarlanıyor. Böylece gençlere mesaj veriyor…

Mehmet Kuralkan 1980 yılında İstanbul’a gelmiş. Bugün Kural­kan Holding, Dell Bilgisayar’ın Türkiye temsilciliği yanında, “KRN” marka bilgisayar da üretiyor. Mehmet Kuralkan oldukça mütevazi bir insan.

“GİRİŞİMCİ RUHU KAYBETMEYELİM”

Girişimci ruhun çok önemli olduğuna dikkat çeken iş adamı Mehmet Kuralkan, orta hâlli bir ailenin çocuğu olarak azimle bu­günlere geldiğinin altını çiziyor. Gerisini Mehmet Beyden dinleye­lim:

“Ben orta hâili bir ailenin çocuğu olarak zor şartlar altında bü­yüdüm. İlk başlarda maddî bir varlığımız yoktu. Ancak başta dedem olmak üzere aile bireylerimiz Van’da çok sevilir ve sayılırdı. Hâlâ sağ olsunlar bizi sayar ve severler. Biz yedi kardeştik. Üç erkek, dört kız… Ben erkeklerin ortancasıyım. Ağabeyim 47, küçük karde­şim ise 53 yaşında vefat etti. Allah’ın takdiri… Çocuklarımı ve ye­ğenlerimi toparlamak bize düştü. Biz kanaatkar bir aileyiz. Kendi yağımızla kavruluruz. Ben sanat okulunu bitirdim.

“Şahsen bendeki girişimci ruh küçüklüğümden beri vardı. Kü­çük yaştan itibaren ticarete karşı bir yatkınlığım vardı. Hatırlıyo­rum, çocuk yaşta bahçemizden çıkan meyve, sebze, kavun ve kar­puzu sattığımı biliyorum. Bu nedenle ticarete küçük yaştan itiba­ren başladım ve okul sonrasında bu işi pratiğe dökme imkânı bul­dum.

“Sanat okulunu bitirdikten sonra, birlikte mezun olduğumuz ar­kadaşlardan Yasar Özok ile Nihat Ağuş’u da yanıma alarak okul müdürüne gittim. Müdür Beye şöyle dediğimizi hatırlıyorum:

“‘Bize gerekli malzemeyi verin, tezgâh verin; atölye açacağız.’

“Bu teklifimiz müdür tarafından oldukça makul karşılanmıştı. Çünkü o tarihlerde Van’da bu tür işletmeler bulunmuyordu. Üç genç müteşebbis ve zanaatkar olarak birlikte bir yıl kadar çalıştık.

“O günleri hatırlıyorum; Van’ın ileri gelenlerinden Nedim Bey, bizim atölyeye geldi ve dedi ki:

‘”Gençler, sizi tebrik ediyorum! Eskiden bu işleri sadece Erme­niler yapardı. Ermeni çocukları sanatkâr olurdu. Şimdi sizler yapı­yorsunuz. Bu, büyük bir bahtiyarlıktır. Sizlerle gurur duyuyorum…’

“Bu söz ve tebrik bizler için iyi bir motivasyon oldu ve üç genç zanaatkar olarak başarıya imza attık. Bu üç arkadaşla birlikte müte­şebbislik hayatımız böylece başlamış oldu. Allah’a şükürler olsun Türk ekonomisine değerli katkılarımız oldu.

“Demek ki yanlışı görünce tenkit etmek kadar iyi ve güzeli gö­rünce de tebrik ve takdir etmelidir. Temelinde bilgi ve dürüstlük olan iyi ilişkiler, insanoğlunu başarıya götüren önemli kriterlerdir. Atalarımız boşuna dememiş ‘Marifet, iltifata tâbidir.’ diye…”

VAN’DA İLK RADYO TAMİRCİSİ

Küçük yaşta müteşebbis ruha sahip olarak Van’da önemli işler yaptıklarını ifade eden Mehmet Kuralkan’ın renkli hayatı bununla da sınırlı değil:

“Dedim ya, küçük yaştan beri ticarete ve zanaata karşı büyük bir ilgim vardı. Biz Van’da radyo tamirciliğiyle de isim yaptık. Bölge insanı radyo tamirciliğinin adını hafızalarına ‘Kuralkan’ olarak ka­zıdı. Bir keresinde berber dükkânında radyo tamirciliğine başlayan şahsa bir diğer şahıs, ‘Şuna bak, berber dükkânında Kuralkancılığa başlamış!’ diye kızıyordu. Hatta bu, halk arasında hikâyelere konu olmuş. Van’ın köylerinden radyosu bozulan bir vatandaş Van’a gel­miş, ‘Burada en iyi Kuralkan kim?’ diye en iyi radyo tamircisini arıyormuş. İlke imza atmak kolay değildir. İlke imza atmanın taşıdığı avantajlar kadar riski de söz konusudur.

“Tecrübelerim gösteriyor ki, topluma ait herhangi bir hadisede veya yapılan bir eserde ilk etapta önder olmak, ayağa takılan çakıl taşlarına aldırmamak gerekiyor. Bediüzzaman Hazretleri, ‘Hayırlı işlerin mânisi çok olur, şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğra­şır.’ diyor. Gerçekten de bilerek veya bilmeyerek bir hayır teşebbü­sünün önüne çıkanlar oluyor. Bu mânilere aldırmadan yola devam etmek, pek çok hayırlı işin kapısını aralamak demektir. Her yaptığı­mız işte bir ilk olduk. Riski de var, avantajı da var. Tek olduğunuz için avantajınız var.”

DOĞUDA İŞ YAPMANIN RİSKİ

Doğulu bir iş adamı olarak neden yatırımlarını Van’a değil de İstanbul’a yaptıklarını soruyorum Mehmet Beye; işte onun ceva­bı:

“Doğunun makûs talihini yenme arzusu, sanayici olmamda önemli bir teşvik olmuştur. Hayır yapmak sadece birine veya bir ha­yır kurumuna bağışta bulunmak değildir. Yoksul insanlara iş, fakir fukaraya ekmek kapısı açmak da o kadar sevaptır. Ben bir iş yapar­ken, bir yatırıma yönelirken bunu düşünürüm. Doğuda iş yapmanın zorluğu. Doğunun ihmal edilmesinden kaynaklanmaktadır. Doğuda ulaşım zor ve bölge gelişmiş bölgelere çok uzak. Bu sebeple devle­tin çok özel önem vermesi gerekiyor. İstanbul’da iş yapanla Doğu­da iş yapanın aynı kefeye konması, beraber değerlendirilmesi doğ­ru değildir. Bu, ağır sıklet boks şampiyonuyla amatör birinin müsa­bakasına benzer…

“Oradaki insanlar kendi hâlinde; sanayiyle, yatırımla hiç uğraş­mamış. Devletin kredi verirken aradığı çaplı insan bölgede yoktur. Oradan çıkanları da ciddiye almıyorlar. Uyuşturucu ticareti maale­sef güveni kırmış. Oradan çıkmış insanlara önce ‘Bu parayı nereden buldu?’ diye bakılıyor. İklim şartları kesinlikle Doğunun kalkınma­sında etkili oluyor. Van’daki insan yılda ancak altı ay çalışıyor, Adana’daki insan ise yıl boyunca…. İstanbul’daki insanın yakıt gideri bir ise, Van’daki insanın beştir.

“Daha önce terörden dolayı büyük risk vardı, şimdi ise başka riskler taşıyor. Doğulu iş adamlarının Doğulu olmaktan başka bir suçu yoktur. Bu ülke bizim, her yer bizim… Herkes Doğuya gele­bilmeli, bu şartlar hazırlanmalı. Neden Karadenizlileri Karadeniz’e çağırmıyoruz da hep Doğulu iş adamlarını Doğuya çağırıyoruz? Riski çok rahatlıkla üstleniyoruz; bu bir mecburiyet. Biz yoksul bir aile idik. Herkes de bizden farklı değildi. Bu ortamda insan bir şey­ler yapmak istiyor. Yapmak isteyince bir gayret ve araştırma işine giriliyor. Bir arayışa yöneliyoruz…

“Hiçbir zaman tek işe bağlı kalmadım, birkaç işi birlikte yürüt­tüm. Sebebi ise, biz orada çok yönlü çalışıyorduk. Bir kere, bir işe bağlı kaldığınız zaman çok büyüyemezsiniz. Çünkü kapasite küçük. Diğeri, diyelim adamla aranız bozuldu. Ne olacak, arada mı kala­caksınız? Alternatifiniz çok olursa rahat olursunuz. Biz sanayi ile ti­careti birlikte yürüttük. Benim için sanayi çok değerli bir şeydir. Her zaman sanayii tercih ettim. En büyük yanlışlarımdan biri şu:

“Eğer sadece alıp satsa idim eminim ki daha ileride olurduk.

“Sanat okulu mezunu olmam bir şeyler üretmeyi, yapmayı öğ­retti. Bir şeyler yapmanın bir zevki ve üstünlüğü var. Okul beni bu şekilde etkiledi…

“Bugün teknolojinin geliştiği dönemde sadece ‘ticaret’ dememe­li. Ülkenin kalkınmasını istiyorsak bir şeyler üretmeyi de öğrenme­liyiz. İşi kökünden yapmalıyız. Türkiye açısından önceliğin ‘sana­yi’ olduğu kanaatindeyim. Ticarette sadece siz ve aileniz var, sana­yide ise atölyenizde yüzlerce binlerce insanı çalıştırıyorsunuz. Bu bir zevktir. En büyük zevkim, insanlara takım tezgâh verip onları iş sahibi yapmak. Birlikte kalkınmayı istiyorum. Yalnız başına insan bir şey olmaz, mahdut kalır. Yüzlerce binlerce insanla çalıştığınız­da hem o insanların geçim kapıları oluyorsunuz, hem de sizin ka­zancınız kesintiye uğramadan devam ediyor.”

“BAŞARI, HELAL ÇALIŞMAKTA GİZLİDİR”

Başarının çok yerde aranabileceğini, ancak en önemli ilkenin “helâl yoldan para kazanmak” olduğunu ifade eden Mehmet Kural-kan şunları söylüyor:

“Bir işi bitirmenin mutlak bir mutluluğu vardır. Başarının sırrı ise bana göre helâl çalışmaktır. Helâl kazanmak, istikrarlı ve azim­li olmak, neticeyi de Allah’tan beklemek gerekir. Bir de çevrenizde­ki insanlara güvenmek ve sorumluluk vermek gerekir.

“İş hayatında geçen 50 yılda personel politikamız temel bir çiz­gi üzerinde devam etti. Bizde ağalık ruhu yoktur. Meselâ işçilerin yediği yemekhaneye bütün Kuralkan ailesi gider ve yemeğini orada yer. İşçiyle yakın olmak lâzım, ama mesafeyi de iyi koymanız gere­kir. Ben 10 kişi çalıştırırken de yemek çıkardı. Muvaffak olmak is­tiyorsanız işçinin hakkını vereceksiniz. Bizde hiçbir işçinin tazmi­natı kalmaz. Ayrıca bizim bir fonumuz var. Bir işçi hasta olduğun­da ve sıkıntılarında evine kadar gider, yardımlarımızı yaparız. Çalı­şanımız Kuralkan’da mutmaindir.”

“MZ MOTOSİKLETİN HİKÂYESİ…

Motosiklet işine girişlerinin hikâyesini ise Mehmet Bey şöyle anlatıyor:

“1988 yılında Doğu Almanya’da özgürlük hareketinin hızlandı­ğı bir dönemdi… Doğu Alman malı MZ motosikletleriyle tanıştık. Önce 30 adet motosiklet ithal ederek işe başladık, ilk etapta parça­sı yok diye pek itibar eden olmadı. Ancak biz bu motosikletlerin parçalarını üretmeye başladık. Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra, motosiklet fabrikasını satın alma teşebbüsün­de bulunduk. Ancak maliyetini hesaplayıp kârlı yatırım olmadığını anlayınca bundan vazgeçtik. Bazı fabrika makinelerini zor şartlara rağmen satın aldık. Şu anda tamamen Türk mühendis ve ustalarının katkılarıyla motosiklet üretimi yapıyoruz. Ürettiğimiz malların bü­yük bölümünü iç piyasaya satıyoruz. Bunun yanında 34 ülkeye ih­raç ediyoruz. Bir ara Kanunî Motosiklet için Kombassan Holding’le ortaklığımız olmuştu.

“Şu anda Türkiye’de fabrikasyon bilgisayar üretimi yapabilen birkaç firmadan biriyiz. Ünlü Amerikan markası Dell ile de notebook bilgisayar pazarına girerek ortak olduk. Dell bugün dünyanın en büyük bilgisayar firmalarından biri. Biz onunla da notebook ve son model bilgisayar pazarına girmiş olduk. Son senelerde binlerce no-tebook sattık.

“Şu anda Peugeot Motosiklet’in Türkiye temsilciliğini de aldık. Türkiye’de üretimine başlayacağız. Bu alanda da Türkiye’de önem­li bir boşluğu dolduracağımıza inanıyoruz. Bugün dünyada otomo­bil üreten firmaların büyük bölümü motosiklet yaparak bu işe baş­lamışlar; biz neden otomobil yapmayalım? Ancak şu anda Türki­ye’nin şartlan buna müsait değil. Biz 22 dönümlük bir fabrika alanımızda motosiklet üretimini ve bilgisayar üretimini gerçekleştiri­yoruz. Bizim teknolojimiz aşağı yukarı otomobile benziyor. Şu an­da bizim üç tekerlekli çalışmalarımız var. Otomobil üretmek için henüz erken.”

“KALİTELİ İŞ YAPMALIYIZ”

Elli yıllık çalışma hayatında çok çeşitli badireler atlattığını ifade eden iş adamı Mehmet Kuralkan şöyle devam ediyor:

“Ben 50 yıllık iş hayatımda maalesef ortalama 60 kere kopma­lar yaşadım. Bu kopmalar olmasaydı bugün iş yerimde beş binden fazla insanı çalıştırıyor olacaktım. Bugün Türkiye’de sanayici ol­mak ateşten gömlek gibidir. Meselâ doğup büyüdüğüm Van’a gi­derek büyük bir yatırım yapmak istiyorum. Ancak bu konuda dev­letin birtakım girişimlerde bulunması gerekiyor. Bu adımları biz göremiyoruz. Türkiye’nin kalkınması için her sanayici, iş adamı yaptığını kendi beğenmelidir. Meselâ biz motosiklet yapıyoruz; biz bunu denemeden yapıyorsak, yanlış yapıyoruz demektir. Bil­gisayarı eğer kendiniz kullandığınızda istediğiniz neticeyi alamı-yorsanız onu bir başkasına satmaya hakkınız yoktur. Bu nedenle herkes yaptığını hakkıyla yapmalı ve görevini tam yerine getirme­lidir.

“En önemli prensibimiz, yaptığınız işi iyi yapacaksınız ve yap­tığınızı öncelikle kendiniz beğeneceksiniz. Örneğin bir motosiklet yapıyorsanız ve kendiniz öncelikle binemiyorsanız, kendi adamları­nız kullanmıyorsa bunu başkalarına satmaya hakkınız yoktur. Bilgi­sayarı eğer kendiniz kullandığınızda istediğiniz neticeyi akmıyor­sanız, onu bir başkasına satmaya hakkınız yoktur.

“Ben emekli olsam da her gün iş yerine gelirim. Vazifem, ha­kemlik yapmak. İş yerinde danışman olarak çalışıyorum. İş yerinde insicamı sağlıyorum. İş yerimiz aile şirketi ve aileden 10 kişi ortak­tır. Sık sık seyahat etmeyi severim. Her sabah erken kalkarım. İş adamı her zaman arandığında bulunmalıdır; arandığı zaman bulun­mayan ve telefona çıkmayan, iş adamı olamaz.”

MERT ÇELİK FABRİKASI SAHİBİ

MEHMET TANRISEVER:

SANAYİ İLE SANATI BİRLEŞTİRDİM

MEHMET TANRISEVER KİMDİR?

Konya Bozkır’ın Bağyurdu köyünde 1953 yılında doğdu. Kala­balık bir ailenin çocuğu olan Tannsever, ilkokulu bitirdikten sonra tarla-tahıl işlerinde çalıştı. On beş yaşındayken istanbul’a geldi. Esenler’de “bir göz dam”a yerleşip çelik atölyesinde çalışmaya başladı. 70’li yıllarda çelik tencere fabrikasını kuran Tanrısever’in bugün fabrikası kendi deyimiyle, “Avrupa’nın birinci, dünyanın üçüncü çelik tencere üreten iş yeridir. ” Ondan fazla filmin yapımcı­lığını ve yönetmenliğini yapan Tannsever’in filmleri uluslar arası ödüller almıştır. Tanrısever, üç çocuk babası.

Tan yerinin ağarıp güneşin doğusuyla birlikte, fabrikasında sa­bahlayan bir iş adamı, bekçinin sesiyle uyanıyor. İlk iş olarak fabri­kasında gözü gibi baktığı çeşit çeşit çiçek ve ağaçlan ile meşgul oluyor. Güneşin aydınlattığı o günü “yeni bir doğuşun simgesi” ola­rak görüyor.

VAR OLMANIN YOLU…

Mehmet Tanrısever’in film yapımcısı olması ilginç bir tevafuka dayanıyor. Mehmet Bey, yönetmen Mesut Uçakan’la tanıştıktan sonra Minyeli Abdullah’ın yapımcısı olmuş. “İş yapmaz.” dedikle­ri film, 500 bin seyirciyle gişe rekoru kırmış. Mehmet Bey, arkadaş­larının teşvikiyle “Sürgün” filminin yönetmenliğini yapmış. Tanrısever’e kamuoyunda “Hacı Fellini” lâkabı da bu filmden sonra ta­kılmış. Yurt içinde ilgi görmeyen film, Şanghay Film Festivalinde “en iyi yönetmen,” Philadelphia’da “en iyi yabancı film,” Venedik Film Festivalinde “en iyi yabancı film” dalında ikincilik ödülü ka­zanmış.

“Minyeli Abdullah” filmiyle adını daha geniş kitlelere duyu­ran Konyalı iş adamı Mehmet Tanrısever’in bilinmeyen yönü, sanayici olması. Oysa Mehmet Bey, sinemadan önce sanayie adım atmış; sanayide kazandıklarıyla filme soyunmuş… Mehmet Bey, Mert Çelik Fabrikası sahibi. Toros yaylalarından İstanbul’a karnını doyurmak için gelen Mehmet Tanrısever, şimdi patron. İşçilikten patronluğa uzanan uzun serüvende Mehmet Bey, çok farklı kademelerden geçmiş. Mehmet Tanrısever, patronluktan “tencere krallığı”na doğru adım adım ilerliyor. Köyünden 15 ya­şında İstanbul’a gelen Tanrısever, çatal kaşık işçiliğiyle başladı­ğı hayat yolculuğunda, şimdi ürettiği çelik tencereyle Avrupa’da birinci üretici olduğunun altını çiziyor. Fabrikası beş yıldızı bir otel gibi…

Mehmet Tanrısever, kendini iki kanatlı kuşa benzetiyor. Yani Mehmet Beyin kanatları sanat ve sanayii gösteriyor. İki alanı meczeden Tanrısever, “Seksen yaşıma da gelsem film çekeceğim! Sine­ma benim için bir tutkudur. Yaptığım filmleri, Türkiye’nin ışık sa­çan nesline ithaf ediyorum.” diyor.

Mehmet Bey sanat ve sanayii anlatırken gözleri çakmak çakmak oluyor. Ülkemizin dinamik bir potansiyele sahip olduğunun altını çiziyor. Ekonomik ve kültürel savaşların bitmediğini söyleyen iş adamı Mehmet Tanrısever, “Yeni dünyada yerimizi iyi bir şekilde almak istiyorsak, dürüst bir şekilde ve sabırla çalışmak icap ediyor. O zaman yurt dışında Türkiye’nin adını altın harflerle yazdırabili­riz. Yeni dünyada var olmanın yolu, çalışmaktan geçiyor.” diye ko­nuşuyor.

İstanbul Hadımköy Kıraç’taki çelik tencere fabrikası, görenleri hayrete düşürüyor. Tenis kortları, kapalı ve açık yarı olimpik yüzme havuzlan, saunası, mescidi, toplantı salonu, cep sineması, konfe­rans salonu ile birlikte geniş araziye yayılmış Mert Çelik Fabrika­sında sabahları Kur’an meali okunarak işe başlanıyor, her hafta se­minerler düzenleniyor; hafta arası bir gün de işçiler için dans günü…

Fabrikaya gelen entelektüellerden Türkiye gündemi dinleniyor. Okuma yazma bilmeyenler kursa gidiyor. Tenis kortunda ter atılı­yor, havuzda serinleniliyor, şelâle kenarında dinleniliyor, fabrikada­ki sinemada da en iyi filmler izleniyor…

Tanrısever’in ilginç hayat hikâyesi ve başarısı, işe soyunanlar için son derece çarpıcı bir model olsa gerek…

“KÖYDEN AYRILMAK ZOR GELDİ!”

Mehmet Tanrısever’in köyünden ayrılması çok zor olmuştur. Çünkü köyünde mutludur. Başka diyarlara gitmek ona zor gelir. An­cak hayat ve fakirlik onu köyünden çıkmaya mecbur eder. İşte Tanrısever o günleri şöyle anlatıyor:

“Düğünler olurdu köyümde. Düğünleri hep tabanca sesleriyle hatırlıyordum. Gecenin karanlığında tabancalar ateşlenirken mermi kovanları etrafa saçılır, köyün bütün çocukları kovan kapmak için birbirleriyle boğuşurdu. Mermi kovanı toplamayı severdim. Silâh sesleri arasında henüz sıcaklığı olan kovanları toplamak… Bir oyun gibiydi! Sonra onları çok değerli bir şey gibi saklamak, arkadaşları­ma hava atmak, onlarla misket oynamak… Bütün bu çocukluk anı­larımın yanında harman yerinde söylenen türküleri, kadınların kız­ların manileşmelerini, düğünlerde çalan davulları, bir hayal gibi bı­rakıyordum.

“Şehirliler pantolon giyerken ben yamalı entariler giyerdim; ayağımda daima yırtık pırtık lâstik pabuçlarım olurdu. Kabullendi­ğim, alıştığım, kurtulmak için çırpındığım yoksulluğumu geride bı­rakıyordum. Köyümün tozlu dumanlı yollarını, tezek kokan evleri­ni meydanlarını, yıkıldı yıkılacak toprak damlı kerpiç evlerini, çeş­meden akan buz gibi sularını, camiden köyün yaşlı hocasının oku­duğu ezanın seslerini birer resim gibi bırakıyordum geride…

“Üzgündüm. Hiçbir şey düşünemiyordum. Yalnız hissediyor­dum kendimi. Cennet gibi memleketimi bırakmanın burukluğunu duyuyordum içimde. Sanki bir şırınga vurulmuştu bedenime; uyu­tulmaya çalışılmıştım ve şu sözler telkin edilmişti:

‘”Şehre gideceksin… Şehre gitmelisin…’

“Oysa köyümde özgürdüm, mutluydum. Dağda kırda gezmek, derelerde koşmak, balık avlamak, çiçekler arasında yuvarlanmak, kuşları kovalamak ne güzeldi… Şimdi hepsini birden geride bırakı­yordum. Tedirgindim. Çaresiz bir kuş gibi hissediyordum kendimi…

“Annem çaresiz ve donuk bakışlarımı gördü, gülümseyerek ya­nına çağırdı. Bu sıcak çağrıya uydum, hemen yanına büzüldüm; şef­katli sıcak bir elin okşayışlarına teslim ettim başımı. Bir an için ol­sun içimdeki hüzün dağıldı, garipliğim dindi… Sonra annemin top­raktan ayrık söken, tarla çapalayan, ekin biçen, dikenli otları yolan, bağda bahçede durmadan çalışan, ince ince çatlamış nasırlı ellerini yanaklarımda hissettim. Başımı kaldırıp baktım, gözlüğünün cam­larının buğulandığını gördüm. Parmağıyla camdaki buğulan sildi, iyice baktı bana; bakışlarının pırıltısı seçildi. Onun bu hâline şırıngalaşmış duygularım bir cevap veremiyordu. Hayatın zorluklarında tükenen annemi kurtarmak istiyordum. Bu yüzden çok çalışacak­tım. Şehirde çok çalışıp rahatlatacaktım onları…”

MODEL FABRİKA!

Mehmet Tanrısever işe başladığı yılları şu cümlelerle dile getiri­yor:

“Karanlık atölyelerde çalışırken yüzümüz ve boğazımız, uçuşan metal parçalarıyla simsiyah olurdu. Güneş gökyüzünden çekildiğin­de atölyeden çıkar, kendimi güneşin doğduğu yere atmak için sabır-sızlanırdım. Benim için güneş, gecelen sinemaların içinde doğardı. Bir koltuğa gömülür, güneşe benzeyen o büyülü ışığın beyaz perde­yi aydınlatmasını beklerdim. Tüm yabancı oyuncuları, yanımdaki çalışma arkadaşımdan daha iyi tanırdım!

“Çelik işine 15 yaşında başladım. Küçük bir çatal kaşık firma­sında işçi olarak çalışmaya başladım. Köyden gelen küçük bir ço­cuk olarak karnımı doyurmak istiyordum. Çünkü köyde orta gelirli bir aile olmamıza rağmen geçimimizi zor sağlıyorduk. Askere gi­dinceye kadar ilk başladığım atölyede çalıştım.

“İçinde bulunduğunuz bu fabrikanın başlangıç tarihi ise bundan 28 yıl öncesine dayanır. 1976 yılında küçük bir atölye açtım. İki iş­çi çalıştırıyordum, ancak onların haftalıklarını vermekte zorlanıyor­dum. O günlerden bugünlere gelirken, hep kazandığımı yatırım yaptım. Kazandığım parayı biriktireyim, diye düşünmedim. Hep yeni yatırımlar yaptım. Eskiden nasıl apartman dairesinde kalıyor­sam, şimdi de apartman dairesinde kalıyorum. Benim ne yazlığım ne de kışlığım var. Fabrikamı ‘en güzel yazlık’ olarak görüyorum! İşçilerimle birlikte bir aile gibi huzur içindeyim. Eşim ve çocukla­rım da buna alıştı.

“Ben bir iddiada bulunmuyorum, bir gerçekten bahsediyorum; isteyen herkes gelip görebilir: Fabrikamız her yönüyle dünyadaki fabrikalar için bir modeldir. Biz fabrikamızı huzur, güven ve tatil beldesi hâline getirdik. Başta çalışmak, sonra dinlenmek ve huzur bulmak isteyen işçilerimizin, her aradıklarını burada bulmaları mümkün. Bunu işçilerim söylüyor… Türkiye’de devlet hukuk ve güvenliği sağlasın, Türk müteşebbislerin yapmayacağı, başarama­yacağı hiçbir şey yoktur. Bizim insanımız çalışkandır. Bizim iş ye­rimizde dürüstlük, huzur ve disiplin var. Ben şu anda Çin’le rekabet ediyorum. Ben diyorum ki, iş alanında kötü olanlar gitsin, dürüst çalışanlar kalsın. Açık rekabetten yanayım. Dürüst, helâl ve haramı ayırt ederek çalışmayı bir ibadet olarak görüyorum. Günde 16 saat çalışıyorum.

“Disiplin ve düzenin olmadığı yerde terör çıkar. Kendi sektörü­müze bir disiplin verdik. Pasaklı bir Mert Çelik kalitesine izin ver­miyoruz. Herkes kendine çeki düzen versin. İhmal ettiğimiz işi der hal düzelteceğiz. Bugünden itibaren, hatta yarına bırakmadan ken­dimizi ve iş yerimizi düzene sokmamız gerekir. Çalışanlarımız ken­di işini ve bozulan bir malzemesini nasıl koruyorsa iş yerini de ay­nı şekilde koruyacak, düzen ve disiplinden ayrılmayacak… Düzen ve disiplinin olmadığı bir yerde üretim de olmaz. Temizlik ve dü­zen, estetik ve güzellik demektir.

“Bir yerde gördüğüm çirkinlik ve düzensizlik beni müthiş rahatsız eder! Kalkar, elimle düzeltirim. Temizlik ve güzellikler içinde ruhum da huzur bulur çünkü. Biz fabrikamızda bir model oluşturuyoruz. Yol olmadığı için yolu da biz çiziyoruz ve dünyanın güzelleşmesini iste­diğimiz için de herkese anlatıyoruz. Biz rakiplerimizin de güçlenme­sini istiyoruz. Rakiplerimizin güçlenmesi, ülkemizin güçlenmesi de­mektir. Ben ülkemi seviyorum. Akıllı rakip, aptal dosttan iyidir!”

“MEKSİKA VE RUSYA’DAN TEKLİF ALDIM”

Fabrika kurması için Rusya ve Meksika’dan teklif aldığını belir­ten iş adamı Mehmet Tanrısever şunları söylüyor:

“Günün üçte ikisini çalışarak geçiriyorum. Çalışarak üretmeyi ve kazanmayı istiyorum. Para bir enerjidir. Gönül fethetmek iste­yenlerin zengin olması ve parasının olması gerekir. Zaman, yatırım yapma zamanıdır. Hayırlı bir iş yapıp da bunu yayın yoluyla yayar­sanız işte size milyonlarca sevap… Ancak tersini yaparsanız mil­yonlarca günah yüklenirsiniz! O bakımdan günah da sevap da ka­zanmak bu devirde çok kolay. Bizim gayemiz, hayırlı işler yaparak sevap hanemizi artırmaktır.

“Benim işçim bir yanlışlık yaptığında onun doğru yapması için usanmadan bıkmadan ona anlatırım. Yüz defa bin defa anlatırım… Ya o düzelir ya da anlatmaya devam ederim. Bundan bıkmam usan­mam. Prensibim yapmaktır, yıkmak değil… Başarılı insan, inanan insandır, çünkü inanıyorsak en üstün biziz…

“Liderlik en sert iklimlerden çıkar. Bir insan ne kadar çok zor­luk ve zahmetlere göğüs gererse yakut gibi parlak olur. Alabalıklar, en lezzetli balıklar olarak hırçın sularda yetişir. İnsan ürettiği zaman canlı kalır, üretmezse kurur. Ağaç da yeşerdikçe meyve verir. Üret­meyen insan ne olur. düşünün! Çürür, kokar, fıçı gibi olur… Canlı ve kanlı kalmak istiyorsan, enerjini üretime ver. Liderlik farklı bir mevkidir. Konuşur, tartışır, ama son karan o verir. Karar verir ve uygular… Zayıflıktan güç çıkaran insandır, lider. Türklerden çok li­der çıkmıştır. Ben de onlardan biri olarak görüyorum kendimi. Unu­tulmamalıdır ki, dünyada bütün medeniyetleri, yürekli insanlar ku­rarlar. Meselâ en büyük ve yürekli insanlar, insan Peygamberimizdir. Bir medeniyet kurulacak, diyor, Allah’ın yardımıyla kuruyor…

“Hiçbir şey yapamıyorsanız insanlara tebessüm edin. Pozitif enerji verin insanlara… Her gün kendinizi yenilemeniz gerekiyor. Düşüneceksiniz, kendinizi geliştireceksiniz ki aydın bir insan olası­nız… Şarkıcı olsun, türkücü olsun, sanayici olsun, o yere gelene ka­dar çok şeyle mücadele etmesi gerekir.

