Romantik Gerçekçi İngiliz bir romancı olan Emily Bronte, üç romancı kız kardeşin ortancalarıdır. Hayatları kadar, sanatları da benzerlik taşıyan kardeşlerin en öne çıkanı, Uğultulu Tepeler´in yazarı Emily Bronte´dir. Yazdığı bu tek roman, yoğun bir lirizmle örülü olmanın yanı sıra, biçimsel açıdan da, titiz çalışmanın, olayları sağlam temellere dayandırmanın az bulunur örneklerinden biridir.
Acı bir intikam almayı konu edinen bu roman, okurun ilgisini sürekli canlı tutacak ustalıkta, şaşırtıcı olaylar, canlı ruh çözümleriyle, kendi çağının öne çıkan romanlarından biri olmuştur.
***
Evsahibimi (bir süre sonra başıma bela açacak olan şu yalnızlığa düşkün komşumu) ziyaretten az önce döndüm. Burası sahiden epey güzel bir yer! Bütün İngiltere’yi dolaşsam, kalabalığın uğultusundan bunca uzak bir çevre bulabileceğimi hiç sanmıyorum. İnsanlara uzak duran biri için tam bir cennet burası; Bay Heathcliffle ben de bu ıssızlığın tadını çıkarmak için o kadar elverişli iki kişiyiz ki!
Sıkı bir adamdı bu Heathcliff! Ben at üzerinde ona yaklaşırken, kaşlarının altından kara gözleriyle beni kuşkuyla süzdüğü zaman da, ona kendimi tanıtırken parmaklarını kıskançlıkla yeleğinin cebine attığında da, ona hemen nasıl ısındığımın farkında bile olmadı.
«Bay Heathcliff’siniz, değil mi?» diye sordum.
Yanıt yerine başını eğdi.
«Ben yeni kiracınız Lockwood, efendim. Buraya gelir gelmez, sizi ziyaret etme onuruna ermek istedim. Merak ettiğim, Thrushc- ross Grange’e kiracı olarak gelmekte bunca üsteleyişimin sizi huzursuz edip etmediğini öğrenmekti. Dün duyduğuma göre, kimi kaygılarınız varmış…»
Yüz buruşturup sözümü kesti.
«Thrushcross Grange kendi malimdir, bayım! Kimsenin beni huzursuz etmesine izin veremem, olabildiğince… İçeri buyrun!»
Bu, «İçeri buyrun!» sözlerini sıkılı dişlerinin arasından söylemiş, «Canın cehenneme!» der gibi olmuştu. Yaslandığı bahçe kapısı bile efendisinin bu sözlerinden hoşlanmadığını belli eden bir devinim göstermedi. Aldanmıyorsam, yalnızca durum dolayısıyla çağrısını kabul ettim: Benden daha aşırı biçimde ürkek davranan bu adama karşı içimde bir ilgi uç vermişti.
Atımın kapıyı iyice göğüslediğini görünce elini uzatıp kapının zincirini açtı, sonra asık yüzlü bir tavırla önüme düştü, avluya girerken de bağırdı:
«Joseph, Bay Lockvvood’un atını al; sonra da şarap getir.»
Bu iki buyruğun bendeki etkisi, «Sanırım bütün işlerine bir tek hizmetçi bakıyor» düşüncesi oldu. İçimden, «Kaldırımların arasından otların yeşermesine şaşırmamalı. Sanırım otları da büyükbaş hayvanlardan başka düzelten yok,» diye geçirdim.
Joseph, irikıyım görünmesine karşın, yaşlıca… Hayır, yaşlı, dahası belki de epey yaşlı bir adamdı.
Atımı alırken, ters ters: «Tanrı yardımcımız olsun!» diye söylendi. Bir yandan da yüzüme öyle sevimsizce bakıyordu ki, yediği yemeği sindirebilmesi için ilahi bir yardıma ihtiyacı olduğunu düşündüm, bu tavırlarının da benim ansız ziyaretimle ilgisi olmadığını anladım.
