“Biz, sonsuza dek birbirimize bağlıyız. Bu konuda ikimizin de yapabileceği hiçbir şey yok. Dünyanın öbür ucuna da gitsen kalbin bana ait. Benim ki de sana… Bana döneceksin… Git… Git ve hayatın anlamını bulmaya, lanetli kaderinden kurtulmaya çalış… Hayatın bir anlamı olmadığını ve nafile çabaladığını anladığında kollarımda olacaksın.”
“Asla…” dedim. “Asla sana dönmeyeceğim.” Beni dinlediğini biliyordum. Fısıltıyla söylediğim sözcükleri gayet net duyacağını da…
Nefesinin çekildiğini, ömrünün bir başka bedene doğru, uçup gittiğini hissedeceksin. Vücudun alev alacak ve göz açıp kapayana dek, küllerin rüzgarla dans etmeye başlayacak. Hayatta kalmak için şansın var mı? Bir setanla yolun kesişmişse ya aşık olursun ya ölürsün. Asla üçüncü bir seçenek yoktur.
Zamanın akmadığı, lanetli setan diyarı… Veroponen. Yabancısı olduğu bu gizemli yerde, ne aradığını çözmeye çalışan, rüyaları ile gerçekler arasında sıkışıp kalmış bir kız. Kopması imkânsız bir şekilde o kıza bağlandığına inanan bir melez.
Sizi satır satır içine çekecek ve son sayfaya ulaşmadan elinizden bırakmak istemeyeceğiniz doyumsuz bir fantastik hikaye.
***
GİRİŞ
Kaderin, içimdeki yangını, kabuğunda huzurla dinlenen kor ateşe dönüştürdüğü serüvenimde, mutlu sona bir adım uzaktaydım. Onu bulmuştum ve kavuşmak için yeryüzü zamanıyla dakikalar kalmıştı. Yine de hasretimi dindirecek nihai hamleyi gerçekleştirmemek, ona sahip olmak fikrine sıkıca tutunmamı engelliyordu. Sanırım ellerini avuçlarımda hissetmeden yüreğimin sızısı dinmeyecekti.
Rıhtıma inmiştik. Onu getirmelerini bekleyeceğim otel, caddenin karşısındaydı. Bir an durup içeriye dikkat kesildim. Güçlerimin ne derece azaldığını kontrol etmek istiyordum. Memnun bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Her şeyi ayrıntılı bir biçimde görüyor ve duyuyordum.
Lobi oldukça tenha idi. Resepsiyonist bir yandan telefonda oda servisinden şikâyet eden müşteriden özür diliyor bir yandan da sarışın, orta yaşlı bir kadına otelde kaç gün kalacağını soruyordu. Kapıya yakın koltuklara iyice yayılarak oturmuş üç genç adam, alelade bir sohbete dalmış çaylarını yudumlarken, yan tarafta gazetelerini okuyan iki kıza kaçamak bakışlar fırlatıyorlardı. Kızlardan birisi kumral, siyah gözlü, buğday tenli güzelce bir kızdı. Uzun saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Hafif balıketli, sarışın olan diğer kız da hiç fena sayılmazdı. Yanlarındaki adamlarla fazla ilgilenmedikleri her hallerinden belliydi. Onları otelde yalnız bırakan erkek arkadaşlarının dedikodusunu yapıyorlardı. Duyabiliyordum, her şeyi… Fincana dokunan çay kaşığının sesini bile.
Otomatik otel kapısı açıldığında, her zamanki gibi önce içeriye ılık bir meltem süzüldü. Arkasından üzerimize kilitlenen bakışlarla biz… Attığımız her adımda dalga dalga yayılan kokumuz, orada bulunanların başını döndürmüştü. Sarışın kız, burnunu mest eden bu enfes parfümün hangi markaya ait olduğunu çıkarmaya çalışıyor gibi derin bir nefes çekti içine. Lobideki tüm gözler hâlâ üzerimizdeydi. Belli ki meltem yüzlerini yalarken, getirdiği kokuyla onları sarhoş etmişti. İnsanlar sanki eşi benzeri olmayan, harikulâde sanat eserlerinin teşhir edildiği bir müzayedede fiyat vermeye hazırlanan alıcılar gibi hayranlıkla ve gözlerini bile kırpmadan bize bakıyorlardı. Büyülenmişlerdi. Ne zaman onlara ait mekânlara gelsek böyle oluyordu. Bu, bizim için oldukça alışılagelmiş bir durumdu. Umursamadık.
