Roman özetleri

Yer Altından Notlar Kitap Özeti

Elinizdeki notlar ve yazarı elbette ki uydurmadır. Yine de bu notların uydurucusunu ve toplumumuzun bugünkü durumunu ele alırsak; buna benzer insanların varlığını olağan karşılamaz, aynı zamanda zorunlu olduğunu düşünürüz. Ben bu tip insanlardan birini bütün yönleriyle göz önüne sermek istedim. Bu karakter toplumumuzun hâlâ yaşanan en belirgin temsilcisidir. “YER ALTI” adlı bölümde bu kişi kendine ait en gizli düşüncelerini, toplumumuzda varoluşunun nedenlerini açıklamak isteğindedir. II. Bölümde ise yer altı adamının yaşadığı birkaç olay, yani gerçek anıları anlatılmaktadır.

Fiyodor Mihayleviç Dostoyevski

YER ALTI I

Ben mızmız, asabî, hastalık hastası, keçi gibi inatçı biriyim. Galiba, karaciğerimle ilgili de bir sorunum var. Gerçek hastalığımın ne olduğunu bilmiyorum. Hatta neremin ağrıdığının bile farkında değilim. Doktorlara ve tıp dünyasına çok derin bir saygı duymakla birlikte, tedavi olmak için hiçbir girişimde bulunmuyorum. Sadece inadım yüzünden tedavi olmaya yanaşmıyorum. Bunun nedenlerini anlamanız da mümkün değil ama ben çok iyi biliyorum. Bu huysuzlukla kimlerin canının yanacağını da söyleyecek değilim; çünkü ben de bilmiyorum. Tedaviden kaçarak en büyük kötülüğü kendime yapıyorum. Bunu da biliyorum ama inadım yüzünden tedavi görmüyorum işte. Karaciğerim çok kötü ağrıyor, varsın daha kötü ağrısın!…

Belki, yirmi yıldır böyle yaşamaya alıştım. Şimdi kırk yaşındayım. Eskiden bir işim vardı, artık oda yok. Aksi ve öfkeli bir memurdum. Kaba biriydim. Üstelik bu bana zevk veriyordu. Hiç rüşvet almadığım için, kendimde kaba olma hakkım buluyor, kendimi bununla ödüllendiriyordum. (Kaba bir espri oldu ama olsun, karalamayacağım. Yazarken ince olacağım düşünmüştüm, şimdiyse bu sözlerin kötü bir böbürlenmeden başka bir şey olmadığını çok iyi biliyorum. Yine de çizmeyeceğim.) Masama gelen işleri dişlerimi gıcırdatarak yapar, birisine sinirlendirdiğim zaman büyük zevk duyardım. Üstelik bunu çoğu kez de becerirdim. Zaten iş takibine gelenlerin çoğu korkak, pısırık kimseler olurdu. Emretmekten hoşlanan bir subay vardı ve elbette ben ondan hiç ama hiç hoşlanmazdım. Bir türlü hizaya gelmez, karşımda ukalâ ukalâ kılıcını şakırdatıp dururdu. Kılıç savaşımız onunla bir buçuk yıl kadar sürdü. Tabu ki zafer sonunda benim oldu, yenilgiyi kabul etti ve küıanı şakırdatmıyordu artık. Neyse, tüm bunlar gençliğimde olmuştu. Benim asıl kötülüğümün ve kabalığımın nereden geldiğini biliyor musunuz, değerli okuyucularım? Ben bu hırçınlığı ve rezilliği her an yaşıyorum. Kötü ve hırçın biri değilim. Bu yaptıklarım gönlümü hoş tutmak için sadece. Öfkeden ağzım köpükler saçarken, yüzüme azıcık gülünüp, bir fincan şekerli çay verildiğinde gevşer ve duygulanırdım. Ardından kendi kendime kızar, utanır ve birkaç ay doğru dürüst uyku uyuyamazdım. Ne yapabilirdim ki? Mizacım böyleydi.

