Önsöz
Şunca yafl yaşadım, “kendini bilmek”ten daha çetin bir meseleyle karşılaşmadım. Varın siz düşünün şimdi, şu yaşına kadar en çok “kendini bilmek”te zorlanmış biri bir de “kendini anlatma”ya kalkışırsa ne yapar, ne eder… Ama anlatmak da lazım. Evlatlarım başta olmak üzere, dostlarımın dilek, ısrar ve tavsiyelerine bakılırsa anlatmak da lazım. Anlatmak lazım ki, kimi ilham alsın, kimi ibret; anlatmak lazım ki, aslolan hayatın geçici konağı şu güzeller güzeli dünya bahçesine, bir yadigâr da benden kalsın.
Lütfi Filiz ismine âşina dostlar bilir ki, ben yazar değilim; Lütfi Filiz imzasıyla yayımlanmış kitaplar, sohbetlerimden gönül ehli birtakım dostların fedakârâne gayretleri neticesinde okura ulaşabildi. Bu kitapta okuyacağınız Lütfi Filiz’in hayat hikâyesi de, benim anlattıklarımı dostların kaleme alması sayesinde meydana geldi. Şu farkla ki, sohbetlerimi kitaba dönüştürmek gibi bir gayem yoktu ama hayat hikâyemi anlatırken, bu hikâyelerin bir kitaba varacağını bile bile anlattım. Hattâ, dileyen bir sırrımı paylaştığımı düşünsün, dileyen bir itirafta bulunduğumu… Bu anlattıklarımdan bir kitap çıkmasını açıkça ümit ettim; kendi hayatımın yazısını okuyabilmeyi, evlatlarım, dostlarım ve siz sayın okurlarımdan daha çok ben bekledim.
Söze başlarken “kendini bilmek”ten, “kendini bilme”nin çetinliğinden söz edip de sonda söyleyeceğimi başta söylemiş olmam boşuna değil: Peygamber Efendimizin “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadisini hatırlarsak meselenin çetinliği kendiliğinden anlaşılır; ama zannederim, böyle çetin bir meseleye hasredilmiş bir ömür sayesinde nail olunacak lütf u kerem de!
Cenab-ı Hakk, hepimizi, kendimizi “kendini” bilen kullarından eylesin!.. Bu kitap böylesi hayırlara vesile olursa bahtiyar olacağım.
Tüm canlara, dostlara, evlatlarıma ve siz sayın okurlarıma, bâkî, kalbî muhabbetlerimle… Aşk u niyazla!
Lütfi Filiz
1 Kasım 2005 / Bostancı – İstanbul
Hakiki Âlem’den
Rüya Âlemi’ne
Bendeniz, Mustafa Lütfi Filiz, Sultan Reşat’ın padişahlığı sırasında, Tire’nin, eski adıyla Cami-i Kebir, yeni adıyla Ulu Cami mahallesinde, 28 Şubat 1911 Salı günü dünyaya gelmişim. Babam, rahmetli Abdurrahman Efendi’nin arada bir, “Evladım, sen hayırlı bir günde, Peygamber Efendimizin doğduğu saatlerde dünyaya geldin… Ben senden çok şeyler ümit ediyorum” diye sırtımı sıvazlamasını hatırlayıp, doğum tarihimin, 1911 yılının Mevlid Kandili’ne rastlamış olduğunu anlıyorum ki, bu da, Rumi takvime göre, 12 Rebiyülevvel 1327 tarihine denk geliyor.
O yıllarda, Tire’de sağlık işleri Rumlardan sorulurdu, doktor ve eczacıların yanı sıra ebelerin çoğunluğu da Rumlardandı; adını ne yazık ki hatırlamıyorum ama benim ebem de bir Rum hanımmış. Herkesin dini kendine, Rum ebelerden bazıları, Müslüman hanımlara ebelik ederken, doğum esnasında kelime-i şahadet getirirlermiş; kim bilir ne vakitti, rahmetli annem bu olayı naklettiğinde, anneme, lafzen de olsa kelime-i şahadet getirmiş bir kimsenin Müslüman olacağını söyleyişim hâlâ hatırımdadır. Bu olayı yıllar sonra bugün hatırlayıp düşündüğümde ise, sadece lafzen kelime-i şahadet getirmekle Müslüman olunup olunamayacağı meselesi bir yana, Rum-Ermeni-Yahudi-Müslüman, bir arada ve kardeşçe yaşayan bu insanların birbirlerine karşı bu zarafet ve hassasiyetlerinin ne bulunmaz bir servet olduğunu daha iyi anlıyorum.