“Burada bir ayda ‘iyileştirme’ yapamayan insanın, yönetici ola­cağına inanmıyorum. Biz bir ay içinde yüzlerce geliştirme yapıyo­ruz. Burada aldığınız eğitimleri arkadaşlarınıza yansıtmalı, işçileri­nize moral depolamalısınız. Sürekli hedefler bulmanız lâzım: ‘Ar­kadaşlar gevşemeyin, yüzmezseniz batarsınız.’ İster Yahudi şirke­tinde ister Amerikan şirketinde çalışın, o şirketin menfaati için çalışmak ve daha da güzelleştirmek zorundasınız; çünkü çalıştığınız yere en faydalı olmak durumundasınız.”

KIRK BEŞ ÜLKEYE İHRACAT

“Şu anda sektörde neredesiniz?” soruma gülümsüyor Mehmet Bey. Beş kıt’ada 45 ülkeye ihracat yaptıklarını belirten Mehmet Tanrısever şunları söylüyor:

“Biz günde binlerce çelik tencere üretiyoruz. İçinde bulunduğu­nuz entegre tesiste çelik tencerenin yüzde 90’ı yapılmaktadır. Bizim fabrikamız Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü tesistir. Yaptığı­mız malların büyük bölümünü Avrupa ülkelerine satıyoruz. Toplam 45 ülkeye ihracat yapıyoruz.

“Üretimi artırmak için çeşitli metotlar uyguluyoruz. Dans et­mek de bunlardan biri… Büyük bir üretim gerçekleştiriyor ve Tür­kiye’yi çelik tencerede dünyada temsil ediyoruz. Dans yaptırma işine gelince… Ben öteden beri Japon iş adamlarını hayranlıkla iz­lerim. Onların sabahları işçileriyle birlikte topluca ‘Hay, huy…’ sesleri çıkararak işe başladıklarını görmüştüm. Çok hoşuma git­mişti! ‘Acaba bir gün biz de Türkiye’de böyle bir şey yapabilir mi­yiz?’ diye düşünüyordum. ‘Sabahları işçilerimiz asık yüzle geli­yorlar, onların dertlerine derman olamıyoruz.’ diye düşünüyor­dum.

“Çalışma arkadaşlarımı topladım. Bundan sonra sabahlan ben konuşma yapacağım, işçiler ondan sonra işe başlayacaklar dedim. Birkaç gün çeşitli konularda beş-on dakika konuşma yaptım. Diğer birkaç gün de yönetici arkadaşlarımı konuşturdum. Yönetici arka­daşlar birkaç gün sonra, ‘Mehmet Bey, konuşacak bir şey bulamıyoruz, bu işten vazgeçelim.’ dediler. Benimde içimde bir sıkıntı var­dı. Bir anda, ‘sabahlan Kur’an-ı Kerim’i okuma fikri’ aklıma geldi.

“Bundan yedi yıl önceydi… Türkçe olarak sabahlan beş-on da­kika olmak üzere Kur’an-ı Kerim’i üç defa hatmettik, şimdi dör­düncü defa okuyoruz. İşçilerimizin de bizim de moralimiz düzeli­yor. Sabahları işe Kur’an okuyarak başlıyoruz. Ardından ısınma ha­reketleri şeklinde kadın ve erkekler ayrı olarak dans yapıyor. İşçile­rimizin sabahları gözleri açılıyor. Ben de onlarla birlikte dans yapı­yorum. Onların dertlerini dinliyorum…”

“BAŞARMAK İÇİN İLKELERİNİZ OLMALI”

Üretimi artırmak için yaptıkları uygulamaları anlatan Mehmet Tanrısever, başarmak için ilkelerin olması gerektiğini belirtiyor. Ge­risini Tanrısever’den dinleyelim:

“Yüzde 40’lık bir verim elde ettik. Şimdi işçilerimizin yüzü gü­lüyor… Sabah erkenden işe motive oluyorlar. Bu, iş için son derece önemli bir atılım oldu. Sabahları Kur’an okumadan ve ısınma hare­keti olan danstan dolayı işçilerimiz bize teşekkür ediyorlar. Bunun yanında fabrikamızda sauna, yüzme havuzu, her türlü sporu yapa­cakları tesislerimiz mevcuttur. İşçilerimiz bundan da yararlanabili­yorlar.

“Şimdi işçilerim bana çiçek veriyor. Sizi çok seviyoruz, diyor­lar. Biz sevgiyi yakaladık… İşçilerimi çok seviyorum! Onların hak­larını koruyorum. Çalışanlarımız bizlerle birer aile oldular. Her tür­lü sıkıntılarını işçilerimiz bize açıyor. Onların maddî manevî sorun­larını çözmeye çalışıyoruz. Bu durum hem işçilerimizin hem de bi­zim çok hoşumuza gidiyor.

“Japonya’da bir zamanlar hayranlıkla izlediğim patron modeli­nin daha üst seviyesini ben Türkiye’ye getirdim. Şimdi Japonlar fabrikamıza gelerek hayranlıklarını ifade ediyorlar… Bu zamana ka­dar fabrikamızı gezen yabancılar, bu fabrikanın dünyaya bir model olduğunu söylediler. Bu, bizim çalışma azmimizi kamçılıyor.

“Allah’ın rahmeti sayesinde bugünlere geldik, ne kadar şükretsek azdır. Dünyalık olan ne varsa fabrikamda yaptım ve işçilerimle paylaşıyorum. Rusya’dan eski komünistler geldi. ‘Mehmet Bey, biz yıllarca her iş yerinin bir cennet olmasını istedik, ama onu siz ger­çekleştirdiniz. Siz en büyük komünistsiniz…’ diye espri yaptılar. Ben de ‘Hayır, ben komünist değilim, Müslüman’ım ve Türk’üm.’ dedim, ‘Bizim dinimiz, geleneklerimiz ve kültürümüz bize güzel yol gösteriyor.’ dedim.

“Allah indinde en hayırlı insan, önce doğru şeylere inanacak, inandığını yaşayacak ve başkalarına da yaşaması için yardımcı ola­cak. İnanmadığınız zaman çıldırırsınız. İmanınızın artması için Kur’an okuyun; ama roman gibi değil, ağır ağır, düşünerek ve anla­yarak okuyun. Minnacık bir çekirdekten kocaman bir ağaç, bir mey­ve oluyor. Büyüdükçe büyüyor… Hepimiz kafamızı çalıştırarak yüksek imana geçelim, asalaklık yapmayalım. İnsanın hayatının renkli olması gerekiyor. Ağaçtan çiçekten, yemekten içmekten, her şeyden tat almamız gerekir. Yoksa hayat neye yarar?

“Dünyada yeni bir medeniyet kurmaya çalışıyoruz. Aynı yerde yiyoruz, aynı yerde çalışıyoruz, toplanıyoruz ve aynı yerde eğleni­yoruz… Biz her gün bir aradayız. Müdürlerle konuştuklarımızı işçi­lerimizle de konuşuyoruz. Gizlimiz saklımız yok bu müessesede. Herkesin eşitliğine dayanan bir felsefeyi benimsemişiz. Çirkinliği neden düzeltmeyelim?…

“Bütün her şey ‘adil olmak’ta yatıyor. İnsan olmanın şartların­dan biridir bu, ‘Adalet, mülkün demelidir.’ demiş Hz. Ömer. Adil olup her şeyin hakkını vereceksin, gerçekçi olacaksın. Şimdiki ada­letler hep cüzdanda saklanmış… Benlik ve kıskançlıkla bu şirkette olunmayacağını arkadaşlarımız bilir. Bölgecilik, tutuculuk yok bu­rada. Ezici insanlar, dedikoducu insanlardır; zalimdir onlar, çünkü şirketime ve üretime zarar verirler.

“Merhamet edin ki merhamete nail olasınız… Ama zalimlere acınmaz. Bilmeyerek yapılan bir şeyin affı kolaydır, bilerek yapılır­sa affı zordur. Temkinli ve kaliteli çalışacaksınız. Üretmediğiniz za­man çok zor durumda kalırsınız. Bir adamın mertebesi yükseldiyse, kendinden sonrakilere merhamet etmesi gerekir, insanlarla bildikle­rini paylaşması gerekir. Ama burada iyi çalışmayana, hırsızlık yapa­na, yalan söyleyene merhamet edilmez. Kimseyi de burada ezdirt­meyiz. Herkes birbirine saygılı olmalı.

“Ticaretle uğraşın, cesur olun. Allah, yürekli insanları seviyor, korkakları değil. Ticaret, cesaret ister. Ticaret korkusuzca risk al­mak demektir. Ticaretin de kuralını bilerek cesur olacağız. Cahillik­le cesur olunmaz, bilgiyle cesur olunur. Gücümüz nispetinde kötü­lerle savaşıp, onlardan daha çok cesur olmak zorundayız.”

“POZİTİF ENERJİ YAYIYORUZ”

İç piyasanın durgun olmasının en azından psikolojik rahatsızlık meydana getirdiğini dile getiren Mehmet Tanrısever şöyle konuşu­yor:

“Motivasyonu etkiliyor. Halkın sıkıntı içinde olması bizlere do­laylı da olsa yansıyor. Biz krizde küçülmedik, daralmadık, hatta işçi bile aldık. İşler durgun olduğunda, ürettiğimiz malı alanlar biraz nazlanıyor, mazeret arıyorlar. Kriz döneminde kaliteye daha çok önem verdik. Yaptığımız malların hemen hemen hepsini yurt dışına ihraç ediyoruz. Özellikle Avrupa ülkeleri, bizim ihraç ettiğimiz ül­kelerin başında yer alıyor.

“İhracat yaptığım ülkelerdeki firmalar benim fabrikamı görünce hayret ediyorlar; çünkü onların ülkesinde bile yeşili, teknolojiyi ve sosyal yapıyı bu denli bütünleştirebilen bir fabrika yok. Fabrikam, işçilerin morali ve güler yüzü sayesinde her ay en az yüzde 20 daha fazla verim elde ediyor.

“Sinema yönetmenliği bana çok şey kazandırdı. Bir kere film yoluyla güzel işlerimizi halkımızla paylaştık. Yeni bir çığır açtık. Bir sanayicinin de yönetmen olabileceğini gösterdik. Fikir ve ruh dünyamıza yenilikler kattık. Kendi içimizde pozitif değişimi yaka­ladım. Çevremize pozitif enerji yayarak motivasyonu sağladık.

“Film setlerinde öğrendiğim motivasyon tekniklerini bugün Mert Çelik işçilerine uyguluyorum. Bunda büyük bir başarı sağla­dım. Öz güvenim arttı. Uyguladığım insan kaynakları yöntemleriy­le fabrika sektöründe yeni bir çığır açtığımıza inanıyorum. İşçileri­me sesleniyor, onlara dünya ve Türkiye ile ilgili gündemdeki konu­lan anlatıyorum. Onlarla önemli meseleleri tartışıyorum.

“İşçilerim için okuma yazma seferberliği başlattım. İşçilerimiz sadece dans edip tiyatro sergilemiyorlar; okuma yazma kurslarına gidiyorlar, yüzüyorlar, tenis oynayıp sinema seyrediyorlar… Türki­ye gündemini entelektüellerden dinliyorlar. Besim Tibuk, Cengiz Aytmatov, Ayşe Önal, Bulut Araş, değişik ülke konsolosları ve ya­bancı yatırımcılar, Mert Çelik çalışanlarına eğitim semineri verdiler.

“İşçilerimin her pozitif eylemini ödüllendiriyorum. Kapıda mi­safiri güler yüzle karşılayan bir danışma görevlisi 500 milyon TL ödül alırken, tiyatroda iyi rol yapan ağır makas işçisi de ödül alaca­ğını biliyor. Gerektiğinde ise ceza da veriyorum. İşçilerin kaliteyi aksatacak yönlerini görünce, kalite ilkelerini ezberletip saydırıyor ve eğlenceli cezalar vererek sinerjiyi koruyorum.

“İnsan, yerinde saymamalı. İki günümüzün birbirine eşit olmasını yasaklayan, bizim inancımız. Bu nedenle çalışmadan yorulmuyor ve çalışarak sürekli eğleniyorum. Çevreme sürekli gülmeyi tavsiye edi­yorum. Fabrika işçilerinin güler yüzle çeliğe daha iyi şekil verecekle­rini söylüyorum. Gülmek ve içinizdeki sıkıntıyı atmak, en büyük ya­şam iksiriniz olmalı. Ben içimdekini söyleyerek ruhumu, hareket ede­rek de vücudumu dinlendiriyorum. Dünya görüşümde ve ruh hâlimde önemli değişikliklere neden olduğu için sıkıntılarımı seviyorum! İba­det, çalışmak, dans, kısacası içimden geleni yapmak beni mutlu kılı­yor. Eskiden ayak ayak üstüne atamazdım, her şeyi konuşamazdım; çünkü rahat değildim ve bu bana ‘mutsuzluk’ olarak geri dönüyordu. Yabancılardan aldığım film ödüllerinden sonra onları daha iyi analiz ettim. Önceki Mehmet’le bugünkü Mehmet çok farklı. Kimseye sınır yok, kimsenin önüne duvar koymak yok bugünkü Mehmet’in felsefe­sinde. Bugünkü sinerjiyle çok daha iyi, çok daha değişik filmler çeke­ceğime inanıyorum. Farklıyım; farklılığım, dünyaya olan bakışımda­ki rahatlık… Bu durum sinemaya da yansıyacak.”

“ÜRETMEK İÇİN ÇOK ÇALIŞMALIYIZ”

Dokuz yaşından beri yoğun bir şekilde çalıştığını belirten ve “Millet olarak kalkınmak istiyorsak çok çalışmalıyız.” diyen Meh­met Tanrısever şöyle devam ediyor:

“Yaklaşık 40 senedir çelik işindeyim ve gece ikilere kadar çalı­şıyorum. Hayatımda her şeyi çalışarak öğrendim. Önceleri her şey para kazanmak içindi, ama şimdi geldiğim noktada paranın hiçbir önemi yok, para sadece bir araç.

“Beceriksizleri sevmiyorum, disiplinli olmayanları sevmiyo­rum, görevini yapmayanları ve gevşeyenleri sevmiyorum. Gevşeme gördüğüm zaman soğuk duşun altına girerim… Arkadaşlar siz de gevşemeyin. Bu gemide hepimiz yüzüyoruz. Bütün arkadaşlar ge­mideki delikleri kapatsın, tek bir delik olmasın. Hepimiz birbirimiz için çalışıyoruz. Birbirinizi engellerseniz, kendi işlerinizi engelle­miş olursunuz.

“Kalitenize, yaptığınız hizmetinize dikkat edin. Hayatı ko­laylaştıran da, zorlaştıran da insandır. Doğarken de zorluklarla doğuyoruz; çünkü Allah bizi kolaylıklar için yaratmamış. Ça­lışkan ve dürüst olursak hayat bize kolay gelir. Boş durmak be­nim düşmanımdır. Ölüm bile çalışırken olsun. Her şeyi denge­de götüreceksin. Ne Hıristiyanlar gibi kiliseye kapanacak, ne de Yahudiler gibi paraya tapacaksın. Eli ayağı tutan milyonlar­ca insanı emekli edip asalak hâle getiriyorlar. Çalışan herkes kral olur.

“Yaptığımız her şeyin en makbul ve güzelini yapıp, o işi sürdür­mede sabır ve sebat edeceğiz. Başınız zonklamadan, şişmeden, yü­zünüz kızarmadan başarıya ulaşmak mümkün değil. Thomas Edison altı bin deneme yapmış ampulü bulana kadar… Öyle bir kilitlenmiş ki hedefine, istediği sonuca ulaşana kadar sabretmiş. Sıkıntılara ma­ruz kalmayan insan, ortada kalır, pasif olur. Bir yerlere gelmek isti­yorsanız acılara katlanacaksınız. Kolaylıkla bir şey beklemeyin. Güzel nimetler, zorlukla çileyle elde edilir. Allah, sabredenleri sever. Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Sabredin ve değişimi gö­rün. Sabredin ve zaferi kazanın…

“Benim başarımın en önemli sırlarından biri, dürüstlüktür. Kim­seyi kandırmadım şimdiye kadar. Bu millette yalan söyleyen olma­mış; cephede bile… Dünyada yedi milyar kıvırma vardır. Her insa­nın kendine göre bir kıvırma durumu vardır. Ama siz işlerinizi be­ceriyle kıvıranlardan olun. Dürüst olun, işinizi çalmayın, paranızı çalmayın. İnsanın işkembesi beş para yapmıyor, hayvanınki süt ya­pıyor, ama insanın aklı para yapıyor. İnsanın sözü senet olmalı; söy­lediği her şeyin, yaptığı her işin altına imzasını alabilmeli.”

“İÇİMDE GİZLİ BİR SEVDA: SİNEMA”

“Hayat, sanatla güzelleşir.” diyen yönetmen Mehmet Tanrısever, sinemaya ve sanata bakışını şöyle açıklıyor:

“Sanatla mutlu olur insan, hayatın sırlarını keşfeder, sonsuzluğa kanat açar. Sanat kimi zaman bir çiçektir. Bir kuşun gökyüzünde ka­nat çırpmasıdır. Bir kelebeğin ellerine konmasıdır. Bir çocuğun mutlulukla gülümsemesidir. Hüzünlü bir gün batışıdır, geceleri ay­dınlatan mehtaptır. Sonsuzluğa açılan penceredir. Bilinmeyen âlem­lerden gelen bir fısıltıdır. Yürekte kıvılcımlaşan sevgidir, aşktır. Sa­nat, güzelliğin sesidir… Bu yüzden sanatı çok seviyorum.

“‘Sanat’ deyince de ‘sinema’ diyorum. Elbette sanat resimdir, şi­irdir, müziktir, daha çok, çok şeydir… Farklı farklı anlatım şekilleri ve yaklaşımlar vardır. Ama benim dünyamda sanat, sinemadır. Sa­natın en güzel ve etkili, sinema aracılığıyla yansıyacağına inanıyo­rum. İçimdeki duyguların, zihnimdeki hayallerin ve düşüncelerin en güzel şekilde sinemayla anlatılabileceğini düşünüyorum. Bu yüz den ‘sanat’ deyince sinema… Sinema deyince… Şimdi filmlerle me­sajınızı verebileceğinizi çok rahat anlatabiliyorsunuz. En önemlisi, filmler yönetici olabiliyor. Bugün Türkiye’de gençlerin yüzde 99’undan fazlası Amerika’yı görmemiştir, ama Amerikan barını, mutfağını, garajını, pizzasını, kolasını çok iyi biliyor… Bütün bun­lar, ‘sinema’ denen sihirli şeyle mümkün oluyor. Bugün Türk insan­ları Amerikan kovboylarının hayatını mı daha iyi biliyor, yoksa Os­manlı akıncılarının hayatını mı? Bu sorunun cevabı, ‘Neden sine­ma?’ sorusuyla karşılık buluyor.

“Ve ilk kez, kasabamızın küçük sinemasında sinemanın büyü­süne teslim oluyorum. İlk kez âşığı oluyorum sinemanın. O günden sonra sinema, düşlerimi kaplıyor. Nereye baksam, sinema karele­rinden bir görüntü beliriyor. Gökyüzünde, dağlarda, ağaçlarda, du­varlarda hep film kahramanları cirit atıyor… Yüreğimin derinlikle­rine işliyor sinema. Ve bir deli merak da sarıyor beni. Sinema ne es­rarlı şeydir… Beyaz perdede nasıl canlanır resimler? O kahraman­lar kim? Hep beyaz perdenin arkasını merak ediyorum. Yönetmen­leri, oyuncuları… Düş kuruyorum. Film kahramanlarının yanında ben de varım. Ben de onlarla birlikte yaşıyorum. Düşlerimde sine­ma oynatıyorum, gördüğüm rüyaları birer sinema filmi olarak algı­lıyorum.

“İşlerimden fırsat buldukça Beyoğlu’na çıkıyorum. Evet, sine­manın sırrı burada… Burada o büyünün kaynağına ulaşacağım. Bu­rada film artistlerini göreceğim… Görüyorum da… Gördüğüm figü­ranlar, bir masal kahramanı gibi beliriyor karşımda… ‘Ne büyük in­sanlar,’ diyorum, ‘ne şanslı insanlar…’ Ama işlerim yoğundur. Yok­sulluk çetindir. Ekmek paramı kazanmam gerekiyor. İstanbul’da ben de varım, demeliyim. İnanıyorum ki filmlerin sonu mutlu biter. Bu inançla sabrediyorum. Sinema, yüreğimde bir gizli sevda olarak uyuyor. Bu sevdayla 10’dan fazla film yaptım. O nedenle sinema benim için sürekli bir tutkudur. Seksen yaşıma da gelsem hep sine­ma filmi yapmak için uğraşacağım…”

SAVAŞAN EMAYE FABRİKASI SAHİBİ

SALİM ÇOKYÜRÜR:

PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALARMIŞ!

SALİM ÇOKYÜRÜR KİMDİR?

Salim Çokyürür, 1954 yılında Konya’da doğdu. Küçük yaşta mesleğe babasının yanında başladı. İlkokulu yedi yılda bitirdi. Ürettiği malları 15’ten fazla Afrika ülkesi dâhil 35 ülkeye ihraç et­meyi başardı. Salim Çokyürür dört çocuk babası.

Savaşan Emaye Fabrikası sahibi Salim Çokyürür’ün başarı hikâyesi Yeşilçam filmlerine taş çıkartacak cinsten. Mevlâna diya­rından Salim Bey öncelikle “Savaşan” isminin hikâyesini anlatı­yor:

“Babam veresiye soba almak için gittiği Nasrettin Hocanın diya­rında (Akşehir) meşhur bir söze muhatap olmuş: ‘Parayı veren dü­düğü çalar.’ Bu söz babamın çok ağrına gitmiş. Devamlı soba aldı­ğı bir yerden bu tür bir cevap, babamı şoke etmiş. Soba alamadığı Savaş Soba sahibine rahmetli babam şunu söylemiş:

‘”Sen vermezsen verme. Benim de çocuklarım büyüyor. Ben de soba yapacağım ve adını ‘Savaşan koyacağım!…’

“Babamın karar verdiği o günden beri soba yapıyoruz. Yani ara­dan 40 yıl geçmiş… Türkiye’de ilk defa bir müşterisinin yol göster­mesi üzerine kovalı sobayı babam icat etti. Babamın buluşundan sonra herkes kovalı soba yapmaya başladı…”

Salim Çokyürür’ün ilginç başarı öyküsünden önemli bazı baş­lıklar verdikten sonra ilginç hayat öyküsüne geçelim:

“İğneyle kuyu kazarak, küçük bir atölyeden büyüye büyüye bu­günlere geldik. Her zaman Allah’a şükrediyorum. 1980’lere gelin­ceye kadar 25 kişiyle çalışıyorduk. Bugün çalıştırdığımız insan sa­yısı 200. Bu sayı şahısla sınırlı değil, 200 ailedir. Ben ve kardeşim canla başla çalıştık, 1987 yılında içinde bulunduğumuz binaya ta­sındık.”

“Ömrümde hiç sıfır model arabaya binmedim. Yazlığım da yok. Dört çocuk ve dört torun sahibiyim. İki oğlum da benim yanımda ücretle çalışıyor. Çalıştırdığım diğer işçilerim gibi her aybaşı mu­hasebeden gidip maaşlarını alıyorlar.”

“Ben çocuklarıma şu mesajı vermek istiyorum:

‘”Evlâdım, ben size haram yedirmedim. Haramdan kazanma­dım. Babam da haramdan kazanmadı. Helâl kazanmayı öğretti. Siz de helâlden kazanın. Bakın çalıştırdığımız insanlar nasıl bu maaşla geçiniyorsa siz de geçinin. Onların durumunda da olabilirdiniz!’

“Ben ne kazanmışsam fabrikaya yatırdım. Para biriktirmedim. Ne yat, ne bina, ne de yazlık aldım. Fabrikamda ne kadar çok insa­na ekmek yedirebilirsem, bunun benim en büyük eserim olacağını düşünüyorum.”

“KOVALI SOBA”NIN MUCİDİ

Konyalı iş adamı Salim Çokyürür, baba mesleği olan sobacılığa küçük yaşlarda başlamış. Kovalı sobanın mucidi baba Tevfik Çok­yürür, çocuklarının dürüst bir tacir olması için büyük gayret sarf et­miş. Ancak onun genç yaşta vefatıyla birlikte iki kardeş ele ele ve­rerek babalarından devraldıkları bayrağı daha ileri götürmek için gayret etmişler. Bugün geldikleri nokta, babalarının hayal bile ede­meyeceği bir yerde. Savaşan, sobayla sınırlı kalmamış, kendini ye­nilemiş ve geliştirmiş.

Sobayla başlayan Savaşan, emayede kendini dünyaya duyur­muş. Sobanın ve emayenin patronu Salim Çokyürür, çok yürüye yürüye Afrika’ya kadar uzanmış. Bugün Savaşan Emaye özellikle Ba­tı Afrika ve Avrupa olmak üzere 35 ülkeye mal satıyor. Hem de üret­tiklerinin yüzde 95’ini…

Yurt dışına yılda milyonlarca dolarlık mal satan Salim Bey, dev­letin çıkarttığı birtakım bürokratik engellerden şikâyetçi.

Birkaç kişiyle küçük bir atölyeden başlayan faaliyet, bugün 50 bin metrekarelik bir alana sıçramış. İlkokulu yedi yılda bitiren Sa­lim Çokyürür’ün hayat hikâyesi ve başarısı, birçok iş adamımıza örnek olacak nitelikte. İki yüz aileye iş ve aş veren iş adamı Salim Çokyürür, iki yıl öncesine kadar oturduğu iki odalı toprak evden mütevazi bir apartman dairesine taşınmış.

SAVAŞAN’IN İLGİNÇ HİKÂYESİ!

Konyalı iş adamı Salim Çokyürür, “Savaşan Emaye”nin hikâye­sine 50 yıl öncesini hatırlayarak başlıyor. Bakınız neler söylüyor:

“Bundan 50 yıl önce rahmetli babam, çiftçiler için tarla sürme­de kullanılan pulluk bıçağı yapıyormuş. Biz doğmadan bu işe baş­lamış. Babam sobayı kendisi yapmadan önce Akşehir’den soba alır, Konya’da satarmış. Akşehir’de meşhur tuğlalı Savaş sobaları vardı. Rahmetli babam oradan soba alır, satardı. Soba almaya son gittiğin­de parası yokmuş. Demiş ki: ‘Sobayı alıp götüreyim. Sattıktan son­ra parasını öderim.’ Savaş sobaları sahibi ise Nasrettin Hocanın di­yarında meşhur bir sözle karşılık vermiş: ‘Parayı veren düdüğü ça­lar!’ Bu söz babamın çok ağrına gitmiş. Devamlı soba aldığı bir yer­den bu tür bir cevap, babamı şoke etmiş. Eli boş dönen babam, o gün karar vermiş. Soba alamadığı Savaş Soba sahibine şunu söyle­miş:

‘”Sen vermezsen verme. Benim de çocuklarım büyüyor. Ben de soba yapacağım ve adını ‘Savaşan’ koyacağım!…'”

Salim Çokyürür, babasının karar verdiği o günden beri soba ya­pıyor. Yani aradan 40 yıl geçmiş. Türkiye’de ilk defa bir müşterisi­nin yol göstermesi üzerine, kovalı sobayı Salim Çokyürür’ün baba­sı icat etmiş. Tevfik Çokyürür’ün buluşundan sonra birçok firma kovalı soba yapmaya başlamış.

Salim Beyin gençliği, durmak bilmeyen bir çalışma temposuyla geçmiş. Azmin elinden ne kurtulur?… Salim Çokyürür, çalıştığının karşılığını da almış. Hikâyesine devam edelim:

“Biz iğneyle kuyu kazarak küçük bir atölyeden büyüye büyüye bugünlere geldik. Her zaman Allah’a şükrediyorum. 1980’lere ge­linceye kadar 25 kişiyle çalışıyorduk. Bugün çalıştırdığımız insan sayısı 200’ü geçti. Bu sayı şahısla sınırlı değil, 200 ailedir. Ben ve kardeşim canla başla çalıştık, 1987 yılında içinde bulunduğunuz bi­naya taşındık.

“Küçük bir atölyede emaye sobaları yapamıyorduk. O nedenle fason olarak Eskişehir ve Bolvadin’deki fabrikalara sipariş vererek müşterilerimize hizmet götürdük. Her fabrika da çok sayıda emaye sobayı yetiştiremiyordu. Bu konuda müşteriden sürekli şikâyet alı­yor ve tam gününde soba siparişleri yetişmiyordu. Babamın verdiği karar gibi kardeşimle birlikte karar verdik. Emaye soba fabrikasını 1988 yılında yaptık. Ardından emaye mutfak eşyalarını yapmaya başladık. Şu gördüğünüz fabrikanın maliyeti 20 milyon dolar…”

KÜÇÜK BİR ATÖLYEDEN FABRİKAYA…

Küçük bir atölyeden fabrikaya uzanan yolda birçok zorluğun üs­tesinden geldiklerinin altını çizen Salim Çokyürür, o günleri şöyle dile getiriyor:

“1972 yılında Karatay Sanayi’de 100 metrekarelik bir alanda beş personelle soba ve aksesuvarı imalâtına başlayan firmamız, za­man içerisinde büyüyerek 1987 yılına kadar 500 metrekarelik bir alana ve 30 personeliyle faaliyet gösteren bir yapıya geldi.

“1988 yılında firma kurumsallaşarak ‘Savaşan Emaye ve Soba Limitet Şirketi’ni kurduk. Beş bin metrekare kapalı-33 bin metreka­re açık alanı olan, Adana yolu üzerinde, büyükşehir sınırları içinde­ki Tatlıcak mahallesine taşıdık.

“Size son 10 yıl içindeki gelişmemizi anlatmak istiyorum. 1990 yılında emaye mutfak eşyaları imaline başladık. On bin metrekare­lik kapalı-28 bin metrekarelik açık alanda, 120 personelle yıllık üç milyon adet mutfak eşyası ürettik. 1994 yılında bacalı doğal gaz/LPG soba imaline başlayarak, yıllık 3 bin 500 adet üretim ger­çekleştirdik. Aynı yıl elektrostatik boya üretim ünitesini kurduk. Burada hâlen fason boyama işine devam ediyoruz.

“1996 yılında LPG mutfak ocakları, elektrikli mutfak ocakları imaline başlamamızla birlikte personel sayımızı 200’e çıkardık. Fabrikamız 18 bin metrekare kapalı-20 bin metrekare açık alanda faaliyetine devam etmektedir. Toplam yaklaşık 50 bin metrekarelik alanda faaliyetimizi aralıksız sürdürüyoruz.

“1997 yılının son aylarında ufak çaplı bir ihracattan sonra 1998 yılı başlarından itibaren artırarak ihracatı geliştirdik. 1998 yılının son aylarına gelindiğinde ihracat kapasitesini katlayarak artırdık. Şu anda üretimin yüzde 95’ini ihraç ediyoruz.”

OTUZ BEŞ ÜLKEYE İHRACAT

Yaptıkları ürünleri 35 ülkeye ihraç eden Salim Bey, bunun ilginç hikâyesini anlattı:

“Bu olay bizim için ayrı bir destandır. Daha önce de söyledim: Benim tahsilim ilkokul. Ama bir şey öğrenmeyi, sormayı ve akıl almayı çok severim. Anlamadığım bir şeyi defaatle sorarım. Sormak­tan utanmam ve çekinmem. Türkiye’de en ucuz şey, fikirdir. Birine bir şey sorduğunuzda, size istediğinizden fazlası anlatılır. Türk mil­letinin bir özelliği de yardımseverlik olsa gerek… Bu, dinimizin de buyruğudur.

