“Zekice. Komik ve kesinlikle özel.” Ellen Hopkins
“Gerçekten dudak uçuklatan, harika bir kitap. Bayıldım!” Terry Trueman
Ölü birinden nefret edebilir misiniz?
Onu bir zamanlar sevdiyseniz bile?
En iyi arkadaşınız bile olsa?
Sırf öldüğü için ondan nefret etmek doğru mu?
Vera bütün hayatını en iyi arkadaşına gizlice âşık bir şekilde geçirmiştir. Ve yıllar boyunca onun pek çok sırrını saklamıştır. Ona ihanet edip her şeyi berbat etse de.
Charlie öldüğünde herkesten, okuldaki gençlerden, Charlie’nin ailesinden ve hatta polisten bile daha fazla şey biliyordur Vera. Ama onun adını temize çıkarmak için eteğindekileri dökecek midir?
Yapılacaklar Listesi
Vera:
Charlie’nin adını temize çıkar, ölümünün üstesinden gel & babana annenle ilgili konularda yardım et.
Charlie:
Bir ölü olarak, bildiklerini anlatana kadar Vera’yla uğraş, sonra huzur içinde yat!
Ken Dietz:
Lise çağını kazasız belasız atlatması için Vera’ya yardımcı ol & hayatına devam et.
Pagoda:
Bir yüz yıl daha olduğun yerde durup insanların salaklıklarına tanık ol.
Heyecanlı ve sürükleyici, Güle Güle kesinlikle unutulmaz bir roman. Dâhice, komik, dramatik ve her anı sürprizlerle dolu. *** Önsöz
Ölmeden önce, sırlarımı Meşe Efendi’ye gizledim.
Bu kitap, onları nihayetinde bulan en yakın arkadaşım Vera Dietz hakkındadır.
– Charlie Kahn
(Vera’nın Big Mac’indeki turşu)
Arkadaşınızın öldüğünü söylemek bir şeydir.
Arkadaşınızın sizi sattıktan beş ay sonra öldüğünü söylemek ise bambaşka bir şey.
– Vera Dietz
(Lise son sınıf öğrencisi ve pizza dağıtım teknisyeni)
BİRİNCİ KISIM
CENAZE TÖRENİ
Papaz, Charlie’nin özgür bir ruh olduğundan bahsediyor. Aslında hem öyleydi hem de değildi. Özgürdü, çünkü kendi içinde çıkmazlara düşmüştü. Hayatın tadını çıkarırdı, çünkü aslında içten içe ölmekteydi. İç çatışmalar Charlie’de bir başka duruyordu.
Papaz, Charlie’nin hayat dolu ve etkileyici kişiliğinden bahsediyor. Charlie’yi beyaz tabutun içinde hayal etmeye çalışıyorum. Bir elinde McDonald’s peçetesi, diğerinde keçeli kalemiyle, “Şu adama söyle, benim hayat dolu kıçımı yesin o. Beni tanımıyor bile,” yazıyor. Sonra notu buruşturup çiğneyerek yuttuğunu ve Zippo çakmağını yaktığını hayal ediyorum. Tabutun tahtaları arasından yükselen duman birden, ağlamaklı topluluğun bütün dikkatini dağıtıyor.
Ölü birinden nefret edebilir misiniz? Onu bir zamanlar sevdiyseniz bile? En iyi arkadaşınız bile olsa? Ondan nefret etmek doğru mu, sırf öldüğü için?
Babam onun gömülmesini görmemi istemiyor, ama onu benimle mezarlığa yürümeye ikna ediyorum. On iki yaşımdan beri ilk kez elimi tutuyor. Papaz topraktan gelip toprağa gittiğimizden bahsederken sanki ayaklarımın altındaki çimen bileklerimden kavrayıp beni aşağı çekiyormuş gibime geliyor.
Charlie’yi tabutunun içinde hayal ediyorum. Büyük Avcı’nın başından beri her şeyin böyle gelişmesini planladığından emin, kafasını sallıyor. Kafamda, vinç onu çukura indirirken güldüğünü canlandırıyorum. “Hey Veer, ne de olsa insan her gün burnu siğilli biri tarafından çukura indirilmiyor, haksız mıyım?” dediğini duyabiliyorum. Vinci kullanan çocuğa bakıyorum. Ardından bileklerimi kavrayan çimenlere. Tabutun üzerine toprak atıldıkça içi boşmuş gibi bir ses çıkıyor ve yüzümü babama gömüp sessizce ağlıyorum. Charlie’nin öldüğüne hâlâ inanamıyorum.
Törende dört grup insan var. Öncelikle Charlie’nin ailesi. Bay ve Bayan Kahn ile onların anneleriyle babaları, yani Charlie’nin büyükanneleri ve büyükbabaları. Charlie’nin teyze, hala, amca ve dayılarıyla yedi kuzeni. Eski aile dostları ve yakın oldukları komşular; dolayısıyla babamla ben de burada yer alıyoruz. Babam, annem yokken sosyal etkinlikler konusunda hâlâ biraz beceriksiz olduğundan kilise ile ziyafet salonu arasında tam kırk yedi kez iyi olup olmadığımı soruyor. Aslında o benden de beter, özellikle de Kahn ailesiyle konuşurken. Hemen bitişiklerindeki evde oturduğumuzdan sırlarını bildiğimizi biliyorlar.