Resepsiyonist kıza oda numarasını sorduktan sonra, Stroga’yı işlemleri halletmesi için orada bırakarak yukarıya çıktık. Stroga’nın işini bitirip yanımıza gelmesi uzun sürmedi. Muhtemelen pek fazla konuşması bile gerekmemişti.
Hava kararmak üzereydi. Burası otelin en güzel odası olmalıydı. Hep öyle olsun isterdim. Birinci sınıf sayılmazdı belki ama oteldekinin en iyisiydi. Masanın üzerinde yemekler ve içkiler vardı. İlgilenmedik.
Netu ışıkları söndürdü. Görmemiz için ışığa gerek yoktu tıpkı duymak için insanların ses dedikleri vızıltıya ihtiyacımız olmadığı gibi. Hepimiz doğruca caddeye bakan pencereye yöneldik.
“Onu görebildin mi Netu?” diye sordum.
“Ayak sesleri…” dedi Netu gözlerini kapatarak. “Caddeyle kesişen ikinci sokaktan bu tarafa doğru dönecek, Ales.” İnsan yapısı, beton duvarlar sesimizin yankısını kolaylıkla düşmanlarımıza ulaştırabilirdi.
“Kaybedecek zaman yok. Bir an önce gidin.”
Stroga ve Netu pencereyi açıp gökyüzüne süzüldüler.
1.KAYBOLUŞ
Soğuk… Rüzgâr… Adada kışın bu denli sert geçtiği görülmüş şey değildi. Kalabalığın içerisinde evime doğru yürümeye çalışıyordum. Bitki evini kapatıp yollara düşeli yaklaşık yirmi dakika olmuştu. Parmak uçlarımı hissetmiyordum. Sokak lambasının altından geçerken eldivenimi hafifçe kaldırıp altına baktım. Ellerim soğuktan morarmaya başlamış gibi görünüyordu. Bir an önce eve gitmek ve ısınmaktan başka hiçbir şey düşünemiyordum.
Evim, iki sokak ötede idi fakat oraya dek yürüyebileceğimden şüpheliydim. Ayaklarım artık adım atamaz hale gelmişti. Sanki bileklerime zincirlenmiş taştan külçeleri kaldırarak yürümeye çalışıyordum. Bugün, kışın hatta son zamanların en soğuk günü olmalıydı ya da bana öyle geliyordu. Soğuk, açlık ve yorgunluk… Tanrım, ne güzel bir karışım.
Biraz daha sabretmeliydim. Az sonra evimde olacağımı ve sıcacık bir kahvenin tüm yorgunluğumu alacağını düşünmek, sanki daha hızlı yürümeme yardımcı oluyordu. Açtım ve boğazımdan süzülen kahve, geçtiği tüm organları yakarak aşağıya doğru ilerleyecek, yolculuğunu bomboş midemde sonlandıracaktı. Midem kasılarak, benim bayıldığım fakat onun nefret ettiği bu misafiri kabul etmemek için direnecekti. Dayanılması güç spazmlarla beni cezalandıracaktı ama ben yine de koyu kahvemi bir an önce yudumlamak için yanıp tutuşuyordum.
Nihayet oturduğum sitenin giriş kapısı görünmüştü. Ayaklarım uyuşmuş olmasına rağmen, hızlıca yürüdüm. Gözümü bir an olsun yoldan ayırıp etrafa bakmadım. Birkaç dakika sonra blok kapısının önündeydim. Alelacele anahtarı deliğe sokup çevirdim. Ellerimin titremesine engel olamıyordum.
Buraya babam öldürüldükten sonra taşınmak zorunda kalmıştım. Binada oturanlar pek haz edilecek türden insanlar değillerdi. Yoksulluğun ne kadar negatif semeresi varsa, birer ikişer serpiştirilmişti bu mahalledekilerin üzerine. Yine de hayata bir köşesinden tutunmaya çalışan insanlardı onlar ve üzülmeden edemiyordum.
Merdivenlerden olabildiğince hızlı ve sessiz çıkmaya gayret ettim. Bina oldukça eski, dahası bakımsızdı. Asansör yoktu, olsa da güvenli bulmadığım için kullanmazdım zaten. Üçüncü kata geldiğimde nefes nefese kalmıştım. İçimden derin bir oh çektim. İyi ki merdivenin hemen sağındaki dairede oturuyordum. Böylece uzun ve loş koridoru yürümek zorunda kalmıyordum. Özellikle de akşamları, merdivene en yakın dairede oturduğum için şükrediyordum. Aslında koridorun dairemin ilerisinde kalan kısmına adımımı bile atmamıştım. Benim için orası karanlık taraftı. Kirayı zar zor denkleştiriyor olmasam çoktan taşınmıştım bu evden. Başka çarem yoktu. İster istemez burada yaşamaya katlanıyordum.