“Gezip görmeyi çok severim. MÜSİAD’a üye oldum. MÜSİAD, yurt dışı fuarlarına iş adamlarını götürüyordu. Ben de mal satmasam bile kafileye dâhil olarak gittim. Bu geziler benim bir anda ufkumu açtı. MÜSİAD’ın bu iyiliğini hiçbir zaman unutamam… Gittiğim ülkelerde bizim ürettiğimiz mallan karşılaştırdım. Bizim mallar hem ucuz hem de kaliteli. Önce Mısır’a ihracat yaptım. İlk ihracat yaparken, dil bilmiyorum. Hesap makinesiyle gösterip öyle mal sattım. Ardından Macaristan, Fransa, Polonya, İspanya, Güney Kore, Meksika derken, bugün Batı Afrika’da Nijerya başta olmak üzere Fildişi, Togo, Gana, Senegal ve ismini sayamayacağım diğer ülkeler…”

“SANAYİCİ GÜVEN İSTİYOR”

Ekonomik krizlerin sanayici başta olmak üzere üreten kesimi olumsuz yönde etkilediğine dikkat çeken Salim Çokyürür şöyle ko­nuşuyor:

“Hiçbir sanayici durduk yerde işçi atmaz. İşçi çıkarmaya vicda­nı el vermez çünkü. Allah korkusu olan ve manevî berekete inanan bir işveren, işçisini çıkartmaz. Bu ülkede 5 Nisan 1994 kararlarını bahane ederek bir günde TOFAŞ dört bin işçinin işine son vermişti. Biz ne kadar da etkilensek, işçimizi çıkarmaya kalkamayız. Mane­viyatımız, Allah korkusu buna engel olur.

“5 Nisan 1994 kararlarında biz büyük bir aşamadan geçtik. Çok sıkıntı çektik. O günlerde işçilerimiz toplanarak beni fabrikanın üre­tim alanına çağırdılar. Yanlarına gittiğimde 183 insan boynu bükük bekleşiyordu. Ne istiyorsunuz, dedim.

“Dediler ki: ‘Tek biz parasız çalışalım da işten atmayın…’ Bu söz karşısında gözüm yaşardı! Allah’a şükrettim. Demek ki işçileri­miz üzerinde çok olumlu bir etki bırakmışız… ‘Allah’ın izniyle, hiç­birinizi işten atma gibi bir düşüncem yok. İşinize bakın, söylentile­re aldırış etmeyin.’ dedim. Beni bugünlere getiren işçilerimizi zor zamanda nasıl harcardım? Zorda da kalsam buna vicdanım el ver­medi. Allah bizi mahcup etmedi. Yeni kapılar açıldı. Kâr marjımızı yüzde 2’ye düşürerek çalıştık. Allah yüzde 2 kâr marjına öyle bir bereket verdi ki, büyümemizi sürdürdük. Rölântide çalışan fabrika­da bir anda mesai yapan işçilerimiz oldu taştı…”

“AFRİKA’DAKİ ŞEHİRLER DAHA GÜVENLİ!”

Afrika ülkelerine âdeta “Tarzanca” anlaşıp mal satan cesur mü­teşebbis Salim Çokyürür, yürümekten ve dolaşmaktan usanmamış bıkmamış. Afrika’yı adım adım gezmiş dolaşmış. Sonunda istediği­ne kavuşmuş ve şu anda 15 Afrika ülkesine mal satıyor. İşte Salim Beyin Afrika macerası:

“Afrika ülkelerine ilk mal satmaya başladığımızda çok zorluk çektim. Çok çeşitli sıkıntılarımız oldu. Allah şükür hepsini aştık. Şimdi yanımda çalıştırdığım dış ticaret müdürüm var. O ülkelere birlikte gidiyor ve siparişleri alıyoruz. Ödemeleri genellikle peşin alıyoruz. Özellikle Afrika için söylüyorum: Dışişleri Bakanlığı ‘Oralara gitmeyin, tehlikeli ve can güvenliğiniz yok.’ diye tamimler çıkarıyor. Öte yandan İtalya dâhil diğer Avrupa ülkeleri oralara gir misler ve mal satıyorlar… Bana göre Afrika, İstanbul’dan daha gü­venli!

“O ülkelere gittiğimizde Dışişleri bizlere yeterince sahip çıkmı­yor, yol göstermiyor. Nijerya’dan veya herhangi bir Afrika ülkesin­den bir iş adamını Türkiye davet ediyoruz, o insan üç-dört ayda Türk vizesini zor alıyor. Dışişleri bu gibi işleri sanayi odalarına dev-retse Türkiye’nin kalkınmasına büyük katkı sağlamış olur. Ben ina­nıyorum ki, ticaret ve sanayi odalarına yetki verilse ihracatımız iki-üç katına çıkar.”

“DÜNYAYLA REKABET EDEBİLMELİYİZ”

Sanayicimiz, iş adamımız çok üretmeli ve dışarı ihraç etmelidir. Bu konuda Salim Çokyürür’ün tespitleri şöyle:

“Devlet Türkiye’de işsizliği önleyecekse mutlaka sanayiciyi, ya­ni üreten insanları dinlemeli. Hükümetler mutlaka odaların sesine kulak vermelidir. Siz bir malı ne kadar düşük maliyetle imal eder­seniz, o kadar düşük fiyatla satar ve o nispette daha fazla mal satar­sınız.

“Elli çeşit ürünümüz var. Bir yılda on milyonlarca parça mal üretiyoruz. Ben işimi yaparken zevk alıyorum. İnsanlar işlerini se­verek yapmalıdır. İnsan işini ne kadar severse o nispette başarılı olur. Bizim markamız, Türkiye ve ihraç ettiğimiz ülkelerde en çok tutulan markadır. Bizim malımızın kalitesi ve ucuzluğu kendini is­patlamıştır. Aslında biz sanayiciler Türkiye’nin fahrî konsolosuyuz. Malımızın arkasında, ‘Türk malı’ diye yazılıyor. Bu bizi hem sevin­diriyor, hem de çalışma aşkımızı şevkimizi kamçılıyor.”

“KERPİÇ EVDE OTURDUM”

Salim Bey, yaklaşık 50 milyon dolara hükmeden orta ölçekli bir iş adamı olmasına rağmen mütevazi ve sade bir hayatı tercih ediyor. Hatta uzun yıllar Konya merkezde kerpiç evde oturmuş… Şimdi ise sıradan bir apartman dairesinde oturuyor. Çocuklarını iş yerinde maaşla çalıştırıyor. İşte onun ilginç hayatından bir kesit:

“Ben bundan birkaç yıl öncesine kadar kerpiç [topraktan yapı­lan] bir evde oturuyordum. Orada dört çocuk yetiştirdim. Oğlumun birini evlendirdim. Oğlum kerpiç eve taşındı, ben de apartman da­iresine çıktım.

“Ömrümde hiç sıfır model arabaya binmedim. Yazlığım da yok… Dört çocuk ve dört torun sahibiyim. İki oğlum da benim ya­nında ücretle çalışıyor. Çalıştırdığım diğer işçilerim gibi her ayba­şı muhasebeden gidip maaşlarını alıyorlar. Ben onlara şunu göster­meye çalışıyorum:

“Evlâdım, ben size haram yedirmedim. Haramdan kazanmadım. Babam da haramdan kazanmadı. Helâl kazanmayı öğretti. Siz de helâlden kazanın. Bakın, çalıştırdığımız insanlar nasıl bu maaşla ge­çiniyorsa siz de geçinin. Onların durumunda da olabilirdiniz.

“Allah razı olsun evlâtlarım da son derece saygılı, dinlerine ve diyanetlerine bağlılar. Onları okutmak istedim; ancak oğlumun biri benim gibi ilkokulu, diğeri ise ortaokulu bitirdi. Çocuklarımdan is­tediğim, ahlâklı ve dürüst olmaları ve hiç kimseyi aldatmamaları. ‘Yeter ki aldatmayın da, tek aldanın.’ diyorum. Ben ne kazanmış-sam fabrikaya yatırdım, para biriktirmedim. Ne yat, ne bina, ne de yazlık aldım. Fabrikamda ne kadar çok insana ekmek yedirebilirsem, bunun benim en büyük eserim olacağını düşünüyorum.”

ŞAHİNLER HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI

KEMAL ŞAHİN:

TİCARET SANATTIR

KEMAL ŞAHİN KİMDİR?

Kemal Şahin, Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı Taşlıpınar kö­yünde 1955 yılında doğdu, ilkokulu Taşlıpınar’da, ortaokulu Seydi­şehir ve Beyşehir ilçelerinde, liseyi de Konya ‘da bitirdi, 1973 yılın­da Almanya’ya gitti, Almanca öğreniminin ardından Aachen Teknik Üniversitesinde metalürji yüksek mühendisliği tahsilini tamamladı. Şahin, 1997 yılında Almanya’da “yılın iş adamı” ödülüne lâyık gö­rülürken, Amerika’daki “Dünyayı Yönetenler Kulübü” olarak bili­nen “Enterpreneur of the Year Institute”ye üve kabul edilen ilk Türk oldu. Avrupa Kulübü (Club of Europe) ise kendisine, 1998 yılında, demokrasinin, serbest pazar ekonomisinin ve Türk-Alman dostluğu­nun gelişmesine sağladığı katkılardan ötürü “Avrupa onur girişimcisi” ödülünü verdi. Hayatını, fikirlerini anlattığı, deneyimlerinin büyük bir bölümünün yer aldığı “Zirvedeki Şahin” isimli kitabı, Mart 2000 tarihinde Türkiye’de ve iş dünyasına ışık tutacak yöne­tim stratejilerinin yer aldığı “Gurbetteki Şahin ” kitabı da 2002 yı­lında Almanya ‘da ünlü yayın evleri tarafından yayınladı. Yaptığı çalışmalarla, ülkemizin dünyaya tanıtılmasından dolayı T.C. tara­fından “devlet üstün hizmet madalyası”yla ödüllendirildi. Şahin, Türkiye’nin yurt dışındaki en büyük lobi kuruluşu-ATIAD’in (Avru­pa Türk İş Adamları ve Sanayicileri Derneği) kurucularından olup, dört yıl süreyle başkanlığını yaptı. Hâlen derneğin istişare kurulu başkanıdır.

Aynı zamanda Türk Dış Ticaret Vakfının kurucularından olup vakfın mütevelli heyeti başkanıdır. 1998 yılında Alman Sanayi ve Ti­caret Odaları Birliğinin (DIHT) dış ilişkiler komisyonu üyeliğine getirilen Şahin, “Türk-Alman Ticaret ve Sanayi Odası”nın kurucu başkanıdır. Çok iyi derecede Almancanın yanı sıra İngilizce ve Fransızca bilen Kemal Şahin, evli ve üç çocuk babasıdır.

Türk tekstil sektörünün önemli ismi Şahinler Holding’in teme­li, 1982 yılında Almanya’nın Aachen kentinde, yönetim kurulu başkanı Kemal Şahin’in Santex Moden şirketini kurmasıyla başla­mış. Türkiye ve Avrupa’daki şirketleriyle kısa zamanda “Türki­ye’nin en büyük moda ve entegre tekstil grubu” konumuna gelen Şahinler Holding, spor giyimden çocuk giyimine, erkek bayan ha­zır giyimden jean ve iç giyime kadar geniş bir ürün yelpazesine sa­hip…

Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı küçük bir dağ köyünde fakjr bir ailenin çocuğu olarak doğan Kemal Şahin, bin bir zorlukla tahsilini tamamlamış. Etibank’ın bursuyla Almanya’ya yüksek tahsil için gitmiş. Gidiş o gidiş… Kemal Şahin, Almanya’da sadece tahsil yapmakla kalmamış, beyin gücünü de iyi kullanmış.

Kemal Şahin, köyünü ve çektiği zorluklan hiçbir zaman unut­mamış. Köyüne ve köylüsüne sırt çevirmemiş. Şahin, Anadolu insa­nının alın teriyle Avrupa’da iş yapacağını kanıtlayan sayılı iş adam­larımızdan biri. Kemal Şahin, Almanya’da iş adamı olarak kendini kanıtlamakta güçlük çektiğini belirtiyor:

‘”Türk malı satılır mı? Bu Türk patron da nereden çıktı!’ gibi Al­manya’da yanlış bir imaj vardı. Ben bu imajı büyük ölçüde yıktım. Yaptığım işte başarılı olunca toplum ve kamuoyu tamamen kapıla­rını açtılar. Politikacı ve iş adamları beni kabullendiler. Şimdi Al­manya’da güçlü bir Türk lobisi oluşturduk.”

Avrupa’daki “Türkler fabrikada çalışır, çöpçülük yapar…” şek­lindeki tabuyu yıktıklarının altını çizen Şahin, Almanya’da başarıl-mayanı başardığını belirtiyor. “Zirvedeki Şahin” kitabındaki deyim­le Kemal Şahin, “Toroslar’ın küçük bir dağ köyünde doğup büyü­yen, devlet bursuyla okumak için gittiği Almanya’da sıfırdan başla­yarak büyük başarılara imza atan biri…”

Pamuktan başlayarak, iplik, kumaş, boya, apre, baskı, konfeksi­yon tasarım, toptan ve perakende olmak üzere son tüketiciye ulaşan, tekstil ve modanın bütün halkalarını içinde bulunduran Şahinler Holding, “tam entegre bir şirketler topluluğu”dur. Grup, Türkiye’de dış ticaret, tekstil ve konfeksiyon, Avrupa ve Amerika’da ise toptan ve perakende pazarlama şirketleriyle faaliyet göstermektedir. Şa­hinler Holding bu faaliyetlerini 13 ülkede kurulu toplam 27 şirke­tiyle yürütmektedir. Ürünlerini Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulu­nan gruba ait 20’si toptan olmak üzere yaklaşık 350 mağazayla tüketicilere ulaştırmaktadır. Toplam 12 bin personeli bulunan grup, dolaylı olarak da 30 bin kişiyi istidam etmektedir.

İstanbul Sanayi Odasının “2002 Yılı 500 Büyük Sanayi Kurulu­şu” listesinin “özel kuruluşlar” sıralamasında Bilkont Dış Ticaret ve Tekstil San. A.Ş. 37’nci sırada yer alırken, aynı listede Şahinler Mensucat San. ve Tic. A.Ş ile Modavizyon Tekstil San. ve Tic. A.Ş. firmaları da üst basamaklara doğru tırmanmaktadır.

Şahinler Holding, turizm alanında “1996 Yılının En İyi Tatil Kö­yü” seçilen ve “altın anahtar” ödüllü birinci sınıf tatil köyü Club Mega Saray’la hizmet vermektedir. Club Mega Saray, 2002 yılında dünyanın en büyük seyahat acentası olan Nickermann’ın müşterile­ri arasında yapmış olduğu anketin sonucuna göre dünyanın en iyi 100 tatil köyü arasına girmiştir.

Tekstil gibi, girdiği her sektörde iddialı olan Şahinler Holding, enerji alanında da kalite ve ileri teknoloji anlayışıyla sektörde is­minden sıkça söz ettiren Şahinler Enerji Üretim Otoprodüktor Gru­buyla faaliyet göstermektedir. Holding aynı zamanda Şahinler İnşa­at San. ve Tic. A.Ş. ile inşaatta, TEYVAŞ Toplu Yemek Hizmetleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. ile de gıda ve hazır yemek üretim sektörün­de faaliyet göstermektedir.

ŞAHİNLER VAKFI VE OKULU

Konya ve Çorlu’da ilköğretim ve meslek lisesi yaptıran, Türki­ye’nin çeşitli illerindeki eğitim kurumlarının muhtelif ihtiyaçlarını karşılayan Şahinler Vakfı ise her yıl 500 öğrenciye burs vermekte­dir. Şahinler Vakfı, eğitime sağladığı katkının yanı sıra gerek afet­zedeler gerekse yardıma muhtaç ailelere yardım etmektedir.

Yurt içinde ve dışında sürekli büyüyen Şahinler Holding, geçti­ğimiz yıllarda da büyük bir projeye imza atmıştır. Türkiye’nin en büyük özel sektör sanayi projelerden biri olan Avrupa Serbest Böl­gesinin temeli 8 Ağustos 1998 tarihinde atılmıştır. Aradan geçen kı­sa zaman dilimine rağmen Avrupa Serbest Bölgesi, yapılan yatırım­lar sayesinde yılda 600 milyon dolar ticaret hacmini yakalayan bir serbest bölge konumuna gelmiştir. Çorlu’da iki milyon metrekare alan üzerine kurulan ASB’de şu anda 120 firma faaliyet göstermek­tedir. Üç bini aşkın insanın istihdam edildiği bölgede, dünyanın ön­de gelen markalarının üretimleri gerçekleşmektedir. Entegre bir tekstil ve moda merkezi olma yolunda istikrarlı adımlarla ilerleyen Avrupa Serbest Bölgesi, tam olarak faaliyete geçtiği zaman 25 bin kişinin istihdam edildiği, yıllık 10 milyar dolarlık ticaret hacminin oluştuğu bir serbest bölge olacaktır.

Şahinler Holding ayrıca DİHK ile TOBB’un iş birliğiyle kuru­lan Türk Alman Ticaret ve Sanayi Odasının da kurucuları arasında yer almaktadır. En önemli amacı, Almanya ile Türkiye’nin müte­şebbis gücünü bir araya getirmek ve Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği konusunda lobi çalışması yapmak olan odanın ilk başkanı da Kemal Şahin’dir.

TAŞLIPINAR KÖYÜNDEN ALMANYA’YA…

Kişiliğinde, içerisinden süzülüp geldiği kültürel değerler ve çağ­daş dünyanın olmazsa olmazlarını bağdaştırmış seçkin bir insanın hayat hikâyesidir bu… Toraslar’ın eteğine kurulu küçük bir dağ kö­yü olan Taşlıpınar’da son derece kısıtlı şartlar altında başlayıp Al­manya’nın Aachen kentinde zirveye ulaşan sıra dışı bir insanın hikâyesi… Bilgi ve yeniliğe açılan kapıları aralamak için şehre attı ğı ilk adım sonrası yaşadığı sıkıntılar karşısında, “Ömrümü Taşlıpı-nar’da geçirmeye razı olacak mıyım? Seydişehir’de şık kıyafetli ha­nımlar, beyler, güzel ve temiz giyimli kızlar, öğretmenlerim var. Ben de okumalı ve onlar gibi olmalıyım.” diyerek başladığı bu ma­cerada, basamakları birer birer, ama hızlı bir şekilde tırmanır.

Tarlada çalıştığı bir gün Konya Lisesi yatılı sınavını kazandığı haberini alır ve bu okula kayıt yaptırır. Aradan yıllar geçmiş, genç Kemal liseyi de başarıyla bitirmiştir. Sıra üniversite sınavlarına gel­diği vakit, “Benim oğlum paşa olacak.” diyen baba Osman Şahin’in net tavrı karşısına çıkar. Genç Şahin’in düşüncesi ise oldukça fark­lıdır. Bakın Şahin o günleri nasıl anlatıyor:

“Üniversite sınavları için Taşlıpınar’dan Ankara’ya yola çıktı­ğımda 350 lira param vardı. Üç yüz lirasını babam vermişti. Bu pa­ranın Ankara ve İstanbul’daki 15 günlük sınav maratonunda bana yetmeyeceğini anlamış, ama babamı bir türlü ikna edememiştim. Ankara’nın otel ve yemek fiyatlarını Beyşehir’le mukayese ediyor­du… Annemin gizliden verdiği 50 lira da fayda etmemişti. Üzerimdekiler dışında yedek bir elbisem dahi yoktu. Karışık duygular için­de Ankara’ya doğru yola çıkmıştım…”

Genç Kemal sınavdan sınava koşarken parasız kalmış, ama bu çaresizlik onun sırasıyla Konya Eğitim Enstitüsü, Hava ve Kara Harp Okulları ile ODTÜ Makine Mühendisliğini kazanmasına en­gel olamamıştı. Çok sevdiği babası “paşa” olmasını bekleyedursun, o kararını çoktan vermiş ve ODTÜ’ye kayıt yaptırmıştır.

Hayatının dönüm noktası ise Türkiye’deki binlerce kişi arasın­dan kazandığı “yurt dışı eğitim bursu” olmuştur. O bu gelişmeyi şöyle yorumluyor:

“O an, belki de hayatta en çok mutlu olduğum andı. Yıllar son­ra Almanya’da ‘yılın iş adamı’ seçildiğim zaman bile bu kadar sevinmemiştim…”

Etibank tarafından Almanya Aachen Teknik Üniversitesine gön­derilen Kemal Şahin, bu okulu 1982 yılında başarıyla bitirir ve “me­talürji yüksek mühendisi” olur. Fakat o yıllarda Türkiye çok karışık­tır. Bu yüzden genç Kemal, ülkesine bir süre dönmek niyetinde de­ğildir.

ALMAN CUMHURBAŞKANININ DİLİNDEN ŞAHİN

Şahin hakkında Almanya eski cumhurbaşkanı Johannes Rau şunları söyleyecektir:

“Almanya’ya çalışmak veya okumak için gelen Türkler, artık iş yerleri açarak istihdam sağlıyor. Alman ekonomisinin daha hızlı bü­yüyerek dışa açılmasına katkı sağlıyorlar. Kemal Şahin gibi girişim­ciler, aynı zamanda Almanya’nın dışarıda daha iyi tanıtılmasına da yardımcı oluyorlar.”

Almanya’da mühendis olarak çalışmasına ise Alman hükümeti izin vermez. O da Almanya’da kalabilmenin en geçerli yollarından biri olan serbest çalışma yöntemini seçer ve küçük bir dükkânla iş hayatına atılır. Bu dununu, 15 yıl sonra onu Almanya’da “yılın iş adamı” seçen jürinin başkanı Prof. Dr. Eduard Gauglcr şöyle özet­ler:

“Alman bürokrasisi bazen istemeyerek de olsa, çok güzel işlere vesile olabiliyor! Bunun en somut göstergesi, karşınızda duran iş adamı Kemal Şahin’dir…”

Peki genç Şahin’i kısa sürede zirveye taşıyan sır neydi? Bunun cevabını Avrupa Parlâmentosu Üyesi Martin Schultz’dan dinleye­lim:

“Kemal Şahin, Türkiye ile Avrupa ve farklı kökenli insanlar ara­sında, gerçek anlamda bir aracıdır. Ekonomi ve politikada bir köp­rü görevi üstlenen Şahin, kolay bir insan değil, ancak çok etkileyici bir dosttur.”

İşte, Kemal Şahin’in ifadeleriyle zirveye tırmanışın kısa, ama özlü hikâyesi:

“İş hayatına atılırken öyle yüklü kapitalim filân yoktu. Yolumu, piyasanın güvenini kazanarak açtım. İşe öğrencilik yıllarında staj yaparken kazandığım beş bin markla başladım. Ama asıl sermayem o da değildi.”

Aachen Belediye Başkanı Dr. Jürgen Linden, Şahin hakkında şunları söylüyor:

“Aachcn Teknik Üniversitemizden mezun olan Kemal Şahin’e mühendis olarak çalışma izni vermememiz bize büyük bir şans ge­tirdi! Böylece, kurduğu şirketlerle bölgemiz için önemli bir faktör oldu. Kısa zamanda Almanya’nın en büyük Türk kökenli grubunu oluşturan Kemal Şahin, Almanya-Türkiye ekonomik ilişkilerindeki belirleyici rolüne karşılık, sosyokültürel faaliyetleri ve eğitim alan­larında yaptıkları ile de örnek bir şahsiyettir.”

Şahin şunları söylüyor:

“En büyük kapitalim, dürüstlüğüm ve güvenilir olmamdı; ben de o kapitali kullandım. Yükselmişsem ve bugün hâlâ zirvede tutuna-biliyorsam bunun en önemli nedeni, saydığım bu iki unsurdur.”

Onun bir diğer önemli özelliği de farklı kültürlere yaklaşımıdır. Farklılığın, kıskançlık, ön yargı, kompleks vs. sebeplerin değil, ol­sa olsa birlikteliğin sebebi olabileceğini belirten Kemal Şahin, Al­man parlamenter Martin Schultz’un deyimiyle, “Türkiye ile Avrupa ve farklı kökenler arasında gerçek anlamda bir aracıdır.”

Dürüst ve ilkeli tavırlarıyla zirveye tırmanışını sürdüren Kemal Şahin, geçmişini de asla unutmamıştır. Bakınız bu konuda neler söylüyor:

“Bu servet benim geçmişle olan bağlarımı koparmadı. Gerekti­ğinde yer sofrasında yemek yer, yer yatağında yatarım; ama yeri geldiğinde de en lüks otellerde, en seçkin insanlarla diyaloga gire­rim. Bu benim geçmişimle bugünümü sentez ederek, bütün insanla­rı kucaklayan bir anlayışı benimsememden kaynaklanıyor…”

ANADOLU İNSANININ HİKÂYESİ!

Kemal Şahin’in yaşadığı değişim ve gelişme, yine onun sayesin­de, doğup büyüdüğü yer olan Taşlıpınar köyüne de yansır. Şahin’in bu konudaki değerlendirmesi şöyledir:

“Kıt kanaat büyük zorluklara göğüs gererek yaşamaya çalışan Taşlıpınar köyünde fakirlik ve cahillik sebebiyle sık sık kavgalar olurdu. Küçük sebeplerle başlayan kavgalarda ne yazık ki birkaç ki­şi ölür, üç-beş kişi de uzun hapis cezalan alırdı.

“Taşlıpınar’ın makûs talihi, 1982 yılında Şahinler Holding’in kurulmasıyla değişti. Türkiye’deki ilk şirketimi kurduğum sıralarda akrabam başta olmak üzere, köylülerimin bir kısmını buraya ortak ettim. Parası olmayanları da işçi olarak aldım. Bugün Taşlıpınar’daki gençlerin çoğu, Şahinler Holding’in değişik birimlerinde çalışıyor. Durum böyle olunca köyde sadece yaşlılar kaldı. Onun için yaşlılardan bir taraftan övgü ve dua, bir taraftan da yalnız kaldıkla­rı için eleştiri alıyorum… Ancak arkama dönüp baktığımda oldukça mutluyum; zira köye gelen zenginlik hem Taşlıpınar’ın çehresini değiştirdi, hem de halkın bilgi ve eğitim seviyesini yükseltti.”

Görüldüğü gibi Kemal Şahin, hayat hikâyesi ve fikirleriyle Ana­dolu insanı için çok iyi bir örnektir. Zirveye uzanan yolda inanç ve kararlılıkla yürüyen bu insanın başarıları kesinlikle tesadüfi değil­dir. Modern bir insan olmakla beraber, geleneksel değerlerden de asla kopmayan, aklı daima ön plânda tutan yapısı sayesinde hep güçlü kalmıştır. Bu değerler onu, bugün Türk tekstilinin zirvesinde, Avrupa’nın saygın şirketleri olan, 10 bin kişinin istihdam edildiği bir şirketler topluluğunun sahibi konumuna taşımıştır.

Umut arayan toplumun her kesiminden insana. Kemal Şahin’in hayat hikâyesini dikkatle okumalarını tavsiye ederiz.

Kemal Şahin, I955’te Konya Beyşehir’in bir köyünde dünyaya geliyor. İlkokulu köyünde okuyor. Çok zeki ve başarılı olmasından dolayı öğretmeni onun okumasını istiyor ve ona yardım ediyor. Or­taokulu Beyşehir’de, liseyi Konya’da okuyor. Burs sınavını kazana­rak Almanya’da maden mühendisliği okumak üzere gönderiliyor.

Okul bittikten sonra Türkiye’ye dönmeye karar veriyor. Çalı­şarak, aldığı bursu geri ödüyor. Sonra küçük bir büfeyle işe başlı­yor. Orada sattıklarının yanı sıra tişörtler satmaya başlıyor. Talep çok fazla olunca Türkiye’de küçük bir atölye kuruyor. Zamanla o atölye yetmiyor, daha büyüğünü kuruyor. Almanya’da birçok ye­re mamullerini satıyor, Türk malları konusundaki ön yargıları ye­niyor…

İşleri yolunda gitmeye devam eden Kemal Şahin’in şimdi İstan­bul’da, Tekirdağ’da ve Almanya’da dev tekstil fabrikaları var. Teks­til ve başarılarından dolayı birçok ödül alır. Avrupa’da artık çok iyi tanınıyor.

Kemal Şahin henüz 32 yaşındayken iyi bir iş adamı olup basan­lara imza atmıştır. Ona göre yatırım yapacak kişilerin körü körüne hiç pazar kurmadan, araştırmadan, imalât yerlerini açmaması gere­kiyor. Malların satılacağı yerlerin hazır olması gerekir. İlk önce pa­zara yatırım yapıp, sonra üretim yerlerini açıp zamanla ihtiyaca gö­re yatırım yapılmalı.

“Başarının sırrı, insana verilen değerde saklı.” diyor. “1997’de Almanya’da yılın iş adamı,” “1998’de Avrupa yılın onur girişimci­si” seçilen Kemal Şahin, ekip çalışmasıyla başarısını gösterdi. Ke­mal Şahin’le farklı yerlerde birçok kez görüştüm.

BİN KİŞİLİK İSTİHDAM SÖZÜ!

Kemal Şahin, Türkiye’de yaşanan 2001 krizinden çıkmayı ba­şardığına dikkat çekerek şunları anlatıyor:

“Bunu deneyimli ve iyi eğitimli ekiplerimizle başardık. İhracatı­mızı çok zengin bir pazar olan Avrupa Birliği ülkelerine yapmaktayız. Ancak özellikle Almanya olmak üzere Avrupa pazarı, son birkaç yıl­dır büyümüyor; bu pazarlarda belli bir durgunluk yaşanıyor. Bu ne­denle Almanya’da fazla büyüyemedik. Bugün en cazip ve büyümeye müsait pazar hiç kuşkusuz Amerika pazarı… Böylesine cazip olan Amerika pazarında Türk ihracatçıları olarak aslında çok küçüğüz.

“Türk tekstil sanayii, çok rekabetçi bir konuma geldi. Ameri­ka’nın önde gelen büyük şirketleri kazanıldı. Fakat bu arada pantolon ve tişört gibi ürünlerde kota sıkıntısı yaşıyoruz. Bu sorunlar aşı­lırsa daha hızlı bir büyüme olacaktır. Kotaların kalkması ve sektö­rün önünün politik olarak da açılması şarttır. Diğer taraftan bazı fir­malar Amerika’dan iyi müşteriler kaptı, bazıları ise hâlen ucuz ürünler yapıyor. Ucuz ürünler üretenler de katma değeri yüksek ürünlere yönelmeliler. Özellikle de kotalar kalkmazsa, mevcut ko­taları en iyi şekilde kullanıp daha fazla ihracat rakamları yakalama­mız nedeniyle… Amerika’ya çalışan şirketlerin, kadrolarını güçlen­dirmeleri şart. New York’ta bir ofis kurabilirler. İyi konscpti olan firmalar, yine oralarda bazı temsilcilerle markalarını satabilirler, mağazacılığa geçebilirler. Aslında bu, özel sektör ve Türkiye için önemli bir fırsattır.

