İnsanoğlu ilk kez, Dünya’ya gönderildiğinde yaratıcı onlarla konuşmuş onları bilgilendirmiş, çeşitli işaretler göndermiş. Hepsine yetenek ve içgüdüler vererek onlara rehberlik etmişti.. Bu sayede ilk insanların medeniyeti inanılmaz ölçülerde büyüdü ve güçlendi…
Ancak gelişen insanlar giderek aç gözlü ve hırslı oldular. Yaratıcının öğretilerini unuttular ve onun yolundan çıktılar… Önce birbirlerinden ayrıldılar. Ayrı ayrı ülkelere, şehirlere bölündüler. Daha sonra ise silahlarıyla hem birbirlerini yok ettiler, hem de dünyayı mahfettiler. Doğanın dengeleriyle oynayıp kendi yarattıkları felaketlerle kaçınılmaz sonlarını hazırladılar. Kısa zamanda üst üste yaşanan bu büyük felaketlerden yalnızca birkaç insan kurtuldu…
Sayıları çok azdı ve dünyanın durumu da çok kötüydü…
BEYAZ KAPLAN TANRININ GAZABI…
İnsanoğlu ilk kez Dünya’ya gönderildiğinde yaratıcı anlarla konuşmuş onları bilgilendirilmiş, çeşitli işaretler göndermiş, hepsine yetenek ve içgüdüler vererek onlara rehberlik etmişti.
Bu sayede ilk insanların medeniyeti inanılmaz ölçülerde büyüdü ve güçlendi…
Ancak gelişen insanlar giderek aç güzlü ve hırslı oldular.
Yaratıcının öğretilerini unuttular ve onun yolundan çıktılar…
Önce birbirlerinden ayrıldılar. Ayrı ayrı ülkelere, şehirlere bölün
Daha sonra ise silahlarıyla hem birbirlerini yok ettiler, nemde dünyayı mahvettiler…
Doğanın dengeleriyle oynayıp kendi yaratıkları felaketlerle kaçı
Kısa zamanda üst üste yaşanan bu büyük felaketlerden yalnız
Sayıları çok azdı ve dünyanın durumu da çok külüydü…
Yaratıcıya yalvardılar ve yaratıcı onlara Dünyada temiz ve güzel olan bir yere götürmek üzere bir kurt gönderdi. İnsanlar kurdu ilk gördükleri anda bu güzel gri renkli kurttaki özelliği fark ettiler. Zaten dünyada hayvan kaldığını düşünmüyorlardı en azından kendi bölgelerinde kalmamıştı ve onlarda bu kurdu takip eltiler…
Kurt onları korunmuş verimli bir toprağa götürdü. Burası dağların arasında kalmış, toprakları temiz ve açıktaydı… Hemen hemen yok olmaya yüz tutmuş öteki şehirlerden çok farklı bir yerdi. İnsanlar buraya geldiklerinde, yaratıcı kurt aracılığıyla konuşarak onlara teknoloji sonucu onaya çıkan her şeyi yok etmelerini emretti. İnsanlar da hayatta kalmak için yaratıcılarını dinlediler ve bütün teknolojik aletleri ya denize attılar ya da toprağa gömdüler…
Sonra yaratıcı onlara çocuk yapmalarını emretti ve onlara durmayı emredene kadar da devam etmelerini söyledi…
Yeterli sayıda çocuk olduğunda ise onlara çocuklarına geçmişi anlatsalar bile asla teknolojik bir şey öğretmemelerini, yalnızca hayada kalmayı ve konuşmayı öğretmelerini söyledi…
Çocuklar büyümeye başladılar. 14 çocuk vardı ve yaratıcı onların hazır olduğunu düşündüğü an bütün anne ve babalarına öl diyerek emir verdi ve yaratıcının bir sözüyle hepsi birden öldü… Çocuklar büyürken yaratıcı yeryüzüne düzel ip eskisi gibi sağlıklarına kavuşmalarını emretmişti. Anne ve babalar ölünce birden tüm topraklar yenilendi. Çöller, ormanlara ve kırlara dönüştü.
Etraf da nehirler akmaya başladı. Denizler, hayvanlar, her şey adeta yeniden hayat bulmuştu…
14 çocuk için yaratıcı 14 ayrı hayvan gönderdi. Bu hayvanlar onları görünce avlanmaktan korkmadılar ve onlara yaklaştılar…
Çocuklar onları avlamaya çalıştıklarında ise ellerindeki mızraktan atamadılar yaratıcının bu hayvanları başka bir amaçla gönderdiğini anlamışlardı ve onları takip ettiler.
14 çocuk da farklı yönlere gittiler bu çocukların adı: Bashu, Edal, Kolath. Hina, Leva, Tucir, Bospia, Terag, Fenna, Ceram, Yuanku. Wacrin. Zeria ve Kafad idi.
