Roman özetleri

Babil Şifresi Kitap Özeti

BİR İHANET VE CİNAYET GİRDABI

TEHLİKELİ, HEYECAN VE GERİLİM DOLU, SOLUKSUZ BİR MACERA USTACA BİR KURGU, HEYECAN YÜKLÜ VE İNANILMAZ SÜREKLEYİCİ….
UWE SCHOMBURG BU MÜTHİŞ ROMANIYLA DİĞER GERİLİM YAZARLARINA ADETA ŞAPKA ÇIKARTTIRIYOR…

HAYATIN SIRRI ÇÖZÜLÜYOR…

SINIR TANIMAYAN BİLİM ADAMLARI BU SIRRA HAYAT VERMEK İÇİN ELLERİNİ KANA BULAMAYA HAZIR…

…VE BU SIRRI YOK ETMEK İÇİN VATİKAN VE PAPA HAREKETE GEÇİYOR

1916 yılında, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, Babil’de, dünyanın en büyük ve korkunç sırrını taşıyan tabletler çalınır. Bu tabletlerde, Kilisenin temelini sarsacak şaşırtıcı gerçekler ve insanlığın en büyük hayali yer almaktadır.

2005 yılında Forster, ölmeden önce, dedesinin çaldığı yazıtları güvenli bir yere taşımak ister ve bunun için eski polis Chris’i kiralar. Bu yazıtların peşinde birçok bilim adamı ve Papa vardır. Babil’de bulunan bu yazıtlar inancın temsilcisi ile bilimin temsilcilerini karşı karşıya getirecek ve onları büyük bir ihanet ve cinayet girdabı içine sokacaktır.

Peki bu SIR nedir?

Dünyanın en büyük gizemi üzerine, UWE SCHOMBURG’dan hafızalardan silinmeyecek son sayfasına kadar heyecan hiç bitmediği inanılmaz sürükleyici bir roman…

Papa 16. Benedikt 2006 Ekim’inin başında Castelgandolfo’daki yazlık evinde “Yaradılış ve Evrim” sorularını tartıştı.
Katolik Kilisesinin yeni öğretisine göre tann inancı ve evrim birbirlerine karşıt değil. Kilisenin içinde bu fikre halın sayılır derecede muhalif çıksa da…
Tartışmaya katılanlardan biri açıkça şöyle bir yorum yaptı: “Bana öyle geliyor ki filozoflar ve doğabilimciler arasında bir birlik için oldukça erken” ve Friedrich Schiller’den alıntı yaparak sürdürdü: “Düşmanlık aranızda olsun. Birlik için daha çok erken. Birbirinizi aramak için ayrıldığınızda, gerçek ilk o zaman anlaşıldı.”
Papayı bu konuya el atmaya ne İtti? Bir sebep var mıydı?

Bölüm 1
OSMANLI  İMPARATORLUĞU  VE MEZOPOTAMYA
1916
Babil… Nasıl bir tını? İnsanlık tarihinin binlerce yılı bu İki hecede yankılanıyor. Büyüklük, İktidar, zafer, yıkım, heybetli surlar, savaşçı hükümdarlar, Hammurabi kanunları ve Babit Kulesi.
Bunlardan geriye kalan sadece harabelerdi.
Geçmişin İhtişamı yerle bir olmuştu. Küller küllere tozlar tozlara…
Kari Steiner ve Albert Krüger şehrin eskiden kuzey sınırını oluşturan ve Babel adını taşıyan dörtgen harabenin üzerine çömelmişti.
Harabenin adı bile Babil’in güç ve ihtişamını hatırlatmaya yetiyordu. Babel oldukça yüksek sarp yamaçlarıyla kule gibi düzlükten yükseliyor ve J50 metreden fazla uzayıp gidiyordu. Balçık yüzeyi yarıktı ve tüm Babil gibi kuyu ve tünellerle doluydu.
Roma döneminden beri hırsızlar pişmiş kil tuğlaları çalmak için toprakta çukurlar açmıştı. Bunlar evler, ambarlar ve barajlar için yeniden kullanılmıştı. Pişmemiş tuğlalar ise sıcak, güneş ve sulara yem olmuştu. Yıkım. Enkaz.
Steiner kendi terinin kokusunu alıyordu. Gün batınıma az bir zaman kalmıştı ama rüzgar fırın gibi sıcak hava üflüyor ve Fırat’ın suyu ancak bir dere kadar akıyor, ufacık da olsa serinletmiyordu.