“Şahinler Holding olarak özellikle son birkaç yıldır bu pazarda büyük başarılar elde ettik. Holdingimiz her yıl Amerika’ya yaptığı ihracatı yüzde 45-50 oranında artırıyor. Yani doğup büyüdüğümüz Avrupa pazarından daha çok Amerika’da büyüme kaydettik. Al­manya’ya ciddî bir alternatif çıkarıyoruz. Çünkü yakın bir zamana kadar ihracatımızın yüzde 50’si Almanya’ya gidiyordu. Aslında bu da riskli. Almanya küçük bir nezle olduğunda biz burada zatürree oluyoruz! O açıdan alternatif büyük pazarların geliştirilmesi, strate­jik açıdan önemli. Şahinler şu anda tek başına Amerika’ya ihracat yapan firmalar arasında birinci sıradadır. Amerika pazarı önümüz­deki yıllarda da bizim için hedef pazar olacaktır. 2002 yılında top­lam 220 milyon dolar ihracat gerçekleştirdik.”

“ALMANYA’DA İŞ YAPMAK TÜRKİYE’DEN KOLAY!”

Almanya’da iş yapmanın Türkiye’den daha kolay olduğunun al­tını çizen iş adamı Kemal Şahin şöyle devam ediyor:

Alman iş adamlarından bu zamana kadar herhangi bir kıskanç­lık görmedim. Almanya’da iş yapmak, Türkiye’den daha kolay! İş yapan insanlara herkes yardımcı olur. Ne hükümet ne de iş çevrele­ri tarafından herhangi bir zorlukla karşılaşmadığım gibi teşvik gör­düm… Onlar diyorlar ki: ‘Bir ülkenin en iyi kaynağı, müteşebbis gücüdür. Bu müteşebbis güç ne kadar artarsa, o ülke o nispette kal­kınır. Vergiler artar, gelirler artar…’ Bu mantıkla bana sahiplendiler.

“Bir firma kurarken bile nasıl kurulduğunu Türkiye’de tam ola­rak bilen yok. Çok yerden bilgi almak ve en az üç-beş kez Ankara’ya gitmek lâzım. Sistem ve yönetimden gelen birçok zorluk var. Al­manya’da bir iş kurarken notere gidersin, işi bitirirsin. Daha sonra iş kurduğun, ticaret gazetesinde ilân edilir ve iş biter. Rahmetli Özal bu konuda Türkiye’ye epey mesafe katettirdi. Türkiye’de insanlar ko­nuşurken farklı, işi yaparken farklı muamelede bulunuyorlar.

“Türkiye’de büyüdükçe kamuoyu sizi kucaklamıyor. ‘İş adamı’ denince insanların kafasında ‘hırsız ve yolsuz’ imajı uyanıyor. Halk da haksız değil; çünkü bunun kötü örnekleri var. Almanya’da 2 bin 500 işçi çalıştırıyorum. Bunların bin 500’ü Avrupalı. Bu, Almanya için büyük bir rakam. Biz büyüdükçe Almanya’da Türk lobisi oluş­turuyoruz. İş yerimde 35 ayrı milletten işçi çalışıyor. Almanya’da 1997 yılında 42 bin iş adamı içinde ‘yılın iş adamı’ seçildim. Bunu da Anadolu insanı adına sevinilecek, çok önemli bir başarı olarak görüyorum.”

“BİLGİMİ PAYLAŞMAK İSTİYORUM”

“Zirvedeki Şahin” kitabını yazmaktaki maksadının ticarî bilgi ve birikimini paylaşmak olduğunun altını çizen Kemal Şahin şunları söylüyor:

“Öncelikle kitap yazmaktaki maksadım, bilgi birikimimi insan­larımızla paylaşmak… Reklâm yapmak gibi olmasın, ama kitapta bilgimi kıskanmadan başkalarıyla da paylaşmak istedim. Türki­ye’de toplumun büyük bir kesiminin gelecekle ilgili ciddî kaygıları var. İnsanların yüzlerine baktığımda onların karamsar olduklarını görüyorum. Bu beni çok üzüyor…

“Gençliğin peşin yargısı: ‘Benim dayım yok, politik arkam yok, ben bir yere gelemem.’ Bir de genelde ‘Türkiye’de iş adamları ya devletten beslenerek iş adamı olur ya da gayrimeşru yollarla çalıp çırparak zengin olunur.’ düşüncesi hâkim. Bu çok yanlış… İş adam­ları da toplumun bir ferdidir. Merhum Sakıp Sabancı, bu yanlış zih­niyeti silip atmak için çok gayret gösterdi. Benim kitapta vermek is­tediğim, işte bu yanlış duygu ve düşünceleri bir tarafa atıp, toplu­mun dinamizmi olan gençliği hareketlendirmek… Yani diğer bir de­yimle ‘Siz de dürüst yoldan para kazanabilirsiniz, dürüst yoldan saygınlık elde edebilirsiniz, basamak basamak yükselebilirsiniz. Bunu Kemal Şahin başardı, siz de başarabilirsiniz.’ mesajını ver­mek istiyorum.

“GENÇLERE SORUMLULUK VERİLMELİ”

Ticarî hayatta gençlerin önünün açılarak sorumluluk verilmesi gerektiğine inandığını belirten Kemal Şahin şöyle konuşuyor:

“Bir kere benim temel düşüncem, gençlere sorumluluk vermek­tir. Sorumluluk verirseniz, o zaman ondan iş bekleyebilirsiniz. Gençlere sorumluluk verince bağlılıkları da artıyor. Her şeyden ön­ce her insan kendine bir hedef koymalı ve bu hedef, yapısına uygun olmalı. Önce hedefi seçip sonra o hedefe ulaşmak üzere basamak basamak çalışmayı sürdürmeli. Bir çocuğun hedefi üniversiteyi bitirmekse, ilkokuldan itibaren notlarının hep pekiyi olması gerek­mez. Ama notlan her sene bir önceki seneye göre daha yükselebilmelidir. Budur hedefe kilitlenmek…

“Ayrıca bu yolda başaramadığınız anlar olabilir, düştüğünüz an­lar olabilir. Moral bozmak yok… Kalkacak ve diyeceksiniz ki: ‘Düş­tüm, ama ders aldım. Kalkacak, bir daha düşmeyeceğim.’ Bu man­tıkla hareket eden herkes hayatta başarılı olur. Belki herkes cumhur­başkanı, herkes başbakan, herkes Kemal Şahin olamayabilir; ama kendine bir hedef çizip hedefe ulaşmak için çalışan herkes mutlulu­ğu yakalar. Önemli olan da bu değil midir? İnsan kendine hedef be­lirledikten sonra gerisi kolaydır. Hedefe varmak için var gücüyle ça­lışır. Belki hedefine ulaşamayabilir, ama çalışması bu yönde prog­ramlı olursa başarılı olur.”

“ASLIMI ASLA UNUTMADIM”

Zenginliğin sadece parayla olmadığının altını çizen iş adamı Ke­mal Şahin, gönül zenginliği ve sağlığın da önemli olduğunu söylü­yor:

“Zenginlik sadece parayla mümkün değildir. Asıl zenginlik, sağ­lıklı olmaktır. Gönül zenginliği hangi parayla satın alınabilir? Para her şey değildir. Çok paranız olabilir, iyi bir mesleğiniz olabilir: ama bu, insan olmak için yetmez. İnsan, mutlu olabilendir, insanla­ra mutluluk sunabilendir. Bir de insanın aslını unutmaması lâzım. Ben doğduğum, büyüdüğüm köyümü, ailemi ve zor günlerimi hiç­bir zaman unutmadım. İnsanlara yukarıdan bakmadım…

“Ben, ‘Osman Çavuş’ lâkaplı fakir bir köylünün oğluyum. Ço­cuklarım ise, patron Kemal Şahin’in oğulları… Çocuklarım aslını,neslini unutmasın diye her yıl köyüme götürüyorum. Malın mülkün de geçici ve fâni olduğunu gösteriyorum. Önemli olan, insan olmak, insanlara faydalı olabilmek. Para dediğin akıp gider. Esas zenginlik, insan olmak, adam olmaktır. Bu sözlerimi parasız insanlara anlat­mak zor. Çoğu insan zanneder ki: ‘Benim şu kadar param olsa mut­lu olurum.’

“Öyle insanlar tanıyorum ki, aslında parası olmasa daha mutlu olacaklar… Paranın yokluğu da çokluğu da el avuç yakar. Bu neden­le parayı kazanmak tek başına yetmez, kazanmak kadar kullanma­sını da bilmek lâzım; aksi takdirde para sizin mutluluğunuzu da eli­nizden alabilir.

“Toroslar’da yaz gününde serinlikte bir armut ağacının di­binde annemin pişirdiği taze fasulye ya da kendimizin topraktan çıkarıp pişirdiği patatesin tadını hiçbir zaman unutamam. Ne­den, bilmiyorum… Belki o zaman alternatifimiz yoktu. Onun için diyorum ki, her şey parayla olmuyor. ‘Mutluluk,’ insana bağlı bir kavram. İnsan isterse pilâv yiyerek de mutlu olabilir. Kırk çeşit yemek yiyen insanlar illâ ki mutludur, diyebilir mi­yiz?”

“KRİZ DÖNEMİNDE BÜYÜDÜK”

Kriz döneminde öz kaynaklarıyla ve yüzde 10’luk büyümeyle çalışma azmi ve şevkinden bir şey kaybetmediklerinin altını çizen Kemal Şahin şunları söylüyor:

“Kriz döneminde malî sektörde yaşanan sıkıntılardan sonra grup olarak öz kaynaklarımıza yöneldik ve hem ciromuzu hem de ihra­catımızı artırmayı başardık. Büyük sanayi şirketlerinin küçülmeyi tercih ettiği, küçük ve orta ölçekli firmaların ise derin yaralar aldığı bir dönemde çalışan sayımızı da artırdık.

“Dünyanın önde gelen borsalarında sert düşüşler meydana gel­di. Buna paralel olarak dünya ekonomisinde, tüketimde bir daralma oldu. Bu olumsuz gelişmeler ve yapısal reformların gerçekleştirile­memesi, Almanya ekonomisini daha çok etkiledi. Pazardaki daral­ma yüzünden hazır giyim ve tekstil şirketleri büyük sıkıntılarla kar­şı karşıya kaldılar. Oldukça dinamik ve değişime açık bir yapıya sa­hip olan Şahinler Holding olarak aldığımız tedbirlerle Alman teks­til pazarındaki problemlere karşın çözüm stratejilerimizi ivedi ola­rak belirleyip uygulamaya koyduk. Öte yandan ABD pazarında ciddî oranda büyüme sağladık.

“Elbette bu başarı, canla başla çalışan tüm yöneticilerimizin ve ekiplerimizin başarısıdır. Bu başarı, kurum kültürümüzde yer alan değerlerimiz sayesinde elde edilmiştir. Bir taraftan açıklık, dürüst­lük ve fırsat eşitliği gibi ilkelerimizle insanların büyük bir şevkle çalışmasını sağladık; diğer taraftan değişim, verimlilik, müşteri odaklı olma gibi kavramlarla şirketlerimiz kendi dallarında en ve­rimli ve dünyanın önde gelen kuruluşları tarafından tercih edilen firmalar hâline geldi. İlkelerimiz doğrultusunda her zaman müşteri­nin beklentilerini en üst seviyede yerine getirdik ve pazar şartlarımdaki değişime ayak uydurarak başarıyı yakaladık. Bizim en büyük sermayemiz, çalışan arkadaşlarımızdır. Onun için bir yandan mev­cut kadrolarımızı eğiterek geliştirirken, diğer yandan iyi eğitim alan, yabancı dil bilen gençleri de gruba kazandırmaya devam ede­ceğiz. Böylece daha bilgili ve becerikli kadrolarla gelecekte dünya arenasında daha büyük hedeflere koşacağız.”

“VİZYON, İNANMAK VE İLERİYİ GÖREBİLMEKTİR”

Ticareti sanata benzeten Kemal Şahin, bakınız bu konuda neler söylüyor:

“Ticaret bambaşka bir olay. Ben ticareti bir sanat olarak görüyo­rum. Hem de öyle bir sanat ki, insan bu sanatı küçüklüğünden beri icra ederse daha başarılı olur. Size bir-iki anımı anlatmak istiyorum. Birincisi: İlkokulda iken, Beyşehir’de ayakkabı boyayan çocukları gördüğümde onlara çok imrenmiştim. Babama, ‘Babacığım, bana bir boya sandığı al da boyacılık yapayım.’ dedim. Almadı. Rahmet­li babam bana göre o gün hata etmişti. Eğer o boya sandığıyla para kazanmaya başlasaydım, belki bugünlere 10 sene önceden gelebilir­dim… İkincisi: Lisedeyken, tatillerde çalışarak harçlığımı kazanı­yordum. Ağabeyime dedim ki: ‘Bana domates, biber ve patlıcan sa­tacak işporta tezgâhı lâzım.’ Onu da yaptıramadım. Şunu gördüm ki, o zamanlar Türk insanı tüccarlığı küçümsüyordu. Büyüyünce tüccar olacağım, diyen çocuk yoktu. Hâlen de pek yok… Ya neye özlem vardı? Ya devlet memuru, ya asker ya da toprak ağası. Babam da benim asker, yani subay olmamı isterdi. Oysa hiç de öyle olma­dı…

“Vizyon, ileriyi görmek, bir şeye inanmak, inandığınız doğrultu­da hareket etmektir. Bu hedeflere ulaşmak için bütün güçleri sefer­ber edip geleceği plânlamanız gerekir. Her şeyden önemlisi de bir şeyler yapabileceğinize, bir şeylerin varlığına, olacağına inanmanızdır. Daha doğrusu karanlıkta bir ışık görüp peşinden gitmenizdir.

“Tarihten bir örnek vermek istiyorum: Napolyon, savaştan sava­şa koşarken, bu bitmez maceradan usanan bir generali gelip, ‘Yeter artık; nereye koşuyoruz!’ der. Bu yılgın komutana, karşı dağın ardın­daki yıldızı görüp görmediğini sorar Napolyon. ‘Nasıl göreyim!’ der general, ‘Dağın ardındaki yıldız görülür mü?’ ‘Ben görüyorum!’ der Napolyon, ‘Zamanı geldiğinde siz de göreceksiniz. Şimdilik hep bir­likte o yıldıza doğru gidiyoruz.’ İşte bu mesajı iyi okumak lâzım…

“Vizyonun, en başta elbette patron veya üst yönetici tarafından benimsenip uygulanması gerekir. Yani en üstteki kişinin vizyon sa­hibi olması gerekir. Yöneticilerin günlük işlerin çoğunu birilerine devredip, genel stratejiler ve vizyon geliştirme konusuna vakit ayır­ması lâzım. Bunun için de yukarıdan aşağıya, çalışanlara yetki ve sorumlulukların bir kısmını devretmek gerekir. Aslında bu bir ekip çalışmasıdır. Evet, vizyon her şeyden öte benim bir yerleri görerek, bir yerlere gitmem için tasarladığım bir şey; ama vizyonuma, yanımdakilerin inanması lâzım. Yani kurum içinde ‘biz’ ruhu meyda­na getirilmelidir.

“Krizleri çeşitli dönemlerde ABD, Almanya, Kore gibi ülkeler de yaşadılar. Türkiye’de her alanda yetişmiş insan gücü var. Önem­li olan, bu potansiyeli harekete geçirmek… Türk tekstil ve hazır gi­yim sektörü, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğuyu üretim havzası yapabilecek güçtedir. Kriz döneminde yüz binlerce insan işsiz kal­dı, firmalar kapandı. Bu yüzden de iç piyasa durdu… Turizm ve ih­racat çok iyi gidiyor. Özellikle ihracat desteklenirse işsizlerimiz tek­rar işe kavuşur, yeni yatırımlar yapılır, firmalar kurulur… Böylece iç piyasayı canlandıracak tüketici kitlesine yeniden kavuşuruz. Bu yüzden turizm ve ihracatın desteklenmesi şart.

“Türk tekstil ve hazır giyimcisinin maliyet ve kota engelini aş­mak için Bulgaristan ve Romanya’da kurduğum fabrikalar da çok başarılı ve tam kapasiteyle çalışıyor. Türk girişimciler bu sektörde birkaç yıl içinde Balkanlar’ı, Orta Doğuyu, Kafkasya’yı, Afrika’yı Türkiye merkezli bir üretim havzasına çevirebilir. Bunu başarmalı­yız…

AVRUPA SERBEST BÖLGESİ

Türkiye’deki serbest bölgeye yatırım yaptıklarını ve 2001 krizi­ni sağ salim atlattıklarını vurgulayan Kemal Şahin şunları anlatıyor:

“Şahinler Holding olarak aldığımız yerinde kararlar ve uygula­dığımız stratejiler sayesinde krizli ve zorlu 2001 yılından güçlene­rek çıktı. Ciromuzu artırdık. Krize rağmen 500 kişiyi daha istihdam ettik. Ticaret hacmi ise bir önceki yıla oranla yüzde 100 artarak 250 milyon dolara çıktı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulunan 20’si toptan olmak üzere yaklaşık 400 satış noktasıyla tüketicilere ulaşı­yoruz. On bini Türkiye’de, iki bini yurt dışında olmak üzere toplam 12 bin personeli bulunan grubumuz, dolaylı olarak da 30 bin kişiye istihdam imkânı sağlıyor.

“Türkiye’nin en büyük özel sektör sanayi projelerinden biri olan Avrupa Serbest Bölgesinin temeli 8 Ağustos 1998 tarihinde atıldı. O günden bugüne Avrupa Serbest Bölgesi, yapılan yatırımlar sayesin­de yılda 250 milyon dolar ticaret hacmini yakalayan bir serbest böl­ge konumuna geldi. Çorlu’da iki milyon metrekare alan üzerine ku­rulan Avrupa Serbest Bölgesinde (ASB) şu anda 70’e yakın firma faaliyet göstermektedir. İki bin 500’ü aşkın insanın istihdam edildi­ği bölgede, dünyanın önde gelen markalarının üretimleri gerçekleş­tirilmektedir. Entegre bir tekstil ve moda merkezi olma yolunda is­tikrarlı adımlarla ilerleyen Avrupa Serbest Bölgesi, tam kapasite fa­aliyete geçtiği zaman 25 bin kişinin istihdam edildiği, yıllık 10 mil­yar dolarlık ticaret hacminin oluştuğu bir serbest bölge olacaktır.”

TEKBİR GİYİM YÖNETİM KURULU BAŞKANI

MUSTAFA KARADUMAN:

TESETTÜRDE MODAYI TAKIP EDİYORUZ

MUSTAFA KARDUMAN KİMDİR?

1957 yılında Malatya’nın Doğan bey ilçesinde doğdu. 1969’da İstanbul’a gelerek, tekstil sektöründe “ara ütücü” olarak çalışmaya başladı. Dokuz kardeşin en büyüğü olan Mustafa Karaduman, çalıştığı atölyeyi devralarak sıfır serma­yeyle işe başladı. 78 ‘den itibaren dört sene fason çalıştıktan sonra Tekbir Giyim ‘i kurdu. Evli ve yedi çocuk babası Musta­fa Karaduman, yönetim kurulu başkanı olduğu Tekbir Gi­yim ‘in sahibi.

Tekbir, 23 yıldır tesettür giyim üretimi yapıyor. Türkiye’de pro­fesyonel anlamda tesettür giyim üreten ilk firma. Malatya’dan, aldı­ğı 100 lira borçla İstanbul’a çalışmaya gelen Tekbir Giyim’in sahi­bi Mustafa Karaduman, bugün 12 milyon doları yönetiyor. 1957 yı­lında Malatya’nın Doğanbey ilçesinde doğan Karaduman, ilkokulu bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş. Hikâyesini kendi ağzından din­leyelim:

“Babam köyün fahrî imamıydı. Ben en büyük kardeşim. Köyde kalıp çalışmak istiyordum, ama babam izin vermedi. O İstanbul’a gitmemi istiyordu. Hatta komşulardan 100 lira borç alıp bana verdi. İstanbul bileti 65 liraydı, geri kalanını da iş bulana kadar harçlık ya­pacaktım. Bu nedenle bir hafta içinde iş bulmam gerekiyordu. 1969 yılında İstanbul’a gelir gelmez konfeksiyon atölyesinde ara ütücü olarak işe başladım. 1978 yılında fason atölyesi kurdum. 1982’de de ‘Tekbir’ markasıyla üretime başladım. İşe başladığımız yıllarda örtülü insanlar bu tip kıyafetleri bulmakta zorlanıyordu. Meselâ eşim uzun etek bulamadığı için pantolon giymek zorunda kalıyor­du. Öyle ki o dönem mini etek furyası vardı. Bu nedenle profesyo­nel anlamda tesettür üretimine başladık.

“Bugüne kadar faizden kaçındığım için hiç kredi almadım. Hiç­bir ihaleye girmedim. Sadece tesettür üretimi yapıyorum. Kredi al­madığımız için hızlı değil, yavaş yavaş büyüyoruz. Babam ‘İş bu­lursan kardeşlerini de yanına alırsın.’ demişti. Kardeşlerimi de ya­nıma aldım sonradan. Şimdi yedi kardeşim de yanımda.”

ON İKİ MİLYON DOLARLIK CİRO

Tekbir mağazalarının yıllık cirosu 12 milyon doları buluyor. Sa­dece bayan üzerine üretim yapan firma, Almanya başta olmak tize re Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika, Bosna-Hersek gibi Müslü­manların yoğun olduğu Avrupa ülkelerine, Orta Doğuda Ürdün’e ihracat yapıyor. Müşterilerinin yüzde 35’i açıklardan oluşuyor. Çünkü kalite, marka ve fiyatı bir arada yakaladıkları zaman kaçırmıyorlar. Üretimde 300 kişi, mağazalarda 300 kişi olmak üzere top­lam 600 kişi çalıştırıyor. Bayilerle toplam iki bin kişiye istihdam sağlıyor. Ayda 30 bin takım elbise üretiyor. Bunun yüzde 20’sini ih­raç ediyor. Yüzde 80 iç piyasaya yönelik çalışıyor. Ayda altı bin ta­kım elbise ihraç ediyor.

TESETTÜRÜN ÇERÇEVESİ

Tesettürün Allah’ın bir emri olduğunu belirten iş adamı Mustafa Karaduman, “Tesettürün çerçevesi nasıl olmalı?” sorumuzu şöyle cevaplıyor:

“Kadınlarda etek boyunun ayak bileklerine kadar uzanması ge­rekiyor. Kollar da bileklerine kadar örtülü olmalı. Başörtünün saç­ların tamamını yüz açık kalacak şekilde örtmesi gerekiyor. Kıyafet­lerin de vücut hatlarını ortaya çıkarmayacak, şeffaf olmayacak tarz­da hazırlanması gerekiyor. Bu ölçüler çerçevesinde istediğiniz ka­dar model üretebilirsiniz.

“Türban örtüsü de omuzları örtecek şekilde olmalı. Bununla il­gili olarak da Nur Suresinin 31’inci ayetinde ‘Mümin kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, görünmesi zarurî olanların dışında ziynetlerini açmasınlar ve baş örtülerini yakaları­nın üzerine vursunlar.’ denilir. Bu önemli ve riayet etmek gerekiyor. Bu çerçevede üretim yapmaya çalışıyoruz. Bizim de eksikliklerimiz oluyor tabiî. Bazı türbanlı gençler kollan açık, dar kıyafetler giyi­yorlar. Onlar için özel tasarım da yapıyoruz. Öğrenciler için en azından bizim tarza yakın özel tasarımlar yapıyoruz. Nedir? Yine örtülü olsun, ama modern olsun. Özentilerini yerine getirebilsin… Bana göre örtündükçe kalite artmış oluyor. Tesettür bir üniforma değildir; çeşitlilik vardır, biz de onu temsil ediyoruz.

“Sermayenin yeşili, beyazı, kırmızısı olmaz. Biz ölçümüzü Asr-ı Saadet’ten alıyoruz. O dönemde Peygamber Efendimiz, ‘Bu ku­maşlar Hindistan’dan, Çin’den geliyor; bunları almayın.’ diye bir söz söylememişti. Önemli olan, kumaşların nasıl kullanıldığıdır. Siz kotu alır, blucin yaparsınız; ben de bu kumaşı alır, pardösü yaparım! Aslında yüzyıllardır Anadolu halkı örtülüdür. Ve bu kültür ve yaşan­tı hâlen de devam ediyor.”

“MODADAN UZAK OLAMAYIZ”

Ünlü mankenlere tesettür giydirdiği için basında sık sık günde­me gelen Karaduman şunları söylüyor:

“Tesettür kıyafetleri, bugün hem yurt içinde hem de yurt dışında yaşayan her kesim ve kültürdeki başörtülü bayanlar tarafından izle­niyor. Ülkemizdeki hanımların yüzde 65’i tesettürlü ve bu yüzden tesettür kıyafetleri ilgi topluyor. Öyle ki bunu fark eden ülkemizde­ki diğer modacılar da tesettüre uygun kıyafetler üretmeye başladı­lar. Bol ve uzun ceketler, geniş kesimli pantolonlar, uzun etekler bu­nun göstergesi. Piyasaya şöyle bir göz atarsanız, tesettür giyim üze­rine çalışan şirketlerin de sayılarının kısa sürede 200’leri aştığını görürsünüz. Kendi kültürümüzden yararlanarak modeller üretsek de, elbette dünya modasından da uzak düşmek olmaz. Bu yüzden her yıl, dünyada kadın giyiminin öncüsü Fransa ve erkek giyiminin öncüsü İtalya’da düzenlenen uluslar arası giyim fuarlarına katılıyo­ruz.”

DÜNYADA İLK TESETTÜR DEFİLESİ

1982 yılında tesettür giyim imalâtına başlayan ve 1990 yılında Tekbir Giyim A.Ş.’yi kuran Karaduman kardeşler, 1992 yılında Türkiye ve dünyada ilk defa “tesettür defilesi” düzenleyerek Türk ve Avrupa medyasının ilgi odağı hâline geldi.

Tekbir Giyim A.Ş., 1993 yılında Merter’de imalât fabrikası ve toptan satış mağazası açarak Türkiye geneli ve Avrupa ülkelerinde bayi ve satış noktalan oluşturdu.

Her yıl Türkiye’de ve dünyanın çeşitli merkezlerinde uluslar arası moda fuarlarına katılarak ürünlerini hem dünya piyasasına su­nuyor, hem de yılın moda kumaş, renk, desen ve çizgilerini tesettü­re uyarlayarak Türk halkının ve diğer müşterilerin beğenilerine su­nuyor. Almanya’daki toptan dağıtım merkezi ile Almanya’nın çeşit­li illerindeki bayilikleri, Hollanda, Belçika, Fransa, Avusturya, İn­giltere, ABD, Kanada, Avustralya, G. Afrika, Bosna Hersek, İsviç­re, Makedonya, Azerbaycan, Dubai, Lübnan, Libya. Mısır, Ürdün, Suriye, Sudan, Cezayir ve Filistin’de bayi ve satış noktaları ile beş kıt’aya ihracat yapan Tekbir Giyim, âdeta tesettürü dünyaya tanıtı­yor.

SEKİZ KARDEŞ BİR ARADA

Mustafa Karaduman, tekstil sektörüne ara ütücü olarak başladı­ğını belirterek, bundan 20 yıl gerisini şöyle özetledi:

“Sektöre ütücü olarak girdim. Daha sonra overlokcu, makineci, makastar ve modelist olarak devam ettim. Daha sonra atölyeler yö­nettim. 1982’nin sonunda Fatih’te Akdeniz Caddesinde bir bodrum katında imalâta başladık ve ilk şirketi kurduk. Burada bir tarafı be­nim evdi, bir tarafı ise atölyemizdi. O yıllarda bizim iki tane maki­nemiz vardı. 1990’lı yıllara kadar amatör bir imalâtçı olarak çalıştı­ğımızı söyleyebilirim. İlk kurduğumuz şirket Tekbir’di. Daha sonra Fatih Tekstil Ltd. Şti. ve geçen yıllarda da D-8’i kurduk. Şu anda D-8 Tekstil Osmanbey’de, Tekbir Giyim ise Merter’de faaliyet göste­riyor. Biz ilk başta üç kardeş olarak işe başladık. Şimdi ise sekiz kardeş bir arada çalışıyoruz. 1993 yılında Merter’deki binamıza ta­şındık. Babam ve dedem eski hocalardandı ve biz din eğitimini on­lardan aldık. İslâmî hassasiyetimiz olduğu için ticarette de bu konu­ya önem verdik. Bu açıdan ‘Tekbir’ ismini o yıllarda daha uygun gördük.”

İSLÂM ÜLKELERİNDEN BÜYÜK İLGİ

1992 yılı sonrası İslâm ülkelerinden de büyük talep gördükleri­ni belirten Karaduman şunları söylüyor:

“S. Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Katar gibi ülkeler özellikle bü­yük ilgi gösterdiler. Hatta ülkelerinde de defile düzenlememiz için bizi özel davet ettiler. Daha önce Fransa’dan aldıkları bazı ürünleri de bizden almaya başladılar. Ancak son bir-iki yıldır bu ülkelere ih­racatımız biraz azaldı. Ürdün ve Lübnan’a şu anda satışlarımız sü­rüyor, Cidde’de de bir mağazamız var. Ancak bu düşüşte eksiklik biraz da bizden kaynaklanıyor, belki kendimizi o ülkelerde yeterin­ce tanıtamadık. Hâlen 17 ülkeye ihracatımız var. Üretimimizin orta­lama yüzde 30’unu ihraç ediyoruz. Daha çok Avrupa ülkeleri, özel­likle de Almanya ağırlıkta. Ardından Hollanda, Danimarka, Fransa gibi ülkeler sıralanıyor. Bosna Hersek’e de son yıllarda ihracatımız önemli ölçüde arttı. Şu anda Saraybosna’da 15-20 mağazada ürünlerimiz satılıyor. Almanya’da özellikle Türkler büyük ilgi gösteri­yor. Avrupa’nın diğer ülkelerinde ise Pakistanlı, Mısırlı Müslüman­lar daha çok tercih ediyorlar.”

“TÜRK VE OSMANLI TARZINI BENİMSEDİK”

1980’li yıllarda mağazalarda gerçekten tesettüre uygun kıyafet bulmanın mümkün olmadığını belirten Karaduman şunları söylü­yor:

“Bulunan birkaç mağaza ise küçük çapta perakende iş yapıyor­lardı. O dönemde sadece Mesture Giyim ve Altıniğne gibi birkaç firma bu alana yatırım yapmıştı. Biz bu tesettür olayının, yüzde 99’u Müslüman bir ülkede bütün insanlarımızı ilgilendirdiğini dü­şündük ve bu alandaki boşluğu doldurmak istedik. Bizim insanımız yaşasa da yaşamasa da İslâm’a gönülden inanıyor. Bu insanlara İslâm’ın emrettiği tesettürün tanıtılması hâlinde sıcak bakacaklarını düşünerek bu işe girdik. O yıllarda ‘tesettür’ kelimesi de tam bilin­miyordu, sanki Arap kıyafetiymiş gibi düşünülüyordu. Anadolu’da herkes kendi örf ve âdetlerine göre bir giyim tarzı benimsiyor ve kendi diktiği kıyafetleri giyiyordu. Tesettür vardı, ama bir sektör olarak 90’ların başında yavaş yavaş oluştu. Eskiden bölgelere göre giyim tarzları farklıydı. Konya halkı şalvar giyerken, Karadeniz’de çarşaf gibi elbiseler, Erzurum’da ise pütükareli kıyafetler tercih edi­liyordu. Biz Anadolu’daki bu farklı modelleri bir potada birleştir­mek istedik. Bunun için eski Türk ve Osmanlı arşivlerini inceledik. Bu modelleri günümüzün teknolojisiyle birleştirerek yeni bir çizgi ortaya koymaya çalıştık.”