Kapıyı açıp içeri girdiğimde, taşınır taşınmaz taktırdığım kilitlerin üçünü de hemen çeviriverdim. Neredeyse refleks olan bu davranış, her akşam yerine getirdiğim bir güvenlik ritüeli halini almıştı.
“Hepsini kilitle ve ne olursa olsun asla açma.”
Kesinlikle değişmez düsturum buydu. Botlarımı çıkarıp fırlattım. Parmak uçlarım, terliğimin yumuşak ve sıcacık dokusuyla buluştuğu anda tekrar ve daha derin bir oh çekmeyi ihmal etmedim. Ne de olsa bu akşamki eve dönüş savaşından galibiyetle çıkmıştım.
Mahalleyi de oturduğum binayı da sevmiyordum ama evim cennetimdi. Huzur bulduğum cennetim…
Ev dışarıya göre oldukça sıcaktı. Soğuktan titreyen ve neredeyse donmaya yüz tutan -ya da bana öyle gelen- vücudum sıcak havanın temasıyla yanmaya başladı. Paltomu çıkarıp vestiyere astım. Çantamı da yanında duran sandalyeye doğru savurdum. Hareketlerim kontrollü sayılmazdı. Çanta yere düşmüştü fakat eğilip alamayacak kadar bitkindim. İlk işim kahve makinesini çalıştırmak oldu. Yemeğimi hazırlarken, kahve içmek istiyordum. Eve gelene dek bu anın hayalini kurmuştum. Tezgâhın hemen bitişiğine bir sandalye çektim. Oturup beklemeye başladım.
Karşı konulamaz, tatlı bir miskinlik çökmeye başlamıştı üzerime. Uyumama ramak kalmıştı. Sıcaktan mayışan, miskin bir kediye benziyordum. Kapı zilinin çalmasıyla yerimden sıçradım. Genelde bu saatte pek gelenim olmazdı hatta buraya taşındığımdan beri, doğru dürüst zilimi çalan bile olmamıştı. Zaten evime misafir olarak gelebilecek samimiyette tanıdığım da yoktu. İnsanlarla arkadaşlık etmek için fazla çabalamazdım. Onlarla gerektiği kadar konuşur ve ilişki kurardım.
Zil tekrar çaldı. Israrcı bir ziyaretçiydi anlaşılan.
“Tua açar mısın?”
Cevap vermedim. Evde olmadığımı düşünür giderdi belki de.
“Evde olduğunu biliyorum.”
Bu bir kadın sesiydi. Tanıdık birisi değildi. Kulağıma basit bir tınıdan çok melodi gibi gelen sesin sahibini merak ettim. İstemeyerek de olsa yerimden kalkarak tereddütlü bir şekilde kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açmaya hiç niyetim yoktu. Yalnızca merakıma yenildiğimden gözümü merceğe dayayıp dışarıya bakacaktım. Öyle de yaptım.
Kapının önünde otuz yaşlarında çok güzel bir kadın duruyordu. Evet, kesinlikle emindim ki bu kadını daha önce hiç görmemiştim. Kısa süreliğine bile görüldüğü takdirde akıldan silinmeyecek bir güzelliğe sahipti. Uzun, düz ve gür sarı saçları ve saçları ile tezat oluşturacak derece koyu bir teni vardı. Alışılmışın dışında değişik bir tipti. Üzerine göz rengi ile uyumlu, açık yeşil renkli, uzun bir pardösü giymişti. Trabzanlara dayanmış, kapıyı açmamı bekliyordu. Tek kelime ile göz kamaştırıcı idi. Buralarda bu tip bir kadına pek rastlanmazdı.
Kuryelik veya benzeri bir iş yapmayacak kadar seçkin görünüyordu. Komşulardan biri de olamazdı. Hiç biri adımı bilmezdi. Kimseyle tanışmamıştım. Kazara merdivenlerde birilerini gördüğümde, hafifçe gülümseyerek, konuşmadan hızla yanlarından geçmeyi tercih ediyordum.
“Tua, beni duyduğunu biliyorum, lütfen aç. Çok önemli.”
