“Tuhaf, benzersiz ve gerçekten eğlenceli. Başka hiçbir kitaba benzemiyor.” Ann Patchett, Time
Time, Guardian, Amazon, Esquire, People ve Kirkus’un “YILIN EN İYİ KİTABI” seçkilerinde.
BAY VE BAYAN FANG yaptıkları şeye sanat diyorlardı.
ÇOCUKLARINA göre ise bu bir tür şeytanlıktı.
Şayet Caleb ve Camille Fang gibi hayatınızı performans sanatına adamışsanız, ve yapıtlarınız gerçekliği çarpıtmak üstüne kurulmuşsa, konu ebeveynliğe geldiğinde kimse sizden harikalar beklememeli. İnanmazsanız Buster ile Annie Fang’e sorun. Onlar kendilerini bildi bileli (istemeden) anne babalarının zirzop yapıtlarında rol aldılar. Ama sonra büyüdüler, önce anne babalarının yarattığı garip dünyanın ötesine adım attıkları yaşa, ardından o dünyada tutunamayıp, kurdukları yaşamların başlarına yıkıldığı yaşa geldiler. Biri sancılı bir yazar, diğeri Hollywood’da umut veren bir aktris olan iki kardeş, büyüdükleri eve dönmekten başka çare göremediler. Ancak anne babaları onlarla ilgilenemeyecek kadar meşguldü; “başyapıtımız” dedikleri son bir performansı hayata geçirmeye hazırlanıyorlardı. Çok geçmeden hırslar çarpıştı ve her bir Fang üyesi çok önemli bir kararın eşiğine geldi: Önemli olan aile miydi, yoksa sanat mı?
Kevin Wilson’ın pek çok yayın organı tarafından “yılın en iyileri” seçkisine dahil edilen ve yakında sinemaya uyarlanacak romanı FANG AİLESİ, sürekli çatışan ama birbirini sevmekten asla vazgeçmeyen tuhaf bir ailenin eşsiz hikayesi.
***
Ne fenadır aslında, bizi sevmekten
vazgeçmezler, biz de onları
O küstahlıkları inanılır gibi değildir,
bizi yaptılar diye. Nasıl yaptılarsa.
Ya hayatları: Elbette biz
daha iyisini yaparız.
-WILLIAM MEREDITH, “PARENTS” (EBEVEYN)
“Gerçek değildi; kurulmuş, abartılı bir sahneydi.”
-DOROTHY B. HUGHES, IN A LONELYPLACE (ISSIZ BİR YERDE)
giriş
suç ve ceza, 1985
sanatçılar: caleb ve camille fang
Bay ve Bayan Fang yaptıkları şeye sanat diyorlardı. Çocukları ise bunun bir tür şeytanlık olduğu görüşündeydi. “Ortalığı birbirine katıyor, sonra da çekip gidiyorsunuz” dedi Annie. Bayan Fang kızına dönüp, “O kadar basit değil, tatlım” dedi, bir yandan da tüm aile fertlerine yapacakları gösterinin adım adım detaylı çizimlerini dağıtıyordu. Bay Fang söze girdi; “Ama basit bir tarafı da var yaptığımız işin” dedi. Bayan Fang kocasına hak verdi; “Doğru doğru, öyle.” Annie ile küçük erkek kardeşi Buster ise sessiz kaldı. Ailecek onları tanıyan birilerine rastlamak istemediklerinden, arabayla iki saatlik mesafedeki Huntsville’e gidiyorlardı. Performanslarının kilit noktası tanınmamalarıydı; etrafta kargaşa çıkaracaklarını bilen olmayınca, gösterileri için gereken sahneyi rahatsız edilmeden kurabiliyorlardı.