“TESETTÜRDE TATLI BİR REKABET VAR”

90’lı yıllarda ürünlerini daha geniş kitlelere tanıtabilmek için bir arayış içine girdiklerini, bunun için önce bu konuda herkesin tanı­yıp değer verdiği din adamlarıyla görüştüklerinin altını çizen Mus­tafa Karaduman, ‘”Üretilmesi ve satılması helâl olan bir şeyin tanı­tılmasının da helâl olduğu’ yönünde âlimlerden fetva aldık. İslâm’­da el, yüz ve bilekler hariç bütün vücut hatlarının örtülmesi gerekir. Bir de kıyafetlerin şeffaf ve dar olmaması şartı vardır. Onun dışın­da bu çerçeveye riayet ederek siz modelleri istediğiniz kadar geliş­tirebilirsiniz. İslâm’ın ilk dönemlerinden beri tesettüre riayet ederek tüm Müslüman kavimler farklı kıyafetleri tercih etmişlerdir.” diyor.

İlk defileyi 1992’de Beyazıt’taki President Otel’de düzenledik­lerini vurgulayan Mustafa Karaduman şöyle devam ediyor:

“Başka oteller bu konuda biraz çekingen davrandılar. Ama defile sonrası basının büyük ilgisini görünce diğer otellerden de teklifler gel­di. Biz, büyük imalâtçı firmaların da tesettüre yönelik üretim yapma­larını ve bunu sergilemelerini arzu ediyoruz. Ben Zeki Triko’nun da te­settür giyimi konusunda üretim yapmasını şahsen arzu ederim! Örne­ğin en güzel eşarbı üretmek konusunda şu anda Vakko’dan Aker’e ka­dar piyasada tatlı bir rekabet var. Almanya’da ZDF televizyonu ve mo­da dergilerinde de bizimle ilgili çeşitli haberler çıktı. Avnıpa’daki par-dösü üreticileri de bizden etkilenerek son yıllarda daha uzun ve bol kı­yafetler üretmeye başladılar. Tekbir Giyim, tesettürde öncü.”

“TEKBİR, TESETTÜRDE BİR MARKA”

Türkiye’de sadece marka üzerine giyinmeyi ve yaşamayı kültür edinen bir topluluk geliştiği gibi sadece markayı kendi ihtiyacına uygun olarak yaşayan kesimler de bulunuyor. Bu farklılıkta kültür, yaşayış gibi etkiler bulunuyor. Fakat bunlardaki en önemli ayırımın başında “din” geliyor. Dindar insanlar moda ve markayı takip etme­ye başlıyorlar.

“Din” ve “moda” kavramlarını elbiselerde birleştiren Mustafa Karaduman, “Tesettür kıyafetleri, bugün hem yurt içinde hem de yurt dışında yaşayan her kesim ve kültürdeki başörtülü bayanlar tarafından izleniyor. Ülkemizdeki hanımların yüzde 65’i tesettürlü ve bu yüzden tesettür kıyafetleri ilgi topluyor. Öyle ki bunu fark eden ülkemizdeki diğer modacılar da tesettüre uygun kıya­fetler üretmeye başladılar. Bol ve uzun ceketler, geniş kesimli pantolonlar, uzun etekler, bunun göstergesi. Piyasaya şöyle bir göz atarsanız, tesettür giyim üzerine çalışan şirketlerin sayıları­nın kısa sürede 200’leri aştığını görürsünüz.” şeklinde konuşu­yor.

Mustafa Beyle konuşurken “Başörtüsüyle daha farklı ne gibi ye­nilikler getirebilirim?” düşüncesiyle uğraşıyordu. Pantolon ceket ve yeleklere nasıl daha farklı bir motif yükleyebileceğini düşünüyordu. Benim “Peki şimdiye kadar rahibeler için bir modeliniz oldu mu?” soruma çok heyecanlanarak “Neden olmasın!” dediğinde, Tekbir’in gelecek dönemlerinde rahibeler için de elbise üretebileceğinin sin­yallerini verdi. Herkesle görüşüp fikrini almaya çalışan Karaduman, bundaki amacın farklı görüşleri duymak isteğinden kaynaklandığı­nı belirtti.

“HAŞEMA ÜRETMEM”

Tekbir yöneticileri, tesettür modasını denizde uygulamak içim ortaya çıkan markalara karşı ise soğuk duruyor. “Tekbir yaparsa ölçü kabul edilir.” diyen Karaduman, üretim anlayışlarını şöyle anla­tıyor:

“Örneğin haşema üretiliyor. Daha iyisini de üretebiliriz, ama bu iç kıyafet oluyor. Azhab Suresinin 59’uncu ayetinde ‘Ey Peygam­ber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Dış el­biselerinden üzerlerini sıkıca örtsünler!’ denilir. Haşema bu neden­le iç giyime giriyor. Biz bunu üretirsek bunu giyerler ve dolayısıy­la biz bunun vebal olduğunu düşünüyoruz. Tekbir yapıyorsa giyile­bilir, diye düşünebilirler, ölçü kabul edebilirler. Ben haşemanın dış kıyafet olduğunu düşünmüyorum.”

TEKBİR’İN İLGİNÇ MÜŞTERİLERİ!

Üretimlerinin yüzde 25’ini Avrupa’ya ihraç ettiklerini anlatan Karaduman, “Geri kalanı da iç piyasada satıyoruz. Satışlarımız her zaman yükselen bir trend çizdi. Krizlerden etkilendiğimiz de oldu. Ancak özellikle bayilerimiz etkilendiği için kendi mağazalarımıza ağırlık vermeye karar verdik.” diye konuşuyor.

Marka için kendi modelistlerinin kışın yaz modasını, yazın da kış modasını düşündüklerini belirten Karaduman, tüm modellerinin de özgün yapımlar olduğu için tutulduğunu aktardı.

“Peki Tekbir’in ünlü müşterileri kimler?” sorumuzu Mustafa Bey şöyle cevaplıyor:

“Müşterilerimiz arasında Bülent Arınç’ın, Abdullah Gül’ün eşle­ri var. Milletvekillerimizin eşleri de bizim ürünlerimizi tercih edi­yorlar. Ayrıca Mahsun Kırmızıgül, Necla Nazır, Mustafa Topaloğlu da müşterilerimiz arasında. Adını Yusuf İslâm olarak değiştiren ünlü şarkıcı Çat Stevens da Türkiye’ye geldiğinde ekibiyle birlikte bi­zim mağazamızdan alış veriş yapmıştı. Bir ara onlara özel üretim de yaptık.”

“MODADAN UZAK OLAMAYIZ”

Stilistlerinin haftada en az 30 tesettür modeli ortaya çıkardığını belirten Mustafa Karaduman, ayda 20 bin iç ve dış kıyafet ürettik­lerini kaydetti.

Dünyadaki moda akımından uzak olamayacaklarını söyleyen Karaduman, “Kendi kültürümüzden yararlanarak modeller üretsek de, elbette dünya modasından da uzak düşmek olmaz. Bu yüzden her yıl dünyada kadın giyiminin öncüsü Fransa ve erkek giyiminin öncüsü İtalya’da düzenlenen uluslar arası giyim fuarlarına katılıyo­ruz.” diye konuşuyor.

Tekbir Giyim, markalarını tanıttığı defilelerin yanında “moda’ gibi bir kavramı muhafazakâr kesime sokmasından dolayı birçok eleştiri aldı. Bu eleştiriler karşısında Karaduman’ın bakışı söyle:

“Açıkçası öyle yoğun bir eleştiri yok, aksine tasvip görüyoruz. Çünkü her zaman kendimizi yeniliyoruz. İnsanlar da çeşitlilik isti­yor. Japonya bile bizim defilemizi yayınladı. Diğer ülkelerde ise sık sık bizimle ilgili programlar yayınlanır. Komşu ülkelerde de bize çok sık talep oluyor. Çünkü şık bir duruşumuz var; bu, insanların tepkisini değil, desteğini çekiyor. Bize seslendiğimiz kesimden de tepki yok. Sonuçta helâl olan bir şeyin taşınması da helâldir. Bizle birlikte birçok firma da tesettür modasına girmiş oldu. Aslında tüm ünlü markalarda bile tesettüre uygun kıyafetleri bulabilirsiniz.

Artık tesettür kıyafetlerini bulmak zor değil. Ama sadece teset­tür olarak biz varız. Bizim tek olmamızdaki sebep şu ki, biz. eşarp­tan pardösüye, ikili takımlara kadar her şeyde kaliteli olmaya, yeni­likçi olmaya çalışıyoruz. Bunu tutturmak hakikaten zor. Zanneder­sem o yüzden tekiz. Örneğin modelleriniz hem uçuk olmayacak, hem de yeni olacak. Dekolte bulunmayacak, ama farklı şeyler ola­cak… Stilistlerimiz, yazın kış koleksiyonunu düşünüyorlar, kışın yaz… Stilistlerimiz de genelde örtülü. Her altı ayda bir Avrupa’ya gidiyoruz, oradaki çizgileri desenleri takip ediyoruz. Dünyadaki modayı izliyoruz. Önümüzdeki senenin renklerini belirliyoruz… Ya­ni oldukça profesyonel davranmak gerekli bu işte. Dünyadaki ba­yan moda değişimlerini anında takip ediyoruz. İlk etapta dünya mo­dasına yön veren Paris’i yakından izliyoruz. Arkasından Uzak Do­ğuda olan bitenleri izliyoruz “

“İSTİHDAMI SEVİYORUM”

Karaduman’ın anlattığına göre oldukça mütevazi bir hayatı var. Başakşehir’de bir dairede oturuyor ve Volksvvagen Passat oto kulla­nıyor. Özellikle dizel tercih etmiş ki ekonomik olsun… “Ben istih­dam sağlamayı seviyorum. Ben de BMW’ye, Mercedes’e binmeyi bilirim. İnsanlar bu kadar sıkıntıdayken villâda oturup yatla gezemem. Benim için istihdam oluşturmak, lüks yaşamdan daha iyi. Bundan büyük keyif alıyorum. Böyle bir yaşama karşı da değilim. Bu, insanların kendi tercihidir.” diyor. Boş vakitlerinde voleybol ve masa tenisi oynayan Karaduman’ın yedi çocuğu var.

ÜLKER HOLDİNG YÖNETİM KURULU ONURSAL BAŞKANI

SABRİ ÜLKER:

KAZANDIĞIMLA YATIRIM YAPTIM

SABRİ ÜLKER KİMDİR?

1920 yılında bugün Ukrayna topraklan içinde bulunan Kırım Özerk Cumhuriyetinde doğdu. 1929 yılında babası Türkiye’ye göç ettiğinde henüz dokuz yaşındaydı. İstanbul’da Kadırga İlkokulunu bitirdi. Sırasıyla İstanbul Erkek Lisesinde, Bilecik Lisesinde ve Kü­tahya Lisesinde okudu. Mühendis olmak istedi, ancak şartlar sonu­cu İktisadî ve Ticarî Bilimler Yüksek Okulundan mezun oldu. Tahsi­li boyunca ticaretle yakından ilgilendi ve satıcılık yaptı. Yaz tatille­rinde Besler Bisküvi-Çikolata ‘da çalıştı. Üniversiteyi bitirdiğinde işçilikten tanıdığı bir ustayla bisküvi yapmaya başladı. Bir Rum ‘un müzelik fabrikasını satın aldı. Elli yıl boyunca Ülker Şirketler Gru­bunun yönetim kurulu başkanlığını bilfiil yaptı. Hâlen “onursal başkan ” olarak görev yapmaktadır. Sabrı Ülker aynı zamanda ha­yırsever bir iş adamıdır. Mehmetçik Vakfından cami derneklerine varıncaya kadar yardım yapmaktan geri durmamıştır.

Eylem ve söylemiyle örnek bir iş adamı ve iş dünyasının duaye­ni Sabri Ülker… Türkiye’de her türlü yolsuzluk, ahlâksızlık günbe­gün sergilenedursun, “iyi bir vatandaş,” “başarılı bir iş adamı” ola­rak Sabri Ülker’in hayatından kesitler verirken “Ülkemizde böyleleri de var.” demekten kendimizi alamıyoruz. Ülker’in kurucusu Sabri Ülker’in hayat hikâyesinde, başarının ve “iyi vatandaş” ola­bilmenin sırlarını da bulmak mümkün.

Yarım asırdan fazla bir süredir Türk insanına hizmet veriyor Sabri Ülker. Dile kolay… Ne var ki 60 yıl, hiç de kolay değil. Bir in­sanın ömründe, hele bir müessesede geçen 50 yıl… Bisküvi, çikola­ta ve şekerleme sektörünün devi, yarım asrı geride bırakırken, aslın­da kurucusunun ömründen de bu yılları paylaşıyordu. Ülker’in har­cında Sabri Ülker’in alın teri mevcut. Başarısında da, göz nurunu, cesaretini ve inancını görüyoruz.

Ülker 1944’te kurulduğunda günde sadece 200 kilo bisküvi üre­tebiliyordu. 1950’lerde “Akşama babacığım, unutma Ülker getir.” sloganıyla uyanıp yatıyorduk. Sonraları, “Ülker’siz çay saati düşü­nülemez.” reklâmları evimizin, iş yerimizin aşina cümlesi oldu. Şimdi ise… Günde 400 ton bisküvi, 250 ton çikolata üretiliyor Ül­ker’in tesislerince. Ülker’in 22 şirketi, yaklaşık üç milyar dolar ci­ro, yüz milyonlarca dolar ihracat ile her geçen yıl hızla büyüyor.

Ülker Holding’in Sirkeci’de küçük bir imalâthanede, üç işçi ve günde 200 kilogram bisküvi imalâtıyla başlayan girişimi, bugün bisküvi-çikolatanın yanında, süt ve süt ürünleri, likit yağ, margarin, çeşitli mutfak ürünleri, ambalaj malzemeleri, dondurma, meyve su­yu ve meşrubat gibi sektörlerde yaklaşık 800 kadar ürün çeşidine ulaştı. Ülker Holding şirketleri bugün 17 bin kişiye varan çalışanıy­la, toplam 2 milyar 255 milyon dolar ciro (2003 yılı cirosu) yap­makta ve 100’e yakın ülkeye yaklaşık 300 milyon dolar ihracat (2003 yılında) gerçekleştirmektedir.

Amerika, Avrupa, Uzak Doğu, Orta Doğu, Afrika ve Türk cum­huriyetlerindeki 85’ten fazla ülkeye ihracat yapıyor. Yeni pazar he­defleri arasında Orta Doğu, Rusya, Avrupa (özellikle Almanya ve Fransa) ve Kanada pazarları var. Çin pazarını inceliyor. Üretim te­sisi sayısı 35. Kendi ürün grubunda Türkiye pazarının yüzde 60’ma sahip. Sekiz şirketinde yabancı ortağı var.

TÜRK USULÜ ŞİRKET!

Yapılan araştırmalara göre, şirketlerimizin yönetimi de, aile ya da ülke yönetiminden farksız, yani “Türk usulü!” Amerika’da 1640 yılında kurulup bugün 12. jenerasyon tarafından yönetilen birçok şirket var. Türkiye’de ise en eski aile şirketleri 1870 yılın­da kuruldu ve şimdilerde ancak dördüncü jenerasyona ulaşabildi. Türkiye’nin en eski aile şirketleri genellikle gıda sektöründen. Boza, lokum, helva gibi Türk kültürünü yansıtan ürünler, eski ai­le şirketlerinin de kazanç kapıları olmuş. Türkiye’nin en eski ai­le şirketleri 1870’li yıllarda kurulmaya başladı. Hacı Bekir Lo­kumları, Hacı Bekir tarafından kuruldu; Hacı Sadık tarafından Vefa Bozacısı, Rasih Efendi tarafından da Çöğenler Helva kurul­du. Aile şirketlerinin en başarılı dönemi ilk 10 yılda gerçekleşi­yor…

Aile şirketleri arasında ikinci jenerasyona ancak üçte bir oranın­da şirket geçebiliyor. İkinci ve üçüncü jenerasyonlara geçebilen ai­le şirketlerinde ise Dr. Ebru Karpuzoğlu’na göre çok katı kurallar uygulanıyor ve bu katı kurallar aile bireyleri kadar profesyonelleri de bıktırıyor…

Türkiye’deki tüm işletmelerin yüzde 90’ı aile şirketi. Bu oran küçük ve orta ölçekli işletmelerde yüzde 94’e kadar çıkıyor. İtal­ya’da şirketlerin “aile” özelliği yüzde 99. Amerika’daki şirketlerin yüzde 95’i köklü aileler tarafından yönetiliyor. Türkiye’deki hemen her şirketin “aile” özelliği taşımasının belli sebepleri var. “Güven, miras paylaşımı, gelecek beklentisi” gibi faktörler, aile şirketlerinin kurulma sebebi olarak sayılıyor. Aile bireylerini daha ucuza çalıştır­ma, yönetimde tek seslilik, bilgi ve para birimi de aile şirketlerinin avantajları arasında.

Asım Ülker’le Ülker Holding’in temellerini atan Sabri Ülker, bugün 79 yaşında ve 22 şirkette beş genel müdürlüğü profesyonel­lere devrederken 17 şirketin de yönetiminden ayrıldı.

NEREDEN NEREYE…

Bir zamanlar bakkal amcaların 10-15 kuruş karşılığında avuçla­rımıza doldurduğu bisküvilerin, şimdi yabancı diyarlarda gurur kaynağımız olacağını kim düşünebilirdi? Ülker’in kurucusu ve “bisküvi imparatoru” Sabri Ülker, başarıyı ufacık bir cümleye sıkış­tırırken, aslında “tevazu” sergiliyor veya ders veriyordu:

“Bundan tam 50 yıl önce kurduğumuz basit ve küçük bir atölye­den, 19 şirketin meydana getirdiği bir sınaî kuruluş hâline gelmek, elbette kolay olmadı. Bu yarım asır boyunca, bazen milletçe hep birlikte, bazen de kendi payımıza nice zorluklar, nice sıkıntılar ya­şadık. Ancak en sıkıntılı anımızda dahi ‘milletimize hep daha iyisi­ni, daha mükemmelini sunmak’ prensibinden hiçbir zaman vazgeç­medik. ‘Allah çalışanın, ama dürüst çalışanın yardımcısıdır.’ sözü­nün ne kadar gerçek olduğunu hep beraber gördük.”

Gerçekten de nereden nereye gelinmişti… Ufak bir atölyeden sermayesi iki trilyonu aşan dev bir şirkete… Basit bir fırından, robot kullanan süper fabrikalara…

BAŞARININ TEMELİ

Bunca yaşına, bunca şöhretine ve bunca servetine rağmen, elan sabahın erken saatlerinde işinin başında olan, zaman zaman beyaz önlüğünü ve beyaz kepini giyerek fırınları dolaşan, kaliteyi bizzat denetleyen Sabri Ülker’in başardıklarının temelinde çalışmanın ol­duğu kesin.

Sabri Ülker, başarının temel unsurlarını kendince şöyle izah edi­yor:

“Başarının temelinde önce, bıkmadan usanmadan çalışma gelir; çalışma olmadan hiçbir şey olmaz. İki, dürüst çalışma. Üç, kaliteli çalışma. Bu cümleden olarak, üretilen bir malın iyi olması, müşte­riye cevap vermesi, yani aldığı paranın karşılığını vermesi gerekir. Özellikle müşteriyi aldatan bir mal, bir hizmet yapılmamalı. Müşte­riye değer vermek lâzım. ‘Müşteri, velinimetimizdir.’ sözü boşuna söylenmiş bir söz değildir. Zira müşterisi olmayan bir ticarethaneyi düşünmek mümkün değildir. Dört, tanıtmaya çok önem verilmeli. Reklâma ilk günden itibaren önem verdik, şimdi de veriyoruz, da­ima vereceğiz… Firmalar mallarını tanıtmamakla en büyük hatayı işlemiş olabilirler. Reklâm, vazgeçilmesi mümkün olmayan, çok dikkatli kullanılması gerekli bir unsurdur. 1950’den beri Ülker’in reklâmını yapmaktayız. Özellikle kaliteli bir malın reklâmı yapıldı­ğı zaman, elde edilen netice büyük oluyor.”

KIRIM’DAN GELİYOR

“1920 yılının sonbaharında, savunma hatlarını yıkan komünist­lerin Kırım’a girdikleri gün doğmuşum.” diyerek hayat hikâyesini anlatmaya başlayan Sabri Ülker şöyle devam ediyor:

“Babam 1890’larda 16 yaşındayken Kırım’dan İstanbul’a tahsi­le gelmiş. Öğrenimini Fatih Medresesinde yaparak, öğretmen ve imam hatip olarak tayin edilmiş. Daha sonra, komşu köyü Büyük-yoncalı öğretmeninin kızıyla evlenmiş. Ailemiz Balkan Harbi önce­si Çorlu’nun Karaahmet köyünde yaşıyormuş.

“Balkan Harbi bozgununda, çocukları kucaklarında, büyük göç­men seliyle İstanbul’a gelmişler. Bir sene cami avlularında barındık­tan sonra, babam Kırım’a gitmeyi uygun görmüş. Babam Kırım’da akrabasının bulunduğu Korbek kasabasında yaşarken Birinci Dünya Savaşı patlamış ve böylece her an tasarlanan dönüş imkânı kalma­mış. Rahmetli ablam ve ağabeyim, Çorlu’da doğmuşlar. Rahmetli küçük ağabeyim Hakkı ve ben Kırım’da dünyaya gelmişiz. 1929 yı­lının Ağustos ayında Türkiye’ye geldiğimizde, henüz dokuz yaşın­daydım. Başımızdan geçen olayları gayet iyi hatırlıyordum. Zira unutmaya imkân var mıydı? Komünistler, öğretmen, imam, papaz ve okumuş insanlarla zenginleri ‘hukuksuz’ saymışlardı. Her şeyin ve­sikayla dağıtıldığı bu dönemde, hukuksuz sayılan bu insanlar kuy­ruklardan çıkarılıyor ve kendilerine bir şey verilmiyordu. Biz de bu hukuksuz sınıfındaydık. Çok acılı aylarımız geçti.”

TOPLU KURŞUNA DİZMELER

Sabri Ülker o acılı anları bugün gibi hatırlıyor:

“Bütün bağ, bahçe ve tarlalara el koyarak, ‘Hepsi devletindir, yeni baştan dağıtacağız.’ dediler. En güzel ve verimli bağ ve bahçe­leri tembel ve fakir insanlara, en kötülerini sevmediklerine verdiler. Güzelim bağlar bahçeler tembellerin elinde tanınmaz hâle geldi, ça­lışkan insanlar ise beğenilmeyen yerlerde yeniden bağlar bahçeler kurdular. Komünistler tembelleri hiç suçlamadılar; suç, kapitalist ruhlu insanlarda idi. Ne yapsan üste çıkıyorlardı. Çare onları yok et­mekti ve Urallar’a, Sibirya’ya sürmeler ve toplu kurşuna dizmeler başladı. Dr. Jivago filmindeki sahneler her tarafta yüzlerce defa tek­rarlandı. Babamızı ve bizi defalarca bu sürgün kafilelerine soktular; henüz komünizmin tam kuvvetlenmediği bir dönemde, halkın ve cemaatin ‘Hocamızı bırakın.’ diye hareketlenmesiyle kurtulduk.”

GLOBAL BİR KURULUŞ: ÜLKER

Altmış yıl önce 1944’te tek mamulle üretim hayatına başlayan ve bundan 50 yıl önce, nakliye farkı almadan fabrika fiyatına ülke­nin her tarafına ürün teslim etme kararı alan Ülker, bugün yüzlerce ürününü 4 bin 500’ü aşkın aracıyla Türkiye’nin en uç satış noktala­rına ulaştıran bir dağıtım ağına sahip. Üretimdeki büyüme ve tüke­ticinin artan talebine cevap verme çalışmaları, ürün grupları bazın­da dağıtım yapmayı beraberinde getiriyor.

Ülker’in satış noktaları 31 ilde 48 mağaza olarak faaliyette bu­lunuyor. Ülker, bayileriyle bir “aile” gibi çalışıyor ve bulundukları bütün kategorilerde pazarın liderleri arasında yer alıyor.

BİR DUAYEN: SABRİ ÜLKER!

1920 yılında Kırım’da doğan Sabri Ülker, dokuz yaşındayken Rus ihtilâlinden sonra Türkiye’ye gelmiş. Kadırga İlkokulunu bitir­dikten sonra, sırasıyla İstanbul Erkek Lisesinde, Bilecik Lisesinde ve Kütahya Lisesinde okumuş.

Gerisini Sabri Ülker’in kendisinden dinleyelim:

“Mühendis olmak istedim, ancak şartlar sonucu İktisadî ve Ti­cari Bilimler Yüksek Okulundan mezun oldum. Tahsilim boyunca dersler sonrası satıcılık yaptığım gibi, yaz tatillerinde Besler Bisküvi-Çikolata’da çalıştım. Meğer bu, hayatımın en belirleyici hadise-siymiş… Okul bitince, işçilikten tanıdığım bir ustayla bisküvi yap­maya çalıştık. Bir Rum’un müzelik fabrikasını satın aldık. Bu şahıs bir Türk’e fabrika sattığı için kızanlara ‘Bir hurda sattım, altı aya kalmaz geri alırım!’ diyormuş. Gece gündüz çalışarak gerçek bir hurdayı faal hâle getirdik ve burada çok başarılı çalışmalar yaptık. Daha sonra bisküvileri yurdumuzun dört bir yanına dağıtma proje­sini geliştirdik. Bu bizim için tam bir merhale oldu. Kalite ve araş­tırmayı en mütevazi imkânlarda bile hep önde tuttuk. Bu da bizi dünyaya açtı…”

“SİYASETLE HİÇ İLGİLENMEDİM”

Siyasetle ilgilenmediğinin altını çizen Sabri Ülker şunları söylü­yor:

“Sabri Ülker’in ve Ülker Holding’in yarım asrı aşan döneminde ne doğrudan ne de dolaylı olarak siyasetle hiçbir ilgisi olmadı. Esa­sen olması da mümkün değildi. Biz işe sanayici olarak başladık ve böylece devam ettik. Zaten ne zamanımız ne de imkânımız böylesi­ne iki farklı alanda başarılı olmamıza fırsat verdi. Kaldı ki, her in­sanın farklı tercihleri vardır. Şunu rahatça söyleyebilirim ki, biz ter­cihimizi heyecan duyarak, ülkemiz adına ve kendimizi dünya ölçe­ğine taşıma yolunda kullandık. Sonuçta bugün dünyanın 77 ülkesin­de süpermarketlerde dünya devleri arasında ‘Ülker-Turkey’ adını taşıyan ürünler satılıyorsa, bu bizim için olduğu kadar Türkiye için de önemlidir sanıyorum. Şimdi Sabri Ülker için dense idi ki: ‘Din­dar bir kişiliği vardır; namaz kılar, yardımsever ve cömert bir insan­dır; birçok camiin, kursun yapımına katkısı olmuştur.’ Bu, doğru­dur. .. Ancak bunların tümü yasalar çerçevesindedir ve örflere uy­gundur. Soranın size: Hangi imkânı olan vatandaş, imkânına göre hiç değilse camiden çıkarken camiye yardımda bulunmamıştır ki?…”

ÜLKER’İ EN İYİ TEVAZU ANLATIR

Zaman zaman haksız ve gereksiz yere Ülker’e karşı ithamlar ya­pıldığını belirten iş adamı Sabri Ülker şöyle devam ediyor:

“Aslını sorarsanız bazı şeyleri düşünmek ya da hatırlamak insa­nı rahatsız ediyor. Seksen yılı aşan ömrünü siyasetin her şubesinden uzak bir sanayici olarak ülkesi için üretmek, istihdam ve katma de­ğer sağlamak için tatil yapmadan harcamış, bugün çok şükür ülke­miz için bir dünya markası meydana getirmiş Sabri Ülker’e, ağır sa­yılacak haksızlıklar yapıldı. İlgisiz hususlara zaman ve mesai ayır­mak zorunda kaldık. İhracatımızı nasıl daha fazla artıracağımızı, yatırımlarımızı nasıl yapacağımızı, ülkemize ve insanlarımıza daha fazla nasıl hizmet edeceğimizi düşüneceğimiz zamanlarımızdan önemli bir kısmını, maalesef bu haksız ve asılsız işlerle uğraşarak geçirmek zorunda kaldık… İtiraf etmeliyim ki üzgünüm. Rahatsızlı­ğım var ve yaşım da bir hayli ilerledi…”

ÜLKER BEŞ ANA GRUPTA TOPLANDI

Şu anda Ülker Holding’de beş ana sektör yer alıyor. Bu beş sek­törün lideri ise gıda. Bisküvi, çikolata ve şekerleme, gıda, ambalaj ve hizmet, ticaret ve tüketici gruplarında toplam 30 şirket faaliyet gösteriyor, holding icra kurulu da bu beş grubun başkanlarından oluşuyor. Sabri Ülker, holdingin onursal başkanı ve kurucusu olarak görev yapıyor. Kurumsallaşmak açısından bu organizasyon, gruba çok şey kattı. Ayrıca insan kaynakları da icra kurulunda temsil edi­liyor. Birçok büyük grupta insan kaynaklan, icra kumlunda yer al­maz.

Ülker Holding’in plânı, Batı Avrupa’da, Rusya’da, Orta Doğuda ve Orta Asya’da olmak üzere beş kıt’ada yatırım yapmak. Sektörde dünyanın en büyük, ama aynı zamanda en zor pazarı olan Ameri­ka’da da yatırım yapmayı hedefliyor. Amerika’da şimdi Ülker’in çekirdek diyebileceğimiz bir bayii var.

“ÜLKER İSTİKRAR VE GÜVENDİR”

Sabri Ülker, başarılı iş hayatındaki stratejisini şöyle izah ediyor:

“Yarım asrı geride bırakan iş hayatımda temel ilke edinip hep uyguladığım şey, devlete ve yöneticilerine hürmettir. Kanunlara uy­gun her siyasî düşünceye saygılı, ancak hepsine eşit uzaklıktayız. Sadece işini, kaliteyi ve ülkesine hizmet etmeyi hedef alan anlayışı­mı hem çocuklarıma hem de çok şükür bir dünya markası olarak memleketimizi dünyada gururla temsil edebilen Ülker’e aynen ak­tarmaya çalıştım ve bunda muvaffak olduğuma inanıyorum.

“Her biri ağır sorumluluk hüviyetindeki işlerimi devreder­ken, devrettiğim hedefler de aynı ağırlıkta idi. Çünkü görüyor­dum ki dünya küçüldükçe hassaten ağırlaşan rekabet şartları da­ha çok çalışmamızı gerektiriyordu. Ancak bu lâzimeye riayet edilince de rekabet muvaffakiyete dönüşecekti. Bu yaşta ifade etmenin mazur görüleceği düşüncesiyle söyleyebiliyorum: Pazar günleri dışında bir tatil keyfinin varlığını ancak tedavim sırasın­da doktorumdan öğrendim… Hep çalıştım, kazandığımla hep ya­tırım yaptım, istihdam sağladım. Benden sonra da çocuklar doğ­rusu iyi çalıştılar ki bir taraftan sürekli yatırım yaparken diğer ta­raftan ihracatımız, cirolarımız, ödediğimiz vergiler hep arttı. Uzun yıllardır bir dünya markası olan Ülker’in bu sıfatı her yer­de istikrar ve güvenilirlik anlamına gelerek pekişti.”