Hırsımdan yalan söyledim. Aksi ve kaba bir memur olduğum doğru değil. İş takibi için gelenlere de subaya da laf olsun diye terslik yapardım. Bunların tersi olan duygularımın kıpır kıpır ermesini isterdim her zaman. İçimdeki duygularım beni hep izlediler. Ortaya çıkmak için zaman ve fırsat arıyorlardı; ama bunlara izin vermiyor, özellikle engelliyordum. Sıkıntıdan boğuluyor; öfkeden ve hırstan çıldıracak hâle geliyordum. En sonunda tüm bunlardan bıkkınlık geldi. Bunları yazarken bir pişmanlık ya da özür diler bir hâlim var mı? Eminim böyle düşünüyorsunuz. İnanın bana, sizin ne düşündüğünüz de benim hiç umurumda değil.
Ben gerçekten kötü bir insan değilim. Ne aksi bir ada-mım, ne uysal; ne namuslu, ne alçak, ne de onurlu biriyim.

Ne kahramanım, ne de bir korkak. Hiçbir şey olamadım. şimdi ise köşeme çekildim. Bir yandan akıllı insanların bir baltaya sap olamayacaklarım ve yaşamda başarılı olanların sadece aptallar olduğunu düşünerek avutuyorum kendimi. XIX. yüzyılın insanı öncelikle iradesiz olmalıdır, hatta buna zorunludur. Becerikli, iradeli bir insan oldukça darkafahdır. Ben kırk yıllık bir yaşamdan sonra bu kanıya vardım. Artık kırk yaşındayım. Evet, bu kırk yıllık bir ömür, koca bir yaşam ve yaşlılığın ta kendisi. Kırk yaşından fazla yaşamak bence ayıp bir şeydir. Bayağılığın ve adîliğin ta kendisi. Bana açıkça, onurunuz üstüne söyleyebilir misiniz, kırk yaşın üstüne kimlerin çıktığım? Dilerseniz ben size bunların kimler olduğunu söyleyeyim: Ancak aptallar ve namussuzlar yaşarlar kırk yaşından sonra. Ben bunu, o saygın, beyaz saçlı, güzel kokular sürünmüş yaşlıların yüzüne bile söyleyebilirim! Buna hakkım da var; çünkü ben de altmış yaşma, hatta yetmişe kadar yaşayacağım… Hatta seksen yaşma kadar, izin verin de biraz soluklanayım.

Belki de sizi güldürmek istediğimi sanıyorsunuz! Ama yanıldınız işte. Ben sizin sandığınız ya da sanabileceğiniz gibi muzip biri değilim. Benim bu gevezeliklerime kızarabilirsiniz. -ki kızdığınızı seziyorum- Benim kim olduğumu sorarsanız, size “Küçük, sekizinci dereceden bir memurdum” diye yanıt verebilirim. Ben yalnızca karnımı doyurmak için çalışıyordum, -yalnızca bunun için- İşte bu nedenledir ki geçen yıl yakın akrabalarımdan biri, bana altı bin ruble miras bırakınca memurluktan hemen istifa ettim. Daha sonra da şimdi oturduğum bu eve yerleştim. Eskiden de burada yaşardım; artık iyice demir attım. Odam kentin kıyısında ve çok kötü bir oda. Aptal bir hizmetçi var. Yaşlı, hırçın ve öfkeli bir köylü kadım; üstelik çok da pis kokuyor. Bana bazı kişiler Petersburg’un havasının sağlığıma dokunduğunu, başkentte yaşamak için bu aylığın yetmeyeceğini söylüyor. Bütün bunları söyleyen, görmüş geçirmiş insanlardan daha iyi bilirim neler yapacağımı ve ben Petersburg’tan dışarıya bir adım bile atmayacağım. Gitmekle gitmemek arasında bir ayırım yapamıyorum. Gerçekten neden gitmek istemediğimi de bilmiyorum.