Otobanda tam gaz giderlerken Bay Fang gözlerini dikiz aynasından altı yaşındaki oğluna dikti. “Oğlum,” dedi, “Bugünkü görevlerinin üzerinden geçmek ister misin? Böylece her şeyi anladığından emin olalım.” Buster, annesinin kurşunkalemle bir kâğıt parçası üzerine karaladığı çizimlere baktı: “Koca bir avuç şeker yiyeceğim ve yükses sesle kahkahalar atacağım.” Bay Fang tatmin olmuştu, başını sallayıp gülümsedi. “Aynen öyle” dedi. Bayan Fang Buster’ın rolüne dair bir öneride bulundu; Buster şekerlerin hepsini yemek yerine bir kısmını havaya savurabilirdi. Minibüsteki herkes böylesinin daha iyi olacağında hemfikirdi. “Annie,” diye söze devam etti Bay Fang, “senin sorumluluğun nedir?” Annie pencereden dışarıyı seyrediyor, yolda gördüğü ölü hayvanları sayıyordu —şimdiden beş olmuştu. “Ben içerideki adamım” dedi babasına. “Dükkândaki elemanı ben uyaracağım.” Bay Fang yine gülümsedi. “Peki sonra ne olacak?” diye sordu. Annie esnedi. “Sonra arkama bakmadan oradan fıyacağım.” Sonunda alışveriş merkezine vardıklarında bir sonraki adım için hazırdılar; bir anlığına o kadar korkunç bir acayiplik yaratacaklardı ki, insanlar rüya gördüklerini sanacaktı.
Kalabalık alışveriş merkezine girince Fangler ayrı yönlere dağıldılar. Birbirlerini tanımıyormuş gibi yapıyorlardı. Bay Fang yiyecek katına oturup kamerasının odağını kontrol etti. Söz konusu kamera, her taktığında Bay Fang’in göz çevresinde kızarıklıklar oluşturan kocaman bir gözlüğün ardında gizliydi. Bayan Fang’se, bir amacı varmışçasına alışveriş merkezini bir baştan bir başa yürüdü; insanlar hafiften deli olduğunu düşünsün diye ellerini kollarını anormal şekilde sallıyordu. Buster çeşmenin dibindeki havuzdan bozuk para toplamakla meşguldü; sırılsıklam olan cepleri iyice şişmişti. Annie kendine ıvır zıvır satan bir dükkândan geçici dövme almıştı; tuvalete gidip, ağzında gül tutan kurukafa desenini pazısının üzerine yapıştırdı. Sonra da tişörtünün kolunu dövmeyi kapatacak şekilde indirip tuvaletlerden birinin içinde beklemeye başladı. Çok geçmeden kolundaki saatin alarmı çaldı. Zamanı gelmişti; dört Fang de yavaş adımlarla şekerci dükkânına doğru yürümeye başladı. Bundan sonra yaşanacakların planlar doğrultusunda gelişmesi, dördünün de gerekeni eksiksiz yapmasına bağlıydı.
Beş dakika boyunca raflar arasında boş boş dolandıktan sonra Annie, kasanın ardında duran genç çocuğun kolunu dürttü. “Bir şey mi almak istiyorsun küçük kız?” diye sordu kasiyer çocuk. “Senin için bir yere mi uzanmamı istiyorsun? Söyle, hemen halledeyim.” Çocuk o kadar nazikti ki, Annie birazdan yapacakları için utandı. “Ben ispiyoncu değilim” dedi. Genç, Annie ’nin ne demek istediğini anlayamadı, biraz daha eğilip, “Ne dedin sen canım?” diye sordu. “İspiyonculuk yapmak istemiyorum, ama şuradaki kadın şeker çalıyor.” Annie’nin işaret ettiği kişi annesiydi. Bayan Fang, elinde kocaman bir kürek ve ağzına kadar dolu torbayla şekerlerin yanında duruyordu. “O kadın mı?” diye sordu genç kasiyer. Annie evet manasında başını salladı. Kasiyer, “Aferin, iyi bir şey yaptın bugün küçük kız” deyip, Annie ’ye bir tane düdüklü şeker uzattı, sonra da müdürünü bulmaya gitti. Annie hemen kâğıdını sıyırıp şekere yumuldu. Tezgâha dayanıp bekledi. Şeker sertti, yanağının içini kesiyordu. Bir tane daha alıp sonrası için cebine attı. Müdürle kasiyer arka odadan çıkınca, o da dükkândan ayrıldı. Arkasına bakmadı; bir sonraki sahnenin nasıl gelişeceğini biliyordu.
