Roman özetleri

Benimle Kal Kitap Özeti

Yavaşça kıza yaklaştı. O yaklaştıkça Amelia etrafındaki her şeyin yerinden söküldüğünü, uzaklaştığını, onu her tehlikeye açık ve savunmasız bıraktığını hissediyordu.

Uzun bir sessizlikten sonra Cam nihayet konuştu. “Romanlar seni çağıran yoldan gitmeni, hiç arkana bakmamanı söyler. Çünkü seni ne gibi maceraların beklediğini bilemezsin.”

Hiç beklenmeyen bir miras ailesini sosyetede bir üst seviyeye taşıdığında, Amelia Hathaway, genç kız kardeşlerine ve dik başlı erkek kardeşine göz kulak olmanın, bu mirasın getirdiği karmaşayla ilgilenmekten çok daha kolay olduğunun farkına varır. Bütün bunlarının yanı sıra onu uğraştıran başka bir sorun daha vardır: uzun boylu, esmer ve tehlikeli bir şekilde yakışıklı olan Cam Rohan’a karşı hissettiği çekim.

Çoğu erkeğin ancak hayal etmekle sınırlı kalabileceği kadar varlıklı olan Cam, toplumun kısıtlamalarından sıkılmıştır ve “uygarlaşmamış” Çingene köklerine dönmeyi arzu etmektedir. Güzel Amelia ona yardım teklif ettiğinde, Cam öncelikle sadece arkadaş olmak niyetindedir fakat bu niyetlerin ikisini de kör eden tutku tarafından yıkılması uzun sürmez. Fakat gelenekleri katiyetle reddeden bir adam tüm zamanlatın en gelenekselleşmiş düzenine, evliliğe de hayır diyebilecek midir?

New York Times gazetesinin en çok satan kitaplar listesinin gözde yazarlarından Lisa Kleypas, geleneklere kafa tutan iki âşığın büyüleyici ve baştan çıkarıcı hikâyesiyle ayaklarınızı yerden kesecek.
“Gerçekten yetenekli bir öykücü.” – Publishers Weekly

