Tutku dolu bir yangının etkiliyici hikâyesi…
Kendini eşinin iş ortağı ve yakın arkadaşı olan bir adamla tutku ve şehvet dolu bir gönül fırtınasının tam ortasında bulsaydın ne yapardın?
Yeni Bir Hayat
Cyn McCall davet edildiği Akapulko’da geçirdiği o gizemli ve tutku dolu gecenin bütün suçunu şehrin egzotik havası ve amber çiçeklerinin büyüleyici kokusuna atmak istiyordu. Ama gerçek, Meksika’nın yakıcı güneşinin çok ötesindeydi.
Aşk, teslimiyet isteyen kollarını açmıştı bile
1
Kuru üzümler, Cyn Mac Call artık onların ne kadar berbat görünümlü şeyler olduğunu düşünmeye başlamıştı.
“Brandon, lütfen öyle yapma!”
“Onları böyle yapmayı seviyorum anne. Çünkü böylece onları kimse yemez, sonsuza dek masanın üzerinde kalırlar.”
Cyn sonunda oğluna teslim olup derin bir iç çekerek başını salladı. Cyn’nin annesi, güneş ışıklarının aydınlattığı mutfağa girerken kızının derin derin iç çekişini duydu.
Ona:
“Burada neler oluyor? Neden bu kadar öfkelisin Cynthia?” diye sordu.
Ladonia doğruca kahve makinesine doğru gidip kendine bir fincan kahve koydu.
“Torunun kahvaltısını yaparken, kepek tabağının İçindeki kuru üzümleri ayıklayıp, onları masanın üzerinde duran tabağının etrafına diziyor.”
“Ne kadar yaratıcı bir çocuk!”
Cyn önce annesine, sonra kepek tabağından çıkartılıp masaya dizilen kuru üzümlerden, masaya yayılan süt damlalarına ters ters baktı.
“Ona doğruyu göstermeye çalışıyordum anne. Burada bana onun yaratıcı olmasından söz etme.”
“Sen bu sabah yatağın ters tarafından mı kalktın? Yine mi?”
Ladonia’nın iki soru arasında beklemesi hiç de tesadüf değildi. Bu Ladonia Patterson’un, kızının suratsız halinin hiç de hoş karşılanmayacak sıklıkla tekrarladığını kurnazca ima etme şeklinden başka bir şey değildi.
Cyn, annesinin bu sözlerini hiç duymamış gibi davranarak masanın üstündeki süt damlalarını sildi.
“Brandon kızarmış ekmeğini ye.”
“Kızarmış ekmeğimi odama götürüp Susam Sokağını izlerken yiyebilir miyim?”
“Evet.”
“Hayır.”
Birbirine tamamen ters düşen bu sözler, aynı anda ailenin iki büyüğünün ağzından çıkıvermişti.
“Anne, biliyorsun ben ona dedim.”
“Seninle konuşmak istiyorum, Cynthia. Ama yalnız olarak.”
Ladonia, dört yaşındaki torunu Brandon’un sandalyeden kalkmasına yardımcı oldu. Bir dilim tarçınlı kızarmış ekmeği bir peçeteye sararak torununa verirken:
“Yerlere kırıntı dökme,” diye İkaz elti.
Torununu yatak odasına götürürken pijamasının üstündeki kırıntıları silkeledi. Sonra kızıyla konuşmak için mutfağa döndü. Oysa bu kez açılışı Cyn yapmıştı.
“Anne, ben Brandon’u terbiye etmeye çalışırken sürekli araya girmeye hemen bir son vermen gerekiyor.”
Konu bununla ilgili değil. İnce yapılı oldukça alımlı Ladonia, sabah aldığı duşun etkisiyle hala capcanlı görünüyordu. Her halinden az sonra kızıyla kahvaltı masasının başında yapacağı kavgaya kendini hazırladığı belliydi.
Cyn bir yandan kahve makinesinde demlenen taze kahvenin kokusunu duyarken diğer yandan da annesinin ona ders vermeye hazırlandığını hissetmiş ve bundan hiç hoşlanmamıştı.