Beşinci torbasını dolduran Bayan Fang etrafını dikkatlice kolaçan ettikten sonra ağzını kapamadan torbayı ceketinin altına, diğerlerinin yanına sıkıştırdı. Küreği geri yerine takıp, ıslık çala çala dolanmaya devam etti; arada diğer tür şekerlere ilgi gösterirmiş gibi yapıyordu. Sonunda dükkânın kapısına yöneldi. Tam dışarı adımını atmıştı ki omzunda bir el hissetti ve ardından bir adamın ona şöyle dediğini duydu: “Bir saniye hanımefendi, sanırım ufak bir sorunumuz var.” Sonradan bunu yaptığına üzüldü Bayan Fang; ama yüzüne yayılan gülümseyişe engel olamamıştı.
Bay Fang uzaktan Bayan Fang’i izlemeye koyuldu. Müdür, kıyafetinin altındaki artık komik derecede bariz şişkinlikleri işaret ederken —çaldıklarını hiç saklayamamıştı; böylece olacaklar şahane bir şekilde daha da garipleşmişti— Bayan Fang, yüzünde tüm bu olanlara inanamaz bir ifade ile, hayır, hayır der gibi başını sağa sola sallıyordu. Sonra da bağırmaya başladı; “Ben şeker hastasıyım yahu, şeker falan yiyemem ki!” Bu noktada dükkândaki pek çok müşteri ne olup bittiğine bakmak için onlara dönmüştü. Bay Fang olay mahaline mümkün olduğunca yaklaşırken Bayan Fang çığlık çığlığa bağırmaya başladı; “Bu yaptığınız anayasaya aykırı! Babam valinin golf arkadaşı. Hemen…” İşte tam bu sırada, bedenini hafifçe çevirmesiyle birlikte, bütün şeker torbalan yere düştü.
Buster babasının yanından koşarak geçip olan biteni izlemeye koyuldu. Yüzlerce şeker dolu yağar gibi yere dökülmüştü. Buster annesinin ayaklarının dibine çöktü, “Bedava şeker!” diye bağırdı. Annesinden dökülmeye devam eden şekerlerden iki avuç kadarını ağzına tıktı. Buster’ın yanına hemen iki çocuk daha ilişip kendi paylarını kapmaya giriştiler. O sırada Buster’ın kahkahaları duyuldu. Sesi çatlıyor, sanki altı yaşında bir çocuk değil de, yaşlı bir adam gülüyordu. Bu arada yaklaşık yirmi kişilik bir kalabalık da etraflarını sarmıştı. Annesi ağlamaya başladı. “Hapishaneye geri dönemem” diye bağırdı. Buster, artık pisliğe dönen şeker yığının içinden kalkıp koşarak kaçtı. Şekerleri havaya fırlatmayı unuttuğunu fark etti; ailecek yeniden bir araya gelip gösterinin başarısını konuşurlarken bu meselenin üzerinde mutlaka durulacağını biliyordu.
Çocuklar yarım saat sonra çeşmenin önünde buluştular ve annelerinin bu saçma sapan davranışlarının sonuçlarından kendisini sıyırmasını beklediler. Anneleri tahminen alışveriş merkezinin özel güvenliği tarafından tutuluyordu; babaları da annelerini ufak bir uyarıyla bırakmaları için güvenliği ikna etmeye uğraşıyordu. Babaları kesinözgeçmişleriniçıkarmış, New York Times ve ArtForum‘dan kestiği kupürleri göstermişti. Halka açık performans gösterisi, koreografisel spontanlık, gerçek hayattan enstantaneler gibi laflar etmişti. Şekerin parası neyse ödemiş, ve büyük ihtimalle bu alışveriş merkezine girişi yasaklanmıştı. O akşam evlerine gidecek, yemeklerini yiyecek ve insanların o öğleden sonra alışveriş merkezinde olanlar hakkında neler konuştuklarını hayal edeceklerdi; ne garip, ne şahane bir sahneydi o…
“Ya gerçekten hapse girerlerse?” diye sordu Buster ablasına. Annie düşündü biraz, sonra da omuzlarını silkti. “Otostop yapıp eve döneriz, sonra da kaçıp gelmelerini bekleriz.” Buster da en mantıklısının bu olacağı görüşündeydi. “Ya da,” diyerek alternatif bir öneri getirdi, “burada, alışveriş merkezinde yaşarız. Babamla annem de bizi nerede bulacaklarını bilemezler.” Annie, olmaz gibisinden başını salladı. “Bize ihtiyaçları var” dedi. “Sen ve ben olmazsak bunların hiçbirini yapamazlar.”