Uğultulu Tepeler Bay Heathcliff’in malikânesinin adıdır. «Uğultulu» fırtına gibi esen rüzgârın çıkardığı sesi anlatmada kullanılan bir nitelemedir. Sahiden de burada havanın her zaman çok temiz, insanı zinde tutacak biçimde olduğunu kabul etmek gerekir: İnsan burada kuzey rüzgârının gücünü evin arkasındaki birkaç köknar ağacının yana eğilmesinden, bir dizi gösterişsiz çalılığın bütün dallarının güneşten sadaka dilenir gibi aynı yöne uzanmasından anlayabilir. Neyse ki mimar bunları önceden düşünüp binayı dayanıklı yapmış: Daracık pencereler duvarların içine sağlamca oturtulmuş, köşeler de kocaman taşlarla pekiştirilmiş.
Kapıdan geçmeden önce durdum, ön tarafa, özellikle sokak kapısının üstüne serpiştirilmiş kabartmaları beğeniyle izledim. Kapının üstünde zamanın eskittiği ejderhalar, çıplak küçük çocuk kabartmaları arasında 1500 tarihini, bir de «Hareton Earns- how» yazısını gördüm. Bu konuda birkaç kelime edebilir, somurtuk evsahibinden buranın kısa bir tarihçesini öğrenmek isteyebilirdim ama, onun kapıdaki tavırları benden ya içeriye girmemi, ya da çekip gitmemi beklediğini belirtiyordu. Benim ise evin içini görmeden onun sabrını taşırmak gibi bir isteğim yoktu.
Sofa, ya da aralık gibi bir yerden geçmeden tek adımda oturma odasına dalıverdik. Buralarda, böyle odalara haklı olarak «ev» deniliyor, çünkü genellikle mutfak da, oturma odası da aynı yerde oluyor Fakat sanırım Uğultulu Tepeler’de mutfak evin başka bir bölümündeydi, çünkü tabak-çanak sesleri, mırıltılar epey derinden geliyordu; üstelik, koca ocağın başında kaynatma, pişirme, kızartma gibi şeylerin yapıldığına ilişkin küçücük bir iz yoktu, duvarlara da bakır tavalar, teneke süzgeçler asılmamıştı. Ama bir köşede, büyük meşe dolabın üstünde dizili gümüş kupalar, tavana dek yükseliyordu. Tavan kaplanmamıştı, öylece bırakılmıştı, fakat bir bölümüne çakılı tahtalara asılı sığır, koyun, domuz butları tavanı kapatıyordu. Ocağın üzerinde her boy eski korkunç tüfekler, bir çift horozlu tabanca vardı. Süs niyetine de rafa süslü püslü çay takımları dizilmişti. Zemin düzgün beyaz taştandı; iskemleler, yüksek arkalıklı, hantal görünüşlüydüler, yeşile boyanmışlardı, koyu renkli birkaç tanesi de karanlık köşelere gizlenmiş gibi duruyordu. Tabak-çanak tezgâhının altındaki kavisli bölümde koyu kahverengi koca bir dişi av köpeği mızıldanan yavruları arasında uyukluyordu. Diğer köşelerde de başka köpekler süklüm püklüm duruyorlardı.
Bu ev, eşyalar, kuzeyde doğup büyümüş, kısa pantolonlu, inatçı görünüşlü kendi halinde bir çiftçinin olsaydı hayret etmeye değecek bir şey bulunmazdı. Tam vaktinde, yani akşam yemeğinden hemen sonra şu tepelerde sekiz-on kilometre gezinirseniz, böyle bir kimseyi, koltuğuna kurulmuş, önündeki yuvarlak masada duran köpüklü birasını içerken görebilirsiniz. Ama Bay Heathcliff, çevresiyle de, hayat biçimiyle de eksiksiz bir çelişki oluşturuyor. Dış görünüşüyle bir çingene gibi ama, giyimiyle, tavırlarıyla bir beyefendiye benzer, yani bir köy ağası ne kadar beyefendi olabilirse o kadar… Biraz aptal görünse de dimdik, düzgün bedeni yüzünden kayıtsızlığı dikkat çekmez. Kimileri onun epeyce kaba, gururlu bir adam olduğunu düşünebilirler. Ben, içtenlikli bir hisle, durumun hiç de öyle olmadığını seziyorum. Biliyorum ki onun içine kapanık olması duygularını ele vermekten, karşılıklı kibarlık gösterilerinde bulunmaktan hoşlanmamasından kaynaklanıyor. Onun sevgisi de, kini de aynı derecede gizli olacaktır; ama tekrar sevilmeyi de, nefret edilmeyi de bir tür küstahlık gibi görecektir. Hayır, ben de çok ileri gidiyorum, kendi özelliklerimi rahatça ona mal ediyorum. Belki de benim gibi bir süre sonra ahbabı olacak birine hemen elini uzatmayışının çok daha farklı nedenleri var. Yaradılış bakımından pek kimseye benzemediğime inanmak isterim; sevgili anacığım da hiçbir zaman rahat bir yuvam olmayacağını söyler dururdu, böyle bir yuvaya uygun olmadığımı da daha geçen yaz kanıtladım.