Cyn kol saatine bakarak:
“Hemen işe gitmem gerek yoksa geç kalacağım,” dedi.
“Otur.”
“Güne kavgayla başlamak istemiyorum.”
Ladonİa, Cyn’e sözlerini bir kez daha yumuşak bir şekilde tekrarladı.
“Otur.”
Cyn bir sandalyeye oturdu.
“Biraz daha kahve?”
“Hayır, teşekkür ederim.”
“Bu sen değilsin Cynthia.”
Ladonia fincanına yeni hazırladığı kahveden bir fincan koyup masada kızının karşısına otururken sözlerine böyle başlamıştı.
“Sen bu günlerde oldukça gergin, sinirli ve keyifsiz gibisin. Üstelik Brandon’a artık hiç tahammülün kalmadı. Eğer seni bu kadar iyi tammasaydım, hamile olduğunu düşünecektim.”
Cyn gözlerini çevirerek:
“Bu söylediklerini de hafızana sayı olarak kaydet,” dedi.
“Senin mizah anlayışına ne oldu? Son zamanlarda sana neler oluyor?”
“Hiçbir şey olmuyor.”
“Tamam, pekâlâ o zaman ben sana söyleyeyim.”
“Zaten, bundan emindim.”
Ladonia öfkeli bir şekilde Cyn’e parmağını sallayarak:
“Sakın bir daha bana karşılık verme,” dedi.
“Anne, lütfen bu konuşmayı bu sabah bir kez daha tekrarlamayalım. Bana ne söyleyeceğini ben zaten biliyorum.”
“Peki, sana ne söyleyecekmİşim?”
“Bana iyi bir hayat sürdürmediğimi söyleyeceksen. Tim’in ölümünün üzerinden iki yıl geçmesine rağmen, benim hala hayatta olduğumu, hala genç olduğumu ve daha İlerde göreceğim çok yıllarım olduğunu söyleyeceksin. Başarılı bir şekilde devam ettiğim çok iyi bir işim olduğunu, fakat o işin hayatımdaki her şey olmadığını söyleyeceksin. Başkalarının bana olan ilgisini iyi değerlendirmem gerektiğini ve yeni arkadaşlıklar kurmam gerektiğini söyleyeceksin. Dışarı çıkıp kendi yaşıtlarımla takılmam gerektiğini, bekârlar kulübüne gitmem gerektiğini söyleyeceksin.”
Daha sonra annesine pişmanlıkla gülümseyerek:
“Gördün mü? Senin bana söyleyeceklerini
kalbimin en derinliklerinde biliyorum,” diye mırıldandı.
“Madem Öyle, o zaman neden bu söz ettiklerinden birini bile yapmıyorsun?”
“Çünkü bu söylediklerimin hepsi aslında senin isteklerin. Oysa ben bunların hiç bîrini yapmak istemiyorum.”
Ladonia ellerini masaya koyarak dayandı.
“Peki, sen ne İstiyorsun?”
“Ne mi?”
Cyn ona içindeki yokluğunu hissettiği şeyleri anlatmayı denedi. Oysaki yaşantısındaki eksikliği anlatmak hiç de kolay değildi. Eğer anlatabilseydi, zaten yaşantısındaki bu boşluğu çok önceden dolduracaktı. Aylardan beri kendini bir boşlukta hissediyordu.
Brandon, beslenmesinde annesine ihtiyaç duyamayacak kadar büyümüştü. Cyn, İş hayatında kendisini çok başarısız olduğunu sanıyordu. Tüm ev işlerini babasının ölümünden sonra Cyn’lerin yanına taşınan Ladonia üstlenmişti. Cyn artık ailenin reisi durumuna geçmişti, fakat bu sıfat ona hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Yaşantısındaki hiçbir şey ona başarı ya da tatmin duygularını vermiyordu. Gençliği ve canlılığı monoton yaşantısından ötürü adeta tükenmişti.