Buster cebindeki bozuklukları boşaltıp iki eşit sıra halinde üst üste dizdi. O ve ablası sırayla bozuk paraları çeşmeye geri attılar. İkisi de dilek tuttu; içten içe dileklerinin gerçekleşebilecek kadar basit olduğunu umarak…
birinci bölüm
annie daha sete gelir gelmez biri ona üstünü çıkarması gerektiğini söyledi.
“Efendim?” dediAnnie.
“Evet, öyle,” dedi kadın, “bu sahneyi üzerinde bir şey olmadan çekeceğiz.”
“Sen kimsin?” diye sordu Annie.
“Janey’im ben” dedi kadın.
“Hayır, onu sormuyorum” dedi Annie. Yanlış sete girdim hissine kapılmıştı. “Bu filmdeki görevin nedir?”
Janey kaşlarını çattı. “Senaryo sorumlusuyum. Birkaç kez konuşmuştuk. Hatırlasana; geçen gün sana amcamın beni nasıl öpmeye çalıştığını anlatmıştım.”
Annie aralarında böyle bir konuşma geçtiğini hiç hatırlamıyordu. “Yani senaryodan sen mi sorumlusun şimdi?”
Janey başını sallayıp gülümsedi.
“Bendeki kopya bu sahnede çıplaklık olduğundan bahsetmiyor.” “Eh,” dedi Janey, “orası biraz muallak. Her yöne çekilebilir. Yoruma bakar.”
“Bu sahneyi prova ederken de kimse bir şey söylemedi” dedi Annie.
Janey omuzlarını silkti.
“Freeman da mı üstümü çıkarmam gerektiğini söylüyor?” diye sordu Annie.
“Tabii tabii” dedi Janey. “Bu sabah ilk iş yanıma geldi ve ‘Annie’ye söyle; bir sonraki çekimde üstsüz olması gerekecek’ dedi.”
“Nerede o şimdi?”
Janey etrafına bakındı. “Valla söylediğine göre ona çok özel bir sandviç hazırlayacak birini bulmaya gitti.”
Annie boş bulduğu bir tuvalete girip menajerini aradı. “Soyunmamı istiyorlar” dedi. “Hayatta olmaz” dedi Tommy. “Sen Hollywood’un en üst sınıf oyuncularından biri olmak üzeresin; çırılçıplak soyunamazsın.” Annie tamamen çıplak olmayacağını söyledi; sadece üstünü çıkaracaktı. Hattın diğer ucunda sessizlik oldu. “Ha, o kadar kötü değilmiş” dedi Tommy.
“Senaryoda yoktu bu ama.”
“Senaryoda olmayan pek çok şey filmlerde yer alıyor. Bir keresinde duymuştum; filmin birinde, herifin teki arka planda, siki dışarıda duruyormuş.”
“Evet de,” dedi Annie, “filmin zararına oluyor işte.”
“Bu örnek için öyle, haklısın.”
“O zaman yapmayacağımı söylüyorum.”
Menajeri yine durakladı. Annie Tommy’nin arka planda video oyunu oynadığını duyar gibi oldu.
“Bu iyi bir fikir olmayabilir. Bu rolle Oscar kazanabilirsin; ortalığı karıştırmak mı istiyorsun?”
“Sence bu Oscarlık bir rol mü?”
“Önümüzdeki sene diğer adayların ne kadar güçlü olduğuna bakar” diye yanıtladı Tommy. “Kadın rolleri açısından zayıf bir yıl olacağa benziyor; o yüzden evet, olabilir. Bana bakma sen gerçi. Son Tarih ile aday olacağın aklıma bile gelmemişti, ama bak neler oldu.”
“Peki” dedi Annie.
“İçimden geçen, üstünü çıkartmak; kim bilir, belki sadece filmin ‘yönetmen kurgusu’ versiyonunda yer alır” dedi menajeri.
“Benim içimden geçen o değil ama” diye yanıtladı Annie.