Elbette kullandıkları dil, eski tek dünya dili olduğu ve bu dil kaybolduğu için isimlerinin anlamları da birer sır oldu. Dinleri ise yaratıcıya inanmaktan ibaretti…
Yaratıcı onlara her şeyi serbest bırakmıştı, Onları gözlemlemek, yaptıklarını izlemek istiyordu. Sadece sebepsiz yere öldürmek suçtu…
Bu 14 çocuk kendilerine gönderilen hayvanları izlediler ve hayvanlardan her biri bir yere gelince bağırmaya başladı ve çocukların üzerlerine saldırdılar.
Ne olduğunu ilk anlayan Hina oldu ve mızrağıyla hayvanı öldürdü ve öldürdüğü yere Kutsal Toprak isimli bir kent kurdu ve sular daha sonra burayı çevirerek bir ada oluşturdu…
Hinalar ilk olarak Hina adasında doğdular bir süre sonra ise ayrı ayrı kabile biçiminde yaşamaya başladılar… Hina’nın ölümünden sonra bazı kabileler ana karaya geçip köyler ve şehirler kursa da asıl Hinalar zaman içinde buraları ve daha fazlasını işgal edip geri aldılar…
Zamanla diğer çocuklarda hayvanlarını oldurup ilk şehirlerini kurdular ve bölgelerine yayıldılar Tıpkı Hınalar da olduğu gibi asıl halklar kendi bölgelerinden Çıkıp dıln bölgelinle üstünlüğü sağlamayı hep başardılar…
Tek değişmeyen yer ise Ceram m Ülkesiydi. Ceram çok merhametiydi ve ölümüne kadar diğer ülkelerden kaçan herkesi ülkesine kabul elli. Tüm bunlara rağmen en yakın arkadaşı ve baş danışmanı Olan kişi tarafından öldürülerek taht oğluna verildi…
Oğlunu kandıran baş danışman ve onun destekçileri sayesinde Ceramlar zaman içinde kaçak ve suçluların sığındığı yağmacı ve körü ünlü bir ülke haline gelerek kuzey batıdaki adalarda yaşamaya başladılar…
Kafadlar ise orman ve çölün arasındaki bereketli topraklara yerleştiler ve içeriye başka kimseyi almadılar kimsede onların topraklarını görmedi…
Diğer ülkeler ise değişik şekilde ve kültürlerde geliştiler. Aradan bir kaç bin yıl geçtikten sonra artık insanlar mancınıklar yapabiliyorken, kentleri devasa boyutlara ulaştıracak mimari beceriye sahip oldular…
Dünya nüfusu müthiş derecede artmıştı ve ülkeler kurulmakla kalmayarak pek çok savaşa girmişlerdi. Yer yer toprak kayıpları olmuştu. Şehir ve toprak alımlarıyla geçen savaşlar, savaşla gelişen muthil yetenekli askerler için güzel olsa da ülkelerine destek vermek için savaşan halklar yorgun düşmüş…
Bu savaşlarda verilen kayıplar insanlara büyük zararlar veriyordu. Nüfusları da azalma tehdidi içindeydi. Bu yüzden Yuankular önderliğinde ülkeler arası bir görüşme yapıldı ve buna göre bütün ülkeler tam yirmi sene boyunca hiçbir şekilde şehir veya toprak işgali yapmayacaklardı…
Bu sayede askeri seferlere aşırı büyük ordularla çıkmayacak, artık işkenceye dönüşmüş ve halkları aşırı asker alımına acil durumlar harici gerek duyulmayacaktı…
Savaşlarda daha çok profesyonel askerler çarpışacak, ayrıca şehirlerde iyi korunduğu sürece güven altında olacaklardı…
Şehir işgalinin yasaklanması başlıca işgalci devletler için başlı başına sorun olsa da yinede özel ve yetenekli birlikleriyle yağma seferlerine çıkıyorlardı…
Bu nedenle yağmalarda yasaklanmam]ş ve anlaşmalar olduğu sürece savaşan devletler bile ticaret yapıyorlardı.
Asker sayısı azalmışla olsa yetenekli birliklerin uzun süren yağma seferleri oluyordu. Ancak bu mecbur olunan bir durumdu. Çünkü bu halklar genelde savaşçı ve saldırganlardı.
Ayrıca bir devlet vardı ve bu tamamen yağmadan geçiniyordu… Yine üç büyük savaşçı ve işgalci devlet vardı ki önemli ticaretçilere zaten saldırmıyorlardı.
Ayrıca bu ülkelerde genelde arkalarını kendi ülkelerine vererek çatışmayı tercih ederler yalnızca yetenekli komutanlar uzun seferlere çıkarlardı.