Annem Ayşe Hanım, Tire eşrâfından bir ailenin kızıydı. Babam Abdurrahman Efendi ise, anne tarafından Şerifzâdeler’dendi. Ben, dinine bağlı, itikadı sağlam, dürüst ve orta halli bu ana-babanın dördüncü oğluyum. Doğduğum sıra, üç ağabeyimden Sabri, Galiçya; Şükrü, Kafkas ve Hilmi Ağabeyim de Trablus cephelerinde savaşmaktaymış. Cephede olan bu üç ağabeyim, babamın ikinci hanımındandı ama üçüncü hanım olan annem, kendi evliliğinden olmayan bu ağabeylerime öyle iyi davranıyordu ki, annelerimizin ayrı olduğunu, ağabeylerimle birlikte ben de ancak çok yıllar sonra öğrenebildim.
Beş oğlanın yanında iki de kız, toplam yedi kardeştik: Oğlanların en büyüğü İbrahim Şükrü, 1889 doğumlu; daha sonra sırasıyla Mehmed Hilmi 1891, Ahmed Sabri 1897, ablam Hamide 1905, ben 1911, kız kardeşim Hatice 1915, en küçüğümüz Mahmud Esad 1916…
Ailemiz için “orta halli” dedim ya, o zamanın şartları düşünüldüğünde, aslında “varlıklı” bir aile sayılırdık. Babam Abdurrahman Efendi, ticaret ve zenaatın hemen hemen tamamıyla azınlıkların elinde olduğu bu dönemde, ender zenaatkârlardan biri olarak geçimini saatçilik mesleğiyle temin ediyordu; ana-babamla beraber dokuz nüfus olduğumuzu düşünürseniz, babam bugünün şartlarıyla epeyce bir para kazanıyormuş demek ki. Tabii, o zamanlar “zenaatkârın çekici bin kuruş” sözünün geçerli olduğu zamanlar.
İşte, gözümü hakikat âlemine kapayıp rüya âlemine açar, bir başka deyişle, bâkî âlemden fânî dünyaya gelirken, böyle bir ailede, Ege’nin Tire ilçesinde merhaba demişim dünya hayatıma. Çok da bahtiyarım gelip de merhaba demiş olduğum için. Bu kitabın sayfalarında ilerledikçe, inşaallah hep beraber göreceğiz ki, en dayanılmaz gibi gelen çilesi dahil, başıma gelen ve her biri de Cenâb-ı Hakk’ın ayrı ayrı lütuf ve keremi olan serencâmımın tek bir ânını bile, binlerce yıl sürecek şükürle ödeyemem.
Başlayalım merhaba deyişimden sonraki yolculuğuma, başlayalım ya, rahîmlerden bir rahîm olan yurttan… Benim için hem de pek müstesna bir toprak olan Tire’den başlayalım.
“Kutlu Oldu Beldemiz Şehr-i Tire”
Tire, İzmir’den 80 kilometre uzaklıkta, mümbit ve geniş bir ovanın güneyinde… Yaz sıcaklarında kuzey rüzgârlarıyla serinlemek için olsa gerek, sırtını Güme dağlarına vermiş, İzmir’e bağlı şirin bir Ege kasabasıdır. Şairin deyimiyle “Güme dağlarına yaslanmış” Tire’nin tarihi çok ama çok eski zamanlara kadar gider. Türkler tarafından fethedilmezden önce de çok önemli bir yerleşim bölgesi olan Tire’nin, antik Efes kentinin sayfiyesi olduğunu söylersek, kadim Tire hakkında sanırım önemli bir ipucu vermiş oluruz. Ama biz kadim Tire’yi bir yana bırakıp Tire’nin Türklerle ilişkisine bakalım:
Tire, Aydınoğulları Beyliği’nin 1308 yılında Mehmet Bey’le başlayan, oğlu Süleyman Bey tarafından kurulan ve 113 yıl süren egemenliği boyunca önemli bir kent olarak sivrilmiş ve gelişmesini sürdürmüş. Temeli Aydınoğulları döneminde atılan bilim, kültür ve ticaret merkezi olma kimliğini, Osmanlılar döneminde Aydın Sancağı’nın merkezi olarak korumuş. Şehrin cami, medrese, han, hamam, sıbyan mektebi, tekke ve zaviyelerinin çokluğu, Tire’nin ne önemli bir merkez olduğu ve tarihi zenginliği hakkında yeterli fikir veriyor zaten. Şehirde elliden fazla mahalle, pek çok mescit ve minareli cami var. Yeri gelmişken belirtelim: Tire’nin önemli bir özelliği, mahallelerin çoğunun, mahallede bulunan mescidin adıyla anılması. Bir başka özellik, Tire’deki birçok cami ve mescidin, Osmanlının buraya sürgüne gönderdiği üst düzey devlet memurları tarafından yapılmış ve uzun yıllar söz konusu şahısların vakıfları olarak hizmet vermiş olması.