Deniz kenarında güneşli havaların tadını çıkarmaya çalışırken epey mükemmel bir yaratıkla tanışmıştım. O, benimle ilgilenmediği sürece, gerçek bir tanrıçaydı. Aşkımı asla sözlerle ifade etmemiştim ama, gözlerin bir dili varsa, dünyanın en ahmak insanı bile, ona bakışlarımdan tutulduğumu anlayabilirdi. En sonunda, o da beni anladı, gözleriyle karşılık verdi… üstelik ne tavırlarla. Peki, ya ben ne yaptım? Utanarak itiraf ediyorum, donakalıp tıpkı bir salyangoz gibi kabuğuma çekildim. Her bakışım giderek daha soğuk, daha uzaktı. Sonunda, zavallı yavrucak duygularından kuşkulanmaya başladı, hata yaptığını düşünmenin getirdiği şaşkınlık içinde, oradan gitmeleri için annesini zorladı. Durumun bu kadar ilginç bir hale gelmesiyle de acımasız damgasını yedim. Bunu ne kadar hak etmediğimi de sadece ben bilirim.
Ocaktaşının yanında, evsahibimin yöneldiği sandalyenin karşısında bir yere oturdum, ortalığa çöken sessizliği yavrularının yanından uzaklaşan dişi köpeği okşayarak geçiştirmeye çabaladım. Köpek de, dudakları kıvrılmış, beyaz dişleri sulanmış, tıpkı bir kurt gibi ayağımın arkasını ısırmaya hazırlanıyordu. Benim okşayışım köpeğin uzun uzun hırlamasına neden oldu.
Heathcliff köpeğin hırıltısından ayrımsız bir sesle: «Onu rahat bıraksan iyi olur!» dedi, ayağıyla köpeğe bir tekme atarak hayvanın şiddet gösterisini önledi. «Şımartılmaya alışkın değil dir. Zaten süs köpeği niyetine beslenmiyor,» dedi, sonra yan kapıya giderken yeniden bağırdı:
«Joseph!»
Joseph, kilerin derinliğinden, anlaşılmaz sözler geveledi ama, yukarı çıkmaya da niyeti olmadığı anlaşılıyordu. Bunun üzerine efendisi, beni o dişi canavarla, ayrıca benim her hareketimi kıskanç bakışlarla izlemeyi bu dişi köpekle bölüşen bir çift çoban köpeğiyle yalnız bırakıp aşağıya indi.
Hayvanların köpekdişleriyle ilişki kurmaya fazla meraklı olmadığım için, sesimi çıkarmadan, hareketsizce oturdum, fakat onların sessiz hareketlerden bir şeyler anlamayacaklarını tahmin ettiğim için, üçlü gruba kaş oynatıp göz kırpmaya başladım. Yüzümün girdiği şekillerden biri Köpek Hanımı ansızın epey rahatsız etmiş olacak ki hemen öfkeyle kucağıma atıldı. Onu geri itip hemen masanın arkasına çekildim. Bu olay, bütün sürüyü ayaklandırmıştı. Yarım düzine, farklı boylarda, değişik yaşlarda dört ayaklı canavarlar, gizlendikleri köşelerden çıkıp ortaya geldiler. Topuklarımın, paltomun eteklerinin çekiştirildiğini hissediyordum. Saldırıların şiddetlice olanlarını ocağın demiriyle, olabildiğince püskürtmeye çalışıyordum, bir yandan da huzura kavuşmak için evdekilerden yardım istemek niyetiyle bağırmaya başlamıştım.
Heathcliff’le adamı, kilerden, insanı delirtecek ölçüde bir soğukkanlılıkla çıktılar. Ocakbaşında müthiş bir şamata koptuğu halde, onların her zamankinden biraz daha hızlı yürüdüklerini sanmıyorum.