Bu anlaşma hem savunan hem saldıran hem ticaret yapan hem de yağma yapan ülkeler içinde en iyi seçenekli. Ayrıca pahalı devasa ordulu askeri seferlerde iyi karşılık alma ihtimalleri az olduğu için ve de halk yorgun olduğundan şehirlerine geri dönmüş, asıl savaş, gerçek savaşçılara bırakılmıştı…
HİÇLİĞİN TOHUMLARI
“Burak buraya gel sana bir hediye aldım.” Sesiyle irkilerek uyandı adı Fatih Burak’tı…
Bashu ülkesinin Ametist şehrinde yaşıyan bir ailenin çocuğuydu. Babası bölgedeki davalara bakıyordu. Ancak pek suç islenmediğinden genelde ticaretle uğraşırdı. Ortalama bir Bashu ailesinden daha az kazanırlar fakat yaşamlarını sürdürmek için yeterli kazançlarının olduğunu düşünürlerdi. Ekonomik sorunlar nedeniyle olsa gerek Bashu’da ender yaşanacak şekilde sadece bir tek kardeşi vardı ve o da üretilen malları işleyen bir tüccarın üretim bölgesinde çalışıyordu…
Fatih bugün 18 yaşına giriyordu… Yataktan kalkarak içeri doğru uyku sersemi bir şekilde gözlerindeki çapakları silerek ilerleyen Fatih annesinin yanına gidince durdu ve bir masaya bir de annesine baktı…
Gözleri iyice açılmıştı. Annesi yine ona en sevdiği yemeklerle
şey vardı masada… Minnettar bakışlarla tekrar annesine baktı ve ona sevgiyle sarıldı… Keyifle ve birazda merakla sofraya oturdu ablası iste, babası ise uzak topraklara buradan aldığı malları satmaya gitmişti. O ise annesine yardım etmek için burada kalmıştı…
Ayrıca Ametistteki önemli okullardan birine gidiyordu. Bu okulda eğitimini tamamlayabilirse belkide sarayda çalışabilirdi. Aslında hayalleri bu değildi ama bakması gereken bir ailesi vardı ve Fatih bu görevi üstlenecek iki çocuktan biriydi.
Masadaki yemekleri iştahla yerken kafası bu düşüncelerle o kadar dolmuştu ki önündeki tabağı silip süpürdüğünü fark etmemişti bile. Bir an kendine geldi kafasını kaldırdı, annesine bakarak gülümsedi ve ona eline sağlık dedi…
Tam kalkıp sofrayı toplamaya yardım edecekken annesi kumaşla sarılı olan şeyi masadan aldı ve Fatih’i durdurarak “Bunu senin için aldım ama kimseye söyleme. Umarım beğenirsin bulduklarımın içinde en güzeli buydu,” dedi ve elindekini Fatih’e verdi.
Elindeki hediyenin açılmasını merakla bekleyen annesini daha fazla bekletemeyen
Fatih elindeki hediyenin sarılı olduğu kumaşı açtı ve içindeki küçük bir ametist cevherini gördü…
Gözleri sevinçle parladı. Bunlardan bir tanesini çok iştese de genelde günlük işler ve ev ihtiyaçlarının yoğunluğu arasında hep kaybolup gitmişti bu isteği…
Kendisi için bir hatıra gibiydi bu ametist cevheri. Ayrıca çevresindeki pek çok kişiye göre. eğer bir kolye veya benzeri bir takı ya da alet için kullanılmadığı sürece bu tür şeyler anlamsız birer heves ve para kaybı olarak görülürdü. Yüzünde büyük bir gülümsemeyle annesine baktı ve ona tüm sevgisiyle sarıldı… Annesi de oğlunun bu haline çok sevinmişti,..
Sofranın toplanmasına yardım ederken şunları düşünüyordu… “Evde en çok birlikte zaman geçiriyorlardı ve zaman geçtikçe olgunlaşan ve büyüyen oğlunun ona yardım etmesi ve bunca yıl ona baktıktan sonra artık onun kendisine yardımcı olmasından gurur duyuyor olmalıydı.”
Sonuçta herkes çocuklarından memnun olamıyor veya onları kaybedene kadar bunu fark edemiyor!ardı. Daha sonra birlikte sofrayı topladılar ve akşam olana kadar çıkıp biraz dolaştılar.
Akşam eve dönünce ikiside çok yorulmuşlardı… Fatih odasına geçti ve ametistini başucuna koyarak yorgun vücudunu yatağının üzerine attı ve yavaşça gözlerini kapadı yarının kendisine neler getireceklerini merak ederek…
Fatih’in pek arkadaşı olmazdı. Genelde kendi başına biriydi ve ailesi dışında birlikte zaman geçirdiği çok kişi yoktu. Yalnızca bazen okulundan arkadaşlarıyla görüşürdü…
Sabah gözlerini gürültüyle açtı Ametist büyük bir kentti ayrıca ilk kurulan Bashu kentiydi bir zamanlar Bashular çevrelerindeki pek çok ülkenin topraklarına sahip olan askeri gücü kuvvetli bir devletli…
Ancak o zamanlarda bir Hina komutanı onların topraklarına bir sefere geldi ve onları öyle bir yendi ki bir daha askeri güçleri asla toparlanamadı. Fırsattan istifade eden komşularının işgalleriyle belli bir sınıra çekilmek zorunda kaldılar…
…..