Türkler, 1071 yılında Malazgirt savaşını kazanarak Anadolu’ya girerken, uygarlık ve kültürlerini de birlikte getirmişlerdi. Anadolu’nun yabancı olduğu değişik bir sanat görüşü ve anlayışı olan Türkler, burada karşılaştıkları örnekleri ve yöntemleri kendi anlayışlarıyla bağdaştırarak yepyeni bir Türk sanatının doğmasını sağladılar. Bu yeni sanatın İslâm kültüründen de etkilendiği bilinmektedir.
ORTA ASYA:
Sözünü ettiğimiz yeni Türk sanatının öz kaynağı Orta Asya idi. Türk sanatı, Anadolu’da kendinden önce var olan sanat anlayışlarından etkilenerek meydana gelmiş, çevresinde yaşamakta olan ilkel süsleme sanatının özelliklerinden de yararlanarak kişiliğini ve kurallarını yaratmıştır.
Orta Asyanın yaşamaya elverişli olmayan tabiat şartlarının zorlaması sonucu sürekli yeni yurtlar aramak durumunda olan Türk boylarının sanatında, göçebe hayatın da özellikleri vardır. Kalıntılar Türklerin günlük hayatlarında kullandıkarı taşınabilir eşyalarını, hayvan figürleriyle süslediklerin göstermektedir. Altay dağlarında yaşayan Hunlann M.Ö III. yüzyıla tarihlendirilen Pazırık, Noin-Ula ve öteki kur ganların içine dolan ve hemen donan kar sularının yüzyıl lar boyunca erimeden kalması ile; halıların, keçelerin, kumaşların, işlemelerin, ağaç eserlerin ve hatta cesetlerir çürümeden ve bozulmadan muhafazaları mümkün olmuştu.
Bu değerli eserler; Leningrad «Hermitaj» ve Moskova müzelerine taşınmış ve orada sergilenmiştir. Pazırık yöresindeki Hun soylularının gömüldüğü bu anıl mezarlardan çıkarılan eserler, yapılış tarihleri arasında yüz yıllar bulunmasına rağmen, sanat anlayışının değişmemiş olduğunu göstermektedir.
Göçebe hayatının şartları icabı atlılartyla akınlar yapan, her an savaşma durumunda olan Hunlar, eşyalarına hayvan motifleri işlemeye öylesine önem vermişlerdir ki, bazen gerçekçi bir görüşle, bazan da stilize ederek defalarca bıkmadan aynı temaları tekrarlamışlardır. İlkin Rostovzeff-in adlandırdığı «Hayvan üslûbu» bu çabayla ortaya çıkmış, Hunlann akın yolu üzerindeki Güney Rusya’da ve Kuzey Kafkasya’da da yaygınlaşmıştır.
Birlikte yaşıyorlardı diyebileceğimiz at, Hunlar için her zaman özel bir anlamda ve değerde idi. Hunlar, binek hayvanları için kullandıkları koşum takımlarına, eğerlerine ve eğer altı örtülerine büyük özen göstermişlerdir. Pazırık kurganlarından çıkan eğerlerle, eğer örtülerinin üstüne ince deriden kesilerek yapılmış ve hayvanları boğuşurken gösteren süslemeler vardır.
M.Ö. V. yüzyılda kuzey Çin sanatına tesir eden Ordos sanatı da Noin-Ula keçe aplikasyonları, iskit motifleri gibi hayvan saldırılarını gösterir. Bunlar Türkmen çadırlarının dış süsleridir. Birbirine bağlanmış tekerlekli çadır evlerin en önemli eşyası yerlere serilen halılarla, işlemeli kılıflar içinde minder ve yastıklardı.
O devirde aplike işleme tekniğinin geliştirildiğini, bu alanda kolaylıklar sağlayan yararlı buluşlar yapıldığını gösteren eserlere de rastlanmıştır. Sanatçılar aplikasyon tekniğinde süslemeler yaparlarken ya da bir düzeni iki kez göstermek istediklerinde, deriyi ikiye katlayıp katlanan der üzerinden figürleri bir kerede keserlerdi. Birinci Pazırık kurganından çıkartılan bir eğer süsünde bu biçim bir çalışma örneği görülmektedir. Çeşitli yaygı ve örtüler üzerine aplikasyonlar bazan yapıştırılır, bazan da kirişle veya renkli yün tire ile dikilirdi. Bazan renkli iplikle figür ve nakışları bir örtüye dikerken renkli işlemeler figürlerden taşar ve zengin nakış örnekleri meydana getirirdi.