“Tamam haklısın, ama kimse zorluk çıkaran oyuncuyu sevmez.”
“Gitmem lazım” dedi Annie.
Tommy tam, “Hem senin vücudun harika” diyordu ki, Annie telefonu yüzüne kapattı.
Annie, Oscar’a aday gösterildiği Son Tarih‘teki yönetmeni Lucy Wayne’i aramaya çalıştı. Filmde dazlak kafalı serserilerle takılmaya başlayan ve bunun trajik sonuçlarıyla yüzleşen utangaç, uyuşturucu bağımlısı bir kütüphaneciyi canlandırmıştı. Konusunu anlatmanın zor olduğu filmlerdendi Son Tarih, ama kariyerini daha ilk adımda uçurmuştu. Annie Lucy’e güveniyordu; filmin çekimi boyunca becerikli ellerde olduğunu hissetmişti —ondan üstünü çıkarmasını isteyen Lucy olsaydı, neden diye sorgulamazdı.
Tabii ki Lucy telefonunu açmadı; Annie de Lucy’nin telefonuna bu konuda mesaj bırakmanın uygun kaçmayacağını düşündü. Onu sakinleştirmeyi başarabilecek tek güvenilir kişiye ulaşamıyordu; bu durumda elindeki seçeneklerle yetinmek zorundaydı.
Annesiyle babasına göre mükemmel bir fikirdi bu. Annesi, “Bence tamamen soyunmaksın,” dedi, “Neden sadece üstünle yetiniyorsun ki?” Babası arkadan bağırıyordu: “Söyle onlara erkek oyuncu da pantolonunu çıkarsın; ancak o zaman soyunursun.”
“Baban haklı” dedi annesi. “Kadın çıplaklığının tartışılır bir yanı kalmadı artık. Yönetmenine söyle; eğer seyircilerden bir tepki almak istiyorsa, o zaman penis göstermeli bize.”
“Hımm, anladım. Ama sorunun tam olarak ne olduğunu anlayamadığınız hissine kapılmak üzereyim” dedi Annie.
Annesi sordu: “Sorun nedir tatlım?”
“Ben üstümü falan çıkarmak istemiyorum. Pantolonumu da çıkarmak istemiyorum. Ethan’ın pantolonunu çıkarmasını, hiç ama hiç istemiyorum. Sahneninprova ettiğimiz şekilde çekilmesini istiyorum.”
“Bence öylesi fazla sıkıcı olur” dedi annesi.
“Bu cevap beni neden şaşırtmadı” dedi Annie ve sonra telefonu kapadı. Etrafını böyle —nasıl söylese— geri zekâlılarla doldurmayı nasıl başarmıştı.
Yandaki tuvaletten bir ses geldi. “Ben senin yerinde olsam memelerimi göstermek için ekstradan yüz bin dolar isterdim.”
“Süpermiş” dedi Annie. “Sağ ol bu tavsiye için.”
Kardeşini aradığında, Buster ona tuvaletin penceresinden kaçması gerektiğini söyledi —Buster’ın hayatta karşılaştığı çoğu soruna çözümü buydu. “Seni yapmak istemediğin bir şeyi yapmaya ikna etmelerine izin verme, hemen kaç git oradan.”
“Yani; ben manyaklaşmadım, değil mi?” diye sordu Annie. “Saçmalık bu?”
“Büyük saçmalık!” diyerek ablasının şüphelerinigiderdi Buster.
“Kimse çıplaklık olacağına dair tek kelime laf etmiyor, sonra çekim günü gelince, hop, üstümü mü çıkarmam gerekiyor?”
“Saçmalık canım” dedi Buster yine. “Ha, şaşılacak şey mi, değil; ama saçmalık.”
“Şaşırtıcı değil mi?” diye sordu Annie.
“Freeman Sanders’ın ilk filminde de kafasına göre senaryoda olmayan bir sahne çektiğini duymuştum —kadın oyunculardan birine köpek tecavüz ediyormuş— ama sonradan filmden çıkartılmış.”
“Ben hiç böyle bir şey duymadım” dedi Annie.
“Eh, Freeman filminde oynaman için seninle görüşürken gündeme getirecek değildi herhalde” diye yanıtladı Buster.