Tire, sanat tarihimiz açısından da önemli bir kent. Tire’deki cami ve medrese gibi birçok mimari eserin, üslup açısından türünün ilk örneği olması, Tire’nin, sanat tarihimizin önemli kentleri arasında anılmasını sağlar. Kısaca, beylikler dönemi izlerinin hemen her taşa sindiği Tire, sadece tarih bakımından değil, sanat tarihi bakımından da oldukça önemli bir kentimizdir. Söylendiğine göre, Osmanlı tarihinin en enteresan mimari yarışması da Tire’de yapılmış: En güzel minare yarışması!.. Memleketin dört bir tarafından gelen ustalar, minareleri harç ve tuğla ile oya gibi işleyerek, sade ama zarif modellerle birbirinden güzel minareler armağan etmişler Tire’ye. Bunlardan çoğunun hâlâ ayakta kalmış olması, Tire için olduğu kadar ülkemiz için de büyük bir şans.
Tire’yi zenginleştiren tarihi yapılardan akla ilk geleni, aynı zamanda en önemlisi, İbn i Melek Türbesi. Aydınoğulları zamanında yaşamış ve Feriştahoğlu olarak da bilinen İbn i Melek (ö. 1418), Tire’de, kendi adıyla anılan medresede uzun yıllar hocalık yapmış, çok kıymetli eserler yazmış ve yazdıkları yüzyıllar boyunca medreselerde okutulmuş bir büyük âlim. Feriştahoğlu soyundan bu büyük zâta İbn i Melek denmesinin nedeni onun temiz ahlâkı, erdemliliği ve melek gibi temiz bir tabiata sahip olması; ama bir de hikâyesi var:
İbn i Melek’in validesi, babası Hicaz’a giderken İbn i Melek’e hamileymiş; baba, zevcesine, “Seni Allah’a emanet ediyorum” deyip gitmiş. Gelin görün ki, adamcağız hac farizasını eda edip de Tire’ye döndüğünde, karısının bir gün önce öldüğü ve defnedildiği haberiyle karşılaşmış. Mübarek adamın itikadı sağlam, “Ben onları Allah’a emanet etmiştim… Allah çocuğumu korur!” diyerek mezarı açtırmış. Mezar açılınca ne görsünler: Henüz doğmuş çocuk, toprak altında parmağını emiyor. Çocuğu meleklerin doğurttuğunu düşünen halk da “meleğin oğlu” anlamına, İbn i Melek demişler mezarda doğan bu çocuğa ve bu olaydan sonra da hep bu isimle anılmış. Herhalde mezarda doğmuş olmasından olacak, kapalı yerleri hiç sevmezmiş İbn i Melek, bu yüzden türbesinin üstü açık bırakılmış; çocuğunu mezarda da olsa doğuran mübarek anasından dolayı da, türbenin bulunduğu semte Hatuniye denmiş; gel zaman git zaman, Cumhuriyet’le birlikte İbn i Melek olarak değiştirilmiş, semt hâlâ bu isimle anılır.