AKHUNLAR:
Keçe aplike tekniğiyle keçe çoraplar ve çizmeler çadırlar, çadır içi perdeleri, kilimler ve örtüler süslenmiştir. M.S. 518′de Çinli Song Yun, Eftalit-Akhun- Hakanının çadırını anlatan bir belge bırakmış bulunmaktadır. Bu belgede Hakan çadırının içi ve döşenişi anlatıldıktan sonra. Hakanın elbisesinin işlemeli İpek olduğu belirtilmektedir.
Bizans elçisi Zemarhos ise gezi günlüğünde. Hakanın ipek işlemeler ve kakım kürkleriyle süslü muhteşem çadırını anlatmıştır.
UYGURLAR:
Hun İmparatorluğunun yıkılmasından Selçukluların Anadolu’ya gelmesine dek birçok Türk devleti kurulmuştur.
VIII. Yüzyılda doğu Asya’da ortaya çıkan Uygurlar’dan günümüze pek çok etnoğrafya eseri kalmıştır. Anlaşıldığına göre Uygurlarda sanat çok dallıdır ve bu da din ile devlet yöneticilerinin etkisindedir ki, bu, işleme sanatı anlayışlarında bir özellik yaratmıştır. Türkler göçebe hayatını bırakarak yerleşik düzene geçtikten sonraki kültür ve sanatlarında resimleri, pamuklu kumaşları ve Uygur atının değeri çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir.
Uygur kültürü ve sanatındaki köklü gelişmeyi belirgin olarak gösteren örnek, duvar resimleridir. Bunlarla, o dönemden kalmış kumaş parçalarından bazıları konumuza açıklık getirecek niteliktedir. Resimlerde Uygur soylularının elbiselerinin işlemelerle zenginleştirildiği görülüyor. Ayrıca Koko işelmelerinden IX. ve X. yy. da yapılmış bir örneğe de rastlanmıştır.
Aplike dikiş ile üstüne dikme tekniği, renkli iki kumaşın birbirine dikilmesine verilen addır.
Türklerin de yüzyıllarca uyguladıkları bu sanat Omanlı İmparatorluğu dönemine kadar gelişmiştir. Ancak Osmanlılar bu teknikle çok değişik, yeni biçimler ve değerler getiren süsleme örnekleri vermişlerdir.
Türk boylarının sürdürdüğü ve gelenek haline getirdiği alışkanlıklar arasında «sarkıntılı kemer» kullanılması da vardır. Bu alışkanlık Göktürklerden sonra Uygurlara geçmiş, Gaznelilere kadar yaşamıştır. Sarkıntılı kemer’in akıncılar aracılığıyla Sibirya’ya batı Macaristan’a ve Avusturya’ya varan geniş bir alana yayıldığı, günümüze kalan sayısız kayış uçlarından anlaşılmaktadır. Üzerinde yapıştırılmış aplike edilmiş-sarkıntılar bulunan bu meşin kemerler Selçuklularca da kullanıldığından Anadolu’ya gelmiş, uzun bir zaman Türk boyları ve devletleri arasında ortak ve pek özel bir sanat şekli yaratmıştır.
İSLÂM DİNİNİN ETKİSİ:
Bugün hâlâ Anadolu’nun bazı bölgelerinde, özellikle Kafkasya’da ve Çin sınırlarına kadar uzayan Türk bölgelerinde bu kemer kullanma alışkanlığı devam etmektedir. Ancak «sarkıntılı meşin kemer», biçimini korumakla beraber üzerine yamanan madenden hayvan ve diğer süs motiflerinde esaslı değişiklikler olmuştur. Totemizm ve ondan artakalan izlerle ilişkilerini iyiden iyiye koparan ve yerleşik hayata geçen Uygurlarda, daha sonra islâmiyeti kabul eden Türk topluluklarında kullanılan kemerlerin süs unsurları değişmiş, hayvan figürlü plâkalar yerlerini bitki motifli plâkalara bırakmıştır.