ÜLKER, TÜRKİYE’Yİ TEMSİL EDİYOR

Ülker’in dünyada Türkiye’yi başarılı bir şekilde temsil ettiğini belirten Sabri Ülker şunları anlatıyor:

“Ülker dış dünyada da sıralamalarda gururla yerini almaya başladı. Dünyadaki yakınlaşma ve kaynaşmanın ötesinde Avru­pa memleketleriyle hedeflenen birlik, ülkemizde eksik ve boş alanlara sür’atle sanayicilerimizin sahip çıkmasını, bir iktisadî zaruret olarak önümüze getirmişti. Her müteşebbis veya sana­yicinin kendi alanında, kendi bildiği alanda buna ciddî gayreti gerekiyordu. Biz bu düşünceyle gıda çerçevesinde kalma pren­sibinde bu dönemde elimizden geleni, bize düşeni yapmayı ül­kemize hizmet addettik. Nihayet yakın zamanda, halkının hizmetinde olan Ülker’in Ülker olarak halka açılmasına karar ver­dik.

“Altmış seneye ulaşan sürede sadece ve sadece sanayiyle uğ­raşan, memleketi için yaptıkları da ortada olan Ülker’e yönelti­len haksız, hayalî ve suiniyetli, mesnetsiz isnatların, sonuçta ya­kından tanınmamıza ve daha fazla sevilmemize neden olma gibi hayırlı bir sonucu olsa da, hadisenin temelde ticarî ve sınaî hak­sız rekabete dayandığını üzülerek öğrenmiştik. Lâkin bu mesele, işimiz ve ülkemize hizmet yerine bizi fuzulî meselelerle uğraş­tırmış, meşgul etmişti. Bir sanayici ve vatandaş olarak devletime sevgi ve saygıyı, siyasîlere hep eşit uzaklıkta olmayı ve sadece işimle meşgul olmayı ilke olarak üst derecede önemsedim ve tat­bike çalıştım. Hâlen işlerimizi iyi yapabilmek için aynı ilkelere çocuklarım (ailem) ve Ülker de hassasiyetle riayet etmektedir ve edecektir. İnanıyorum ki bu, muvaffakiyetin esaslı şartlarının da başında gelir.”

HÜKÜMET BİSKÜVİSİ

1950’li yıllar… Demokrat Parti dönemi… Devletin resmî ajansı Anadolu Ajansı… AA’da ana haber bülteni saat 19’da. Halk geliş­meleri bu ajanstan öğreniyor. İşte ana haber bülteninde haberler ve­riliyor, hükümet bildirileri okunuyor… İlk kez haber arasına reklâm alınıyor. Yani haberlerle hükümet bildirisi arasına reklâm… Bu rek­lâm, çocukların şarkı gibi söylediği o reklâm, Ülker reklâmı. İşte in­sanlar reklâmdan etkilenerek bakkallardan, çerçilerden bisküvi ala­cakları zaman “hükümet bisküvisi” adıyla istiyorlarmış. Hükümet bildirisi arasındaki reklâm “hükümet bisküvisi” adını doğurmuş böylece…

DÖVİZ TAHSİSİ

Ülker’in büyümesinde devletin döviz tahsisinin de etkisi olmuş. Yıl 1960… Ülkede döviz sıkıntısı had safhada, hatta döviz yok. Devlet Ülker’e 250 bin dolar döviz tahsis ediyor. Sabri Ülker, bu dövizle iki makine alıyor ve fabrikaları kurmaya başlıyor. İstan­bul’da küçük bir atölyede 1944 yılında bisküvi işine başlayan Kırım kökenli Sabri Ülker, enflâsyonun çok düşük olduğu (yüzde 3 gibi), fiyatların gerilediği 1958 yılında, stokta malı olan esnafın fiyat fark­larını ödemesiyle de tanınırmış. Şimdi Sabri Ülker, bisküviden meş­rubata ve süt-peynir-yoğurt sektöründen ambalaj sanayiine kadar büyük bir holdingin sahibi. Kazakistan, Suudî Arabistan ve Ukray­na’da fabrikaları var. İşlerin başında oğlu Murat Bey ile damadı Or­han Bey bulunuyor. Yakın çalışma arkadaşları, Sabri Ülker’i “işkolik” olarak tanımlıyorlar. Ülker’de grup başkanları ve yöneticiler, işlerinde uzman mühendis ve kimyacılardan oluşan profesyoneller.

GIDA SANAYİİ DEVİ

“Sabri Ülker” denilince akla hemen binlerce çalışanıyla ve dün­yanın dört bir yanına pazarladığı ürünleriyle Türk gıda sanayiinin devi Ülker firması geliyor. Küçük büyük herkesin sevgilisi hâline gelen Ülker’in kuruluşunu Sabri Bey şöyle anlatıyor:

“1944 yılında iktisadî ve ticarî bilimler yüksek okulundan mezun ol­muştum. Ama çok istediğim hâlde mühendis olamamıştım. Şimdi artık eğitim hayatımı tamamlayıp, çocukken kurduğum hayali gerçekleştir­menin sırası gelmişti. Öğrenci iken işçilik hayatından tanıdığım bir ustayla bisküvi yapmaya karar verdim. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ya saklanan bisküvi, börek, çörek gibi unlu maddelerin üretimi yeni yen serbest bırakılıyordu. Fakat imalât yapacak yer, makine ve tesis yoktu.

“Uzun araştırmalardan sonra, bir Rum’un çalışmayan, âdeta mü­zelik fabrikasını tamamen borç parayla aldık. Bu imalâthanede dört yıl çok başarılı çalışmalar yaptık. Ama daha fazla ilerlemek müm­kün değildi. Biz de Topkapı sanayi mıntıkasına taşınmak için faali­yete geçtik. Bir vardiyada bir ton bisküvi ürettiğimizi duyanlar, ‘Bu kadar bisküviyi nasıl satacaksınız?’ dediler. Ama biz sattık; hatta malımız yetmiyordu. Yeni makineler alamayınca, parçaları monte ederek kendimiz yaptık makineleri…”

Ülker, Türkiye’de ilk hatırlanan markalar arasında altıncı sırada yer alıyor. Örgütler de insanlar gibidir: Konuşmasını öğrenen, uzun ömürlü ve saygın olur. Ülker şirketlerinin çoğu, kendi aralarında konuşmayı, yani toplantı sanatını icra etmeyi çok önemsiyor. Ülker Holding’e gelen mektuplardan hatırı sayılır bir kısmı, etkili toplan­tının nasıl yapılabileceğine dair… İş dünyasının duayeni Sabri Ülker Beyin başkanlığında yapılan toplantıların “en verimli toplantılar” olduğunu söylüyor Ülker ailesinde çalışan üst düzey yöneticiler…

Ülker’de toplantının tarihi bir ay öncesinden belli olur. Şirket müdürü, bir hafta önce bütün katılımcılara toplantı gündemini ve gündemdeki konularla ilgili diğer bilgileri gönderir. Herkes, toplan­tıda neyin tartışılacağını ve muhtemelen ne gibi kararların alınabi­leceğini aşağı yukarı bilir ve (varsa) itirazlarını hazırlar.

YALINKAYA HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI

HASAN YALINKAYA:

HEDEFİMİZ, HALKA AÇILARAK BÜYÜMEK

HASAN YALINKAYA KİMDİR?

1950’de Denizli’de doğdu. Galatasaray Lisesinin ardından Bo­ğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünü bilirdi. İş yaşa­mına tekstil ve inşaat şirketlerinde çalışarak başladı. Kardeşiyle birlikle, babadan devraldıkları grubun istikrarlı bir şekilde büyümesi için çalıştı.

Tarih boyunca birçok medeniyeti barındıran Anadolu yarımada­sı, “kuyumculuk sanatının doğduğu yer” olarak bilinir. Birçok medeniyet bu sanatın gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu kültürel mirasın parçası olarak altın, belirgin bir ilgi çekmiştir. Daha da önemlisi, allın bu bölgede ”geleneksel yatının aracı” olarak da bili­nir. Türkiye’deki kuyumculuk sektörünün en önemli özelliği, küçük atölyelerden oluşmasıdır.

Bugün tahminî 42 bin firma, sektörde aktif olarak yer almakta­dır ve bunların büyük bir bölümü küçük işletmelerdir. Bu şirketle­rin 37 bini perakendeci, beş bini ise imalâtçıdır. 2000 yılı istatistik­lerine göre, Türkiye’nin altın ihracatı yıl boyunca 58 tona ulaşmış­tır. Bu rakam, Doğu Avrupa ülkeleriyle yapılan ticaret ve turistlere yapılan satışlar dikkate alındığında 100 tonu geçmektedir.

Yukarıdaki veriler, Türkiye’yi Hindistan, ABD, S. Arabistan ve Çin’in ardından, dünyanın beşinci altın tüketicisi yapmaktadır. Son 10 yıl içinde sektörde önemli, ciddî bir sanayileşmeye tanık oluyo­ruz. Son yıllarda Türkiye’nin ihracat başarısıyla üretim standartları gelişmiş ve böylece Türkiye, dünya pazarlarında rekabet edebilir duruma gelmiştir.

1993 yılında sadece üç şirket “ihracat şirketi” olarak nitelenir­ken bugün 100’dcn fazla imalâtçı, ürünlerini ihraç etmektedir. Türk kuyumculuk sanayii, dünyanın en büyük üreticileri olan İtalya, ABD ve Uzak Doğu ülkeleriyle rekabet edebilir bir seviyeye gel­miştir.

Goldaş, bu yeni konsepte göre bir perakende mağaza zinciri kur­muş ve bugün bu zincir 10 mağazaya ulaşmıştır. Goldaş’ın amacı, Türkiye’de ve yurt dışında hızla büyümek… Bugün biri New York’ta ve diğeri Londra’da olmak üzere iki yurt dışı temsilciliği bulunmakta…

GOLDAŞ’IN BAŞARISI!

Türkiye’nin ilk ve tek halka açık mücevherat kuruluşu olan Goldaş Kuyumculuk, hisse senetlerinin uluslar arası piyasalarda da işlem görmesi için başlattığı çalışma sonunda 2001 Aralık ayında Frankfurt Borsasında işlem görmeye başladı. Goldaş, bu amaçla, ödenmiş sermayesini artırmak için Sermaye Piyasası Kuruluna başvurdu. 10 Ekim 2001 tarihinde sermayesini sekiz trilyondan 20 trilyon 800 milyar liraya çıkaran Goldaş, daha sonra bu rakamı 26 trilyon liraya yükseltti.

Goldaş Kuyumculuk Genel Müdürü Sedat Yalınkaya, konuyla ilgili olarak, “Hedefimiz, Goldaş’ı ürünleriyle olduğu kadar sermaye yapısıyla da bir dünya şirketi yapmak.” diyor.

Hasan ve Sedat, iki kardeş. İkisi de Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi mezunu. İki kardeş 1976 yılında üniversiteden mezun olmuşlar. Birisi makine diğeri elektrik mühendisi. Baba mesleği tekstilden başka bir alanda iş yapmak istemişler. İki kardeş kafa kafaya vererek 1993 yılında altın işine girmişler. Kurdukları şirket kısa zamanda bir dünya markası olmuş.

Goldaş bir Yalınkaya Holding kuruluşu. Hasan ve Sedat Yalınkaya iyi bir iş bölümü yapmışlar. İşlerini profesyonel bir kadroyla yürütüyorlar. Hasan Yalınkaya şirketlerin yönetim kurulu başkanı, Sedat Yalınkaya ise şirketlerin genel müdürü. Hasan ve Sedat kardeşler gayet sempatik, enerji dolu ve sevecen bir ikili…

BAŞARIDA KİLOMETRE TAŞLARI

Altın ve kuyumculuk alanında bir ihtisas holdingi… 1990’lı yılların başında Türk kuyumculuk sektörünün gelişme potansiyelini gören ve 1993 yılında “Goldaş Kuyumculuk San. ve İth. İhr. A.Ş.”yi kurarak altın ve değerli madenlerden takı üretimine başlayan Yalın-kaya Holding için kuyumculuk, en önde gelen iş dalı konumuna gelmiş. Bu nedenle, değerli maden, özellikle altın madenciliği ve iş­lenmesi alanlarında faaliyet gösteren şirketlerin yeni bir düzenle­meyle grup içinde yeni bir bölüm olarak ele alınması yoluna gidil­miş. 18 Aralık 2002’de Goldart Holding A.Ş. unvanı altında bir ih­tisas holdingi kurulmuş. Böylece altın ve diğer değerli madenlerin üretilmesi, rafine edilmesi, takı olarak işlenmesi ve pazara sunulma­sı konularında entegre olacak yeni yapı sayesinde verimlilik ve et­kinlik artışı sağlanması öngörülmüş.

2000 yılında Türkiye’de ilk kuyumculuk mağaza zincirinin adımlan, “Goldaş” markası ve güvencesi ile, Ankara, İstanbul ve İz­mir’de atıldı. Yeni bir hediye konseptini taşıyan “Goldaş” logolu mağazaların sayısı, kısa zamanda yediye ulaştı. Kuyumculuk sektö­ründe ilk kez, ürün ve malzeme tasarımı ve geliştirilmesinde kulla­nılmak üzere Ar-Ge laboratuarı kuruldu. Tasarımda bilgisayar des­tekli tasarım (jewelcad) programları uygulaması başlatıldı.

Takı üretiminde dünya sıralamasında ilk beşte yer alan Türk ku­yumculuk sektörünün tasarım ve üretimde önde gelen şirketlerinden olan Goldaş, 1993 yılında İstanbul’da kurulmuş. Dört bin 500 met­rekarelik kapalı alanda faaliyet gösteren Goldaş’ın tesisi, yılda 14 ton değerli metal işleme ve takı üretim kapasitesine sahip. İstanbul Ticaret Odasının Türkiye’de ilk 500 şirket araştırmasında 2002 yılı itibarıyla 129’uncu sırada yer alan Goldaş, İMKB’de işlem gören tek kuyumculuk şirketi.

Sektöründe ISO-9001 Kalite Güvence Sistemi Belgesi bulunan tek şirket olarak Goldaş, kendine özgü “bilgisayar destekli üretim” sistemini geliştirmiş. “Bilgisayar destekli tasarım,” takı tasarım sü­recini hızlandırmakta ve tasarım ekibinin verimliliğini artırmakta. Bu ve benzeri teknolojileriyle Goldaş, “Avrupa Kalite Ödülü”nü al­mayı hedefliyor. Kısa süre içinde ülke çapında güçlü ve tanınır bir marka olan Goldaş adı, aynı zamanda yurt içinde ve yurt dışında hizmet veren Goldaş mağazalarının farklı ve çağdaş konseptinin ay­rılmaz bir parçası.

“BEŞ KIT’AYA ALTIN SATIYORUZ”

Hasan Yalınkaya, Goldaş Kuyumculuk’un kısa zamanda dünya şirketi olmasının hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Öncelikle söylemeliyim ki, biz 1993’ten beri ticaret yapan in­sanlar değiliz. Ticaretin içinde büyüdük. Ticaret yaparak gelen kök­lü bir aileden intikal ediyoruz. Ticarette aşağı yukarı bir asırlık aile geçmişimiz var.

“Goldaş’ın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada beş kıt’ada 35 ülkede ürünleri satılmakta. Bulunduğu noktaya yedi yıl gibi kısa bir süre içinde ulaşan Goldaş’ın bu hızlı ve istikrarlı büyümesinin ar­dındaki en önemli etken ise, kuşkusuz, Türk ekonomisinin köklü kurumlarından Yalınkaya Holding’in bir iştiraki olmasıdır. Tekstil sektörüyle birlikte yatırımlar perdesini açan 100 yıllık deneyime sa­hip Yalınkaya ailesi, inşaat, finans ve turizm sektörlerinde de yatı­rımlarını sürdürürken, 1992 yılında büyük bir kararlılık ve istekle mücevherat sektörüne girdi. Türkiye’den İngiltere’ye ithalat ama­cıyla Londra’da kurulan Progem Ltd.’in mücevherat satışındaki ba­şarısı üzerine holding yönetimi, pazarlamanın yanında üretim için de yatırım yapma kararı aldı.

“Fizibilite çalışmalarımızın tamamlanmasından sonra, 1993 yı­lında bu proje hayata geçirildi. Böylece Yalınkaya Holding olarak, Merter’de üç bin metrekare kapalı alana sahip binamızda Goldaş’ı kurarak faaliyete geçirdik. Kuyumculuk işine, Londra’da bulunan bir arkadaşımızın tavsiyesi sonucu girdik. Allah’a şükürler olsun başarılı da olduk… İnsan, nerede ne zaman nasıl istihdam edileceği­ni bazen tahmin edemiyor. Allah bir mecraya sokuyor, devam edip gidiyorsunuz. Yani bu işin bir kısmet yönünün de olduğunu belirt­mek istiyorum…”

ASIRLI K ŞİRKET

Şirketi güçlü kılmak için öncelikle kaliteli insan beyni ve gücü­ne ihtiyaç olduğunun altını çizen Hasan Yalınkaya şunları söylüyor:

“Şirket yönetiminde öncelikle insana ve teknolojiye yapılan ya­tırıma önem veriyoruz. Goldaş olarak, sektörde entegre bilgisayar sistemini kuran ve ‘CD katalog hazırlayan ilk kuruluş’ olmayı ba­şardık. Alt yapısını mükemmel biçimde oluşturarak, sektöründe ISO 9002 Kalite Güvence Sistemi Belgesine sahip olan ilk kurulu­şuz. İç pazarda ürünleri binlerce satış noktasına ulaştırdık. Dünyada da hızlı bir büyüme stratejisi izlemekteyiz. Sirkelimiz, lam anlamıy­la globalleşmiş, uluslar arası arenada markalaşmış bir firma olma yolunda hızla ilerlemekledir.

“1993 yılında kurulmuş olmamıza rağmen sektörde daima yeni­liğin, gelişimin ve değişimin öncüsü olduk. Öyle ki, Türk mücevhe­rat sektörü tarihini ‘Goldaş’tan öncesi’ ve ‘Goldaş’tan sonrası’ ola­rak ikiye ayırabiliriz… Goldaş’tan önce Türkiye’de takı üretimi, ge­leneksel ve köklü bir sanat olmasına karşın licarî açıdan gelişme­mişti. Küçük ve iptidaî atölyelerde yapılan üretim, Türk ekonomisi ne çok sınırlı bir katkıda bulunabiliyordu. Goldaş, bazı ihracatçı fir­malarla birlikte kuyumculuk sektörünü küçük atölyelerden entegre üretim tesislerine taşımayı başardı. Takı yarışmalarıyla yeni yete­nekleri sektöre kazandırdı…

“Marmara ve Ege Üniversitelerinde takı tasarım programı açıl­ması için maddî manevî destek sağladık. Mücevherat sektörü, seri üretim ve ürün çeşitliliğini, Goldaş’ın da arasında olduğu büyük ku­ruluşlarla öğrendi. İhracat yaptığımız ülkelerin kültür ve kullanım alışkanlıklarına göre model ve ayarlarda mücevherat üretiyoruz. Kı­sa süre içinde tam 25 bin modele imza attık.

“Sadece kâr amacı güden bir kuruluş olmaktan ziyade, Türki­ye’yi ve Türk takı sanatını tanıtmak gibi bir görev bilincine sahip olan firmamız, Türkiye’nin ve Türk kültürünün tanıtıldığı bir dergi yayınlamakta ve bu yayını dünya ekonomisine yön veren yedi bin iş adamı ile üst düzey yöneticiye göndermektedir.”

ÜÇ KUŞAK AYNI APARTMANDA

Yalınkaya Holding’in kurucusu Arif Yalınkaya ve eşi Nimet, oğulları Hasan, Sedat, kızları Nazife ve torunları, 1972’den beri Florya’da iki katlı mütevazi bir apartmanda oturuyorlar. Birinci ku­şağın isteğiyle bir arada yaşayan aile, bu durumdan oldukça mem­nun.

Denizli kökenli Hasan Yalınkaya, bugün aralarında Goldaş Kuyumculuk’un da yer aldığı 14 şirketten oluşan Yalınkaya Holding’in yönetim kurulu başkanı… Ailesi, baba Arif Yalınkaya’nın kararıyla 1950’de İstanbul’a göç etmiş. 1985’e kadar tekstil ve inşaat ağırlık­lı çalışan grup, ikinci kuşakta kuyumculuk işine başlamış.

Yalınkaya ailesinin tüm fertleri, 1972’den beri İstanbul’da mütevazi bir apartmanda birlikte yaşıyor. Tüm aile, özellikle de ailenin üçüncü kuşağı çocuklar bu dunun­dan çok memnun. Çocukların hiçbiri başka bir yere taşınmaya sıcak bakmıyor. Sedat Beyin üç oğlu Hakan, Batuhan ve Kaan ile Hasan Beyin çocukları İpek ve İlter, birbirlerini örnek alarak ve arkadaşlık ederek yetişiyorlar…

YÜZDE 100’ÜN ÜZERİNDE CİRO ARTIŞI

Goldaş Kuyumculuk için 2004 yılı “atılım yılı” olmuş. İlk altı ayda ciroları yüzde 100’ün üzerindeki artışla 160 milyon dolara ulaşmış. Hasan Yalınkaya ve kardeşi Sedat Yalınkaya, “Goldaş” markasıyla bugün dünyanın önemli mücevherat üreticileri arasında yer alıyorlar.

Yalınkaya ailesi, şirketlerini halka açma kararını, yaşadıkları ba­zı olaylar üzerine almış. Hasan Yalınkaya’nın oğlunun lisede okur­ken astrofiziğe merak salması, her iki kardeşin üzerinde etkili ol­muş. “Ya çocuklar astrofizikçi olup şirketlerle ilgilenmek istemez­se!” diyerek halka açılma kararı almışlar… Hasan Bey. “Babamız­dan devraldığımız işleri büyüttük, bu kadar çalıştık, bunların yaşa­ması lâzımdı. ABD’de köklü şirketlerin halka açılarak ayakta kaldı­ğını da görünce şirketlerimizi halka açmaya karar verdik.” diyor. Yalınkaya kardeşler, grubun geleceği için başka önlemler de alma­ya başlamışlar. İleride gereken standartları taşımayan çocuklar ya da aile bireyleri, şirkette görev alamayacak.

Yalınkaya Holding, Boğaziçili ikinci kuşağın iş başına gelme­siyle, tekstil ve inşaatın yanı sıra finans ve turizm sektörlerine de giriyor. Bu arada şirketler, “holding” çatısı altında birleştiriliyor. 1992 yılında üçüncü kuşağın yurt dışında öğrenim almasını sağlamak üzere Londra’ya gittiklerinde de “Progem UK.” adlı şirkete ortak olup, İngiltere’de değerli madenlerden üretilen mücevherleri pazar­lama işine giriyorlar.

Türkiye’den de ürün tedarik edip İngiltere’de satan Yalınkaya kardeşler, ülkemizde kuyumculuğun başarılı ve köklü bir geçmişi olmasına karşın yeterince gelişmediğini fark edince, bu alanda sis­temli üretime başlama kararı alıyorlar. Böylece 1993 yılında Merter’de üretime başlayan Goldaş, ürünleri, kalitesi ve pazarlama yön­temleri ile Türkiye’de kuyumculuk sektöründe birçok ilke imza atı­yor.

DÜNYAYA MÜCEVHERATLA NAM SALDILAR

Ticarî yaşantısı 1800’lerin sonlarında başlayan aile, baba Arif Yalınkaya’nın kararıyla 1950’de İstanbul’a göç eder. 1985 yılına kadar tekstil ve inşaat ağırlıklı çalışan Yalınkaya’lar, ikinci kuşakta kuyumculuk işine başlar. Boğaziçi mezunu Hasan ve Sedat Yalınka­ya kardeşler, Goldaş’la, dünyanın önemli mücevherat üreticileri arasına girmeyi başarırlar. Babadağ’da, dokumacılıkla işe başlayıp dünyaya açılan iş adamları ve aileler arasında Yalınkaya’ların özel bir yeri vardır.

Baba Arif Zeki Yalınkaya, “Babadağ’dan dışarı açılına” işinin öncülerinden. 1950 yılında İstanbul’a göç etmiş ve dokumacılığın yanı sıra inşaat sektörüne de girmiş. Kendisinden 1985 yılında bay­rağı devralan oğullarından Hasan Yalınkaya, o sırada henüz altı ay­lık bebekmiş. Sedat ise 1957 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş.

Yalınkaya Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Yalınkaya ve kardeşi Goldaş Genci Müdürü Sedat Yalınkaya’nın masura sar­ma deneyimleri yok; ama onlar, babalarının Babadağ’a verdiği dışa açılma cesaretini, tüm Türkiye’ye veriyor. Hem de dokuz yıl gibi bir sürede beş kıt’aya açılarak…

Yalınkaya’lar gerçekten de iyi okumuşlar. Bugünkü birincil işle­ri mücevherat imalâtıyla da, üçüncü kuşağın öğrenimi vesilesiyle Londra’da tanışmışlar. Hasan Yalınkaya Galatasaray Lisesi ve Bo­ğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünü, Sedat Yalınka­ya ise Kültür Koleji ve Boğaziçi Üniversitesi Elektronik Mühendis­liği Bölümünü bitirmiş.

Ailenin ticari hayatı aslında 1800’lü yılların sonlarında başlıyor. Baba Arif Zeki Yalınkaya, 1940 yılında dokuma atölyesi kurarak Babadağ’da “sanayici” unvanını kazanan ilk kişilerden biri oluyor. 1970 yılında da, Türkiye’nin ilk entegre iplik fabrikalarından 50 bin iğlik “Göveçlik İplik”i kuruyor. 1985 yılında kendi kendini emekli­ye ayırdıktan sonra, 1995 yılında Babadağ’a kendi adını taşıyan il­köğretim okulunu yaptırıyor. Şimdilerde de zamanının çoğunu ha­yır işlerine harcamakta…

BEŞ KIT’ADAN 35 ÜLKEYE İHRACAT

Goldaş’in 2002 yılı cirosu 267, kârı 20 trilyon lira. İhracatı 53 trilyon lira (yaklaşık 40 milyon dolar)…

İç piyasaya verdikleri ürünlerin büyük bölümünü turistler satın aldığı için de, döviz getirilcri haliyle ihracat rakamının çok çok üs­tünde.

Teknolojiye sürekli yatırım yapan Goldaş, üretimini Merter’deki 4 bin 200 metrekarelik kapalı alanda, ABD ile Almanya’dan ge­tirtilmiş modern makinelerle sürdürüyor. İmalâtta 120 ayrı bilgisa­yar yazılımı, entegre olarak kullanılıyor. Tasarımdan üretime her aşama bilgisayar kontrolünde.

Dünyanın herhangi bir ülkesindeki müşteri, siparişinin üretim aşamalarını bir tuşa basarak izleyebiliyor. Goldaş 2001 yılında sek­törünün ilk Ar-Ge laboratuarını da hizmete açıyor. Yalınkaya Hol­ding, ürünleriyle olduğu kadar sermaye yapılarıyla da bir dünya markası olmayı hedefliyor. Önce Amerikan sermaye piyasalarına açılıyor, ardından Frankfurt Borsasına kota oluyor.

İstanbul Sanayi Odasının her yıl açıkladığı “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu” araştırmasında 2000 yılında 143’üncü sı­rada yer alan Goldaş, 2001’de 125’inci sıraya yükseliyor. Satış hâsılatı, brüt katma değer, öz sermaye, net aktifler rakamlarına göre sektörünün lideri olan Goldaş, Türkiye’nin en kârlı 34’üncü şirketi unvanını da bu arada kazanıyor. Hâlen yurt içinde yedi, yurt dışın­da beş mağazası olan Goldaş, mağaza sayılarını beş yıl içinde yurt dışında 75, yurt içinde 25’e yükselterek 100 mağazalık bir zincir oluşturmayı hedefliyor. Şirket beş kıt’adan 35 ülkeye ihracat yapı­yor.

Aile içinde uyumlu bir çalışma ve iş bölümü sayesinde büyü­düklerinin altını çizen Hasan Yalınkaya şunları söylüyor:

“Kardeşim Sedat ve ben, kuyumculuk işine 1992 yılında Lon­dra’ya ihracat yaparak başladık. 1993’te Yalınkaya Holding’in ilk altın şirketi Goldaş’ı kurduk. Goldaş’ın 40 bin modeli, beş kıt’adan 35 ülkede talep görüyor. Birleşik Arap Emirliklerinde iki, Mosko­va’da iki, Almanya’da bir, Türkiye’de yedi tane mağazamız var. Yıllık ciromuz 200 milyon doları aşıyor. Meydan Kıymetli Maden ve Döviz A.Ş., İstanbul Altın Borsasının en büyük beş aracı kurumu arasında. Orta Afrika’da Pregold madencilik şirketini kurduk, altın rezervlerine inmeye çalışıyoruz, başka hazır madenler de arıyoruz.”

YILDA 14 TON ALTIN

Altın işleme tesislerini ve altına nasıl model verdiklerini Hasan Bey şu cümlelerle açıklıyor:

“Üç bin metrekare kapalı alana sahip tesislerde yıllık 14 ton de­ğerli altın işleme kapasitesine sahip olan şirketimiz, her yıl hazırla­nan iki bin yeni ürün ve 25 binden fazla modelle, 8, 9, 10, 14, 18, 21 ve 22 ayarda değerli, yarı değerli ve sentetik taşlarla üretim yap­makta.”

NEDEN ALMANYA?

Hasan Yalınkaya, Almanya’da Frankfurt Borsasına girme amacı­nı da söyle açıklıyor:

“Alman piyasalarında uzun süreli bir faaliyet göstermek niyetindeydik. Almanya’da bulunmanın nedeni sadece bir kereliğine yatı­rımda bulunmak değil, aksine uzun vadeli yatırımcıları şirketimize ortak etmektir.

“Yurt dışında yeni mağazalar açmayı plânlıyoruz. New York’ta ve Londra’da iki yurt dışı temsilciliğinin ardından Singapur, Dubai, İtalya ve İsrail’de faaliyet göstermek için araştırmalar yapıyoruz. Şirket olarak, dünya çapındaki birçok alış veriş merkezinde de ma­ğaza açmayı plânlıyoruz.

“Almanya’nın, Türkiye için en önemli piyasa olduğu kanaatin­deyiz. Sadece Türk nüfusunun fazla olması değil, ayrıca Almanya ile Türkiye arasındaki ticarî ilişkinin çok yüksek bir düzeyde olma­sı da bu kararımızda yardımcı oldu. Birçok Alman firması, Türki­ye’deki piyasalarda çok önemli faaliyetlerde bulunuyorlar. Bazıları son 40 yıl içerisinde kurulmuş olup, üretim, dağıtım ve ihracat alan­larında faaliyet göstermektedirler.