Adımı telaffuz eden büyüleyici sese ve merakıma daha fazla karşı koyamadım. Önce en üsttekini, daha sonra orta ve alt kilitleri açtım. Son hamleyi yapıp kapı kolunu kavramıştım ki kapı kendiliğinden arkasına dek açıldı. Sendeleyerek geriye doğru çekilmek zorunda kaldım. Gözlerimi ondan alamıyordum. Karşımda duran büyüleyici güzellikten…
Göz göze geldiğimizde başımın döndüğünü ve ayaklarımın yerden kesildiğini hissetim. Tam düşmek üzereyken birisi belimden sımsıkı kavrayıp kucağına aldı. Yüzünü göremiyordum. Sanırım yarı baygın bir durumdaydım.
“Korkma sana zarar vermeyeceğiz,” diye fısıldadı gür bir erkek sesi. Beni kucağına alan adam olmalıydı. Kim olduğunu görmek için gözlerimi açmak istedim ama boş bir çabadan öteye geçemedi.
“Çabuk olalım, Ales bizi bekliyor,” dedi kadın. Ales mi demişti? Bu ikisi gibi, adı Ales olan birini de tanımıyordum.
Adam üzerimi bir şeyle örttü. Tenime dokunuşundan ve kokusundan paltom olduğunu anladım. Sonra yüzümde bir rüzgâr hissetim. Adam paltoyu başımın üzerine doğru iyice çekti. İçinde bulunduğum durumun sebebinin ne olduğunu anlamaya çalışırken midemin kalktığını hissettim. Kırılan camların sesini duydum. Bu his… Kesinlikle yerden yüksekte olmalıydık. Hem de beni gerecek ve midemi alt üst edecek kadar yüksekte… Anlam veremiyordum. Helikoptere falan mı binmiştik? Ses duymamıştım. Gözlerimi açmaya yeltendim. Nafile… Bana ilaç veya ona benzer bir şeyler vermiş olmalılardı. Düşüncelerimi dile getirmeye, ne yaptıklarını sormaya çalıştım. Fakat dudaklarımı kımıldatmam mümkün görünmüyordu.
Kısa bir süre sonra karnıma saplanan ağrı ve bulantı, yerini rahatlamaya bırakmıştı. Midem artık havada olmadığımızı söylüyordu. Adam beni yavaşça bir yere bıraktı. Oldukça yumuşak bir yatağın üzerindeydim. Gözlerimi açamıyordum ancak konuştuklarını duyabilecek kadar bilincim yerindeydi.
“Artık dönelim. Yeryüzünde çok uzun kaldık. Burada olduğumuzu çoktan anlamışlardır. Güvende değiliz,” diyen bir erkek sesi daha duydum. Diğer sesten farklıydı. İnsanın içine işleyen cinsten bu sesin sahibini merak etmiştim.
“Kız birazdan uyanır, Ales…” dedi diğer adam.
“Netu icabına bakar.”
“Gözlerimde kaybolacağından emin olabilirsiniz,” diye böbürlendi kadın.
Gözlerimi hafifçe araladığımda, yemyeşil bir ışık hüzmesi gördüm. Sonrasını hatırlamıyorum.
2. RÜYA
Daha önce hiç bu kadar derin ve rahat bir uyku çekmemiştim. Gerinerek gözlerimi ovuşturdum, açmaya gayret ettim ama başaramadım. Göz kapaklarım yer çekimine karşı koyamıyordu. Açılmamakta direniyorlardı. İşte… Nihayet onları azıcık aralayabilmiştim. Etrafa bakındım. Yatak odamda değildim.
“Yine mi?” diye söylendim bezgin bir sesle. Hep yapıyordum bunu. Her zaman rüya ile gerçeği karıştırıyordum. Gün aşırı gördüğüm rüyalardan birinin içindeydim. Büyük salondaydım. Birden güzel, sarı saçlı ve saçlarından daha etkileyici yeşil gözleri olan o tuhaf kadını hatırladım. Adı ‘Netu’ muydu? Tanrım, öyle havalı ve çarpıcı bir kadın için ne garip bir isim. Rüya görmüş olmalıydım. Rüya içerisinde rüya… Bu olağan rüyadaki tek değişiklik o kadındı. O kadını nereden bulup rüyalarıma katmıştım acaba?
Yalnızlık, diye hayıflandım kendi kendime. Gittikçe aklımı kaçırmama mı neden oluyordu yoksa? Olsun. Bu, isteyerek düştüğüm hatta incinmekten korkan ruhumu, içine balıklama ittiğim bir durumdu. Yalnızlık, benim kaderim değildi. Bazıları gibi yaşamaya mecbur olduğum zindanım değildi. Yalnızlık, benim seçimimdi ve ben yalnız olmayı seviyordum.
