Roman özetleri

Bir Soru Bir Aşk Kitap Özeti

BİR KADIN BİR ERKEKTE ASLINDA NE ARAR?

Brian Jackson üniversiteye büyük umutlar, hedefler ve gizli bir de arzuyla gelmiştir: Üniversiteler Düellosu‘na katılmak. Şimdi bu şansla birlikte aşkı da bulan Jackson, hem yarışmayı hem de sevdiği kızın kalbini kazanabilecek midir?

“Son derece komik.”
Elle

“Elimden bırakamadım. Bayıldım.”
Alan Cumming

“Yüksek sesle güldüren satırları ve on numara diyaloglarıyla sağlam bir kurgu üstünde yükselen, enerjik bir roman. Karşı konulmaz.”
Daily Mail

***

SORU: Robert Dudley’nin, soyluların Kraliçe’ye karşı kötü planlanmış ve başarısız bir ayaklanmaya yönlendirdiği ve 1601′de idam edilen üvey oğlu ve I. Elizabeth’in eski gözdesi?

CEVAP: Essex.

Bütün genç insanlar bir şeyler için endişelenirler; bu, büyümenin doğal ve kaçınılmaz bir parçasıdır ve on altı yaşındayken, benim hayattaki en büyük kaygım da O-düzeyi ¹ sınav notlanm kadar iyi ya da saf ya da asil ya da gerçek bir şeyi bir daha asla başaramamaktı.

Tabii ki o zaman bunu çok da fazla abartmıyordum; sertifikalarımı çerçeveletmiyor ya da ona benzer tuhaf şeyler yapmıyordum. Burada notlarım konusuna girecek değilim, çünkü o zaman iş rekabete girer, ama şurası kesin ki onlara -yeterlilik belgelerine- sahip olmak hoşuma gidiyordu. On altı yaşındaydım ve kendimi ilk kez bir şey için yeterli bulunmuş hissediyordum.

Elbette bütün bunlar uzun, çok uzun zaman önceydi. Şimdi on sekiz yaşındayım ve bu tür konularda daha bilge ve soğukkanlı olduğumu düşünmek hoşuma gidiyor. Yani görece, A-düzeyi notlarım o kadar büyük bir mesele değil. Ayrıca zekâyı saçma ve eski moda bir yazılı sınav sistemiyle bir şekilde sayıya dökebilme fikri bariz biçimde yanıltıcı. Hazır konuya girmişken, üç A ve bir B’den oluşan notlarım, Langley Kapsamlı Lisesi’nde, 1985′in, hatta en son on beş yılın en iyi ileri düzey notlarıydı: 19 puan; -işte söyledim- ama gerçekten de bunun konuyla bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum; sadece laf arasında belirtiverdim. Hem zaten fiziksel cesaret ya da popülerlik ya da yakışıklılık ya da temiz bir cilt veya aktif seks hayatı gibi başka özelliklerle karşılaştırılınca, bir yığın ıvır zıvır biliyor olmak, aslında o kadar da önemli değil.

Ama babamın hep söylediği gibi, eğitimle ilgili en önemli şey, getirdiği fırsatlar, açtığı kapılardır, çünkü diğer türlü, bilginin kendisi bir çıkmaz sokaktır; özellikle o sırada bulunduğum yerden, ekmek kızartıcısı üreten bir fabrikadan, eylül ayının son çarşambasının öğleden sonrasında öyle göründüğü kesin.

Tatilimi Ashworth Elektrikli Aletler’in sevk departmanında çalışarak geçirdim. Bu, perakendecilere gönderilmelerinden önce ekmek kızartıcılarını kutularına yerleştirmekten benim sorumlu olduğum anlamına geliyordu. Tabii ki bir kızartıcıyı kutuya koymanın sadece birkaç yolu var; bu yüzden genel olarak hayli yavan birkaç ay geçirdim, ama işin olumlu yanı, hiç fena bir miktar olmayan, saatte 1,85 paunt ve yiyebildiğin kadar kızarmış ekmekti. Burada son günüm olduğu için, güle güle kartının ve ayrılık hediyesi için toplanan paranın el altından dolaşması konusunda gözümü açık tutuyor ve veda içkileri için hangi pub‘a gideceğimizi öğrenmek için bekliyordum, ama saat 18:15 olmuştu ve artık herkesin eve gittiğini farz etmek büyük olasılıkla yerinde bir tahmin olur diye düşünüyordum.