İslâm dininin doğuşuyla başlayan yeni kültürün etkisi İslâm öncesi Uygur motiflerini – ki bunlar insan resmi idi-sür’atle ortadan kaldırmış, uzun zaman hayvan figürleri kullanılmıştır.
islâm kültürünün Karluk bölgesindeki ikinci önemli etkisi bitki motiflerinin bollaşması oldu. Bu eğilim sonradan Ha-tâi denilen motiflerin doğmasına yol açacaktı. Islâmiyet-ten sonra, çok çeşitti olan ve öteki sanat dallarında da görülen kıvrım dal üslûbu a) Rûmi, b) Hatâi diye ikiye ayrılır.
SELÇUKLULAR:
Selçuklulardan önce Uygurlarda da yerleşik hayat görülmekteydi. Ama, Türk Topluluklarının uzun bir süre için genel anlamda göçebe oldukları bilinmektedir. Anadolu Selçuklularında ve sonra Osmanlılarda göçebe hayatı devlet ölçüsünde silinmiş, yerleşik düzen sanat alanında da belirgin duruma gelmiştir. Bunu gösteren örnekler, belli bir sanatkârlar sınıfının meydana getirdiği bütün süsleme ve diğer sanat kollarında ortaya çıkarılmış eserlerden anlaşılmaktadır.
Orta Asya bozkırlarında gelişen göçebe sanatının kaynaklarına eğilindiğinde, genellikle gündelik eşyalar süslenerek hayat renklendirildiği görülmektedir. İçinde yaşadıkları çadırları, birlikte yaşadıkları atlarla ilgili eşyalarını süslemelerinin sebebi budur. Göçebenin, çadırını süsleme geleneğini yüzyıllar boyunca sürdürdüğü Selçuk minyatürlerinde açıkça bellidir. Minyatürlerde Selçuk çadırlarında olağanüstü bir dokuma ve süsleme sanatı yanında işleme sanatı da geniş anlamıyla görülmektedir. Bu çadırlar üzerinde hayvan şekilleri kıvrık dallarla birlikte yapıştırılmış, ya da renkli ipliklerle işlenmiştir.
Süslemede, renkli kumaş ya da keçe yapıştırma en çok kullanılan malzemedir. Bundan, Hun kalıplarının Selçuk lulara kadar ulaştığı anlaşılır. Kıvrım dal ve hayvan biçimlerinin Selçuktularca çadır işlemelerinde sürdürüldüğünü minyatürler ispatlamaktadır.
Selçuklular döneminde yazılmış olan «Varka ve Gülşah Mesnevisi» incelendiğinde-minyatürlerle canlandırılmış bir aşk öyküsüdür göçebe ve çadır sanatının özellikleri açık seçik görülüyor. Orta Asya’nın hayvan üslûbu değişik malzemeyle değişik eşyalara işlenmiş, özellikle toplanıp bir başka yere taşınabilen çadırlara önem verilmiştir.
Kıvrım dallar arasına simetrili olarak yerleştirilmiş hayvan motifleri Selçuklulara özgü bir yöntemdir. Selçuklular yerleştikleri toprakların sanat özelliklerini kavrayarak yeni bir sanat anlayışını ortaya koyarken, bu sanatı uygulayan yabancı sanatçıların (iran ve Hintten gelen) sanat karakterine katkıda bulundukları da düşünülebilir. Çünkü Selçuklular döneminde ipekçilik sanayinin geliştiği ve Selçuk ipekli kumaşlarının «Dîbâ-i Selçuk» adıyla, kalite ve güzelliğiyle tanındığı, yabancılarca arandığı bilinmektedir.
Selçuklular’ın geliştirdiği ipekçilik Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra daha da parlak bir dönem yaşamış ve en güzel örneklerini vermeye başlamıştır. Bu gelişmenin nedenleri arasında ipekçiliğin Konya yerine, daha Bizans döneminde ipekçilik yapılan Bursa ve Söğüt’te sürdürülmesi de vardır.