Neyse ki, mutfak sakinlerinden biri, eteğinin bir ucu beline sokulmuş, kolları çıplak, yanakları fırın ateşinden kızarmış, tombulca bir kadın, elindeki tavayı sallayarak geldi, zehir gibi diliyle tavasını silah gibi kullandı da ortalık yatıştı. Efendisi sahneye çıktığında da, kadın odanın ortasında fırtınadan sonra kabaran deniz gibi şişinerek soluklanıyordu.
Evin beyi, hele beni o kaba karşılayışından sonra zor bela katlanabileceğim bir tavırla yüzüme bakarak sordu:
«Ne saçmalıklar oluyor burada?»
«Ne saçmalıklar olmuyor ki!» diye mırıldandım.
«Cin çarpmış bir domuz sürüsü bile sizin şu hayvanlarınızdan daha berbat bir ruh taşıyamazlar, beyefendi. Konuklarınızı aç kaplanların ortasına bıraksanız daha iyi edersiniz.»
Şişeyi önüme koyup masayı düzeltmeye çalışırken: «Onlar hiçbir şeye karışmayan kimselere dokunmazlar,» dedi. «Köpeklere uyanık olmak yaraşır. Bir bardak şarap ister misiniz?»
«Hayır, teşekkür ederim.»
«Isırmadılar ya?»
«Öyle bir şey olsaydı, ısıranın icabına bakardım.»
Heathcliff rahatlayarak gülümsedi:
«Hadi, hadi, Bay Lockwood,» dedi, «korktunuz. Biraz şarap için. Bu eve o kadar nadiren konuk gelir ki, ben de, köpeklerim de onlara nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Sağlığınıza, efendim.»
Başımı eğdim, bu dileğe aynen karşılık verdim. Bir sürü adi köpeğin alçakça davranışına küsüp oturmanın aptallık olacağını anlamaya başlamıştım. Sonra, bu adamın benimle fazla eğlenmesini de istemiyordum, çünkü halinden bunu sezmiştim.
O da sanırım iyi bir kiracıyı öfkelendirmenin aptalca bir iş olduğunu düşünmüştü ki sizli-bizli konuşmayı bırakmış, beni ilgilendireceğini sandığı konularda içten bir ifadeyle konuşmaya başlamıştı. Konu da benim herkesten uzak yaşamak için seçtiğim bölgenin iyi ve kötü yanlarıydı.
Değindiğimiz konularda onun epey bilgili olduğunu fark ettim; eve gitmek üzere ayrılmadan önce de, ertesi gün onu yeniden ziyaret edebileceğimi söylemek cesaretini buldum.
Kendisini tekrar huzursuz etmemi istemediği kesindi. Fakat ben yine de gideceğim. Onun yanında kendimi çok daha insancıl buluyorum; bu da, hayrete değer bir şey.
2
Dün öğleden sonra hava soğuk ve sisliydi. Çamurlara, çalılara bata çıka Uğultulu Tepeler’e gitmeye çalışmaktansa zamanımı çalışma odamda, ocağın başında geçirmeye neredeyse kararlıydım. Ama yemekten sonra, tembellik etme düşüncesiyle merdivenleri çıkıp odaya girdiğimde, bir hizmetçi kızın, fırçalar, süpürgeler arasında odanın ortasına diz çökmüş olduğunu gördüm. Ocağın ateşine kül atıp söndürürken de o kadar toz çıkarıyordu ki. (Ben on iki ile bir arasında yemek yerim. Evle birlikte devredilmiş olan kâhya kadın benim saat beşte de yemek yemek isteyebileceğimi anlayamıyordu, ya da anlamak istemiyordu.) Bu görüntü beni hemen geri dönmeye yöneltti; şapkamı aldım, yedi kilometrelik bir yolu yürüdükten sonra, Heathcliff’in bahçe kapısına vardım da, tam bu sırada lapa lapa yağmaya başlayan karın tüy gibi serpintilerinden kurtuldum.
O kel tepe üstündeki toprak dondan katılaşmıştı. Hava da beni iliklerime kadar titretti. Zinciri kaldıramayınca, üstünden atladım, iki tarafı böğürtlenli o taş yoldan koşarak kapıya geldim, parmaklarım uyuşuncaya, köpekler ulumaya başlayıncaya kadar da sürekli kapıya vurdum.