Gerçi iyi oldu; zaten başka planlarım vardı. Bu yüzden eşyalarımı topladım, kırtasiye malzemeleri dolabından bir avuç tükenmez kalem ve bir selobant rulosu kapıp, Spencer ve Tone ile buluşacağım rıhtıma doğru yola çıktım.

Southend dalgakıranı, 2.360 yard ya da 2.158 kilometrelik uzunluğuyla, resmî olarak dünyanın en uzun dalgakıranıdır. Dürüst olmak gerekirse, büyük olasılıkla bu uzunluk biraz fazla; özellikle bir sürü bira taşıdığınız zaman. On iki büyük boy Skol’umuz, tatlı-ekşi soslu domuz köftelerimiz, özel yapım tava pilavımız ve bir porsiyon köri soslu patates cipsimiz -dünyanın dört bir yanından lezzetlerimiz- vardı; ama dalgakıranın ucuna vardığımızda biralar ısınmış, hazır yemeklerimiz soğumuştu. Bu, özel bir kutlama olduğu için Tone küçük bir gardırop büyüklüğündeki kasetçalarını da yanında sürüklemişti ve büyük ihtimalle, Shoeburryness’ı saymazsanız hiçbir varoşu patlatacağı da yoktu. ² Biz en uçta bir bankta oturup, petrol rafinerisinin üstünden ihtişamla batmakta olan güneşi izlerken, kasetçalarda Tone’un ev yapımı Zep’in En İyileri derlemesi çalıyordu.

Tone bir kutu bira açarken, “Züppenin tekine dönmeyeceksin, değil mi?” diye sordu.

“Ne demek istiyorsun?”

Bize öğrencilik taslamayacaksın, değil mi? demek istiyor,” dedi Spencer.

“Şey, ben bir öğrenciyim. Demek istediğim, olacağım, yani…”

“Hayır, demek istediğim, amcığın ya da ukalanın tekine dönüşüp, Noel’de eve sırtında bir cüppeyle gelip Latince konuşmayacak ve sürekli, ‘Kişi eyler…’ ve ‘Kişi düşünür ki…’ ya da ona benzer şeyler söylemeyeceksin, değil mi?”

“Evet, Tone, aynen öyle yapacağım.”

“Yapma. Zaten yeterince amcıksın çünkü.”

Tone’dan sık sık “amcık” ya da “geylerin efendisi” sözlerini işitirdim, ama işin püf noktası, bir tür dilbilimsel düzenleme yapmak ve bunu, bazı çiftlerin birbirlerine “canım” ya da “sevgilim” demeleri gibi, bir sevgi sözcüğü olarak düşünmekti. Tone, Currys’te bir depoda yeni işe girmişti ve şu anda dinlemekte olduğumuz gibi, toplama portatif hi-fi’ler üzerine bir ek iş geliştirmekteydi. Led Zeppelin kaseti de onundu; Tone kendini, kulağa ‘rockçı’ ya da ‘heavy metalci’den daha mesleki gelen “Metalist” sözcüğüyle tanımlamayı severdi. Aynca bir Metalist gibi de giyinirdi; bir sürü açık renk kot pantolon, efemine bir Viking gibi arkaya itilmiş, uzun, parlak saçlar. Tone’un saçları onda efemine sayılabilecek tek şeydi. Söz konusu olan, ne de olsa, gaddar bir şiddette demlenmiş bir adamdı. Tone’la dışarıda başarılı bir gece geçirmek demek, eve kafanız bir klozete batırılmadan dönebilmek demekti.

Stairway to Heaven çalıyordu.

Spencer, “Bu lanet olası hippi zırvalıklarını dinlemek zorunda mıyız, Tone?” dedi.

“Bu, Zep, Spencer.”

“Zep olduğunu biliyorum, Tone, bu yüzden şu lanet olası şeyi kapatmanı istiyorum ya zaten.”

“Ama Zep babadır.”