“Burada bulunmamızın yegâne nedeni, yatırımcı aramak değil, ay­nı zamanda Almanya’ya olan satışımızı da artırmaktır. Umarız 1993 yılından bugüne ürünlerimizi satın alan Almanlar, aynı zamanda yatı­rımcımız da olurlar. Bir sonraki adım ise Almanya’nın büyük şehirle­rinde mağazalar açmaktır. Bizim geleneksel yönetim yaklaşımımız, uzun vadeli bir yaklaşım sergilemek ve bu paralelde karar vermektir. Türkiye’de kriz döneminde olumsuz piyasa koşullarına rağmen bizim başarımızın anahtarı, yönetimin uzun vadeli ve dengeli kararlarıdır.

“Biz buraya gelirken sadece Türkleri değil, Almanları da hedef aldık. Burada bir Demirbank olayı oldu, insanların paraları battı. Belki bu olay Almanlar üzerinde olumsuz bir etki yapmış olabilir. Ama onlar bakacak, şirketimizi inceleyecekler. Burada kendimizi sürekli tanıtmaya çalışacağız. Türk ve Almanlara yönelik ayda bir, iki ayda bir tanıtımlar yapacağız.”

HEDEF HONG KONG VE RUSYA

Almanya piyasasından sonra hedeflerinin Hong Kong ve Rusya olduğunu belirten Hasan Yalınkaya şunları söylüyor:

“Türkiye’den de bazı firmalar ADR yaptırmışlar, ama sonunu getirememişler… Biz babamızdan da öyle gördük. Bu işi uzun vadeli düşünüyoruz. Frankfurt’tan sonra Hong Kong olabilir, Rusya ola­bilir. Buraların borsalarına kota olabiliriz. Zaten orada mağazalar açmayı da düşünüyoruz. Almanya’da biz imalâtçı firmalara mal sa­tıyoruz. Almanya’da işçilik çok pahalı, sosyal haklar pahalı. O yüz­den işçi sayısını azaltıyor, bizden alıyor, Uzak Doğudan alıyor ve iş­çi ihtiyacını karşılıyor. Almanya’da Goldaş iyi tanınıyor. Burada bir firma araştırma yapmış; bilinirlilik oranımız yüzde 70 çıktı. Avrupa ve Amerika bizi tanıyor…

“Biz televizyonlara reklâm değil, hediye veriyoruz. Hediye ver­mek hem bize daha ucuza geliyor, hem de tanınırlığımızı artırıyor. Türkiye’de birçok kanalda yarışmalara hediyeler vererek tanıtımı­mızı yaptık ve bunda da başarılı olduk. Biz reklâm bütçesi de ayır­mıyoruz. Sponsorluğa biz tamamen altın veriyoruz. Zaten altın ver­mek de bartır gibi bir şey oluyor.

“Bir gün ABD’de müşteri araştırmaları yaparken, yeni katalog­lar çıkıyor, bu kataloglarda tanıdığımız bir arkadaşımızın ismi geçi­yordu. ABD’de mağazalarla ilgili genel müdür yardımcısı olmuş. Emrinde 10 bin kişi çalışıyor… Biz de ABD’de arkadaşımızla görüş­tük. Yemekte konuşurken arkadaşımız firmasını anlattı ve firmala­rının halka açık bir şirket olduğunu söyledi. Arkadaşımız. ‘Faiz oranları düşük ABD’de şirketler, halka açılarak büyüyor.’ dedi, ‘Bir şirket 10 lira ediyorsa, halka açayım 100 liralık şirket yapayım, bu­nun yüzde 10’una sahip olayım, aynı hesap. Sistem bu.’ Kurumsal bir yapıya kavuşalım, dedik ve halka açılmaya karar verdik. Ama uzun vadede de olsa büyüyoruz.

“Bizim şirketimizin yurt içinde ve yurt dışında iyi bir itibarı var. Kredi derecelendirme kuruluşlarıyla yakın ilişkilerimiz var. Bizim yurt dışında da kredimiz ve sigortamız var. Türkiye’de hiçbir ban kanın teminatı olmadan kredi alma imkânımız var. Bizim bütün dünyayla iş yapmamızın, halka açık olmamızın avantajları var. Biz onlara sürekli raporlarımızı yolluyoruz.

“Bizim bu işte başarımız, tüccar bir aileden gelmemizden kay­naklanıyor. Bizim neredeyse 20 senelik bir geçmişimiz var. İnsan­lar başından bazı şeyler geçe geçe öğreniyor. Tekstil işi, inşaat işi yaptık, tecrübeler kazandık. Değişik branşlarda ticaret yaptığımız için daha rahat çalışma imkânı bulduk ve ufkumuz açıldı. Meselâ bazı makineler var. İtalyanlar, basit bile olsa, kuyumculukta bir bu­har makinesi var, 100 bin dolar istiyorlar. Bakiyeniz, tekstilde bu­har kullanılıyor. Gidiyorsunuz, tekstildeki buhar makinelerini alı­yorsunuz; çok çok ucuza… Hatta sipariş verdik, bazı makineleri biz aldık. Kuyumculukta ilk müşterimiz İngiltere, ardından ABD oldu.”

ZİYLÂN GRUBU YÖNETİM KURULU ONURSAL BAŞKANI

AHMET ZİYLÂN:

FEDAKÂRLIK EN BÜYÜK SERMAYE

AHMET ZİYLÂN KİMDİR?

Gaziantepli iş adamı Ahmet Ziylân, ayakkabı, terlik ve taban üre­timinde ülkemizin önde gelen duayenlerinden olup, Ziylân Grubunu kurmuştur. Ondan fazla şirkette yıllık üç milyondan fazla üretim ka­pasitesiyle çalışırken, yetkilerini çocukları ve damadına devretmiş ve şirkette danışman ve onursal başkan olarak görevini sürdürmektedir. Ziylân Grubu 33 ülkeye milyonlarca çift taban ihraç etmektedir.

Türkiye’de ayakkabı imalâtı uzun yıllar küçük atölyelerin hâki­miyetinde gerçekleştirildi. 1980’li yılların ortalarından sonra entegre tesisler birbiri ardına kurulmaya başlandı. İtalya, İspanya gibi ül­kelerde bugün ekonominin sürükleyici gücü hâline gelen ayakkabı sektörü, son yıllarda Türkiye’de önemli bir gelişim gösterdi. Bu ge­lişimde önemli payı olan grupların başında ise Ziylân Grubu geli­yor.

Başarının sırrının kural, prensip ve dengede olduğunun altını çi­zen Ahmet Ziylân, “Dürüstlük ve fedakârlık, bir şirket için en bü­yük sermayedir.” diyor.

Ziylân Grubu kurucusu, sahibi ve onursal yönetim kurulu başka­nı Ahmet Ziylân, “Elli bir seneden beri çalışıyorum, hiçbir zaman şikâyetçi olmadım. Benim sözlüğümde ‘şikâyet’ diye bir kelime yoktur. Şikâyet yerine çare vardır. Çare ise, düşünerek bulunur. Be­nim bütün iş hayatımda şikâyet değil, çare hâkimdir. Bu benim ha­yat felsefemdir.” diye konuşuyor. Elli yaşında kasayı, masayı, tele­fonu evlâtlarına teslim etmiş ve kendisi denetlemiş. Şimdi ise vakıf işleriyle uğraşıyor. Ancak emekli gibi oturmuyor, iş yerine yine ge­lip gidiyor.

Yetmişine merdiven dayayan Gaziantepli Ahmet Usta, sevecen, sempatik ve hoşsohbet bir insan.

Antepli ayakkabı ustası Ahmet Ziylân, 50 yıldır bu mesleğin için­de bir duayen. Önceleri ayakkabı tabanı üreterek başladığı ayakkabı­cılık sanayiine 1985 yılında “Halley” markasıyla hız veren Ahmet Usta, kaliteli üretimden asla taviz vermiyor. Ziylân Grubu, dizaynı ve patenti tümüyle kendilerine ait olan Halley, Kinctix, Proshot, son ola­rak da Polaris markalarıyla sektördeki öncü rolünü sürdürüyor.

İlkokul mezunu Ahmet Usta, kurduğu şirketlerle ayakkabı sek­töründe başarıdan başarıya koşuyor. İhracatını 15 milyon dolara kadar çıkaran Ahmet Usta, “Benim tecrübem, çocuklarımın işletmeci­liği ve dinamizmi ile bu seviyelere geldik. Dürüstlükten hiçbir za­man ayrılmadık. Benim ana prensibim, dürüstlüktür.” diyor.

Şirketlerinin başına yeğeni ve damadı Mehmet Büyükekşi’yi ge­çiren Ahmet Usta, “Çocuklarımla yaptığım, işte bir yabancıymış gi­bi davranırım.” diyerek, başarının sırrının kural, prensip ve denge­de olduğunun altını çiziyor.

Halley, Kinetix, Proshot, Polaris… Ayakkabı ve terlikte ülkemi­zin önde gelen pek çok markasının sahibi Gazantepli ayakkabı us­tası Ahmet Ziylân, çıraklıktan başladığı bu meslekte 50 yılı aşan tecrübesiyle birikimini gelecek nesillere aktarıyor.

On bir şirketi bulunan Ziylân Grubunda 150 kişi çalışırken, bu rakam fason üretimle dört bin kişiyi buluyor. Ziylân, FLO mağaza konseptiyle ayakkabı perakendeciliğine de yeni bir açılım getirdi. Türkiye’de ayakkabı marketi sisteminin öncülüğünü yapan bir ma­ğazacılık sistemi olan FLO, 13’ü kendisinin, beşi franchise olmak üzere Türkiye genelinde 18 mağazaya sahip. Binin üzerinde model ve renk seçeneğinin satışa sunulduğu FLO’larda günlük giyim ve abiye ayakkabılar dışında spor giyimin öncü markalarından Nike, Skechers, Dockers gibi dünya markalan ile kendi markası “FLO” ayakkabıları da bulunabiliyor. Ziylân Grubunda yetkilerini, çocuk­ları ve yeğenleri ile paylaşan Ahmet Ziylân, şimdilerde mesleğin in­celiklerini gelecek nesillere aktarmanın telâşı içinde.

Ziylân Grubunun İstanbul’da Topkapı, İkitelli, Halkalı ve Kıraç olmak üzere dört ayrı yerde üretim tesisi bulunuyor. Yıllık ayakka­bı üretim kapasitesi iki milyonu geçerken çalışan sayısı ise bin 500 civarında.

Ziylân Grubunun temeli 1955 yılında Gaziantep’te Ahmet Ziylân tarafından atıldı. 1955-1965 yılları arasında 50 metrekarelik bir atölyede ısmarlama olarak haftalık beş-on çift ayakkabı üreten Ahmet Ziylân, 1965’tc fabrikasyon üretime geçmeye karar verdi. İstanbul’da günlük 100 çift üretim yapan bir tesisi satın alan Ziylân, bu tesisi Gaziantep’e taşıdı. Şehirde bu tesisi kurabilecek büyüklük­te bir yer olmadığı için Gaziantep’teki mağaralardan birine tesisini kurdu. 1955’te Gaziantep’te temeli atılan, bugün Türkiye’nin en bü­yük entegre üretim tesislerine sahip olan grubun çatısı altında 11 şirket bulunuyor.

FAKİR AİLE ÇOCUĞU

Ayakkabıcılığa ilk Gaziantep’te başlayan Ahmet Ziylân, fakir bir aile çocuğu. Ahmet Ziylân o günleri anlatırken gözleri doluyor:

“Babamız fakirdi, biz de küçük yaşta ayakkabıcıların yanında çıraklığa başladık. 1956 senesinde askere gidene kadar kalfalık ve ustalık yaptım. O zamanlar ayakların ölçüsü alınarak ısmarla­ma ayakkabı imal edilirdi. 1959’da ise İstanbul’a mesleği daha iyi öğrenmek için çalışmaya geldim. Gedikpaşa’da çeşitli ustala­rın yanında çalışarak bilgilerimizi artırdık. Sonra Antep’e geri dönerek orada dükkân açtım. Bu arada Ankara ve İstanbul’a, za­man zaman gelerek yeni fikirler alıyordum. Bu dönemde İstan­bul’dan fora freze makineleri getirerek, Antep’te yapılan tüm ayakkabıların kenar ve altlarının tesviyesini yapmaya başladım. Ayrıca altı kauçuk üstü deri olan, ‘enjeksiyon’ diye tabir ettiğimiz çok dayanıklı bir ayakkabı türünü meydana getirdik. Biz buna ‘volkanize bot’ adını verdik. Antep’teki mağazamızda bu ürünle­ri satıyorduk.

“İstanbul’a çok sık gelip gittiğimiz için âdeta bir ayağımız İstan­bul’daydı. Ben de bu gelip gitmelerde çok yoruluyordum. Dört-beş gün sabahtan akşama kadar dükkân dükkân gezip alış veriş yapıyor­duk, akşam da otobüse binip Antep’e varıncaya kadar uyuyorduk. Sanıyordum ki İstanbul’a gelirsem rahat rahat işimi görürüm, hiç de yorulmam… Hâlbuki ben İstanbul’a geleli 30 sene oldu, 30 senedir hâlâ koşturma bitmedi! Sabah 8’den gece 11’e kadar çalışıyoruz…

“Bunun için büyük gayret sarf ettik. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak Topkapı’da ayakkabı telası imaline başladık. Kauçuktan ayakkabı tabanı yapma girişimlerimiz oldu. 1985 yılına kadar 14 se­ne sadece taban imaliyle uğraştık. Çocuklarım ve yeğenlerimiz oku­lu bitirip gelince hep birlikte yeni arayışlara girdik. Taban işimize ek olarak o dönemde eksikliği hissedilen spor ayakkabı imaline baş­ladık. Bunun finansmanı ve yönetimi için de şirkette çok ortaklı bir yapı kurduk. Bazı akraba ve arkadaşlarımızın yanı sıra başarılı mü­dür ve ustalarımızı da şirkete ortak ettik. İlk olarak ‘Halley’ marka­sıyla üretime başladık.”

NEDEN HALLEY, KİNETİK VE POLARİS?…

1995 yılı, tam ülkemizde kuyruklu yıldızın görüldüğü seneydi. Televizyon ve gazetelerde bu konuda sürekli haberler çıkıyordu. Ül­kenin gündemindeki yıldızdan ilham alan Ahmet Bey, hemen mar­kasının ismini belirlemiş:

“Halley’in ayakkabı üzerindeki amblemini de bir kuyruklu yıl­dız olarak belirledik. Bu ürün ve bu marka çok tuttu. Ben zaten bu konuda geçmişte tecrübe sahibiydim. Antep’te spor ayakkabı dâhil her türlü ayakkabı imal ediyordum.

“Halley’den sonra daha farklı, yeni bir marka ihtiyacı hissettik ve Kinetix markasını çıkardık. Ülkemize gelen Adidas, Puma gibi markalara baktığımızda bunların hepsinin Uzak Doğuda yapıldığını gördük. Biz de oralara giderek çeşitli anlaşmalar yaptık. Bir kısmı­nı orada ürettirdik, bir kısmını da burada biz imal ettik. İtalyan Diadora’yı da biz ülkemizde üretiyoruz; ama ayakkabısından çok, eşofman, tişört gibi tekstil ürünleri satıldı. Ayakkabı yanında eşof­man, tişört gibi tekstil ürünleri de imal etmeye başladık. Bizim sek­törün dışında, ama beş-altı senedir bu üretimleri yapıyoruz. İkitelli’de bunun için ayrı bir tesis kurduk. Bu fınna, modellerini kendi­si üretiyor, üretiminin bir kısmını ise fason olarak yaptırıyor.

“‘Polaris’ isminde ürettiğimiz ayakkabı markası, eskiden beri Rusya’ya sattığımız bir mamul idi. Önceleri daha çok ayakkabı markası olarak kullanıyorduk, son yıllarda ise terlik üretimine ağır­lık verdik. Çok başarılı bir satış grafiği izliyor. Şikâyetimiz ise her­kesin taklit etmesi… Polaris’le birlikte kaliteyi temsil eden ‘beş nok­ta’ modelini tescil ettirdik. Ancak bunun yerine ‘altı nokta’ yazanlar bile var! Asıl bu taklit üretimleri kendi dost ve arkadaş bildiğimiz kişilerin yapması bizi üzüyor…

“Bizde reklâmın artmasına sebep olan şey, aslında krizin tâ ken­disi. Biz bir yandan krize rağmen ürünlerimizin daha çok satmasını hedeflerken, medya dünyası da bize kriz sebebiyle çok cazip teklif­ler sundu. Yani az bir bütçeyle sesimizi daha çok duyurabildik. Böy­lece bir taraftan marka imajımızı güçlendirirken, bir taraftan da sa­tışlarımızı artırma imkânı bulduk.

“İstanbul Topkapı, İkitelli, Halkalı ve Kıraç olmak üzere dört ayrı yerde tesisimiz var. Çalışan sayımız ise bin 500’ü bulur. Yıllık ayakkabı üretim kapasitemiz ise 2 milyon 500 bini geçer. Bir de Tuzla’da deri artıklarından ham madde üretiyoruz. Burada da deri çanta, cüzdan vb. şeyler üretmeyi plânlıyoruz. Şu anda altı-yedi yer­de kendi mağazalarımız var. İleride ise bayilik şekliyle bir mağaza­lar zinciri plânlıyoruz.

“İç pazar ve ihracat pazarları için birçok değişik çeşit (kışlık bot­lar, günlük giyim, spor ayakkabılar, terlikler, sandaletler ve rahat-comfort ayakkabılar) ayakkabının imalâtı ve pazarlaması yapılmak­tadır. Hâlen dünya çapında 33 ülkeye ihracat yapıyoruz (ABD, Al­manya, BAE, Bahreyn, Belçika, Bulgaristan, Cezayir, Danimarka, Filistin, Hırvatistan, Hollanda, Hong Kong, İngiltere, İrlanda, İsra­il, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Kazakistan, Kırgızistan, Kuveyt, Macaristan, Norveç, Panama, Romanya, Rusya, Suudî Arabistan, Slovakya, Ukrayna, Umman, Yemen, Yunanistan). Kendi markala­rımızın ve müşteri markalarının (Dockers, Brakkies, Gino Venturi. Tamaris vs.) üretimini kendi tesislerimizde gerçekleştiriyoruz.”

“GENÇLERİN ONUNU AÇALIM”

Gençlere sorumluluk vererek yol göstermek gerektiğini belirten Ahmet Ziylân, bu konuda son derece önemli konuların altını çiziyor:

“Gençlerin önünü açamazsan zaten tek başına hiçbir yere gide­mezsin. Sadece evlâdım değil, yeğenim değil, herkese kucak aça­rım. Paylaşmasını bilirsen başarıya ulaşırsın. ‘Hep bana, hep ba­na…’ dersen hiçbir yere de gidemezsin. Onun için ekibi gençleştir­mek lâzım. Ölünceye kadar firmayı kendin yönetirsen öldükten sonra yine onlar yerine gelmeyecekler mi? Bunun için sağlığında bu işi yapacaksın, gençlere mesuliyet verip denetleyeceksin. Aynı za­manda eğiteceksin. Bir müddet sonra senden daha iyi yaptıklarını göreceksin…

“Bir kere, çocuklara güvenmek gerekir. Bu güveni göstermek için de işin içine girmelerini sağlamalıyız. Ben bunu deneyerek ba­şardım. Elli yaşında, evlâtlarıma kasayı, masayı ve telefonu verdim. Elli beş yaşına kadar tam denetleme yaptım. Altmış yaşma kadar araştırmada çalıştım; 60-65 yaş arası danışmanlık yaptım. Şimdi 66 yaşındayım, emekli olmuş gibiyim. Artık bana sorarlarsa cevap ve­riyorum. Müşavir gibi çalışıyorum… Yine sabah 9’da işime geliyo­rum. Yüzde 50 zamanı vakıf işlerine harcıyorum. Evlâtlarım sağ ol­sunlar beni hem seviyor, hem de sayıyorlar. Bu nedenle Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Bütün bunları Allah’ın takdiri olarak görü­yorum. Bu başarılı işler benim başarım değil, Allah’ın yardımıdır.

“Çocuklar arasında problem var mı, diye soruyorsun. Şu ana ka­dar hiç olmadı, bundan sonra da olmayacağına inanıyorum. Sadece çocuklar arasında değil, işçilerle, idarede çalışanlarla, müşterilerle, bütün insanlarla da problemimiz yoktur. Problem olunca suçu ken­dimizde ararız. Karşımızdakinin bir insan olduğunu bilir, onlara sevgi gözüyle bakarız. Tabiî ki istisnalar kaideyi bozmaz. Çocukla­rım da onun için son derece uyumlu çalışıyorlar. Aralarında Allah’a şükür bir uyumsuzluk yoktur.”

“AİLE İÇİNDE İŞ BÖLÜMÜ YAPTIK”

Ayakkabı ve terlikten ziyade taban ürettiklerinin altını çizen Ah­met Ziylân şöyle devam ediyor:

“Otuz üç ülkeye ihracat yapıyoruz. Portekiz, Mısır, Ürdün, Azerbaycan’ın da aralarında bulunduğu pek çok ülkeye mal gönde­riyoruz. Taban üretimi 12 milyon çiftten aşağı düşmez, bunun da yarısı ihraç edilir. Ben bazen Anadolu şehirlerine gittiğimde ayak­kabı dükkânlarını gezerim ve araştırma yaparım. Bir ayakkabıcıya varıp bu ayakkabı kaça, dediğimde o da şu fiyat, diye cevap veriyor. Ben biraz pahalı değil mi, dediğimde ise ‘Ben Ziylân taban kullanı­yorum ağabey, tabiî ki pahalı olur.’ diyor. Bu, geçmişi yıllara uza­nan bir kalitenin ispatı meselesi. Herkes yaptığı işi en güzel şekilde yapmalı. Başarının sırrı işte orada. İşini sevmek, çalışmak ve yaptı­ğın işi mutlaka dürüst yapmak…

“Ayakkabı Sanayicileri Derneği Başkanı Mehmet Büyükekşi hem yeğenim hem de damadım. Son derece kabiliyetli, çalışkan ve dürüsttür. Oğlum Mehmet de çok yetenekli, işlerinin hastası, pren­siplere saygılı biridir. Kavgayla bir şey olmayacağını çok iyi bilir­ler. Karşılıklı fedakârlık, sevgi, adalet ve prensipler ile başarıya ulaşılacağının bilincindeler. Yeğenim ve damadım Mehmet Büyükekşi, Ayakkabıcılar Vakfının yanı sıra Deri İhracatçıları Birliğinin başkanlığını yürütüyor. Damadım çok başarılı bir yönetici. Herkes kabiliyet ve kapasitesine göre işin bir yerini yürütüyor. Polaris’i ve Doğu Avrupa’ya ihracat konusunu oğlum Mehmet Ziylân yürütü­yor. Kinetix’le ise Mehmet Büyükekşi uğraşıyor. Mehmet’in kar­deşi Aykut Büyükekşi ise üretimle ilgili iç hizmetleri götürüyor. Dördümüz de kendi alanımızda işleri devam ettiriyoruz. Yönetim kurulu toplantılarında da sadece benim dediğim olmaz. Toplantı­larda birbirimizle açık açık konuşur, karşılıklı ikna ederiz. İstişare kararlarında da ‘ben düşündüm, ben yaptım’ yoktur. İş kötü oldu­ğunda da ‘sen söyledin, senin yüzünden böyle oldu’ yoktur. Tekli­fin kimden geldiği düşünülmeden herkes o kararın arkasında dur­malı.”

“ZİYLÂN” İSMİ NEREDEN GELİYOR?

Ahmet Ziylân, grubun ismiyle ilgili sorumu şöyle cevaplandırdı:

“Ziylân aslında Van tarafından Hakkâri’ye doğru uzanan bir de­renin ismi. ‘Temiz dere’ manasına geliyor. Orada o derenin ismini alan aşiretler var. Ancak bizim bunlarla hiç alâkamız yok. Babam nüfus dairesine gittiği zamanlarda iplik boyacısı olduğu için Boya­cı, Dokumacı, İyiboya, Özboyacı gibi isimlerin hepsinin alındığını görünce kararsız kalmış. Soyadı almak için de bir hafta, 10 gün sı­ra beklemek gerekiyormuş. Sonunda oradaki memur, haritada gör­düğü “Ziylân” ismini teklif edince babam da kabul etmiş.”

“HER MESLEK İÇİN EĞİTİM ŞART”

Her meslekte ve yaşta eğitimin önemli olduğuna vurgu yapan Ahmet Ziylân, ilkokul mezunu olmasına rağmen okumaktan geri durmuyor. Kitap ve dergiler elinden düşmüyor. Meslekte başarılı ol­mak için sevmek gerektiğini belirten Ahmet Bey bakınız başarılı ol­mak için neler söylüyor:

“İnsanın öncelikle mesleğini sevmesi lâzım. Kalitemizi artırmak için çaba sarf etmek, araştırmaya önem vermek lâzım. Hulâsa düşü­nerek çok çalışmamız gerekir. İstersek başarırız… Devletin de bir şeyler yapması gerekir. Daha önceleri ‘ayakkabı okulu’ diye bir şey yoktu. Sekiz yıl önce Zeytinburnu Endüstri Meslek Lisesine iki derslikli ‘ayakkabıcılık bölümü’ açıldı. Ama Almanya’da bundan 10 yıl önce ayakkabıcılık okulunun 100. yılını kutladılar… Bu işler eği­timle olur. Bu şekliyle ülkemizde her türlü ayakkabı ihtiyacı şu ana kadar karşılanmış, ayakkabı ithalatı yok denecek kadar azdır.

“Hulâsa eğitim şarttır! Sekiz yıllık, iki derslikli okulumuz bile şu anda verimini göstermiştir. Okuldan mezun olan gençlerimiz bir­çok firmada başarı sağlamıştır. İleride başarılar daha da artacaktır. Bundan ayrı, sektör eğitimin idraki içinde olduğu için bir ayakkabıcılık vakfı kurulmuştur. Bu vakıf yakın zamanda bir ayakkabıcılık okulu yaptırıp orada eğitimi hızlandıracaktır. Eğitim ve öğretim ol­madan hiçbir şey olamayacağını herkes bilmektedir. Bu durum sa­dece ayakkabıda değil, diğer mesleklerde de böyledir. İhracatın art­masının kaliteli mamule bağlı olacağına inanıyorum.

“Eğitim olmadan sektörümüzün geldiği nokta yine de bana göre fevkalâde. Ama eğitimli insanlar bu sektörde de çoğalırsa sermaye sahipleri bu alana daha çok yatırım yapmaya başlarlar. Portekiz’de beş tane ayakkabıcılık okulu var, ayakkabı ihracatı da 1.5 milyar doları buluyor. Bizde de neden olmasın? Ancak 200 milyon doları bir türlü geçemiyor.”

“İŞİMİN HASTASIYIM!”

Başarının insanın dürüst ve işini sevmesiyle mümkün olacağının altını çizen Ahmet Ziylân şöyle devam ediyor:

“Ana prensip, insanın işini sevmesi. İnsan işini severse başarır. İnsanın dürüst olması gerekir. Kaçakçılık yaptı, köşeyi döndü, deni­yor. Bunların hepsi yanlış ve saçma şeylerdir… İnsan dürüst olmalı, bunu göstermeli ve yaşamalıdır. Halkın sana inanması için, dürüst olduğunu bilmelidir. Peygamber Efendimize, ’emin’ sıfatını koydu­lar. Ona inanmayanlar bile onun dürüstlüğünden şüphe etmediler. Ben işimin hastasıyım! Şu zihniyeti hiçbir zaman taşımadım:

‘”Adam bana ne veriyor ki çalışayım!…’

“Yaptığım işi en iyi şekilde yapmaya çalışırım. Bu bize ana ba­ba ve ustalarımızın aşıladığı fikirdir. Ayakkabıcı olarak, yaptığımız işten müşteri rahatsız oluyor, ayağından hasta oluyorsa, bunun mesuliyetini hissederiz. Bu rahatsızlığı gidermek için çalışırız. Ti­carette insanın ağzı yalana alışmamalıdır; yalan kapısını açarsa bir daha kapatamaz. Başarının sırrı, fedakârlık, dürüstlük ve ana baba­nın duasıdır. Ana babanın mutlaka duası alınmalıdır. Ana babaya yapılan iyilik karşılıksız kalmaz. Allah buna fazlasıyla mukabelede bulunur.”

“BÜYÜME BİR KARTOPU GİBİDİR”

İş adamının başarısı için güvenin önemli bir unsur olduğunu be­lirten iş adamı Ahmet Bey, işe ilk başladığı yıllarla bugünleri bakın nasıl değerlendiriyor:

“İlk başladığımız 1958-59 yılları arasında yaptığımız işlerden herkes memnundu. Memnun olmayan bir kişi vardı, o da ben­dim! Çünkü para kazanamıyordum… Ancak güven ve müşterinin beğenisini sonraki yıllarda gördüm. Bir yere geldik ki biz de bi­lemedik. Büyümeyi bir kartopunu benzetiyorum. Kartopu yuvar­landıkça büyüyor ve kartopu kardan adama dönüşüyor. Büyüdük­ten sonra muhafazasını iyi yapmak lâzım. Ben çocuklarımı baş­ka sahalara göndermedim. Gençler okuduktan sonra işletmeyi onlara teslim ettik. Onlarla paylaşmasını iyi bildik. İyi anlaşmak için fedakâr olmak lâzım. Çocuklarımızın işletmeciliği, dinamiz­mi ve bizim tecrübemizi bir araya getirince büyük bir kuvvet meydana geldi. Biz bunu yapmaya çalıştık. Bunda da başarılı ol­duk.

“Çocuklarımız tecrübelerimizden istifade ediyorlar. Bizim bir kuralımız, prensibimiz var. Biz bu kural ve prensibimiz sayesinde bugünlere geldik. Kuralın özü de dürüstlük… Bu zamana kadar bir çekim bile geri dönmedi. Niyetimizi de dürüst tuttuk. Kişilerin hak kına kesinlikle tecavüz edilmemelidir. Fedakâr olursan ve paylaş­masını bilirsen işin üstesinden gelirsin.

“Nasıl bir öğretmen talebesini gördüğünde seviniyorsa biz de ürettiğimiz tabanı gördüğümüzde aynı sevinci yaşıyoruz. Büyük haz duyuyoruz. Hemen soruyoruz: ‘Bu ayakkabıdan memnun mu­sunuz?’ Onlardan, ‘Ayakkabıdan memnunuz, çok iyi bir ayakka­bı…’ gibi cevaplar alırsak, bu bizi son derece mutlu ettiği gibi çalış­ma azmimizi de kamçılıyor.”

ZORLU HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI

AHMET NAZİF ZORLU:

HAYAT OKULUNDA OKUDUM!

AHMET NAZİF ZORLU KİMDİR ?

Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Nazif Zorlu, 1944yılında Denizli Babadağ’da dünyaya geldi. Dokumacılık mes­leğini çocuk yaşlarda öğrendi, ilk gençlik yıllarında dokumacılık mesleğini geliştirmeye karar veren Zorlu, Trabzon ‘da ilk tekstil ma­ğazasını açtı. Trabzon’daki işini daha da geliştirmek üzere 1971)yı­lında İstanbul’a geldi. Ahmet Nazif Zorlu ‘nün Denizli Babadağ da başlayıp İstanbul’da devam eden iş süreci, ileride tekstil başta ol­mak üzere beyaz eşya, elektronik, fînans, ener/i gibi farklı alanlar­da üretim yapan şirketleri bünyesinde bulunduran Zorlu Holding’le zirveye ulaştı.