Tüm bunları düşünürken bir yandan da gözlerimi sürekli kırpıştırarak üzerilerindeki ağırlığı atmaya çalışıyordum. Artık uyanmam gerekiyordu. Lüzumundan fazla uzun süren bu rüyadan sıkılmıştım. Uyanmazsam rüya içerisinde bir başka rüyaya daha dalabilirdim. Benim gibi bilinçaltını, bilincinin olması gereken katmanlarının çok çok üstünde yaşamaya alışmış bir kız için bile, bu kadarı fazlasıyla yorucuydu. Kahveye ihtiyacım vardı. Bugün belki on fincan içmiştim fakat bir taneye daha hayır demezdim. Belki de kahveyi damarıma enjekte etmeliydim. Böylesi daha kolay olurdu.
Gözlerimi iyice ovuşturduktan sonra, onları sonuna dek açmayı başarmıştım. Dikkatlice etrafa baktım. Olamaz… Ne kadar çabalasam da uyanamıyordum. Hâlâ büyük salondaydım. Çıkıp yatak odama gidemiyordum. Hemen hemen her gece burayı görüyordum zaten. Burası rüyalarımda sıklıkla ziyaret ettiğim bir yerdi. Büyük salonu, kapısı salona açılan odaları -ikisi hariç- ve içindekileri ezbere biliyordum.
Yalnız bu kez her şey çok gerçek görünüyordu. Ayağa kalktım. Derin bir nefes aldım. Bacaklarımı ve kollarımı hareket ettirdim. Hafifçe kolumu çimdikledim. Nedense kendimi rüyadaymışım gibi hissetmiyordum çünkü. Bu nasıl bir rüyaydı? Rüya mıydı? Hiçbir şeyden emin olamıyordum. Tekrar çevreme bakınca rüyada olduğumdan emin oldum. Elbette rüyadaydım. Hani şu oldukça gerçekçi olanlarından…
Yatağıma uzandığımda, herkes gibi sade bir uyku çekmek istiyordum ama nedense kendimi hep bu devasa salonun içinde buluyordum. Salonun her köşesinde bir kapı vardı. Yatağa en yakın olan kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açmak için yuvarlak tokmağı sıkıca kavramıştım ki sanki görünmez bir el kapıyı ardına dek açtı. Kendiliğinden açılan bir kapı… Bu tanıdık rüyada, ilk kez böyle bir şey oluyordu. Şaşırdım fakat rüyaydı sonuçta. Her şey olabilirdi. Kapılar sihirli bir şekilde ardına dek açılabilirdi.
Banyo… Tam da hatırladığım gibi. Tüm eşyalar yerli yerindeydi. Sol tarafta hangi devre ait olduğunu bilmediğim, çok değerli olduğu belli, antika bir küvet ve banyo musluğu bulunuyordu. Küvetin hemen yanında, içerisinde çeşitli çiçeklerin durduğu yayvan bir sepet vardı. Bu sepet, her zaman burada olurdu ve içerisindeki taptaze çiçeklerin yerleştirilme şekli hiç değişmezdi. Kırmızı gül yaprakları en üstte idi. Alta doğru sarı, pembe, beyaz gül yaprakları ve lavantalar yerleştirilmişti. Çiçeklerin kokusu odayı mis gibi sarmıştı. Sağ tarafta bir lavabo, lavaboya yakın köşede ise çerçevesi altından antika bir boy aynası vardı. Hemen aynaya baktım. Oldukça kötü görünüyordum, saçlarım dağılmış, giysilerim buruşmuştu. Üzerimde bugün giydiğim kıyafetlerim vardı. Hep daha derli toplu olurdum, oysa bu kez fazla dağıtmıştım.
Karnımdan tuhaf sesler geliyordu. Çok açtım. Yemek yemeden uyuyakalmıştım. Soğuk havaya dayanıklı olduğum söylenemezdi. Neyse ki yandaki odada yiyecek bir şeyler vardı. Biliyordum. Çünkü her zaman olurdu. Hem de akla gelebilecek en leziz olanları… Rüyada yemek yersem, gerçekte de karnımı doyurmuş olur muydum acaba? Evet, olurdum.
Elimi, yüzümü yıkayıp saçlarımı düzelttim. Şimdi daha iyi hissediyordum. Aynaya baktım. Cildim parlamıştı, güzel görünüyordum. Banyodan dışarı çıktım. Diğer kapıya doğru yönelmiştim ki bu kapı da elimi dahi sürmeden açıldı. Normalde kapıları ben açardım. Bu gece biraz daha farklı bir rüya görüyordum. Yine de sıkıcı ve sıradan rüyalarımdan biriydi işte. O yüzden hayal gücümün oynadığı aptalca oyunların fazla üzerinde durmadım. Bir rüyaydı en nihayetinde ve gördüklerim zihnimin küçük ve renkli kareleriydi.