“Neden? Sen öyle diyorsun diye mi?”

“Hayır, büyük ölçüde etkili ve önemli bir grup oldukları için.”

“Tony, adamlar perilerle ilgili şarkılar söylüyor. Utanç verici…”

“Periler değil…”

“O zaman cüceler,” dedim.

“Sıradan periler ve cüceler değil; bu Tolkien, edebiyat…” Tone bu tür şeylere, ön tarafında harita olan kitaplara, zincirli zırhtan iç çamaşırları giymiş, yayvan kılıçlar taşıyan, yani ideal bir dünyada evleneceği tipteki iri yarı, korkutucu kadınların olduğu kapak illüstrasyonlarına bayılırdı. Ki bu Southend’de, sandığınızdan çok daha rastlanması mümkün olan bir şeydi.

Spencer; “Zaten bir peri ile cüce arasındaki fark ne ki?” diye sordu.

“Bilmem. Jackson’a sor. Nitelikler konusunda amcık olan o.”

“Bilmem, Tone,” dedim.

Gitar solo başlamıştı ve Spencer artık yüzünü buruşturuyordu. “Bu şey sonunda bitiyor mu yoksa sonsuza dek hiç durmadan sürüp gidiyor mu?”

“Yedi dakika otuz iki saniyelik safi deha.”

“Safi işkence,” dedim, “neden her zaman bunu tercih ediyorsun ki?”

“Çünkü bu benim kasetçalarım…”

Aşırdığın kasetçalar. Teknik olarak hâlâ Currys’e ait.”

“Evet ama pilleri ben alıyorum…”

“Hayır, pilleri aşırıyorsun.”

“Bunları değil. Bunları ben aldım ”

“Madem öyle, piller ne kadar tuttu?”

“Bir paunt doksan sekiz kuruş.”

“Yani sana altmış altı kuruş versem, adam gibi bir şey açabilir miyiz?”

“Ne gibi, Kate Bush mu? Tamam o zaman, Jackson, madem öyle Kate Bush açalım; Kate Bush dinleyerek gerçekten iyi vakit geçiririz ve Kate Bush’la gerçekten ama gerçekten iyi dans edip harika şarkılar söyleriz…” Ve Tone ve ben didişirken, Spencer kasetçalara eğildi, Zep’in En İyileri‘ni umursamaz bir tavırla çkarıp, denize, uzaklara fırlattı.

Tone, “Hey!” diye bağırdı ve ikisi birden dalgakıran boyunca koşarlarken, birasını Spencer’ın arkasından fırlattı. Kavgalara fazla karışmamak en iyisiydi. Tone’un, Odin’in ³ ruhu ya da onun gibi bir şey tarafından ele geçirilip, biraz çığırından çıkma eğilimi vardı ve benim karışmam, olayın kaçınılmaz olarak, Spencer kollarımdan tutarken, Tone’un suratıma osurmasıyla son bulmasına neden olacağı için, hiç kıpırdamadan oturup biramı içerek Tone’un Spencer’ın bacaklarını dalgakıranın parmaklıklarının üstüne kaldırmaya çalışmasını seyrettim.

Eylül olmasına rağmen, havada rutubetli bir serinlik, bir yazın sona ermesi duygusu hâkimdi ve üzerime ordu fazlası montumu giydiğime seviniyordum. Yazdan, öğleden sonraları güneşin TV ekranında parlamasından ve amansız tişört ve şort giyme baskısından oldum olası nefret etmişimdir. Tişört ve şortlardan nefret ederim. Bir eczanenin önünde, üzerimde bir tişört ve şortla duracak olsam, yaşlı bir teyzenin beni bozuk parayla çalışan bir oyuncak zannedip kafamın üstüne bozukluk bırakacağını garanti edebilirim.

Hayır, aslında dört gözle beklediğim sonbahardı; derse giderken yaprakları tekmelemek, siyah opak yün çoraplar giymiş, saçları Louise Brooks tarzı yapılmış, adı Emily ya da Katherine ya da François ya da öyle bir şey olan bir kızla Metafizik Şiir üzerine heyecan verici bir konuşmanın ardından, onun küçük çatı katı odasına gitmek ve elektrikli sobasının önünde sevişmekti. Sonrasında yüksek sesle T.S. Eliot okuyacak ve Miles Davis dinlerken, minik kadehlerden kaliteli bir porto şarabı içecektik. En azından ben böyle olacağını hayal ediyordum. Üniversite Tecrübesi. Tecrübe kelimesini seviyordum; kulağa Alton Towers’ta* bir şeye binmek gibi geliyordu.