İbn i Melek Türbesi’nin hemen yanında, Aydınoğulları Beyliği’nin kurucusu Mehmet Bey’in oğlu Süleyman Bey’in türbesi var. Bu iki türbenin önünde, içinde bir çeşmenin de yer aldığı, temiz, bakımlı, son derece güzel bir park yer alıyor. İbn i Melek Türbesi’nin bitişiğinde bir başka önemli tarihi yapı olarak Necip Paşa Kütüphanesi bulunuyor. XIX. yüzyılın önemli âlimlerinden olmasının yanı sıra Bağdat valiliğine kadar yükselmiş büyük bir devlet adamı da olan Mehmet Necip Paşa (ö. 1851), İbn i Melek Kütüphanesi’nin ihtiyacı karşılamadığını görerek, Baruthane nâzırlığı sırasında, kendi adını taşıyan bu kütüphaneyi yaptırmış ve sahip olduğu 671 adet elyazması eseri de bu kütüphaneye bağışlamış. Günümüzde hâlâ kütüphane olarak kullanılan bu bina, Cumhuriyet’in ilanından önce mektep olarak kullanılıyormuş. Şehre hâkim bir noktaya inşa edilmiş Yokluoğlu Medresesi ise restore edilmiş, duvarları temizlenmiş ve bahçesi düzenlenmiş haliyle hâlâ oldukça gösterişli.
Görüldüğü üzre Tire, sadece tarihimiz, sanat tarihimiz bakımından değil, bir ilim yuvası olması hasebiyle de önemli bir kentimiz. Ama Tire’yi ayrıcalıklı kılan özellikler bunlarla da sınırlı değil:
İstanbul’da, başka şehirlerimizde, aynı semtte hem cami, hem kilise, hem de havrayı bir arada görmüş olanlarımız vardır, hattâ bunlardan bazıları bitişik nizamdır ama Tire’nin Derekahve Mahallesi’nde bulunan üst katı cami, alt katı kilise olan mâbedin dünyada bir eşi daha yoktur; bu eşsiz mâbedin, Tire’yi olduğu kadar Tirelileri de en iyi anlatan örnek olduğunu düşünürüm.
Tirelileri en iyi anlatan bir başka örnek, yöre halkının ağaç ve çiçek sevgisi: Tireliler, başta kendi bahçeleri olmak üzere, parkları-bahçeleri adeta birer botanik bahçesine çevirmiş. Serinlik çöktüğünde, parklarda her yaştan insanı görünce, bu şehir halkının hayatında yeşilin ne müstesna bir yeri olduğu kendiliğinden anlaşılıyor. Tabii, Tire’nin bitki örtüsü de çok zengin; hemen hemen her ağaç yetişiyor, incir, zeytin, ceviz, üzüm… İklim o kadar elverişli, toprak o kadar verimli ki, ne diksen yetişiyor. Ağaca, çiçeğe, yeşile bu kadar düşkün insanların kahvehanelerinin nasıl olacağını düşünmek herhalde zor değildir artık: Her kahvenin değişmez dekoru, asma; önü, üstü, yanları, çardağa sarılmış asmalarla çevrili kahvehanelerin bir diğer özelliği, kaç bardak çay içerseniz için, kaç kişi olursanız olun, gelen her bardak çayın yanında bir bardak su olması. Tire’nin meşhur âdetlerinden biri de sabahları kuyu kebabı yemek… Daha çok, eskiden tabii, kuyu kebabı sabah beş sıralarında çıkar ve saat dokuzu bulmadan da bitermiş; bağa-bahçeye çalışmaya giden yöre halkı, güne besin değeri çok yüksek olan bu yemeği yiyerek başlar, öğleye kadar da acıkmadan çalışırmış. Artık eskisi kadar bağa-bahçeye giden yok tabii ama gelenek sürdürülüyor ve birkaç lokantada da olsa Tire’de kuyu kebabı bulmak hâlâ mümkün.