“Ne yapmalıyım sence?” diye sordu Annie.
Buster bağırarak, “Kaç, arkana bakmadan kaç” dedi.
“Öyle kafama estiği gibi çıkıp gidemem Buster. Kontratımda elimi kolumu bağlayan maddeler var. Bence iyi bir film bu. En azından benim rolüm öyle. En iyisi gidip bu sahneyi çekmeyeceğimi söyleyeyim onlara.”
Tuvaletin dışından bir ses geldi: “Sahneyi çekmeyecek misin?” Freeman’dı bu.
“O kimbe?” diye sordu Buster.
“Gitmemlazım” dedi Annie.
Annie tuvaletin kapısını açtığında Freeman’ı lavaboya dayanmış, üst üste konmuş üç sandviç gibi bir şeyi yerken buldu. Standart üniforması üzerindeydi: siyah takım elbise, kravat, kırış kırış beyaz bir gömlek, güneş gözlüğü, çorapsız pejmürde spor ayakkabı. “Sorun nedir?” diye sordu Freeman.
“Ne zamandır buradasın sen?” diye sordu Annie.
“Çok olmadı” dedi Freeman. “Set görevlisi kız tuvalette olduğunu söyledi. Herkes meraklandı tabii; üstünü çıkaracağın için mi tırstın, yoksa kokain mi çekiyorsun? En iyisi neler olduğuna bizzat bakayım dedim.”
“Eh, kokain çekmediğim kesin.”
“Hayal kırıklığına uğramadım desem, yalan olur.”
“Üstümü çıkarmayacağım Freeman” dedi Annie.
Freeman sandviçini koyabileceği uygun bir yer bakındı; sonunda umumi tuvalette olduğunu fark etmiş olacak ki, bırakmamayı tercih etti. “Peki, tamam” dedi. “Ben sadece bu filmin yönetmeniyle yazarıyım. Ne bok biliyorum ki?”
“Hiçbir anlamı yok bunun” diye bağırdı Annie. “Daha önce hayatımda görmediğim, tanımadığım bir adam evime geliyor ve ben memelerim ortada, karşısında mı duruyorum?”
“Sana sahnenin girişik yapısını açıklamaya vaktim yok” dedi Freeman. “Ama temelinde; mesele kontrol. Gina, kontrolün kendisinde olmasını isteyecek biri. Bunu da böyle yaparak sağlıyor.”
“Üstümü çıkarmayacağım Freeman.”
“Gerçek bir oyuncu olmak istemiyorsan süper kahraman, aşk filmleri falan çekmeye devam etmelisin.”
“Siktir git” dedi Annie. Sonra da Freeman’ı ittirip tuvaletten dışarı çıktı.
Annie, rol arkadaşı Ethan’ı volta atarken buldu; abartılı hareketlerle repliklerini tekrarlıyordu. “Duydun mu olanları?” diye sordu Annie. Ethan evet anlamında başını salladı. “Ne diyorsun?” diye sordu Annie. “Sana şunu tavsiye edeceğim,” dedi Ethan, “Ben olsam, üstümü çıkarmamı istiyorlar diye düşünmezdim. Üstünü çıkarması istenen bir oyuncuyu oynuyorum, diye düşünürdüm.”
“Oldu” dedi Annie. Ethan’ın suratına bir tane çakmamak için kendini zor tuttu.
“Bak şimdi,” diye devam etti Ethan, “sahneye ekstradan gerçek dışı bir boyut ekleniyor. Bence bu sayede çok daha komplike ve enteresan bir performans ortaya çıkacak.”
Annie Ethan’a yanıt verme fırsatını bulamadan yardımcı yönetmen elinde çekim programı ile yanlarında belirdi. “Bir sonraki sahneyi üstsüz oynaman konusunda durumumuz nedir?” diye sordu Annie’ye.
“Gerçekleşmeyecek.”
“Hımm, üzücü tabii” dedi yardımcı yönetmen.
“Ben karavanımda olacağım” dedi Annie.
Annie setten çıkarken yardımcı yönetmen ardından bağırdı; “Oyuncu için beklemedeyiz.”