1. Bölüm
LONDRA 1848 SONBAHAR
İki milyonluk şehirde birini arayıp bulmak zor iştir. Aranan kişinin bilinen alışkanlıkları varsa iş biraz kolaylaşır, onu bir taverna veya barda cin içerken bulabilirsiniz. Ama gene de kolay bir iş değildir bu.
Araba parke taşlar üzerinde tıngırdayarak ilerlerken Bayan Amelia Hathaway içinden umutsuzca, Neredesin Leo? diye tekrarlıyordu. Zavallı, çılgın, huzursuz Leo. Bazı insanlar baş edemedikleri koşullar karşısında hemen yıkılırlar. Bir zamanlar güçlü ve güvenilir biri olan ağabeyinin şu anki durumu da bu olmalıydı. Tamiri mümkün olmayan hatalar yapmış olmanın çaresizliği içindeydi.
Amelia pek umutlu olmadığı halde kendinden emin bir tavırla, “Onu bulacağız,” dedi. Karşısında oturmakta olan Çingene’ye baktı. Merripen’de her zamanki gibi hiçbir tepki yoktu. Merripen’in fazla duygulu olmadığını söyleyen birine hak vermek gerekirdi. Ruhunu öyle kalın bir zırhla çevrelemişti ki, on beş yıldır Hathaway ailesinin yaşında olduğu halde daha ilk ismini kimseye söylememişti. Hathawayler onu arazilerinden geçen ırmağın kenarında yaralı ve baygın halde bulduklarından bu yana ona Merripen olarak sesleniyorlardı. Merripen uyanıp da çevresinde kendisine tamamen yabancı Hathawayler’i gördüğünde vahşice bir tepki vermişti. Onu yatakta tutabilmek için bütün aile büyük bir çaba göstermek zorunda kalmış, hareket ederse yaralarının daha kötü olacağını anlatmaya çalışmışlardı. Amelia’nın babası, arazi sahiplerinin topraklarım işgal eden Romanlar’a karşı, at üzerinde, ellerinde tüfeklerle düzenledikleri bir Çingene avında yer aldığını ve onun hayatta kalmayı başardığını düşünüyordu.
Bay Hathaway ciddi bir tavırla, “Büyük bir olasılıkla çocuk ölüme terk edilmiş,” demişti. Bir eğitmen ve ileri görüşlü bin olarak, şekli ne olursa olsun şiddete karşıydı. “Bu kabileyle iletişim kurmak zor olacak. Çoktan burayı terk etmişlerdir bile.”
Amelia’nın küçük kız kardeşi Poppy büyük bir hevesle bağırmıştı, “O bizim olsun mu baba?” Kafese konmuş bir kurt yavrusu gibi ona dişlerini gösteren bu vahşi çocuğu, onu eğlendirecek bir evcil hayvandan farklı görmediğine hiç şüphe yoktu.
Bay Hathaway ona gülümsemiş ve, “İstediği kadar burada kalabilir. Ama korkarım bir haftadan fazla onu tutamayız. Romen Çingeneleri göçebe bir ırktır. Uzun süre bir çatı altında kalamazlar, kendilerini hapiste hissederler,” demişti.
Nasıl olduysa olmuş, Merripen kalmıştı. İlk başlarda küçük, sıska bir oğlandı. Ama iyi bir bakım ve düzenli beslenmeyle neredeyse korkutucu bir hızla, iri yarı, sağlıklı bir adamın ölçülerine ulaştı. Merripen’in aile içindeki yerini belirtmek zordu; aile mensubu değildi, uşak da değildi. Elinden her iş gelen biri olarak Hathawayler’e şoförlük ve diğer başka işlerde yardımcı olduğu gibi, istediği zaman aileyle birlikte sofraya oturuyor ve evin ana bölümünde yer alan bir odada kalıyordu.
Şimdi Leo kayıp ve büyük bir ihtimalle tehlikede olduğuna göre, Merripen muhakkak onu bulmak konusunda yardımcı olacaktı.
Merripen gibi biri varken Amelia’nın yalnız yola çıkması hiç doğru olmazdı. Gerçi yirmi akı yaşındaydı ve kimseye ihtiyaç duymadığını düşünüyordu.
Amelia, “Leo’nun asla gitmeyeceği yerleri dikkate almayalım,” dedi. “Kiliseler, müzeler, eğitici yerler ve kibar mahalleler bizim kapsam alanımızın dışında.”
Merripen, “Burası kocaman bir şehir,” diye homurdandı.
Merripen Londra’yı sevmezdi. Ona göre sözde çağdaş bir toplumun yapıtları, doğadaki herhangi bir şeyden çok daha vahşiydi. Bir domuz ağılı veya şık bir salonda bir saat geçirmek arasında bir tercih yapması gerekse hiç düşünmeden domuz ağılını seçerdi.