Evet, tahmin ettiğim gibi bu odada, kocaman bir masa ve üzerinde çeşit çeşit ve lezzetli yiyecekler vardı. Bu masada daha önce birçok kez yemek yemiştim. Yiyeceklere saldırdım ve ne bulduysam ağzıma attım. Oturmadım bile. Hızlıca midemi doldurduktan sonra ağzımı sildim. Döngüyü ne kadar çabuk tamamlarsam, o kadar çabuk uyanacağımı biliyordum.
Bu gece rüya sona ermeden yapmak istediğim farklı bir şey daha vardı: Diğer iki odanın kapısını açmak. Daha önce bunu defalarca denemiştim ama başaramadan uyanmıştım. Bu sefer de öyle olsun istemiyordum. Yiyeceklerle dolu odanın tam karşısındaki kapıya yöneldim. Önce bu kapının da açılmasını bekledim. Diğerleri gibi kendiliğinden açılmayınca altın tokmağı tuttum. Açmaya çalıştım. Kilitliydi. Nedense şaşırmamıştım. Bir şekilde açamayacağımı biliyordum zaten. Denemiştim yine de.
Fazla uğraşmadan hızlıca çaprazındaki dördüncü kapıya doğru koştum fakat onu da açamadım. Sonra birkaç kez kapılar arasında gidip geldim ve tekrar tekrar denedim. Nafile… En sonunda denemekten vazgeçtim. Boş yere yoruyordum kendimi. Olduğum yere çaresizlik içinde yığıldım. Dört kapıya da tekrar baktım. Rüya bir türlü bitmiyordu, kapıları açamıyordum, tükenmiştim. Boşluğa düşer gibi hissettim. Olması gereken her şeyi hatta daha fazlasını yapmıştım. Artık uyanmam gerekiyordu ama uyanamıyordum. Ters giden bir şey olmalıydı. Salona tekrar göz attım. Her şeyin düzgün olup olmadığını bir kez daha kontrol etmek istedim. Uyanmamı engelleyen bir şeyler vardı. Büyük yatak tamamdı. Salonun tam ortasında duruyordu. Yatağın sağındaki açık yeşil, parlak kumaşla kaplanmış, üzerinde birkaç ton koyu renkte kabartmaları bulunan, oturmayı çok sevdiğim kanepe de oradaydı.
Hemen yanındaki sehpaya gözüm takıldı. Onu daha önce görmemiştim. Bu sehpa da odadaki her şey gibi antika ve çok kıymetli görünüyordu. Üzerinde altından yapılmış ve değerli taşlarla bezenmiş bir sürahi ve kadeh vardı. Boğazım kurumuştu. Kurumak da ne kelime, tam anlamıyla susuzluktan ölüyordum. Sanki aylardır su içmemiş gibiydim. Sürahiye doğru eğildim. İçerisinde bir sıvı vardı. Rengi açık sarı idi. Su değildi. Hemen kadehe doldurup kokladım. Ne olduğunu kestiremedim ama enfes kokuyordu. Bir dikişte içtim. Tüm susuzluğumu alıp götürmüştü. Tadı kokusundan kat be kat güzeldi. Tekrar içmek için sürahiyi elime aldığımda biraz önce ağzına kadar dolu olan sürahinin bomboş olduğunu gördüm. Önemsemedim. Herhalde bu da bir halüsinasyondu. Alaca ve çoğunlukla hayallerimin işgalindeki, şuursuz bilinçaltım ve çevirdiği entrikalar…
Sürahiyi elimden bırakarak duvara doğru yaklaştım. Daha önce yakından bakmaya fırsatım olmamıştı. Duvarlar ve yerler bilmediğim bir taştan yapılmıştı. Bal renginde, çok parlak bir taştı. Okşarcasına dokunmaktan kendimi alamadım. Ne sıcak ne de soğuktu. Tam olarak tenimin sıcaklığındaydı. Duvarı incelerken odaya açılan beşinci bir kapının daha olduğunu fark ettim. Diğerlerinden farklı olarak tıpkı duvarlar gibi taştan yapılmıştı. Açabilmek ümidiyle kapıya doğru ilerledim. Kendiliğinden açıldı. İrkilmiştim. İstemsizce geriye doğru birkaç adım attım. Hafif bir esinti hissettim. Tenimi okşayan, ferahlatan bir meltem… Odaya daha önce hiç rastlamadığım türden güzel bir koku yayıldı. Sersemlemiştim.