Kavga bitmişti ve Tone hırçınlığından geriye kalanları, martılara tatlı-ekşi soslu domuz köfteleri atarak değerlendiriyordu. Spencer gömleğinin eteklerini pantolonun içine sokarak geri geldi, yanıma oturdu ve büyük bir kutu bira daha açtı. Spencer bira kutuları konusunda gerçekten iyidir; onu izlerken neredeyse bir martini bardağından içtiğini hayal edebilirsiniz.

Spencer en çok özleyeceğim kişi olacak. Tanıdığım, tartışmasız, en akıllı insan olmasına rağmen -en yakışıklı, en sert ve en harika olmasının yanı sıra- üniversiteye gitmiyordu. Bunların hiçbirini ona söylemezdim elbette, çünkü kulağa biraz garip gelirdi, ama zaten bildiği için söylememe gerek de yoktu. Gerçekten isteseydi üniversiteye gidebilirdi, ama sınavlarını berbat etti; çok bariz olmasa da, bunu yaptığını herkes görebilirdi. İngilizce metin yazma sınavında yanımda oturuyordu ve kaleminin hareketinden, yazmadığını, resim yaptığını anlayabilirdiniz. Shakespeare sorusu için Windsor’un Şen Kadınları’nı çizdi ve şiir için de “Wilfred Owen Siperlerin Dehşetini Birinci Elden Tecrübe Ediyor” başlıklı bir resim yaptı. Ona dostça bir, “Hey, haydi ama ahbap” bakışı atmak için göz göze gelmeye çabaladım, ama başını önünden kaldırmadan çizmeyi sürdürdü ve bir saatin sonunda ayağa kalkıp dışarı çıkarken bana göz kırptı; bu kibirli değil, hafiften gözü yaşlı, kırmızı gözlü bir göz kırpmaydı. İdam mangasına gitmekte olan cesur er havasında bir göz kırpma.

Sonrasında sınavlara gelmeyi tamamen kesti, özel sohbetlerde birkaç kez “sinir krizi” kelimeleri geçti, ama Spencer bir sinir krizi geçirmek için fazla havalı biriydi. Ya da yaşasa bile, sinir krizinin havalı görünmesini sağlardı. Benim bakış açımdan, bütün o Jack Kerouac tarzı eziyet çekmiş varoluşçuluk bir yere kadar, notlarınıza etki etmediği sürece, sorun değildi.

“Ne yapacaksın, Spence?”

Gözlerini kısarak bana baktı. “Yapmak derken ne demek istiyorsun?”

“Biliyorsun işte. İş anlamında.”

“Benim bir işim var.” Spencer A127 üzerinde sabaha kadar açık bir benzin istasyonunda yevmiye usulü çalışıyordu.

“Bir işinin olduğunu biliyorum. Ama gelecekte…”

Spencer gözlerini denize dikti ve ben konuyu açtığıma pişman olmaya başladım.

“Senin sorunun, dostum Brian, sabaha kadar açık bir benzin istasyonundaki hayatın cazibesini hafife alman. İstediğim kadar şeker yiyebiliyorum. Okuyacak yol atlaslarım var. İçime çekecek ilginç dumanlar. Bedava şarap kadehleri…” Birasından uzun bir yudum aldı ve konuyu değiştirmenin bir yolunu aramaya başladı. Elini Harrington’unun cebine attı ve kapak kâğıdına el yazısıyla bir şeyler karalanmış bir kaset çıkardı. “Bunu senin için yaptım. Yeni üniversite arkadaşlarının önünde çalıp, onları çok zevkli olduğuna inandırabilesin diye.”

Sırt kısmında özenle çizilmiş üç boyutlu harflerle “Bri’nin Üniversite Derlemesi” yazan kaseti aldım. Spencer parlak bir sanatçıydı.