Tire’den anlatmaya devam edelim, devam edelim ya, dönemi daha iyi canlandırabilmek için, Tire’nin de içinde bulunduğu memleket ahvaline bakalım biraz:
Benim fenâ âlemine kadem bastığım devir, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş senelerine denk geldiği için çok büyük karmaşaların yaşandığı bir devir. Memlekette, 1908 İhtilali’nden başlayarak siyasi istikrarsızlık artmış, yeni yeni savaşlar kapıda… Ki üç ağabeyimin üçünün de ayrı ayrı cephelerde savaşıyor olması, bu meseleyi yeterince açıklıyor. Balkanlar, patlamaya hazır bomba gibiydi ve gün geçmiyordu ki yurdun herhangi bir köşesinden yeni bir ayaklanma haberi gelmesin. Sonra, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı, Yunan işgali ve Kurtuluş Savaşı… Kısaca, her biri bir öncekinden daha çetin yaşanan peş peşe üç savaş. Anadolu, savaşın dayanılması çok güç olan zorluklarına dünyada başka hiçbir milletin gösteremeyeceği bir sabır ve metanetle katlanıyordu, ki bu sabır ve metaneti destanlaştıran yörelerimizden biri de Tire’ydi tabii. Bir Ege kasabası olan Tire, özellikle Yunan işgali nedeniyle savaşın tüm zorluk, sıkıntı ve yokluğuna yakından şahit oldu.
Benim doğduğum devir, her kasaba, il veya ilçelerde, “tımar” sisteminin kalıntı veya uzantılarından olarak, gerektiğinde (ki bu gereklilik, daha çok savaş durumu demek), padişaha asker ve para vermek zorunda olan ağaların hüküm sürdüğü devir. Bu ağalar, padişahın kendilerine ihsanı olan mülkü, tam da Batı’nın Ortaçağındaki derebeyleri gibi yönetiyorlar. Öyle ki, bunlardan birinin, yaptırdığı soruşturma sonucunda suçlu olduğuna kanaat getirdiği birini, Tire’de astırdığı dahi söylenirdi.
Daha Balkan Savaşı’ndan başlayarak, ama bilhassa I. Dünya Savaşı esnasında, Anadolu’nun dört bir yanında yaşandığı gibi, Tire’de de yaşanan en can alıcı mesele yokluk, yoksulluktu. O senelerde, hemen hemen hiçbir şey bulunmadığı için aileler, okula gidecek çocuklarına pabuç bile alamazlardı. Zaten o devirlerde, okullara şimdiki gibi belirli bir kıyafet ya da üniformalarla gidilmez, her çocuk, ailesinin maddi durumuna göre, değişik renk ve şekilde elbise, şalvar, püsküllü veya püskülsüz fes, ayakkabı, takunya, “tulumbacı” adı verilen tabanlı veya tabansız çevirme pabuç… Yağmurlu havalarda da “duvak” adı verilen ve başa geçirilmiş bir çuvaldan başka bir şey olmayan giysilerle gidilirdi okula. Ayağında setre pantolonu, bağcıklı, güzel ayakkabısı, elinde mavi-beyaz (emaye-çinko) sefertası ve düzgün bir çantası olan birini gördüğümüzde, hemen üst seviyede bir memur çocuğu olduğunu anlardık. Bu tip talebenin kıyafetlerine herkes imrenirdi ama şurası çok önemli ki, o devrin çocukları, “zamâne” demeye gönlümün elvermediği “şimdiki zaman” diyeceğim günümüz çocukları gibi, “bana şunu al, bunu al” diyemezlerdi ana-babalarına. Hoş, diyebilseler bile, saydığım kılık kıyafet, yukarıda da söylediğim gibi, Tire’de bulunabilecek şeyler değildi. Yani savaş deyip geçmeyin, yokluk, her türlü yokluktu; parası olmayana zaten yok, ama savaş, parası olanı da yoksul yapıyordu. Yeni eşya-giysi bulmanın mümkün olmadığı o senelerde, kullanılmış eşya satan “dellâl” pazarları vardı Tire’de. Bu pazarlarda, kullanılmış, artık sahibine lazım olmayan türlü çeşit malın yanında, vefat etmiş kişilerin, satılmaya değer “terekesi” de satışa çıkarıldı.
Devir padişahlık devri ya, tahta yeni bir padişah geçtiğinde, ilkmektep çocukları, son derece fiyakalı üniformaları içindeki “zaptiyeler” eşliğinde yürüyüşe çıkartılır ve verilen birer lokum karşılığında “padişahım çok yaşa” diye bağırtılırdı. Gene o devirlerde, hazine savaşlar yüzünden neredeyse tamtakır olduğu için maaşlar zamanında ödenemez, o zamanki adı “iptidâî” olan ilkmektep hocalarının üç ay boyunca maaş alamadıkları olurdu. Hocalar buna rağmen derslere devam ederdi, fakat sıkıntı sadece maaş alamamakla sınırlı değildi; öyle bir yokluk-yoksulluk sıkıntısı vardı ki, mürekkep bile bulunmaz, analarımızın çamaşırda kullandığı “çivit” eritilerek mavi boyalı bir su elde edilir ve yazılarımızı, elimize geçen herhangi bir çiviyi kalem yerine kullanıp bu boyalı suya bana bana yazardık.