Çok geçmeden kapıda uzun boylu bir adam belirdi. İçeri girmesiyle birlikte kapı açıldığı gibi kapandı. Ona dikkatlice bakınca afalladım.
“Ama bu… Bu, senin olduğun rüyalardan birisi değil. Burada ne işin var?”
O da bana baktı şaşkınlıkla. Fakat benim orada olmamdan çok, verdiğim tepkiye şaşırdığı belliydi.
Büyük salon ve o… Bu gecekinin, diğerlerinden çok farklı bir rüya olduğunu ilk baştan anlamıştım zaten. Değişik zamanlarda gördüğüm rüyalar birbirine geçmişti sanki. Rüyalarımın karmasından doğan dalgalar, beni, beyin hücrelerimin en kuytu dehlizlerine sürüklüyordu. Kaybolmamak ve bir yerlere tutunabilmek için çırpınıyordum.
Bana doğru birkaç adım attı. Etrafa yayılan harikulâde koku ondan geliyordu. Hafif dalgalı, simsiyah saçları alnına dökülmüştü. Yüz hatları çok biçimliydi ve teni, yeni tıraş olmuş gibi pürüzsüzdü. Üzerindeki siyah gömlek bedenine tam oturmuş, geniş omuzlarını ortaya çıkarmıştı. Oldukça etkileyici görünüyordu; gözlerimi ondan alamıyordum. Daha önce onu hiç bu kadar yakından görmemiştim. Elini ağzına götürerek hafifçe öksürdü. Sanırım kendime gelmemi sağlamaya çalışıyordu. Hafif bir gülümseyiş belirdi dudaklarında. Sebebi şaşkın halim olmalıydı.
“Tua, seni isteğin dışında buraya getirdiğimiz için üzgünüm. İnan bana, mecbur olmasaydım yapmazdım.”
Evet, ağzından çıkan sözcükler bunlardı. Bense ne demek istediğini tam olarak algılayamamıştım bile. Benimle konuşmasının yarattığı şoku üzerimden atmaya çalışmakla meşguldüm.
Bu rüyayı görmediğim gecelerde, ziyaretime gelen bir başka rüya daha vardı. Anlık bir rüya… Fotoğraf karesinden bir miktar daha uzun olan bir rüya. An, bazen bir bazen de birkaç saniye idi. Katiyen daha fazla değil… Sonra kayboluyordu. Bir duman gibi dağılıveriyordu gözlerimin önünden. Rüyadan çok resimdi, konuşmayan bir resim…
İşte o rüyada, karşımda duran bu adamı defalarca görmüştüm fakat ilk kez bu gece konuşmuştu. Ne zaman ona bir şeyler sormak veya konuşmak için ağzımı açmaya kalkışsam, benden uçarcasına uzaklaşıyor, dokunmak istesem kayboluyordu. Birkaç kez uzaklaşırken de olsa, ona adını sorabilmiştim. Susmuştu. Yakaladığım fırsatı, bu kez kaçırmaya niyetim yoktu. Tam ağzımı açmıştım ki “Adım Ales,” deyiverdi.
İsmi kayarcasına dökülüvermişti dudaklarından. Öğrenmem tahmin ettiğimden çok daha kolay olmuştu. Sormama bile gerek kalmadan bana ismini söylemişti. ‘Ales…’ O kadın da bu ismi telaffuz etmemiş miydi? “Ama sen beni tanıyorsun. Yanılıyor muyum?”
“Tanımak mı?” dedim kendimi toparlayarak. “Hayır, seni tanımıyorum. Yalnızca rüyalarıma girip beni rahatsız ediyorsun. Seninle konuşmak, kim olduğunu, rüyalarımda ne aradığını sormak istiyorum ancak kaybolduğun için soramıyorum. Sorsam da cevaplamıyorsun zaten. Bu yüzden sana…” Nefes almak için duraksadım. Soluksuz konuşmuştum. Çünkü durursam cümlelerimi toparlayamayacağımı biliyordum. “Kızgınım.”
Doğru kelime kızgın değildi aslında. Âşığım demek istiyordum. Deli gibi âşığım. ‘Kalbim nasıl çarpıyor bak’ demek istiyordum fakat yapamadım, söyleyemedim. “Bu son rüya olsun. Artık beni rahat bırak…” diye homurdandım dişlerimin arasından.
“Öncelikle şu durumu açıklığa kavuşturalım. Bu bir rüya değil. Öncekiler rüya idiyse bile, bu değil.”
Sözleri gülümsememe sebep olmuştu. Aklı sıra beni kandırmaya çalışıyordu.