OSMANLILAR:
Osmanlı Beylerinin ve sonra Padişahların, o çağda yaşayan öteki toplum yöneticilerinden daha sade yaşamış olabilecekleri düşünülemez. Tersine, bu dönemin süslemele-rindeki özellikler gösterişli bir yaşantının sürdürüldüğünü belirtmektedir. Taş işçiliğinde, tahta oymacılığında, nakkaşlık ve çini süslemesinde yüksek bir sanat kudreti ve eşsiz bir özellik vardır.
Bursa Sarayında bütün bu sanat şubelerinin en güzel eserlerinin bulunduğunu kabul etmek lâzımdır. «… Bursa sarayının zenginlik ve ihtişamı bu sarayda yapılan merasim ve düğünlerde de misafirlerin gözünü kamaştırmıştır » Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Bursa sarayından Kebir Saray diye söz etmektedir. Bursa Osmanlıların eline geçmeden önce de burada dokumacılık yapıldığı, Türkler zamanında dokumacılığın geliştirildiği XVI ve XVII yüzyılda Bursa dokumalarının ünlü Lyon kumaş ve kadifeleriyle boy ölçüştüğü yazılıdır. Buna göre Padişah ile yakın çevresinde yaşayanların, değerli ve güzelleştirilmiş kıyafetler giymiş olmaları gerekir diye düşünmek yerinde olur.
Osmanlı Padişahlarının Fatih’e kadar «işlemeli Tennure» giydikleri bilinmektedir. 1359-1389 yılları arasında Bursa da devleti yöneten Birinci Murat Bey’İn elbiseleri, o dönemde süslemeye ne kadar önem verildiğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. «… Murat Bey, kırmızı üzerine sırma işlemeli, göğsü kapalı kaftan, belinde altın kuşak, siyah yakalı mavi zemin üzerine işlemeli üstlük» giyerdi. Hünername’de de başında altın işlemeli başlık görülmektedir.
Fatih Sultan Mehmet; İstanbul’u ele geçirerek tarihte yeni bir çağı başlatırken, sanatçılar ve işleme sanatı için de altın çağı başlatmış oldu. İstanbul’da kurulan ve saray eşyalarını yapan «Kârhâne-i Hâssanda, «… Ehl-i Hıref-i Hâssa» denilen iki bin sanatkâr çalışıyordu. Bunlar arasında altın işleme yapanlar, simkeşânlar ve ipekçiler de vardı. İşleme örnekleri ise saray nakkaşlarınca düzenlenir veya ortaya çıkarılırdı. Ayrıca saraydaki bütün dikiş işlerini yapan bir «Terziler kârhanesi» (atelyesi) de bulunmaktaydı. Hareme ait elbiseler, işleme ve tezyinat bu kısımda yapılırdı. Haremdeki cariyeler de özel olarak İşleme ve dikiş işlerinde çalışmakta iseler de başlıca bütün işlemeler terziler atelyesinde yapılırdı. Padişah ve ailesine ait gayet kıymetli taşlarla işlenmiş yorganlar da «Terziler Kârhane-sinde» oturan yorgancılar tarafından yapılırdı. Yine Padi-şah’a ve büyük ağalara mahsus kapaniçe veya kaftanların üzeri altın ve kıymetli taşlarla işlendiğinden bunu hazineye mensup (Kapaniçeci) veya (Hâssa işlemecileri) yaparlardı. Kapaniçeciler, terziler kârhanesinde otururlardı.
«Kârhâne-i hâssa»da çalışan iki bin ustanın birden ortaya çıktıkları düşünülemez. Burada çalışanlar, Mısır uygarlığı zamanında bir sanatkârlar sınıfının doğmuş olduğu iddiasını doğrulamaktadır. Yüzyılın eğitiminden geçen sanatkârlar sınıfından iki bin kişi bir Padişah ın verdiği imkânlar içinde bir araya gelmişlerdi, -ki bunlar arasında İstanbul Rumları ile İranlıların bulundukları çeşitli kaynaklarca belirtilmiştir.
Kaynakça : Ayten Sürür, Türk İşleme Sanatı (1976 İstanbul)
İşlemenin Türklerde Gelişmesi ve Anadoluya Geçişi