Bildiklerini bildiğimizi de biliyorlar.
“Çok üzüldüm,” diyor babam.
“Sağ ol, Ken,” diye yanıtlıyor Bayan Kahn. Dışarısı çok sıcak, eylülün ilk günü, ama uzun kollu giyinmiş.
İkisi de bana bakıyor. Bir şey söyleyebilmek için ağzımı açıyorum, ama hiçbir ses çıkmıyor. Hislerim o kadar karışık ki kendimi Bayan Kahn’ın kollarına atıp birkaç saniye hıçkırıyorum. Sonra hemen kendime hâkim olup ıslak yanaklarımı elimin tersiyle siliyorum. Babam bana ceketinin cebinden bir mendil uzatıyor.
“Affedersiniz,” diyorum.
“Önemli değil, Vera. Sen onun en yakın arkadaşıydın. Senin için çok zor olmalı.”
Ne kadar zor olduğu konusunda en ufak bir fikri yok. Nisan ayında Charlie beni satıp sürekli Jenny Flick ve Serseri Tayfası ezikleriyle takılmaya başladığından beri en yakın arkadaş değiliz. Size şunu söyleyeyim, ölen en yakın arkadaşınızın rezilin teki olduğunu düşünüyorsanız sizi sattıktan sonra öldüğünü hayal etmeye çalışın. İşte asıl rezillik bu.
Ailenin durduğu yerin yanında çevreden insanlar var. Komşular, öğretmenler, onunla birkaç kez ders çalışmış çocuklar. Beşinci sınıfta onunla Küçükler Ligi’nde beyzbol oynamış birkaç arkadaşı. Charlie’nin içten içe hep hoşlandığı, çocukken bize bakıcılık eden kadın da yeni kocasıyla orada.
Onların ilerisinde resmi kişiler duruyor. Hepsi siyah takım giymiş. Papaz okul müdürüyle, Charlie’nin aile hekimiyle ve daha önce hiç görmediğim iki adamla konuşuyor. İlk törenin ardından papaz yardımcılarından biri Bayan Kahn’a bir ihtiyacı olup olmadığını soruyor. Bay Kahn gelip onun yerine uygun bir dille cevap veriyor ve papaz yardımcısı herkese büfenin açıldığını duyuruyor. Oldukça ağır bir şekilde, insanlar yemek almaya başlıyorlar.
“Bir şey ister misin?” diye soruyor babam.
Başımı sallıyorum.
“Emin misin?”
Başımla onaylıyorum. O da bir tabak alarak onu salatayla ve süzme peynirle dolduruyor.
Odanın diğer ucunda Serseri Tayfası var: Charlie’nin yeni en yakın arkadaşları. Kapıya yakın durup, ara sıra gruplar halinde sigara içmek için dışarı çıkıyorlar. Şu kum saati şeklindeki duman çıkarmayan kül tablalarından olmasına rağmen veranda izmaritten geçilmiyor. Ziyafet salonunun müdürü onlara çekilmelerini söyleyene kadar bir süreliğine kapıyı işgal ettiler. Şimdi de Jenny Flick’in çevresine toplanmışlar, sanki Charlie’nin ölümünün sebebi değil de zavallı duluymuş gibi.
Bir saat sonra babamla eve doğru gidiyoruz ve babam bana, “Pazar akşamı olup bitenlere dair bildiğin bir şey var mı?” diye soruyor.
“Hayır.” Oysaki yalan. Evet, var.
“Çünkü eğer varsa, söylemelisin.”
“Evet. Olsa söylerdim, ama yok.” Yalan. Var. Yine de söyleyemem. Söylemedim, söylemeyeceğim de. Henüz bunu yapamam.
Eve vardığımızda duşa giriyorum, çünkü aklıma yapacak başka bir şey gelmiyor. Saat daha yedi buçuk olmasına rağmen pijamalarımı giyip gazete okuyan babamla çalışma odasında oturuyorum. Ama olduğum yerde duramayıp mutfağa gidiyorum ve cam kapıyı sürerek açıp arkamdan kapatıyorum. Bahçedeki alaycı kuşlar gün batarken hep böyle miyavlar gibi ciyak ciyak ötüşüyorlar. Koruluğa, Charlie’nin evinin olduğu yere doğru bakıyorum. Sonra tekrar içeri giriyorum. “Yarın okula gitmek istiyor musun?” diye soruyor babam.
“Hayır,” diye yanıtlıyorum. “Yine de yapacak daha iyi bir şey yok sanırım, anlıyorsun ya.”
“Sanırım haklısın,” diyor. Oysa geçen pazartesi günü Jenny ve tüm Serseri Tayfası siyahlar içinde arabanın çevresinde toplanıp sigara içerken park alanında o yoktu. Jenny feryat figan ağlarken de orada değildi. Kız öyle yüksek sesle feryat ediyordu ki ona olan nefretim katlandı. Charlie’nin kendi annesi bile o kadar inleyip ağlamazdı.
“Evet. Daha ilk hafta. Zaten hep tekrar yapıyorlar.”
“Ne diyeceğim, işte biraz daha vakit geçirsene. Aklını başka şeylere verirsin.”
Bence babam hakkında ilk olarak şunu bilmelisiniz: Rahatsızlığınız ne olursa olsun, tedavisinin çalışmak olduğunu söyler.