Böyle bir insanın neleri konuşmaktan hoşlanacağını bilir misiniz? Cevabı şu: Sadece kendinden.
Şimdi bende size kendimden bahsedeceğim…

II

Değerli okuyucularım, şu an siz dinlemek isteseniz de istemeseniz de ben sizlere niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğim ve ciddiyetimle söyleyeyim, böcek olmayı bile istedim şiddetle. Ama ne yazık ki bunu bile başaramadım. Değerli okuyucularım, yemin ederim ki her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır, insanın günlük yaşamı içinde yalın bir anlama gücü, XIX. yüzyıl aydınının anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta yaşamaktan paylarını almışlarsa, daha azı bile yeter. Eh, kentlerin de fırsatçı olardan ve olmayanları vardır. Yani, insanlar sıradan kişilerin ve işini bilenlerin anlayışıyla yetinmelidir. Ancak iddiaya girerim ki bunları, bir yandan gösteriş olsun diye, diğer yandan da kılıcını şakırdatan subaya bilgiçlik için yazdığımı sanıyorsunuz. Ama değerli okuyucularım, siz hiç kendi hastalıklarıyla övünenleri, hele bunlarla gösteriş yapmaya çalışanları gördünüz mü?

Ne yazık ki var ve herkes de yapıyor bunu! Gerçekten, hastalıklarıyla övünüyorlar! Belki de en çok ben yapıyorum. Gereksiz bir tartışma. Vereceğim cevap anlamsız çünkü. Bununla birlikte, anlama gücüm çok yüksek değil; bu durumun bir hastalık olduğu konusunda da kuvvetli bir inancım var. Kesinlikle bu böyledir. Bunu bir yana bırakalım ve siz bana şunu söyleyin: Bazı zamanlarda, nasıl desem, eskilerin deyişiyle “Bütün güzel ve yüce şeyler” in inceliğini kavramaya hazır olduğumda, evet böyle zamanlarda, bunları hissedeceğime gereksiz, saçma sapan davranışlarda bulunuyorum. Söyİemek istediğim, belki herkesin yaptığı ama benim yapmamam gereken anlarda, böyle aykırı davranışlarda bulunmam neden ileri geliyordu? Niçin ben iyilik, güzellik, yücelik gibi şeyler konusundaki anlama gücüm arttıkça, bataklığa daha çok gömülüyor ve boğulacak duruma geliyordum? Üstelik bu bende rastlantısal bir şey değil, kaçınılmaz bir durum hâline geldi. Sanki, bu hâlim bir hastalık, bir rahatsızlık, bir düzensizlik değil de benim doğal hâlim gibiydi. Sonunda ben de pes ettim. (Kim bilir, belki ben de inanmıştım…) Başlangıçta bu çelişki beni çok üzdü. Başka insanların da aynı durumda yaşadıklarını bilmediğim, buna inanmadığım için, içimde bir sır gibi sakladım; çünkü utanıyordum. (Hatta belki şu anda bile utanıyorum.) Utanmam öyle büyük boyutlara ulaşıyor ki, örneğin Petersburg’ta geçirdiğim kötü bir geceden sonra, yine bir rezalet çıkardığımı düşünüyordum. Bunun onarılmaz bir durum olduğunu tüm benliğimle hissediyor, içimde büyük bir haz ve büyük bir mutluluk duymama neden oluyordu. Yani bir yandan da kendi kendimi yiyip bitiriyordum. Bunu da gizlice yapıyordum. Bunları tekrarladıkça, içimdeki acı kendimi suçlamama yol açıyor ama giderek kayboluyor, hatta sonunda da yerini gerçek bir zevke bırakıyordu. Evet, gerçekten de tam anlamıyla zevk duyuyor…

Related Articles

Tanrının Kırbacı Attila kitap özeti – Thomas Mielke

Ölü Canlar

admin

Kızıl ile Kara (Stendhal) – Roman (Kitap) Özeti

admin