1996 yılında Zorlu Enerji’yle enerji sektörüne adım atan Ahmet Nazif Zorlu ‘nün bir diğer girişimciliği de bankacılık sektöründe ol­muş. Zorlu, 1997 yılının mart ayında Denizbank’ı Zorlu Holding’in bünyesine katmış. Denizbank, “kurulduğu yıl ISO 9001 Kalite Gü­vence Sistemi Belgesini alan dünyadaki ilk banka ” olma özelliğine sahip. Hâlen 46 şirket ve 22 bin çalışanı ile Türkiye’nin lider kuru­luşlarından biri olan Zorlu Holding’in yönetim kurulu başkanı olan Ahmet Nazif Zorlu, evli ve üç çocuk babasıdır.

Türkiye, bugün güçlü ve istikrarlı bir ekonomik düzenin sinyal­lerini veriyor. Küresel pazarda rekabet gücü ve hâkimiyeti artan Türk markaları, yüksek ihracat rakamları ve artan sanayi üretimi sa­yesinde Türkiye ekonomisi, her geçen gün güçleniyor.

Köklü ve kalıcı markalar ancak güçlü kurumlar tarafından meydana getirilir. Biz güçlü kurumlarımız, ihracat ve istihdam gücümüzle ülke ekonomisine değer katıyor, ürettiğimiz fayda sayesinde ülkemizle bir­likte büyüyoruz. Vestel’in ihracat şampiyonluğu, Zorlu çatısı altındaki şirketlerin İSO sıralamasındaki başarıları takdire şayandır. Zorlu Hol­ding’in 50 yılında başarının arkasında, üretim ve Ar-Ge bulunmaktadır.

OLAYA DEĞİL, HEDEFE ODAKLANMAK

“Başarı, yarınları plânlayanlarındır.” diyen Ahmet Nazif Zorlu, “Başarı, olayları değil, hedefleri konuşanların olacaktır. Buna yü­rekten inanıyor. Zorlu Holding’e güç veren, küresel pazarda rekabet gücünü artıran, bu ortak başarıda imzası olan başta 22 bin çalışanı­mız olmak üzere bayilerimiz, iş ortaklarımız, müşterilerimiz ve his­sedarlarımıza güveniyor ve onlara teşekkür ediyorum.” diyor.

Üretim, ihracat, istihdam rakamlarının büyüklüğü ve dünya pazarlarındaki rekabet gücüyle Türkiye ekonomisinde çok önem­li bir yere sahip olan Zorlu Holding’in başarı öyküsünün temel­leri, 1950’li yılların başında Denizli Babadağ’da atılmış. Ahmet Nazif Zorlu, ilk ticarî kimliğini 16 Mart 1953 tarihinde şahıs fir­ması olarak almış. Şirket daha sonra, 4 Ocak 1968 tarihinde “Zorlu Tic. Koli. Şrk. Mehmet Zorlu ve Oğullan” olarak tescil edilmiş.

Zorlu Holding, üretim kapasitesi, ihracatı, yüksek verimliliğe sahip Ar-Ge yatırımları ve teknolojik üstünlükleriyle bugün Türk sanayiinin en güçlü üretim kuruluşlarından biri…

DÖRT KOLDAN FAALİYET

2000’li yıllarda Türkiye’nin en büyük kuruluşları arasına adını yazdırmayı başaran Zorlu Holding’in faaliyetleri tekstilden finansa, elektronikten enerjiye kadar geniş bir alana yayılıyor.

1980’li yıllara kadar ev tekstili alanındaki çalışmalarıyla büyü­mesini sürdüren Zorlu Holding, Türkiye’nin ev tekstilinde lideri ka­bul edilen Taç’ı markalaştırıyor. Zorlu Holding, 1994 yılında Vestel Elektronik’i bünyesine katmış. Holding, 1996 yılında Zorlu Enerji’yle enerji ve 1997 yılında da Denizbank’la finans sektörlerine adım atarak şirketlerinin sayısını artırmış.

1998 yılında 600 milyon dolar olan grup ihracatı, 1999 yılında 680 milyon dolara, 2000 yılında ise 852 milyon dolara ulaşmış. Zorlu Holding’in ihracat rakamı, ülkemizin ağır bir ekonomik kriz yaşadığı 2001 yılında dahi artarak 879 milyon doları aşar, 2002 yı­lında ise 1.3 milyar dolara ulaşır. Zorlu Holding bugün, 46 şirketin deki yaklaşık 22 bin çalışanıyla, Türkiye’nin geleceği ve Türk insa­nının yaşam kalitesi için uğraş veren bir şirketler topluluğudur.

DÜNYA MARKASI VESTEL

Dünyadaki gelişmeleri yerinde ve hızla takip edebilmek adına yeni ürün geliştirmeye verdiği önemle Vestel, Türkiye sınırlarını da aşarak dünya çapında beş noktada (İngiltere, ABD, Hong Kong, Ma­nisa ve İzmir’de) Ar-Ge yatırımları yapmış. Bu yatırımlar, kendi tek­nolojisini kendi üreten Vestel’in, dünya insanı için dünya kalitesinin de üstünde ürün meydana getirme tutkusunu simgelemekte…

Türkiye’de televizyon üretiminde birçok ilke imza atan Vestel, 2003 yılı sonuçlarına göre, TV’de Türkiye iç pazarının yüzde 31 ‘ine, Türkiye’nin TV ihracatında ise yüzde 53 pazar payına sahip. Avrupa’daki TV pazar payı ise yüzde 23. Son 1,5 yıldır JVC, Hitac­hi ve Toshiba gibi dünya elektronik devlerinin ürünlerini tesislerin­de üretmeye başlamış. Türkiye’nin ilk dijital Ar-Ge’sine sahip Ves­tel Komünikasyon, son üç yılda kişisel bilgisayar üretiminde de Türkiye lideri.

Ahmet Nazif Zorlu, Vestel’i satın aldıkları günden itibaren önemli hedefler ortaya koyduklarını ve bunu yakaladıklarını belir­terek şöyle devam ediyor:

“Şimdi 2006 hedefimiz, 40 milyon cihazdır. İşte bu, benim memleketimde üretilecek ve yüzde 90’ı 107 ülkeye ihraç edilecek. Hindistan’ın dünyada yazılım alanındaki hedefini bir ucundan da ol­sa yakaladık. Vestel City seneye Vestel Country olacak. Avrupa’da eşi bulunmayan 10 fabrikalık bir kompleks olacak. Buna söz veri­yoruz…

“Türkiye’deki şirketler ancak entelektüel sermayeye ve Ar-Ge’ye yapacakları yatırımlarla uluslar arası pazarlarda rekabet gücü elde edebilirler. Örneğin kendi alanında lider olan Microsoft, yılda yedi milyar dolarlık Ar-Ge yatırımıyla alanında tüm dünyaya öncü olmaktadır. Vestel de yıllık cirosunun içinden önemli bir kısmını ayırdığı Ar-Ge yatırımlarıyla dünya arenasında ön sıralara gelmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin teknolojik gelişimine yönelik olarak iş birliğimizin büyüyerek sürmesini ve Türkiye’mizin bir teknoloji üs­sü olmasını istiyorum.”

“ÜRETİM, İSTİHDAMDIR”

“Üretken ve çalışkan bir toplum olmak zorundayız.” diyen iş adamı Ahmet Nazif Zorlu şunları anlatıyor:

“Bizim üzerinde önemle durduğumuz, üretim/ihracat ve istih­dam… Üretken bir toplum olmalı ve işsizliğe çözüm bulacak sanayi tesislerimizi kurmalıyız. Elimizdeki en büyük cevher ise gençlerimiz.

“Sanayi bir ülke için olmazsa olmazlar arasındadır. Sanayisiz bir ülke, sanayisiz bir Türkiye düşünemiyorum. Çünkü sanayi, bir ülke için geleceğe yapılan yatırımdır. İstihdam demek, üretim demek, Ar- Ge demek; kısaca sanayi gelecek demek. Bugün Vestel’in başa­rıları ortadadır. İstanbul Sanayi Odası tarafından açıklanan ‘Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu’ listesinde Vestel olarak, üretimden satışlara göre sıralamada özel sektör firmaları içinde ikinci, kamu kuruluşlarının da yer aldığı genel listede dördüncü ve ihracata göre sıralamada birinci sırada yer aldık. Bu başarının temelinde, de­ğişime uyum ve sürekli gelişim yatıyor. Dünyayı takip edecek, ra­kiplerinizi tanıyacak, her geçen gün ‘Kendimi aşmak için neler yap malıyım?’ sorusuna yanıt arayacaksınız. Kısaca sanayii, bir ülke, kurum, çalışan için gelişimde itici unsur olarak görüyorum.”

“Çıraklığını yapmadığınız bir işin patronluğunu yapamazsınız!” diyen iş adamı Ahmet Nazif Zorlu şöyle devam ediyor:

“Sanayici olarak yetişmişiz. Bilmediğimiz işlere girmeyiz. Dü­rüst olup cesaretli kararlar verdikten sonra, başarı peşinden gelir in­sanın. Yatırımlarımız plânladığımızdan bir gün sonrasına gecikme­di, hep daha önce gerçekleştirdik. İlk fabrikamızı Bursa’da kurduk. Dokuma üzerineydi… Daha sonra iplik ihtiyacımız oldu, bulama­dık. İhracat için bunlar önemli. Malı üretebilmem için, bu ipliğe ih­tiyacım oluyor. Acilen bir iplik fabrikası kurma kararı verdim. Fi­nansmandan yana sıkıntımız olmadı çok şükür, çünkü senelerden beri gelen bir alt yapımız, bilgimiz vardı.

“İplik fabrikasının temelini atıp üretim yapmam altı ayımı aldı. Ama nasıl yaptım, onu bir de bana sorun! İdare binamı en sona bı­raktım. Patronun oturacağı yer bizde en son gelir… Önce üretim ye­ri tamamlanır; üretim kazanır, idarî binayı yapar. Eğer önce idarî bi­nayı yapıp üretimi sonraya bırakırsanız nalları dikersiniz! Onun için biz nalları dikmedik… “

“OKUL TEORİ, YAŞAM PRATİK İSTİYOR”

“Hayat” okulunda okuyup piştiğini söyleyen Ahmet Nazif Zorlu şunları söylüyor:

“Ben ‘hayat okudum. Başka bir okulda okumadığıma da pişman değilim. Onların üniversiteyi bitirdikleri tarihte ben, 25 yaşında fabrika kurdum… Okul bitiren, fabrika kurabilir mi? Ama ben kurdum! Fason imalâtını 17-18 yaşlarındayken öğrendim. İp-likçiden ip alıp boyahaneyle anlaşır, imalât takibi yapardım. On se­kiz yaşındaki birisine bunu yaptıramazsınız.

“Benim oğlum 17 yaşında; ona da bu işler önceden hayal gibi geliyordu. İki sene pazarlamaya gitti, hayat felsefesi değişti. Okul teori, ama yaşam pratik istiyor. En azından bu denge yüzde 80 pra­tik, yüzde 20 teori olmalı. Makine mühendisi yanınıza gelip iş isti­yor, ama bir ustanın yaptığı işi yapamıyor… Onun için salt teoriyle bu işler olmaz. Biz büyüdüğümüz kadar büyüdük, sıra bunları sin­dirmeye geldi. Şimdi dört büyük gruba ayrıldık. İki yıl sonra 50’nci yılımızı kutlayacağız. Mühim olan, 100-200 senelik bir grup olabil­mek. Bizim grubun en önemli özelliği, hızlı karar verebilmesi. Ka­rarı verdin mi de yarın uygulamalısın. Aylarca uzatma, geciktirme olmaz.

“Denetleyemediğin şirket senin değildir. Mal sahibi ayrı gözle bakar, yönetici ayrı gözle bakar… Başkalarının hakkını gasp etme­yeceksin. Verdiğiniz sözü yapacak, yapamayacağınız sözü de ver­meyeceksiniz. Söz verdin mi de ne pahasına olursa olsun yapacak­sın. Annem babam bize derdi ki: ‘Haram yemeyeceksin, yedin mi bir şekilde çıkar.'”

BABADAĞ’DAN ZİRVEYE

Ahmet Nazif Zorlu’nun sıfırdan zirveye giden yolda katettiği ki­lometre taşlarına gelince… Ahmet Nazif Zorlu. Denizli’nin el dokumalarıyla ünlü Babadağ ilçesinde 1944 yılında dünyaya gelir. Ah­met Nazif Zorlu’nun ailesi de kasabanın diğer aileleri gibi tekstil işiyle uğraşmaktadır. Aile bireyleri, evdeki dokuma tezgâhında De­nizli bölgesine özgü çizgili çarşaf dokumaktadır. Baba Zorlu’nun 1950’lerdc ticaret işiyle uğraşmaya başlaması, “ticaret ateşi”nin da­ha çocuk denecek yaşta, Ahmet Nazif Zorlu’nun yüreğine düşmesi­ne neden olur. İlkokuldan sonra okulu bırakarak bir yandan evdeki dokuma tezgâhında, diğer yandan da babasının dükkânında çalış­maya başlar. On dördünde tek başına ticaret yapabileceğine inanır; ama yaşını küçük bulan babası, onunla aynı inancı paylaşmaz.

Ve yaşamı, Karadeniz pazarını keşfe çıkan amcasının eve yüklü siparişlerle geri dönmesiyle değişir. On beş yaşına geldiğinde am­casıyla birlikte Bursa, Ankara ve Samsun’u kapsayan bir iş gezisi­ne çıkar. Trabzon, son duraklan olur. Orada bir dükkân açmaya ka­rar verirler. Yaşıtları daha sokakta oyun oynarken Ahmet Nazif, 1960 yılında ailenin Trabzon’da açtığı dükkânın başına geçip çarşaf ve havlu satmaya başlar. O yıl 700 bin liralık satış gerçekleştiren Zorlu’yu kötü bir sürpriz beklemektedir. Bilançoda, 10 bin lira za­rar gözükmektedir. O an aklından geçenleri şöyle anlatır:

“Beni bir korku aldı: Babama ne cevap verecektim?… Bu acı ha­yat dersi, bana tedbirli olmayı ve ne olursa olsun başarısızlıklar kar­şısında yılmamayı öğretti. ‘Başarısız’ damgasını yiyerek kasabaya geri dönmek istemiyordum. O günden sonra, dükkânda satamadı­ğım malları pazar günleri kentin pazarında satmaya çalıştım.”

PAZARDAKİ BOŞLUK

Askerlik dönüşü üç yıl daha çalıştığı ve “ikinci memleketim” dediği Trabzon ona dar gelir. “Benim İstanbul gibi büyük bir kent­te çalışmam gerek.” der ve yola düşer. İstanbul’da fason imalât yap­mayı kafasına koyan Zorlu, işe pazarda bir boşluk aramakla koyu­lur. Çarşaf işini en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Bir İtalyan dergisinde gördüğü desenli nevresim takımı, onun ilham kayna olur. O günlerde Türkiye’de çarşaf üreten tek firma, Mensucat San-tral’dir. Fakat onların çarşafı l metre 80 santim enindedir. Ve o. ilk defa 2 metre 20 santim eninde çarşaf üretir…

Zorlu’nun Türk tüketicisine tanıştırdığı renkli ve desenli nevre­sim, arkadaşları tarafından “Nevresim dediğin, askerde kullanılır.” yorumuna yol açar. “Taç” marka nevresimleri 1971 yılında piyasa­ya sürer. Zorlu, bu başarısı karşısında sabit yatırıma gitme kararı al­dıysa da Santral Mensucat’ın Edirne’de Lâle fabrikasını kurması, onu bu fikrinden caydırır.

Bursa’dan aldığı 24 tane hazır dokuma tezgâhında çarşaf işinin yanı sıra orlon masa örtüsü işine de yönelir. Avrupa’dan getirttiği örneklerden esinlenerek yaptırdığı masa örtüleri büyük ilgi görür. Türk halkı, âdeta renkli çarşafa “dolanmıştır.” Artık mevcut kapasi­te, talebi karşılamaya yetmemektedir. Bunun üzerine, 1975 yılında Bursa’da Korteks’i kurmaya karar verir. Sonraki yıllarda dünyanın en büyük entegre iplik ve dokuma tesislerinden birisi olmayı başa­ran Korteks yatırımı, o yıl patlak veren döviz krizi nedeniyle yarım kalır. 1980 yılına gelindiğindeyse Zorlu’nun Bursa’daki fabrikasın­da 400 dokuma tezgâhı çalışmaktaydı. Yakaladığı fırsatı iyi değer­lendiren Zorlu, nevresim pazarının yüzde 60’ını ele geçirir. Yüzde 50 kâr marjıyla çalışır. Zorlu, o dönemde elde ettiği başarı için “Ne demişler: ‘İlk vuran, okçudur.’ değerlendirmesini yapıyor.

PAZARI KOKLAMAK

Başarılı bir sanayicinin burnunun iyi koku alması gerektiğine inandığını söyleyen Zorlu, o dönemlerde tül perdenin kokusunu al­maya başlar:

“1980’lerde doğru dürüst tül perde yoktu, olanlar da Avrupa’dan ithal ediliyordu. Bursa’daki Korteks tesislerinde yarım kalan yalı­nın, Almanya’ya sipariş verilen 12 adet tül makinesiyle hız kazan­dı. Siparişimi duyan Alman, ‘Bu kadar çok makineyle ne yapacak­sın? Altı tane alsan sana yeter.’ dedi.”

O siparişin ardından sekiz tane daha tül makinesi ısmarlayan Zorlu, ertesi yıl ihracata başlar. Rakiplerinin üretimi hâlâ mekanik­ken onun 100 adet elektronik makinesi vardır. Bu hayli iddialı bir rakamdır. Çünkü o dönemde Avrupa’nın en büyük fabrikasında bi­le en fazla 20 makine vardı. Sonrasında yıllık tül perde üretimi 150 milyon metrekareye ulaşan Korteks, üretiminin yüzde 40’ını ihraç eder. Almanya ve Amerika ağırlıklı olmak üzere Güney Afrika, Ja­ponya ve Singapur’da onun perdeleri pencereleri süslemeye başlar. O ise en büyük silâhının ürününün kalitesi, olduğunun farkındadır:

“Müşterilerimizin hemen hepsi tavsiye üzerine geldi. Alman müş­teri Fransız’a, İngiliz Amerikalıya tavsiye etti. Biz de böylece dünya­ya açıldık. Başlangıçta ‘Türk malı’yla yan yana anılmaya alışılmış olan ‘kalitesiz’ imajını yıkmak için çok çaba harcadık. Amerikalı bir müşteriye görüşmeye gittiğimde, bir Türk’le çalışmak istemediğini söyledi. Ben sırf onu ikna etmek için, farklı desen ve modelde perde­ler ürettim. Bu iş için de cepten 200 bin dolara yakın masraf ettim…”

Bu çabaları boşa gitmez, onu Amerika’da 100 milyon dolarlık iş hacmine ulaştırır.

GÜZ GÜLLERİ

Yıl 1994… Türk ekonomisinin uzun yıllardır yaşadığı krizli or­tamın, kangrene dönüştüğü günlerdir. Adı pek medyada duyulmamış bir isim, Bayraktar Holding, Jhlâs, Garanti Bankası ve Sabancı gibi devleri geride bırakıp Vestel’i satın alır. İş dünyasının birçok önemli şirketini geride bırakan bu isim, Ahmet Nazif Zorlu’dan başkası değildir…

Bir anda kamuoyunun gündemine giren bu isim, ciddî bir merak uyandırır. Sonradan dünyanın en büyük tül perde üreticisi olan Alı-met Nazif Zorlu şöyle diyecektir:

“1980’li yılların başında aldığımız tedbirlerin semeresini görüyoruz. Bugün grubumuz bir milyar dolarlık ihracat gerçekleştiriyor. Bu, küçümsenecek bir rakam değildir. Bunun 250 milyon dolarını tekstilden, 700-750 milyon dolarını da elektronik ve beyaz eşyadan sağlıyoruz.”

Zorlu, Vestel’le katettikleri mesafeyi olumlu buluyor:

“1990’lı yılların başında, tekstilden başka dallarda da faaliyet göstermek için araştırmalar yaptık. Karşımıza Vestel çıktı… Vestel’i aldığımızda büyük bir üretimi yoktu. İmajı da kötüydü… 350 bin televizyon üretirken, bugün ürettiğimiz rakam yaklaşık 10 milyonu buluyor. Bu da küçümsenecek bir kapasite değil. Dünyada bir çatı altında bunların hepsini üreten en büyük üretici kuruluş ola­rak bir tek biz varız. Bir çatı altında böylesi bir kapasiteye sahip ol­mak ve üretim yapmak kolay değil.”

AKILCI YOL

Büyüme çizgisinde akılcı bir plânı takip ettiklerini söylüyor Ah­met Nazif Zorlu:

“Tabiî insanda bir ideal vardır, bu ideali gerçekleştirmek için var gücüyle çalışır, akılcı işler yapar. Biz plânlı programlı işler yaptık. Holdinge bağlı kurumlarımız daha ileri gidecektir, diyoruz. Onun için bizim holdingimiz, Türkiye’ye mâl olmuş bir kurumdur. Öğre­nim, işin teorik yanıdır. İnsanlar daima kendilerine, ‘ne yapmak is­tedikleri’ni sormalılar, sonra da onu gerçekleştirmek için var güçle­riyle çalışmalılar. Şimdi bir şeyi yaparken iyi düşünmek lâzım, Ar-Ge’ye önem vermek lâzım.

“Elektroniğe girdiğimizde bize dediler ki: ‘Televizyon firmala­rının çoğu batıyor; ne işin var bu sektörde!’ Kendi kendime sordum: ‘O hâlde Uzak Doğusu, ABD’si, Avrupa’sı bu işi ne diye yapıyor? Onlar yapıyorlarsa ben niye yapmayayım?’ Vestel’i aldıktan iki haf­ta sonra Uzak Doğuya gittim; orada neler yapıldığını görmeye… Elektronik sektörünü inceledim. Onlar yapıyorsa ben de yaparım, dedim ve bu işe giriştim. Vestel’i alır almaz piyasada ne kadar bo­zuk, hatalı ürün varsa hepsini değiştirttim. O zamanki genel müdü­rüm karşı çıkmıştı bu isteğime, ‘Batarız!’ demişti. Ben de ona ‘Asıl onları iyi ve sağlam olanları ile değiştirmezsek batarız!’ demiştim.

“Neticede piyasadaki beş bin tane bozuk Vestel toplatıldı ve ye­nileriyle değiştirildi. Sonra da ürünlere üç yıl garantiyi ilk biz getir­dik. Yine müdürlerim karşı çıktı, ‘Batarız!’ dediler. Görüldüğü gibi batmadık, büyüdük, geliştik…”

“SEZGİLERİM GÜÇLÜDÜR”

Geçen yıllar onu haklı çıkarır. Sezgileri onu yanıltmaz… Sordu­ğumda “Evet, sezgilerim güçlüdür.” deyip, geleceğe dönük öngörü­lerini şöyle sıralıyor Ahmet Nazif Zorlu:

“Her büyük grubun kendine seçtiği alanlar var. Bizim de kendi­mize göre seçtiğimiz dallarımız var. Analar ne Sabancı’lar, ne Koç’lar doğurur… Ben Denizli’nin Babadağ ilçesinden çıkıp gel­miş, ilkokul mezunu bir insanım. Bu ülke daha çok Sabancı’lar, Koç’lar çıkarır. Sony’nin hayatını okudum. Bir mühendis, bugün dünyada söz sahibi; servetini hesap edemezsiniz…

“Onları gördüm ya, dışarıya gittiğimde kendimi bir hiç olarak görüyorum. Ama dışarıdan gelip tesislerim] gezdikleri vakit, ‘Yap­tıklarınız imkânsız gibi bir şey!’ diyorlar. Örneğin perde… Perdesiz ev olur mu? Olmaz… Ben 1980 senesinde onun kararını verdim. Çarşafçıydım, ama ‘Perdesiz ev olmaz.’ diyerek bu işe girdim. ‘Te­levizyonsuz ev olmaz.’ diyerek elektronik sektörüne girdim. Şimdi ise ‘Bilgisayarsız ev olmayacak.’ diyorum… İlerde her evde bilgisa­yar da olacak…”

“KOKU ALMAYI ÖĞRENDİM”

İlkokulu okumadığı için başlangıçta yurt dışı pazarlamalarda al­datıldığını belirten iş adamı Ahmet Nazif Zorlu, şöyle anlatıyor:

“Başlangıçta lisan zorluğum oldu, ama şimdi onu da aştım… Eğer İngilizce biliyor olsaydım, işin başında aldatılmazdım. Yanım­da götürdüğüm tercümanlar bile yaptığım işten komisyon aldılar!

“Okumamış olmaktan pişmanlık duymadım, ama tüm çocukları­mı da okuttum. Ama bir lisanı tam olarak öğrenebilseydim. hiç gam çekmeyecektim. Bir keresinde Fransa’da bir fiyat verdim, tercüman bunu nasıl söyleyeceğini bilemedi. Kızardı, bozardı. Verdiğim fiya­tın yarısıydı…

“Yaşam, okulda öğretilenlere pek benzemez. Önemli olan, pra­tik yapmak. Ben ticaret hayatından çok şey öğrendim. Okusaydım, bu noktaya gelmem bir 10 senemi daha alırdı. Yirmi beş yaşında bü­yük kararlar alıp yatırımlar yaptım. Genç yaşta iş dünyasında koku almayı öğrendim. Yirmi dört saat çalıştığım günler olmuştur. Ma­alesef cumartesi pazarları da çalışırım. En büyük zevkim, spor. Yü­rürüm, kayak yaparım, yüzerim… Altı ay deniz kenarında kal dese­ler, kalır ve yüzerim.”

“HİÇBİR ZAMAN TOKATÇI OLMADIM”

Sanayiciliğin kolay bir iş olmadığının altını çizen Ahmet Nazif Zorlu şunları anlatıyor:

“İyi bir piyasa araştırması yapmadan bir işe girmem. Merdi­venleri birer birer çıktım. Sanayicilik, büyük özen isteyen bir uğ­raş. Yatırımını ufak bir bebek gibi göreceksin, ona gereken öze­ni göstereceksin. Sanayici, parasını asla yastık altına koymama­lı, yatırımlarını durdurmayı bir gün olsun aklının ucundan geçir­memeli. Kaliteye önem vermek şart; aksi hâlde en gelişmiş ro­botları kullansan bile ürünün başarılı olamaz. Fabrikada disiplin çok önemli; bekçiden genel müdüre kadar herkes işine sahip çık­malı.

“Hiçbir zaman tokatçı olmadım. Bir kavgaya giriyorsan sonuna kadar mücadele edeceksin. İki tokat atıp kaçmak ne insanlığa ne de erkekliğe yakışır. Bizde insanlar yükseldiğinde ‘Kimleri çarptı aca­ba?…’ diye düşünülüyor, kimse nasıl başarılı olduğunuzu merak et­miyor. Benimki gibi pek çok kuruluş olsa bu ülke zarar mı görür? Ben yükselmek için çok çalıştım. Önemli olan, zirveye çıkmak de­ğil, çıkılan zirveden geri inmemek. Bunun için, gereken fedakârlığı göstermek lâzım.

“Son söz, benim. Sinirli bir patronum. Biraz da sert mizaçlı­yım… Titizlik, bizim ilkemiz. İşçim bunu bilir ve ona göre davranır.Çalışanın yanındayım, ona destek olurum. Bütün kararları kendim alırım. ilgiler de bende toplanır. 1987’den bu yana kurumsallaş-maya önem verdik, ama yine de bütün yatırım kararlarını ben veririm.”

YATIRIM VE ÜRETİM ZAMANI!

Ahmet Nazif Zorlu şöyle devam ediyor:

“Önemli olan, bir Türk markası olarak dünya pazarında global bir oyun kurucu olmak. Vestel başta olmak üzere Taç ve Linens markalarımız, ihracat gücümüz, yüksek üretim kapasitemizle bu he­defe her geçen gün daha da yaklaşıyoruz. Finans, elektronik, beyaz eşya, tekstil, enerji olarak faaliyet gösterdiğimiz beş farklı sektörde hedeflerimiz doğrultusunda ilerleyeceğiz. Kuruluşumuzun 50’nci, cumhuriyetimizin 80’inci yılında Vestel’in ihracat şampiyonluğu, yeni yatırımlarımız, Vestel City ile gündeme geldik. İran, Amerika, Fransa ve Afrika’ya ek olarak Türkmenistan’a ve Moskova’ya yaptı­ğımız köprü ayaklarıyla, ‘en uzağa gitme’ hedefimize bir adım da­ha yaklaştık.

“Elli yıl boyunca bize hiç inanmadılar, hatta battı, batıyor dedi­ler. Ama biz durmadan çalıştık… Başka ülkelerde 10 yıl vergi yok. Türkiye’de ise yatırım yapmadan önce vergi alınmaya başlanıyor. ABD, Rusya ve İran’da devlet düzeyinde destek gördük. Meselâ İtalyanlar, 300 İtalyan çalıştırılması koşuluyla 50 milyon dolarlık fabrikayı bedava tahsis ediyorlar; Ar-Ge için de beş milyon dolar­lık, 10 yıl ödemeli, çok cüz’î bir faizle kredi veriyorlar. İnsan gibi yaşamak için, insan gibi çalışmak gerek. Türkiye hep hortumlandı. Mevcut kaynaklar çalınır, çarçur edilirse hürriyet elden gider… Ger­çek yatırımcıya teşvik verilmeli. Çıkış yolu, yatırımdır, ihracat­tır…”

Ahmet Nazif Zorlu’nun başarısındaki sırrın formülü gayet net: Gerekirse 20 saat çalışmak ve büyük düşünmek… Tekstilden elek­troniğe, oradan bankacılığa ve bunlarla ilgili yan sanayiye korkusuz­ca girerken ayağını yorganına göre uzatmak, en önemli ilkesi. Spor ve eğitim için milyon dolarlar ayırıyor, ancak asansörü tek başına kullanmıyor. Hatta içmeyeceği suyu bardağına döktürmüyor. Bunun adı cimrilik değil, israfa karşı olmak… Üniversite mezunlarının ha­yatı bilmemelerinden şikâyetçi. Onlara dürüst ve çalışkan olmayı tavsiye ediyor:

“Disiplinin olmadığı yerde başarı gelmez.”

Anlayacağınız, Türkiye’nin Ahmet Nazif Zorlu gibilere ihtiyacı var. Kolay kolay yetişmiyorlar…

“Babadağ’daki el dokuma tezgâhında 1953 yılında başlayan tekstil yolculuğumuz, bugün iplik ve ev tekstili ürünlerimizle beş kıt’aya ulaşmıştır. Hep ‘üretim’ dedik ve ülkemizle insanımızla bir­likte büyümeyi hedefledik. Dokuma tezgâhlarını, bacaları sürekli tüten fabrikalara dönüştürdük. “Önce ülkem, kurumum ve ailem…” derken, dürüstlükten ve sözümüzden taviz vermedik. Kaliteli ürün­lerimizle müşterilerimize güven verdik, onları taçlandırdık…” diyor Ahmet Nazif Zorlu.

The post BAŞARIYA YÜRÜYENLER — SÜLEYMAN DOĞAN appeared first on Kitap Özetleri I kitap Özeti.

Related Articles

Tülay Ferah Soğuk Yatak Kitabının Özeti

admin

Ferit Edgü O Romanı Özeti

admin

Artvin İle İlgili Atasözleri

admin