Amelia, “Tavernalardan başlayalım,” dedi.
Merripen ona sert bir bakış attı. “Londra’da kaç taverna
“Hayır, ama gece sona ermeden biliyor olacağım.” “Tavernalardan başlamayacağız. Leo’nun bela arayacağı yerlere bakacağız.” “Ve bu yerler?”
Jenner’s, kibar beylerin kibar olmayan şekilde davranmak için gittikleri tanınmış bir kulüptü. Bir zamanlar eski bir boksör olan Ivo Jenner tarafından kurulmuş, onun ölümünden sonra da birkaç kez el değiştirmişti. Şimdiki sahibi damadı Sör St. Vıncent’dı. Namı pek de iyi olmayan St. Vincent, kulübün çekiciliğini artırmıştı.
Bu mekâna üye olmak bir servet gerektiriyordu. Üç ay önce. Leo unvanını tescil ettirerek kulübe kaydolmakta ısrar edince Amelia ona, “Ölümüne içki içmek istiyorsan, daha uygun fiyatlı yerlerde içmeni rica ederim,” demişti.
Leo umursamaz bir tavırla, “Ama artık ben bir vikontum,” demişti. “Farklı bir tavrım olmalı. Sonra insanlar ne der?”
“Salak bir serseri olduğunu, unvanın sana verilmiş olmasının bir maymuna verilmiş olmasından farklı olmadığını söylerler.”
Bu benzetme Amelia’nın yakışıklı ağabeyinin yüzünde alaylı bir tebessüm oluşturmuş, “Sanırım bu kıyaslama maymuna bir hakaret,” demişti.
Gittikçe üzüntüsü artan Amelia, eldivenli eliyle ağrıyan başını tuttu. Leo ilk kez ortadan kaybolmuyordu ama yok oluşları hiç bu kadar uzun sürmemişti. “Daha önce hiçbir kumarhaneye girmedim,” dedi. “Kendimi bir roman kahramanı gibi hissediyorum.”
“Sizi içeri sokmazlar. Siz bir bayansınız. Soksalar bile ben girmenize izin vermem.”
Amelia elini indirerek ona şaşkınlıkla baktı, Merripen’in ona bir şey yasaklaması pek alışılmış bir şey değildi. Belki de ilk kez böyle bir şey oluyordu. Bunu rahatsız edici bulmuştu. Ağabeyinin bayatı söz konusuyken, sosyal yaşamda ne doğrudur ne değildir, hiçbiri umrunda değildi. Hem erkeklerin bu ayrıcalıklı sığınağını merak ediyordu. Madem evde kalmış bir kız olmaya mahkûmdu, onun sağladığı küçük kaçamaklardan da yararlanmalıydı,
“Merak etme seni de içeri almazlar,” dedi, “Sen Romensin.
“Nasıl oluyorsa kulübün yöneticisi de Roman”. Bu çok tuhaftı. Hatta olağandışı bir şeydi. Romanlar hırsız ve yankesici olarak bilinirlerdi. Bir Roman’ın para ve kredi hesaplarından sorumlu olmasının yanında, tartışmalı ve kavgalı kumar oyunlarında arabuluculuk, hakemlik yapması da şaşırtıcıydı.
“Böyle bir pozisyona sahip olabildiğine göre çok farklı vasıfları olan biri olmalı,” dedi Amelia. “Çok iyi, mekâna girerken bana eşlik etmene izin veriyorum. Belki seni görünce daha olumlu davranır.”
“Teşekkür ederim.” Merripennin sözleri öyle kuruydu ki, ona kibrit çaksa yanacak gibi bir hava vermişti,
Merripen, en şık mağazaların ve tiyatro binalarının bulunduğu caddede arabayı sürerken Amelia sessizdi. Hafif yaylı araba, sütunlu evlerin, düzgün çitlerin içinde, yeşilliklerin, George dönemine ait binaların bulunduğu meydanlarda, geniş caddelerde coşkuyla sarsılıyordu. Birkaç cadde geçtikten sonra kiremit duvarlar yerlerini sıvalı, daha sonra da taş duvarlara bıraktı.
Şehrin Batı ucu Amelia’ya yabancıydı Evlen şehre yakın olmasına karşın 1 Hatwayler sık sık şehre, özellikle de bu bölümüne inmeye cesaret edemezlerdi Son kuşağın bile şehrin bu kısmıyla pek bir alakası yok gibiydi
Amelia, Merripen’in şehri kendisinden daha iyi bilmediği halde nereye gideceğini biliyormuş gibi ilerleyişine şaşkınlıkla baktı. Merripen’in, her yerde yolunu bulma gibi bir içgüdüsü vardı.
Gaz lambalarının ışığıyla parlayan King Caddesi’ne saptılar. Cadde, gece eğlencesine giden arabalar ve yayalarla gürültülü ve hareketliydi. Havada, kömür dumanlarının arasında donuk kırmızı pırıltılar vardı. Azametli binaların tepeleri ufuk çizgisini kırıyor, bir cadının dişleri gibi sıra sıra, kapkaranlık çıkıntılar oluşturuyordu.