En sonunda:
“Bir şeyin olmasını istiyorum. Bİr şeyleri değiştirecek, yaşantımı geriye döndürebilecek bir şeylerin olmasını istiyorum,” diyebildi.
Ladonia yumuşak bir şekilde ona:
“İsteğin için dikkatli ol!” diye tavsiyede bulundu.
“Ne demek istiyorsun?”
‘Tim’in kazara ölümü de her şeyi baştan sona değiştirmişti.”
Cyn sandalyesinden sanki vurulmuş gibi kalktı.
“Bu söylediğin çok kötü bir şeydi,” diyerek hemen el çantasını, evrak çantasını ve anahtarlarını alarak hızlıca arka kapıya doğru gitti.
“Belki de o söylediklerim gerçekten çok kötü bir şeydi, Cyn. Ben bu konuda sana bu kadar zalim olmayı istemiyorum. Fakat bir şeyleri daha iyiye doğru değiştirmek istiyorsan, bulunduğun yerde oturup, kadere inanarak bir şeylerin değişmesini bekleyemezsin. Önce kendi içinde bir takım değişiklikler yapmak zorundasın.”
Cyn annesinin bu sözlerine hiç karşılık vermeden:
“Evden geç çıktığım için North Central’daki kâbus gibi trafiğe takılacağım. Brandon’a onu öğle tatilinde arayacağımı söyle,” dedi.
Sonra, ötkeli bir şekilde, hastaneye gitmek için yola çıktı.
“Ne söylediğimi biliyorum George, fakat onları dün söylemiştim. Onların önce halka açılacaklarını kim bilebilirdi ki!”
Worth Lansİng asistanına kendisine bir fincan kahve daha koymasını işaret etti. Asistanının görevi büro işlerinden çok daha fazlasıydı. Asistanı yani Bayan Hardiman, aynı zamanda Worth’ün sekreteri, asistanı, annesi ve sırdaşı gibiydi. Bunu nasıl söylerseniz söyleyin. O bunların hepsini yapmakta oldukça mükemmeldi.
“Görevimi biliyorum George, fakat sen kaybetmedin.”
Müşterisi ona ateş püskürürken, Worth telefon almacını göğsüne dayadı. O an on ikinci kattaki yönetici ofisini süsleyen çiçekleri sulayan Bayan Hardiman’a:
“Beni arayan oldu mu?” diye sordu.
“Yalnızca dişçiniz.”
“Ne istiyor? Onu daha geçen hafta gördüm.”
“Ohhoh. Sizin röntgen filmlerinize bakmış. Dişinize iki dolgu yapılması gerekiyormuş.”
Worth:
“Harika, harika!” diyerek derin bir soluk alıp; “Hiç daha iyi haberin yok mu? Greta’nın aramadığından emin misiniz?” diye sordu.
“Maalesef.”
Bayan Hardiman su ibriğini su barının arkasına koydu.
Worth ona göz kırparak:
“O zaman beni ararsa bana mutlaka haber ver. Ne zaman ararsa arasın sorun değil,” dedi.
Worth telefon almacını tekrar kulağına dayadı. Müşterisi hala borsadaki belirsizlikten ötürü ona küfür ediyordu.
“George, sakin ol. Bu sana uygun bir hisse senedi değildi, hepsi bu. Burada biraz yaratıcı bir şeyler yapmama izin ver. Borsa bugün kapanmadan seni ararım. Elimde bir şapka dolusu sihirli tavşanım var. Eminim birini senin için çekerim.”
Telefonu kapattıktan sonra, Worth kırmızı deri kaplı sandalyesinden kalkarak, yalnızca borsa haberlerini izlediği televizyonunu açtı. Bir yandan da küçük ekranda basketbol maçı izlemeye başladı.
Hiç şüphe yok, bu konuda deneyimsizdi. Çok kötü bir hafta geçirmişti. Adeta ibadet eder gibi her gün gittiği spor salonuna da gidememişti. Bu….