Annie’nin oynadığı en kötü film —ilk rollerinden biri— Tatlı Ölüm‘dü. Filmde bir özel dedektif, pasta yeme yarışması sırasında yaşanan bir cinayeti çözmeye çalışıyordu. Senaryoyu okuduğunda Annie filmin komedi filmi olacağını düşünmüştü. “Bir eli yağda, bir eli pastada” ya da “Görünüşe bakılırsa asıl pastayı ben yedim” gibi repliklere rağmen, gayet ciddi bir cinayet filmi olduğunu öğrenmek onu şok etmişti. Senaryo yazarı toplu okuma sırasında, “Tıpkı Doğu Ekspresi ’nde Cinayet” demişti Annie ’ye. “Ama burada tren yerine pasta var.”
Çekimlerin ilk günü başroldeki oyunculardan biri pastadan zehirlenince filmden ayrıldı. Çok sayıda kamera, ağılından kaçan bir domuz tarafından parçalandı. Filmin hayli zor bir sahnesi toplam on beş kez çekildi, ve sonra kameraya film takılmadığı ortaya çıktı. Tüm bunlar Annie’ye çok garip gelmişti, gerçek ötesi bir deneyimdi; sanki dokunduğunuz an her şey mahvoluyordu. Filmin yansının çekimleri tamamlandıktan sonra yönetmen —mavi gözlü— Annie’ye yeşil lens takması gerektiğini söyledi. Açıklama olarak da, “Bu filmin yeşil patlamalara ihtiyacı var; seyircilerin gözüne takılacak bir şeyler olsun…” dedi. Annie, “Ama filmin yarısı çekildi” dediğinde, “Aynen,” yanıtını verdi, “Allah’tan daha yansını çektik.”
Annie’nin rol arkadaşlarından biri, klasikleşmiş birkaç kara filmde canlandırdığı femme fatale rolleri ile tanınan Raven Kelly idi. Yetmiş yaşındaki Raven senaryoya asla geri dönüp bakmaz, provalar sırasında bulmaca çözer ve sonra da oynadığı her sahnede diğer aktörleri gölgede bırakırdı. Bir keresinde Annie birlikte makyajlarını yaptırırken ona bu filmde oynamaya nasıl tahammül edebildiğini sordu. “İş bu sonuçta” dedi Raven. “Paramı alacağım her işi yaparım, ne olursa olsun. Sen elinden gelenin en iyisini yaparsın, ama bazen film kötüyse kötüdür. Paranı alıyorsan, sonuçta senin kaybettiğin bir şey yok. O sanatçı bozuntularını hiç anlamam; yok zanaatımız, yok metot oyunculuğu, yok bilmem ne… Hiçbiri umrumda olmadı. Sana nerede durman gerektiğini söylüyorlarsa orada durursun, repliklerini söyler, sonra da evine gidersin. Atla deve değil, oyunculuk işte.” Makyözler Annie’yi olduğundan genç, Raven’ı ise daha yaşlı gösterecek şekilde makyaj yapmaya devam ettiler. “Evet ama, yaptığın işi seviyor musun?” diye sordu Annie. Raven Annie’nin aynadaki yansımasına gözlerini dikti. “Nefret etmiyorum,” dedi, “herhangi bir şeyle bu kadar çok zaman geçirdikten sonra daha fazlasını bekleyemezsin.”
Karavanına dönen Annie panjurları indirdi, kanepeye oturup gözlerini kapadı. Her bir ölçülü, derin nefesle birlikte vücudunun çeşitli noktalarının yavaş yavaş hissizleştiğini hayal etti; hissizlik parmak uçlarından başlayıp ellerine yayıldı, sonra bileklerine, dirseklerine, omuzlarına —Annie kendini olabildiğince ölü hissedene dek sürdü. Fang ailesinin korkunç bir şey yapacakları performanslar öncesi uyguladığı eski bir teknikti bu. Ölüymüş gibi yapıyordun; böylece ne kadar korkunç olursa olsun hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Annie dördünün minibüsün içinde nasıl sessizce oturup öldüklerini, sonra da bir anda yaşama döndüklerini anımsadı; kısa bir anın ardından minibüsün kapılarını büyük bir güçle iterek açar, dışarıdaki insanların hayatlarına bomba gibi düşerlerdi.
önceki yazı
sonraki yazı