Yokluk ya da yoksulluk ile hastalık ikiz kardeş tabii. Çekilen yoksulluk yanında bir de boğuşmak zorunda kaldığımız hastalıkları anlatmayacağım gerçi, ama Tire’ye olduğu kadar Anadolu’nun o devirlerdeki hasta, doktor ya da sağlık meselelerine ışık tutması maksadıyla, o günlere bir de bu cepheden bakalım: Eski tıpta hastalıklar, demevî, safravî, balgamî ve sevdavî diye dört gruba ayrılırdı. Hekim hastanın yüzüne bakar, onu kızarık görürse demevî (kanla ilgili); sararıp solmuş, sarımtırak görürse safravî (safra kesesiyle ilgili); solgun görürse balgamî (ciğerler, özellikle de akciğerle ilgili); kararmış görürünce de sevdavî (aşk başta olmak üzere, psikolojik sorunlarla ilgili) bir hastalığa tutulmuş diye düşünüp bu hastalık çeşitlerine göre, “râtib, darif, yâbis ve harr” diye gruplandırılmış ilaçlardan verirdi. Hastalık demevî, yani ateşli ise, başta yoğurt ve salatalık tavsiyesi olmak üzere, serinletici, ateş düşürücü olan “râtib” grubu ilaçlardan verirdi; balgamî ise, acı ve baharatlı, yani ısıtacak olan “harr” grubu ilaçlardan. Tire’de sadece bir tane doktor vardı ve saydığım tüm bu ilaçları da kendisi imal eder; ücretinin yarısını peşin, yarısını hasta iyileşince alır ve tedavi tamamlanıncaya kadar hastayı kaç kere görmek mecburiyetinde kalırsa kalsın, başka bir para talebi olmazdı.
Tire’nin ilk hastanesini, Mısır Seraskeri Behram Kethuda’nın yaptırdığı bir cami olan Yeni Cami’nin imamı Ahmed Efendi açmış ve hastalarını imam odası olarak kendisine tahsis edilmiş olan bölüme yatırarak, imamlık yanında hekimlik de yaparak Tire’ye ilk hastaneyi kazandırmıştı. Tabii bu arada eski usulü devam ettirip “bir mecidiyeye” muska yazanlar da vardı. Günün birinde, fakirin biri bir hocaya gidip ağır hasta olan babası için bir muska yazdırmış ama eve dönüp de babasının öldüğünü görünce, koşa koşa hocaya dönmüş hemen, “Hocam, babam öldü… Sen şu muskanı al da ver benim parayı!” demiş.
Tire, yüzyılın başlarında önde gelen bir bağcılık merkezi idi; bağlarında, son derece kalite şaraplar için birinci sınıf üzüm yetiştiriliyor. Öyle ki, Fransızlar, Tire bağlarından devşirdikleri üzümleri İzmir’e trenle çekiyor; hattâ, Tire-İzmir demiryolu hattının sırf bu iş için yapıldığı bile söylenir. Fakat üzümler serildikleri topraktan tozu toprağı temizlenmeden sevk edilmeye başlanınca Fransızlar Tire’den üzüm alımını kesmişler. Akabinde, bağlara musallat olan “floksera” hastalığı hemen hemen tüm bağları kurutmuş. Babamın Çatal Mevkii civarında olan sekiz dönüm bağı da bu devirde sökülmüş.
Tire’de üzüm, susam ve kendirin yanı sıra Yunan kaçtıktan sonra tütün de ekilmeye başlandı. Pamuk daha sonra, 1934’lerde ekilmeye başlandı. Bir de, Güme Dağı’ndaki köylerden Cambazlı’da, boyu bir metreyi bulan salatalık yetişirdi o zaman ve şaşırtıcı biçimde, son derece körpe de olurdu bunlar. Ve son olarak da zeytin tabii… Güzel Ege’nin değişmez nimeti zeytin!