Pantolon ve uzun kollu üstten oluşan kıyafeti çöle elverişliydi. Ama bunaltıcı derecede sıcak bir havada Bağdat’tan hareket ederek çölü geçmişlerdi. Bağdat’ta hizmet veren Osmanlı 6. Ordusu’nun az sayıdaki yola elverişli kamyonundan birini almışlardı. 3 tonluk Opel harabenin arkasında şüphe çekmeyecek kadar kazı yerinden uzaklıkta bir yere park edilmişti.
Kari Steiner, eski ihtişamın kokusunu hissettiren çöl rüzgarının etkisiyle son bir kez daha sarayları ve surları yeniden hayata döndürebilmeyi hayal etti. Bu hayale karşı koyamıyordu.
İkisi de çömelmiş pozisyonda kalıntının çatlaklarım karıştırıyordu. Uzaktan görülmeleri zor ve gelen birisi olursa derhal fark edebilecekleri bir pozisyondaydılar. Tarihi krallığın kalıntılarını kendi başlarına inceleyebilirlerdi.
Fırat’ın kıyısındaki palmiyelerin yeşil bir kemer gibi böldüğü çöl sanki uzaklara kadar sürmüyormuş gibiydi. Nehir harabenin bir kilometre kadar batısında kalıyor, şehre kuzeybatıdan yaklaşıyor, hafif bir kıvrımla şehrin batısına sapıyor ve güneydeki harabeler boyunca akıyordu.
Palmiyeler Alman Kazı Müdürü Robert Koldetvey’in kuzev tarafına Keşif Evini kurduğu Kiros köyünün görüş açısını kısıt
Bulundukları yerin iki kilometre güneyinde Babil’in ikinci önemli harabesi olan köşk vardı: Kasr. Kasr Babel kadar yüksek değildi, ancak onun dört misli büyüklüğünde ve Kraliyet saraylarının topraktan çıkarıldığı yerle neredeyse aynı yerdeydi. Orada bir zamanların görkemli krallığının harap olmuş merkezi bulunuyordu. Orada İrsit Babil bulunuyordu; Babil Meydanı ya da Babilani, Tanrıların Kapısı, Babil’in en ünlü ve en büyük tapınağı olan Tanrı Marduk Tapınağı’nın girişi.Kasr harabesinin yaklaşık bir kilometre güneyinde adını üzerindeki türbeden alan 25 metre yüksekliğindeki “Amran” harabesi bulunuyordu: Anıran İbn Ali, Ali’nin oğlu, B11 harabe eski Babil şehrinin en yüksek yeriydi ve Etemenankİ’11 ve Babil Kulesinin kalıntılarının bulunduğu “Satın” ovasında bulunuyordu.Robert Koldevvey, tuhaf Alman kazı müdürü önceki çalışmalarından biri sırasında Steiner’e “Zaman böyle değişiyor.” diyerek açıklamıştı. “Sahan tencere gibidir ve ovadan çok toprağın karakterini resmeder. Babil’in en parlak döneminde burası Tapınaklar Bölgesi idi. Yuvarlak surların^’ içinde Babil Kulesi ve Marduk Tapınağı vardı, Va bugün? Marduk Tapınağı bugün Anıran harabesinin yıkıntıları altında gömülü. Kulenin yerindeyse iki temel çukuru kadar yeraltı suyu ve iki köyü ayıran bir yol var.”
“İşte böyle,” dîye düşündü Steiner. Her şey fani. Ortadoğu’nun en ünlü şehri, tamamen harap olmuştu. Neredece başka hiçbir yerin harap olmayacağı kadar. Ayakkabılarının altındaki kum taneleri her hareketinde uçuşuyordu. Kafasını kaldırdı ve doğuya doğru çöle bakan Albert Kruger’i gördü. O tarafta, 50 kilometreden az mesafede, Kraliyetin doğduğu yer olan ve Babil Hükümdarı diye de bilinen kraliyet kenti KİŞ vardı.
Bir defasında Steiner çöl sıcağının ateşi altında vahşi savaşçı topluluklarını, mücevher ve altınlarla dolu gösterişli sarayları ve kraliyetin binlerce yıllık kölelik düzeni altında ölen isimsizlerin gri suratlarını gördüğüne inanmıştı. Bu sanki bir Kata Morganıa’ydı.1’1 Gözlerini kısa bir süreliğine kapadı, kafasını çevirdi ve görüntü bir anda yok oldu, tıpkı geldiği gibi.
Batıda, Yağmacı Bedevi çetelerinin bir anda ortaya çıkarak kazı şehirlerini soyduğu yönde, yakıcı güneş ışıklan kumların üzerinde yansıyor, vuran ilk gölgeler ise harabe kabartmalarını plastiğe benzetiyordu.