“Bu harika bir şey, Spence. Teşekkürler dostum.”

“Yapma Jackson, marketten alınma altmış dokuz kuruşluk bir kaset, ağlamana gerek yok.” Böyle söyledi ama doksan dakikalık bir derleme kasetin en az üç saatlik bir emeği, hele bir kapak kartı tasarlarsanız daha da fazlasını temsil ettiğini ikimiz de biliyorduk. “Haydi tak. Bizim ahmak geri gelmeden.”

Kaseti taktım, oynat düğmesine bastım ve Curtis Mayfield, Move On Up’ı söylemeye başladı. Spencer bir mod’du**, ama kaset eski ve klasik ruhla devam etti: Al Gren, Gil Scott-Heron; o tür şeyler. Spencer o kadar harikadır ki caz bile sever. Sadece Sade ve The Style Council de değil, adam gibi caz; hani şu insanı sinir eden, sıkıcı ıvır zıvırlar. Bir süre oturup dinledik. Tone şimdi de Calais’ye yaptığımız bir okul gezisinden aldığı sustalıyla teleskoplardan para koparmaya çalışıyordu; ben ve Spencer onu, akut davranış sorunları olan bir çocuğun hoşgörülü ebeveyni tavrıyla izliyorduk.

Spencer, “Hafta sonları gelecek misin bari?” diye sordu.

“Bilmiyomm. Gelirim herhalde. Her hafta sonu değil.”

“Yine de gelmeye bak, tamam mı? Yoksa burada Barbar Conan’la tek başıma tıkılıp kalırım.” Spencer başıyla, koşup sıçrayarak teleskopa tekme indiren Tone’u işaret etti.

“Kadeh kaldırmamız falan gerekmez mi?” diye sordum.

Spencer dudaklarını büktü. “Kadeh kaldırmak mı? Ne için?”

“Bilirsin işte… Gelecek ya da onun gibi bir şeyler?”

Spencer iç geçirdi ve bira kutusunu benimkine vurdu. “Geleceğe. Cildinin arınması umuduna içelim.”

“Defol git, Spencer,” dedim.

“Defol git, Brian,” dedi, ama gülüyordu.

Son bira kutularına geçtiğimizde bir hayli sarhoştuk; bu yüzden hiçbir şey söylemeden denizi ve Try A Little Tenderness‘ı söyleyen Otis Redding’i dinleyerek sırt üstü uzandık; bu açık yaz sonu gecesinde, iki yanımda en yakın dostlarımla yıldızlara bakarken, gerçek hayat en sonunda başlıyormuş ve kesinlikle her şey mümkünmüş gibiydi.

Piyano sonatlarının kayıtlarını dinlemek ve kimin çaldığını ayırt edebilmek istiyordum. Klasik konserlere gitmek ve ne zaman alkışlamanız gerektiğini öğrenmek istiyordum. Modern cazı kulağıma berbat bir hata gibi gelmeden “anlayabilmek” istiyordum ve Velvet

————

¹ ‾ O-level (basit düzey), İngiltere’de 1950′lerden 1988′e kadar geçerli olan, A-level (ileri düzey) eğitim sisteminden farklı olarak her dersin tek tek ele alındığı, sınav sonuçları üzerine kurulu eğitim sistemi, (ç.n.)
² ‾ Kasetçaların burada kullanılan İngilizce argo ifadesi ghetto-blaster olup, varoş patlatan/patlatıcı anlamına gelmektedir. (yay.n.)
³ ‾ Adı İskandinav dilinde “tahrik”, “hiddet” ve “şiir” anlamına gelen óðr‘dan gelen, İskandinav mitolojisinde ve paganizmindeki en büyük tanrı; savaş ve bilgelik tanrısı (yay.n.)
* ‾ İngiltere’de bir eğlence parkı. (yay.n.)
** ‾ 60′lar da İngiltere’de ortaya çıkan bir altkültür ve bu kültürü benimseyen kimseler için kullanılan bir terim. (yay.n.)

Related Articles

Kent ve Geleneksel Çocuk Oyunları

admin

HUZUR Ahmet Hamdi TANPINAR

admin

Korugan Kitabı Özeti

admin