“Tabii ki bir rüya,” dedim başımı iki yana sallayarak. Umursamaz bir tavırla sözlerime devam ettim.“Sen gerçek değilsin, burası gerçek değil. Burası ve sen gerçek olamayacak kadar…” Yine duraksadım. Bu kez doğru kelime dilimin ucundaydı. Onu eksiksiz tanımlayacak kelimeyi biliyordum. Ama sadece “Sen… Sen, gerçek olamayacak kadar tuhafsın,” demekle yetindim.
Beni yanlış anlamasını istemiyordum. Onun gibi birini nitelemek için yetersiz bir sözcük seçtiğimin farkındaydım. Kelimeleri kullanmaktaki acemiliğim, tekrar gülümsemesine sebep oldu.
“Tamam,” dedi ellerini havaya kaldırarak. “Ben tuhafım.”
“Evet. Kesinlikle tuhafsın,” diyerek onayladım sözlerini.
“Tuhaf olduğum hususunda anlaştık. Bir de gerçek olduğum konusunda anlaşsak.”
“Her şeyi hatırlar gibiyim aslında ama karman çorman.” Kafam karışmıştı.
“Olanları bir de benim anlatmamı ister misin? Eminim o zaman daha iyi anlayacaksın.” Bu anlayışlı, babacan tavrı nedense beni sakinleştirmek yerine kızdırıyordu fakat belli etmemeye çalıştım. Üzerindeki öğretmen edası, her ne kadar sinirimi bozsa da onda hiç eğreti durmuyordu. Aksine yakışıyor, onu oldukça karizmatik bir havaya sokuyordu. Gayet net ve tane tane olan konuşmasına devam etti.
“Netu ve Stroga evinden seni aldılar…” Sözünü kestim.
“Kaçırdılar…”
Gülümsedi. “Otele getirdiler ve sonra dördümüz birlikte buraya geldik.” Sözlerini tamamladıktan sonra oldukça nazik bir şekilde ilave etti. “Hatırlıyor musun?” Kelimelerin üzerine basa basa konuşuyordu.
“Neden böyle konuşuyorsun? Aptal gibi mi görünüyorum?”diye çıkıştım. “Normal konuşabilirsin.”
“Affedersin. Biraz garip davranınca ben senin…”
“Ben, senin ne?”
“Beyin sarsıntısı falan geçirdiğini düşündüm.”
Gayriihtiyarî başımı yokladıktan ve beynimin gayet sağlıklı bir şekilde kafatasımın içerisinde durduğunu teyit ettikten sonra, “Saçmalamayı kes,” dedim kaba bir sesle.
“Biraz önce anlattıklarımı hatırlayabiliyor musun?”
“Şu güzel kadınla, sesini duyduğum adam olsa gerek. Elbette hatırlıyorum. Rüya öyle başladı.” Gözlerimi devirdim. “Rüya içerisinde rüya…”
Kaşlarını çattı. “Tua…” Ses tonu öncekinden farklı olarak oldukça sertti. “Rüya görmediğini anla artık. Bu zihninin sana oynadığı bir oyun değil, burada olan her şey gerçek, yaşadığımız şu an gerçek…” Afalladım. Ne olmuştu da birdenbire sinirlenmişti?
“Beni nasıl azarlarsın?”
“Anlamak için çaba göstermiyorsun. Çocuk gibi davranıyorsun.”
“Kim olduğunu sanıyorsun sen? Bir daha seni görmek istemiyorum kahrolası. Uyanmak istiyorum hemen şimdi,” diye bağırdım.
Gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Her şeye ağlayan zayıf bir kız sayılmazdım aslında. Sinirimden ağlamaya başlamıştım. Hemen oracığa çöküp yüzümü dizlerimin arasına gömdüm. İyice içimi boşalttıktan sonra yanaklarımda kalan yaşları ellerimle temizledim. Karşımda durmuş öylece bana bakıyordu. Bir şey yapmadan ve konuşmadan… Sakinleştiğimden ve iç çekmeden konuşabileceğimden emin olduktan sonra ayağa kalktım. Olabildiğince güçlü görünmeye çalıştım ancak beceremediğimi biliyordum.
“Rahatladın mı?” diye sordu gülümseyerek. Sanki biraz önce beni azarlayan kendisi değilmiş gibi.
“Birazdan uyanacağım ve sen yok olup gideceksin. Defolup gideceksin. Umarım bir daha asla rüyalarıma gelmeye kalkışmazsın. Eğer bunu yaparsan, bu kez…” Ne yapabilirdim ki ona? Tıkanmıştım. Kalbim deli gibi çarpıyordu.