Zaman gelmişti. Kari Steiner Krüger’in dizine dokundu. Ayağa kalktılar ve ağır adımlarla harabeden ayrıldılar. Onlan gizleyecek olan palmiyelerin koruması altında Kasr’a devam edeceklerinden ovada palmiyelerin oluşturduğu kemere kadar aceleyle
“Gelecekler mi?” diye mırıldandı Albert Krüger. Krüger’in boyu Kari Steiner’in omuzlarına geliyordu. Zayıf ve çelimsiz görüntüsü, parlak ve çakır gözleriyle güvenilmez bir imajı vardı.
“Göreceğiz.”
Ansızın tarihi ağaçlık alandaki sessizlik bir gürültü ile bölündü.
“Hişt,” dedi Steiner. Bir dalganın harekete geçirdiği Babil’in kendisi kadar eski bir su aktarma pompasıydı bu. Suyu deriden bir boruya kaldırarak yüzeyden daha yüksekte bulunan tarlalara giden sulama kanallarına aktarıyordu. Sulama olmadan şüphesiz burada bir tek meyve bile yetişmezdi. Su borusunun sonundaki halat palmiye gövdesinden yapılmış iki silindire bağlı olarak hareket ediyor ve az Önce onları tedirgin eden sesi çıkarıyordu.
“Dikkat etmeliyiz. Bu saatten sonra işin içine edemeyiz,” dedi Kriiger ve eskisinden de dikkatli biçimde ağaçlığın içine doğru hareket etti.
Krüger yıllardan beri İran sınırında Zagros Dağlan’ndan tarihi Elam’a mekik dokuyordu. Majesteleri Kayzer II. Wilhelm’in ajanı olarak görevi İngilizlerin bölgedeki baskısını geriletmekti. İngilizler bölgedeki bazı şeyhlerle, resmen Osmanlı Devletine ait olan topraklar üzerine sömürge taahhüdünü imzalıyordu.
İngilizler kısa süre önce ilk yenilgilerini almıştı. Osmanlı Devleti’nin 1915 yılında İttifak Devletleri tarafında savaşa katılmasının ardından İngilizler Basra’ya bir hücum ordusu çıkarmış ve Bağdat’ı ele geçirmeye çalışmıştı. Ancak Kut’ül-Amara 29 Nisan 1916 tarihinde aylar süren kuşatmanın ardından teslim olmuş, General Townsend çoğunluğu Hintli 13 bin askeriyle esir
düşmüştü.
Kari Steiner bu sırada İstanbul’daki Alman Büyükelçiliği’nin muzaffer Osmanlı birlikleriyle bağlantısını sağlayan İletişim Subayı olarak Bağdat’ta görevliydi. Bu birlikler kısa süre Öncesine kadar Prusyalı General Mareşal Colmar Freiherr1 von der Goltz tarafından yönetiliyordu. Bu 1909′da neredeyse şansölyeliğe yükselecek olan Baron 1915′den beri Osmanlı’nın hizmetine girmiş ve Mezopotamya ve İran üzerindeki Osmanlı birliklerini kumanda etmişti. Aynı zamanda çeyrek yüzyıl öncesinde gerçekleşen Osmanlı ordusundaki reformlarda başrolü oynamış kişi olan Goltz, Osmanlı Devleti’ndeki gelmiş geçmiş en saygın yabancılardan birisiydi.
Ancak Osmanlı’da anıldığı adıyla Goltz Paşa ölmüştü. Askeri hastanedeki bir yaralı ziyaretinde kapbğı tifüs (lekelihumma) hastalığı nedeniyle büyük zaferden on gün önce Bağdat’ta ölmüştü.
Steiner Goltz Paşa’yla beş yıl önce Bağdat’ta görüşmüştü. O tarihten beri İngilizlerin şüpheli faaliyetleriyle ilgilenmişti. Doğu Hindistan Şirketi tüm ülkede kol geziyor, bunun dışında asıl işleri casusluk olan bir sürü arkeolog Arap ve İran topraklarında dolaşıyordu.
“Kazı çalışmalarımıza da sahip çıkın,” emri vermişti Büyükelçilik. “En azından burada bulunanların Berlin’e ait olduğu kesin,” demişlerdi.
Yaklaşık 75 yıldır hazine avcıları toprağı didik didik araştırıyor ve bulunan tarihi eserleri kaçırarak dünyanın büyük müzelerine götürüyordu. Arkeoloji neredeyse bir bilim değil maceraperestlerin vahşi biçimde kazma ve yağmalama etkinliği halini almıştı. Bu maceraperestlerin aradıkları ya hazine zenginliği ya da memleketlerinde iyi bir şöhretti.