Merripen arabayı ahırdan bozma evlerin bulunduğu dar bir sokağa soktu ve taş cepheli, büyük bir evin arkasında durdu. Jenner’s. Amelia’nın kalbi sıkıştı. Bu ilk baktıkları yerde ağabeyini sağ salim bulma olasılığı olabilir miydi?
Kaygılı bir sesle, “Merripen?” dedi.
“Evet?”
“Şunu bilmeni istiyorum ki, Leo şu ana kadar kendini öldürmeyi başaramamışsa, bulduğumuzda onu ben öldürmeyi planlıyorum.”
“Tabancayı size veririm.”
Amelia gülümsedi ve bonesini düzeltti. “Haydi, içeri girelim. Ama unutma, konuşmayı ben yapacağım.”
Sokakta nahoş bir koku vardı; hayvan, çöplük ve kömür tozu kokusu. İyi bir yağmur yağmadığı sürece sokaklarda ve derelerde çok çabuk pislik birikiyordu.
Amelia kendini binanın yanından sıra sıra geçmekte olan farelerden zor kurtardı.
Merripen, atların kayışını ahırdan çıkıp gelen bir seyise uzatırken Amelia’nın bakışları çıkmaz sokağın sonuna doğru kaydı.
İki genç, küçük bir ateşin yanında durmuş, ellerinde sopalarla bir şeyler kızartıyorlardı. Amelia ateşte pişen şeyler üzerine yorum yapmak istemedi. Dikkati, hafif ışığın altındaki üç erkek bir kadından oluşan gruba takıldı. İki adam boks yapıyor gibiydiler ama o kadar içkiliydiler ki, dans eden ayıları andırıyorlardı. Kadının elbisesi çok renkliydi ve bel kısmı göğüslerini iyice belirtecek şekilde dapdardı. Kadın iki adamın kendisi için dövüşmesinden keyiflenmiş görünüyor, üçüncü adam ise gürültüyü bastırmaya çalışıyordu.
Kadın hiçbir bayana yakışmayacak şekilde konuşuyor, “Haydi aslanlarım… İkiniz de gelin be, horoz dövüşüne gerek yok,” diyordu.
Merripen, “Yaklaşmayın” diye mırıldandı.
Amelia duymamış gibi yaparak daha ilginç bir görüntüye odaklandı. Onu çeken kavga görüntüsü değildi çünkü sessiz sakin Primrose Sarayı bile ara sıra yumruk kavgalarından nasibini alırdı. Bütün erkekler, pozisyonları ne olursa olsun zaman zaman daha alt seviyedeki doğalarım dönerdi. Amelıa’mn dikkatini çeken üçüncü adamdı; sarhoşları ayırmak, arabulucu olabilmek için ok gibi aralarına fırlayan adam.
Diğer iki erkek kadar şık giyimliydi ama bu adamın soylu bin olmadığı besbelliydi. Siyah saçlı, esmer ve egzotikti. Karşısındaki adamların saldırı ve hamlelerine, bir kedi kıvraklığı ve zarafetiyle karşı koyuyordu.
Şiddetli bir yumruğu koluyla durdurmaya çalıştığı anda bile düzgün bir şekilde konuşmaya çalışarak, “Baylar,” dedi. “Buna bir son verin yoksa ben son vermek zorunda…” Sözünü bitiremeden, arkasındaki adamın üstüne atlamasını engellemek için yana kaçtı.
Bu manzara üzerine fahişe kıkırdamaya başladı. “Bu gece bunlarla başın belada Rohan” dedi. Yeniden kavganın içine dalan Rohan bir hamle daha yaptı. “Baylar biliyorsunuz ki, kavga…” yay şeklinde seyreden süratli bir yumruğu engelledi, “bu şiddet…” sağdan gelen bir vuruşu durdurdu, “hiçbir şeyi çözmez.”
Adamlardan biri, “Aşağılık herif!” diye bağırarak aklını yitirmiş bir geyik gibi tos attı.
Rohan kenara çekildi ve onun doğrudan bina duvarına toslamasına izin verdi. Saldırgan acıyla sarsıldı ve inleyerek kendini yere attı. Hasmının tepkisi tek kelimeyle minnet olamazdı. Siyah saçlı adama kavgayı bitirdiği için teşekkür edeceğine, “Kahretsin Rohan, neden araya giriyorsun? Bağırsaklarını deşecektim o herifin!” diye bağırdı.
Yumruklarım sıkmış, kollarını değirmen kanadı gibi
Rohan bir sol kroşe geçiştirdi ve rahat bir hareketle …

Related Articles

Bernard Werber – Karıncaların Günü ekitap indir

admin

Uluç Reis Halikarnas Balıkçısı detaylı kitap özeti

MARGARET Weis Ejderan Kuralları

admin