İçimden: «Sefiller!» diye mırıldanıyordum. «Bu konuksev- mezliğiniz yüzünden hemcinsterinizden ayrı düşmeyi hak ettiniz. Ben en azından gündüzün ortasında kapımı kilitli tutmayı düşünmezdim. Ama bana vız gelir… nasıl olsa içeri gireceğim!»
Bu karara vardıktan sonra kapının tokmağını kavradım, öfkeyle salladım. Ekşi suratlı Joseph ahırın yuvarlak pencerelerinden birinden başını uzattı.
«Burada ne işin var?» diye bağırdı. «Efendiyi arıyorsan, işte orada, kümeste, ahırın berisinde. Onunla konuşmak istiyorsan oraya git!»
Buna karşılık ben: «İçeride kapıyı açacak kimse yok mu?» diye bağırdım.
«Kalfadan başka kimse yok, o da sana kapıyı açmaz, akşama kadar vursan da yine açmaz.» Konuşmaları komik bir köylü şivesiyleydi.
«Neden? Benim kim olduğumu ona söyleyemez misin, Joseph, ha?»
«Ben mi? Ben bu işe karışmam,» diye söylenirken başı pencereden kayboldu.
Kar hızını çoğaltmıştı. Tekrar denemek için tokmağa yapıştim. O sırada, arka avluda omzunda başak tırmığıyla ceketsiz bir genç belirdi, ardı sıra gelmemi işaret etti. Çamaşırhaneyi geçip kömürlüğü, tulumbayı, güvercinliği geçtikten sonra, daha önce davet edildiğim o büyük, iç açıcı, ılık salona geldik.
Kömür, odun karışımı ateşle yanan ocağın ateşi salona girer girmez insanın yüzüne vuruyordu. Üzeri akşam yemekleriyle alabildiğine dolu masanın yanı başında da varlığından hiçbir zaman kuşkulanmadığım «hanımefendinin oturduğunu görmek hoşuma gitti.
Başımla selamladım, oturmamı söylesin diye bekledim. Kadın, koltuğuna yaslanarak bana baktı, hiç sesini çıkarmaması bir yana, oralı bile olmadı.
«Hava epey sert,» dedim. «Uşaklarınızın ilgisizliğinin cezasını ne yazık ki kapınız çekiyor, Bayan Heathcliff. Onlara sesimi duyuruncaya kadar kapıyı epeyce hırpaladım.»
Kadın ağzını hiç açmadı. Ben ona baktım, o bana baktı. Bakışlarını benden ayırmıyordu. İlgisiz, sevimsiz, insanı utandıracak, bezdirecek bir ifadeyle bakıyordu.
Delikanlı, uğultulu bir sesle: «Oturun,» dedi. «Beyefendi de birazdan gelir.»
Söylediğini yaptım; bir şeyler kekeledim; sonra beni ikinci kez görünce tanıdığını belli etmek için kuyruğunu sallayan o hain Juno’ya seslendim.
«Çok güzel bir hayvan,» diye tekrar konu açtım. «Yavrularını dağıtmayı düşünüyor musunuz, hanımefendi?»
Şirin evsahibesi Heathcliff inkinden bile daha aksi bir tavırla: «Onlar benim değil,» diye söylendi.
Ben de kediye benzer yaratıklarla dolu yastığa doğru dönerek: «Sizin gözdeleriniz şunlar olmasın?» dedim.
Kadın, hışımla: «Aman! Tam da gözde olacak şeyler!» dedi.
Terslik bu ya, bunlar meğer bir sürü ölü tavşanmış. Tekrar mırın kırın ettim, ocağa yaklaşıp havanın kötülüğü hakkındaki sözlerimi yineledim.
Kadın yerinden kalkıp ocağın rafındaki boyalı çay bardakla rından ikisini almaya uzanırken: «Evden çıkmamalıydınız,» dedi.
Daha önce kadın gölgede kalmıştı; şimdi ise onu belirgince görebiliyordum. Zayıf, çocuksuydu, genç kızlık çağını yeni geçmiş olmalıydı: Bedeni güzeldi, yüzü de şimdiye kadar gördüğüm küçük yüzlerin en tatlısıydı. Lepiska… hayır, altın sarısı bukleler ince boynuna doğru sarkıyordu, bakışları biraz daha uysal olsaydı, onlara kimse dayanamazdı… Ama, Tanrı’ya şükür, bu gözlerdeki tek ifade, küçümseme ile çaresizlik arası, bu gözlere hiç de yakışmayan bir ifadeydi.