Bununla birlikte arkeolojik bulguların çoğu Brilish Museum ya da Louvre’da bulunuyordu. Alman İmparatorluğu müzeleriyle geride kalmak istemiyordu. Bu yüzden özellikle Asur ve Babii’dekj kazıları destekliyordu. Ancak orta vadede savaş, bulunan hazinelerin transferini engelliyordu. Robert Koldewey ve ekibi 17 yıldır Babil’i kazıyordu. Ara vermeksizin. Ne yaz ne de kış. Ve bulunanlar hazine deposunda saklanıyordu.
Steiner İngilizlerin Kut’ül-Amara’daki yenilgisine rağmen valizleri toplama zamanının geldiğini düşünüyordu. Mezopotamya Osmanlı’nın en ihmal edilmiş bölgelerinden biriydi ve işlerin sarpa sarması sadece an meselesiydi. Mısır fiilen İngiliz eyaletiydi ve T. E. Lawrence Arap prenslerini başarıyla kendi tarafına çekiyordu. Osmanlı politikası sürprizlere gebe, Bağdat ise sürekli ve etkin olarak savunulmak için İstanbul’a çok uzaktı.
Albert Kriiger ile birlikte hayatta kalmalarını sağlayacak bir plan yapmışlardı. Onlara sıkılacak kursunlar tüfeğin namlusundan çıkmadan önce çömelebilmeyi umuyorlardı.
Kasr’ın kuzeydoğu tarafından geçerek İştar Kapısı’na giden yola girmişlerdi.
Eskî ihtişamdan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Ne Yunanistan’daki gibi fevkalade sütunlar, ne Mısır veya İran’daki gibi tapınak kalıntıları…
Sadece kil tuğlalar. Pişmiş, pişmemiş. Samanla karıştırılmış ve gelişigüzel ziftle kaplanmış.
Bazı noktalarda asfaltla kaplı tuğla tabakaları da görmek mümkündü. Bunlar yontma taş yapılarda astar olarak kullanılmıştı. Her taş yapının üzerinde kurucu 2. Nebukadnezar adına bir işaret vardı. Babil bir çöküş sürecinin ardından onun yönetiminde tarihin en güçlü krallıklarından biri haline gelmişti
Taşların her birinin üzerinde, “Marduk. efendimiz, bize ebedi hayatı bağışla,” yazılıydı.Steiner Krüger’i arkadan hafifçe dürttü. Yüksekteki pozayonundan aşağı inerek açıktaki düzlüğün ortasına kadar geldi. Krüger ise harabenin eteklerinde bekliyordu.
Kazı yerlerinin üzerindeki alacakaranlık hızla karanyordu. Birkaç dakika sonra her yer zifiri karanlık olacaktı.
Birden harabelerin gölgesinden iki kişi ortaya çıktı ve Steiner’e doğru geldiler. Üzerlerinde siyah iş elbiseleri vardı. Birisi pantolon ve uzun bir Önlük giyerken, diğerinin üzerindeyse kaftan vardı. İkisi de saçlarını sıradan yuvarlak şapkalarla örmüştü.
“Masâ’alchair” diye mırıldandı Steiner, Araplardan biri önünde durduğu sırada. “Seni gördüğüme sevindim Abdullah.”
“Masa’ annûr” diye yanıtladı Abdullah ve bakışlarını yavaşça yaklaşan Krüger’e çevirdi.
İki Arap da silah taşıyorlardı. Bunlar Türk ordusunun kullandığı 9 buçuk mm kalibreli boru tip şarjörlü Alman Mauser firmasının üretimi M87 marka silahlardı.
Steiner bu detayı fark etti. Çünkü Araplarda bu kadar modem silahlar pek rastlanır değildi. Burada alışıldık olan eski tip ağızdan doldurmalı tüfeklerdi. Diğer taraftan bunun kendisi için bir önemi kalmamıştı,
Steiner “Bedevi avından mı?” diye sordu Abdullah’a. Böylece daha hal hatır sormaları gereken selamlaşma seremonisini atlamış oldu.
“Kimseye güven olmaz.”
“Yoksa benden korkuyor musun?”
“Abdullah kimseden korkmaz, bunu sen de çok iyi bilirsin.”
“Diğerlerinden ne haber?”
“Ya köyde oluyorlar ya da güneydeki sizin Babil Kulesi dediğiniz tapınak temellerinde. Ama yeraltı suyu sürekli önlerini…

Bir önceki yazımız olan Sil Baştan Kitap Özeti başlıklı makalemizde Ken Grimwood kitapları, Ken Grimwood romanları ve Ken Grimwood Sil Baştan kısa özeti hakkında bilgiler verilmektedir.

Read more http://www.kitapozeti.org/babil-sifresi-kitap-ozeti-4.html

Related Articles

Tutunamayanlar – Oğuz Atay

admin

Müzik Terimi Olarak Koral Nedir

admin

Nasreddin Hoca ve Ziyafetler

admin