Zeytin ve zeytinyağı hakkında uzun uzun laf etmeye gerek yok, çok şükür ki halkımız geç de olsa keşfetti bu mucize nimetin kerametini; ama anlatmak istediğim şu olay, Tire’yi olduğu kadar söz konusu devirlerde memleketimizde yaşanan alışveriş ahlâkını da yansıttığı için çok önemli: O devirlerde, Tire’nin önemli tüccarından olan, eşraftan Yiğen Ağa, zeytinliğini satmak üzere müracaat edenlere, tarlaya tâlip olmadan önce zeytinliği kimin yetiştirdiğini sorarmış. Zeytinliği satmaya gelenden, “Babamdan kaldı.” cevabını alırsa, “Git başka tüccara sor, onların da fiyatını al, sonra gel, hepsinin verdiğinin bir fazlasını ben vereyim.” dermiş. Yok, satıcı “Ben yetiştirdim.” demişse eğer, Yiğen Ağa bu sefer “İnsanın kendi elleriyle yetiştirdiği bağı onun evladı gibidir, kaç paraya satarsa satsın, onu vermeye kıyamaz, verse bile gözü kalır. Kaç paraya ihtiyacın varsa söyle vereyim; parayı ne zaman bulursan getirir borcunu ödersin!” deyip adamcağızın ihtiyacı olan parayı verirmiş. O devirlerde söz senet olduğu için de kimsenin parası kimsede kalmazmış.
Zeytin, zeytinlik demişken Tire’nin ticaret hayatını da anlatayım: Dünyada ticareti en iyi bilen toplumun Yahudiler olduğu söylenir ya, Tire’de de farklı değildi durum. İstanbul’da, İzmir’de, hattâ memleketin tamamında olduğu gibi, Tire’nin ticareti de Yahudilerin, olmadı Rumların kontrolündeydi; Türkler gerçi soğuktu ticaret işine ama beceremiyorlardı da herhalde. Mesela, sarraflık tamamen Yahudilerin elindeydi. Diğer milletlerden sarraflara göre daha ucuz sattıkları için herkes Yahudi sarraflardan alışveriş ederdi ama bu alışverişin bir “püf noktası” vardı: Yahudiler, hemen hemen her dükkânda bulunabilecek harcıâlem malları herkesten ucuza verip müşteri çeker ama adamakıllı ustalık gerektiren ve sadece kendilerinde bulunan birtakım ziynet eşyasını fahiş fiyatla satar, aradaki fiyat farkını öylece kapatırlardı. Yahudilerin elinde olan bir başka ticaret, tuhafiyecilikti ama ne türlü ticaret olursa olsun, ticaret deyince Yahudileri de birlikte hatırlamak en doğrusu. O devirde, Tire’de bir ders niyetine herkesin dilinde olan şu hikâye, bu mevzudaki en güzel misal:
Bir Türk ile bir Yahudi, halden limon alıp pazarda satarlarmış; ama Yahudi pazarcı günde on sandıktan fazla limon sattığı halde, ne hikmetse bizim Türk pazarcı bir sandık limonu bile bitiremezmiş. Sonunda farketmiş ki, Yahudi, limonları aldığı fiyattan satıyor!.. Dayanamamış, gidip sormuş, “Yahu sen bu limonları aldığın fiyattan satıyorsun… Peki ya, ne kazanıyorsun, ticaret bunun neresinde?” Yahudi gayet sakin “Ben limondan değil, sattığım limonların sandığından kazanıyorum” demiş; “Sandığın tanesi on kuruş, günde on sandık satınca bir lira kazanmış oluyorum, o da bana yetiyor!”