Çay bardakları hayli uzaktaydı, onlara yetişemeyecekti; ben ona yardım etmek için davrandım. Tıpkı altınlarını saymakta olan bir pintinin kendisine yardım etmek isteyen birine dönüşünü andıran bir tavırla, hışımla bana döndü:
«Yardımınızı istemem,» diye kesip attı. «Onları kendim alırım.»
Hemen: «Özür dilerim,» dedim.
Kusursuz siyah giysisinin üzerine bir önlük bağladı, elinde bir kaşık çayla, demliğe doğru eğilirken: «Çaya davet edilmiş miydiniz?» diye sordu.
«Bir bardak verirseniz sevinerek içerim,» dedim. Kadın sorusunu yineledi:
«Davet edilmiş miydiniz?»
Usulca gülümseyerek: «Hayır,» dedim. «Beni davet etmesi gereken kişi sizsiniz.»
Çayı kaşığıyla beraber kutuya atarak hışımla yerine oturdu, alnı kırışmış, o kıpkırmızı alt dudağı, ağlamaya hazırlanan bir çocuğunki gibi, sarkmıştı.
Bu arada delikanlı da omuzlarına eskimiş bir ceket almış, ateşin karşısında dimdik duruyor, sanki aramızda görülecek bir hesap varmış gibi göz ucuyla dik dik beni süzüyordu. Onun bir uşak olup olmadığından da kuşkuya düşmüştüm. Kıyafeti, konuşması epey kabaydı, Bay ve Bayan Heathcliff’lerde dikkat çeken üstünlük havasının onda izi yoktu. Kıvırcık kumral saçları hem gürdü, hem de epey bakımsızdı; favorileri yanaklarına doğru uzuyordu; elleri de işçi eli gibi kir pas içindeydi. Ama tavırları rahat, hatta biraz da mağrurdu, evin hanımına hizmet ederken de bir uşaktan beklenen biçimde elineçabuk davranmıyordu.
Onun durumunu kesin olarak öğrenmemi sağlayacak ipuçlarını sağlayamadığım için adamın tuhaf davranışlarını görmemezlikten gelmeyi tercih ettim; zaten, beş dakika sonra da He- athcliff’in içeri girmesiyle ben de bu tedirgin edici durumdan biraz olsun kurtuldum.
Neşeli bir hal takınarak: «Görüyorsunuz ya, söz verdiğim saatte geldim, efendim,» diye bağırdım. «Havanın kötülüğü nedeniyle de yarım saat kadar burada kalmam gerekecek; fakat, evinizde kalmama izin verirseniz tabii…»
Elbisesindeki beyaz tanecikleri silkeleyerek, «Yarım saat mi?» diye mırıldandı. «Buralara gelmek için böyle karlı kışlı havayı seçmenize şaştım, doğrusu. Bataklıkta yolunuzu yitirme tehlikesinin bulunduğunu biliyor musunuz? Buraları iyi bilenler bile böyle zamanlarda yollarını sık sık yitirebilirler. Hem size bir şey söyleyeyim mi, şimdilik havanın düzelme olasılığı da hiç yok.»
«Belki de adamlarınızdan biri bana rehberlik edebilir, sabaha kadar da Grange’de kalır… Yanıma birini verebilir misiniz?»
«Hayır, veremem.»
«Ya, öyle mi? Öyleyse ben de işimi kendim hallederim.»
«Öf!» .
O eskimiş ceketli, vahşi bakışlarını benden ayırıp, genç kadına çevirerek sordu:
«Çayı hazırlayacak mısınız?»
Kadın da, Heathcliffe dönerek: «Ona da çay verilecek mi?» diye sordu.
Yanıt, «Hadi, hazırla!» oldu. Bu o kadar katı bir sesle söylenmişti ki yüreğim yerinden oynadı. Bu sözlerdeki tavır, adamın kişiliğinin kötülüğünü duyuruyordu. Artık Heathcliff için sıkı bir adam demek de içimden gelmiyordu.
Hazırlıklar bitince beni: «Hadi bakalım, efendi, çek sandalyeyi,» sözleriyle sofraya davet etti.