Tire’de yaşayan Yahudiler, kendi isimleriyle anılan Yahudi Mahallesi’nde otururdu. Tire’nin batı tarafındaki bu mahalle, Alay Parkı diye bilinen ama kimilerinin “Kışla Meydanı” dediği meydanın hemen üstünden başlayan uzun bir sokaktı. Bu uzun sokakta, Yahudi delikanlılarıyla kızlar, akşam ile yatsı arasında piyasaya çıkar ve yatsı namazından sonra ortalıkta tek kişi bile kalmazdı. Yahudiler arasında, Türk gençlerine kaçan epeyce bir Yahudi kızı vardı. Kızların bizim gençlere gönül verdikleri kesin ama bunun bir nedeni de, öyle sanıyorum ki, Yahudi geleneğindeki, evlenecek kızların “drahoma” verme âdeti… Devir fakr u zaruret, fukaralık devri ya, evlenmek için lazım olan “drahoma”yı nerden bulsun Yahudi kızı; ama Türk’e kaçınca hiçbir şey vermek zorunda değil! Her neyse, bu kaçma ve evliliğin beklenen sonucu, Türklere kaçan Yahudi kızların din değiştirip Müslüman olmasıydı, ki içlerinden, işi “mevlîd” okumayı öğrenecek kadar ilerletenlerin çıktığı bile söylenirdi.
Yahudi mahallesini “uzun bir sokak” diye tarif ettik ya, bu sokak, bir veya iki katlı evlerin bitişik olarak sıralandığı, uzun ama dar bir sokaktı. Evlerin çoğu cumbalı hanay şeklindeydi. Gerek evler, gerekse sokak çok temiz ve bakımlıydı ama o sokaktan gözü kapalı geçilse bile, geçilen yerin Yahudi mahallesi olduğunu hissettiren kendine has bir kokusu vardı. Gözü açık geçildiğindeyse, evlerin hemen hemen tamamının çivit mavisine boyanmış olmasından anlaşılırdı Yahudi mahallesinden geçildiği. Bu evlerdeki kadınların çoğu da boyacılıktan para kazanırdı.
Havrası da vardı Yahudi mahallesinin; hattâ 1960’lara kadar ibadete de açıktı; ama Yahudi inancına göre, havrada ibadet edebilmek için en az on kişilik cemaat gerektiğinden, Tire’deki Yahudi nüfusun azalmasına bağlı olarak havrada ibadet yapılamaz oldu ve Yahudiler iyiden iyiye çekildikten sonra da bakımsızlıktan yıkıldı. Yahudi mezarlığı ise Tire’nin doğusunda Salhâne taraflarındaki geniş bir alandaydı; Yahudilerin, mezar taşlarına, sağlıklarında iştigâl ettikleri mesleğin alametini hakketmek (taşı oyarak mesleklerinin sembolü olan şekli işlemek) gibi bir gelenekleri vardı… Mesela, ölen Yahudi terzi ise, mezartaşında endaze yahut makas kabartması olurdu.
Rumların meslekleriyse daha ziyade manifaturacılık ve bezirgânlıktı; yani bir kısmı kumaşçı, bir kısmıysa aynadan tutun da kapkacağa varıncaya enva-i çeşit eşya satıcılığı.
Tire’nin yerlilerine, Türklere gelince, hemen hemen tamamı “çapacı”, yani çiftçiydi; bağ, bahçe, kısaca toprak işleriyle uğraşırlardı. Ama şimdi aklıma geliyor, o devirlerde “urgancılık” işi de meşhurdu Türkler arasında. Tabii, tarım dışında herhangi bir meslekle uğraşmış olmalarının sebebi gene tarım: O devirlerde, gürül gürül çağlayan Küçük Menderes havzasının hemen hemen tamamında kendir ekiliydi. Kendirler biçildikten sonra demet yapılır ve kuruması için bir zaman bekletilirdi. Daha sonra, ırmağın “liman” denen koylarında suya basılır, bir hafta kadar suda tuttuktan sonra, kendirin “mahlıç” adı verilen lifleri ayrılır, bu liflerin ekstralarından da, “rama” adı verilen ve son derece sağlam olan bir iplik yapılır, geri kalanlardan ise yine urgan çıkrıklarında “sicim” yapılır… Sicimlerin üçünün beşinin bir araya getirilmesiyle de “urgan” elde edilirdi. Tabii, devamı da var: Urganların bir araya getirilmesiyle “halat”, halatların bir araya getirilmesiyle de “palamar” imal edilirdi ki, bu palamar, gemi ve tekneler için İzmir Limanı’na gönderilirdi.
Urgan yapan urgancı, “Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine” derken, urganın, urgan çıkrığında geri geri gitmek biçiminde işlenmesini olduğu kadar, urgan satan tüccarın, urganı imal eden kendilerinden daha çok kazandığını, geçinebilecekleri kadar bir parayı ancak kazandıklarını anlatmak isterdi.