Tülay Ferah Soğuk Yatak Kitabının Özeti
İlişkilere çok yakından bakmanın yol açtığı, hem evlilik içinde hem de evlilik dışında, kadını da erkeği de çaresizliğe sürükleyen körleşme…
yeni çıkan kitaplar– Bireyin kafasını her türlü bilgiyle doldururken nasıl yaşanacağına dair hiçbir ipucu vermeyen modern dünyanın yarattığı ürkütücü yalnızlık… Bir boşanmanın ardından kadının yaşadığı mahşeri sıkışmışlık… İnsan ilişkileri, aşk halleri ve yaşamın soluğu üstüne sekiz romanı olan Tülay Ferah, Soğuk Yatak adlı romanında boşanmanın travmalarını anlatırken birçok örnekten yola çıkarak, aşkı, kadınları, kadın-erkek ilişkilerini, aileyi, evlilikleri ve yabancılaşmayı mercek altına alıyor. Tülay Ferah’la romanını konuştuk.
-Çağdaş bir kent kadını Mercan… Aşk ve ayrılık ile başa çıkmada en çok neden bu kadar zorlanıyor, ardından bu denli perişan oluyor? Neden ‘bunları yaşayacağımı bilsem boşanmazdım’ cümlesini kuruyor? Maddi bağımsızlığı elinde, entelektüel anlamda boş değil, çevresi var, kültürel, sosyal olanaklarla dolu bir ortamda yaşıyor… Ama…
– Evet, Mercan bir kent kadını ve soruyor: ‘Yaşadığım dünyaya ait miyim?’ Mercan roman boyunca bu sorunun tam karşısında duruyor. Kadının evriminde hep var olan ‘derin’ düşünme yetisine engel olmaya çalışıldı ve ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısında kadın düşünsel anlamda, anlamlı bir yer buldu. Bugün kadın felsefe, denen olgunun neredeyse başmimarı olmak üzere… Romanda, bu sorudan sonra ikinci bir soru daha soruyor: ‘Ben bir kadın olarak kime aitim?’ Romanımı, kadının düşünsel anlamda yaratıcılığının bir evrimi olarak algılamaktayım. Çünkü bizler kadının düşünen biri olup-olmama olasılığını hep erkeklerden okuduk. Mercan doğar ve kendinin değişiyle: ‘Annemim döl yolundan bir balık gibi süzülürken, yaşam bana ‘erkeğini de al gel’ dedi’ diyor… Kurgulanmış yaşantılar, doğduğu günden başlayarak genç kızları evliliğe programlayan, bu sığ nedenlerle kadının felsefi bir boyutta gelişmesine engel olan düzenlerin karşısında duruyor Mercan.
Yaşamına devamlı sorular soruyor: ”Erkeğinle gel’ dedin geldim ama bu erkekle neler yapacağımı, kadınlık denen şeyin ne olduğunu, ev kadını olmanın ne anlama geldiğini, nerede duracağımı, ne zaman karı-koca birbirimizi öldürmeyeceğimizi bize hiç söylemedin… Annemin ve babamın bana ne kadar iyi olacağını, benden ne kadar nefret edecekleri konusunda hiç uyarmadın.’ Evet, Mercan’ın dünyası böyle bir dünya; düşünen bir kadın… Bu düşünsel yapılanma içinde elinizde ne var ne yok hepsini seferber edebilirsiniz; aile, kültür, sosyal olaylar, aktiviteler Mercan’ın istediği yüksek çıtalı bir yaşam için savrulabilir. Bu yaşamı seçtiğinizde, size verilen şeyleri salt düşünsel boyutunuzu geliştirmek için kaybetmeyi göze aldığınızda, geleneklerin yükü olan acılarınız öyle bir canlanır ki yaşamınıza tek şey egemen olur: ‘dev acılar’. Bu acıları sindirmekte Mercan da çok zorlandı, çok acı çekti; bir insanın kendi derisini soyması hiç de kolay değil. Boşandıktan sonra gündelik yaşamıyla baş etmek için de çok zorlandı; onca gelişim aruzu içinde bir bardak çay için de gözyaşı döktü; kimsesi kalmamıştı.
‘Aşkıyla evlendi, boşandı ve çıldırdı!’
– Dul olmak boyutu… Hesaplaşmaların sökün ettiği zorlu bir dönemeç… Beş yıl evli kalıp 10 yıl önce boşanan bir kadının alışkanlıkların esiri olduğunu fark ederek ve hep yarım kalarak sürmesi yaşamını… Rengi gece oluyor duyguların, kaygı grisi oluyor ya da… İlerleyen yaşı da cabası… Formu giderek bozulan vücudu, yiten gençliğin ardından hayıflanışlar eksik kalmaz ardından… Başa çıkılması gereken bir dolu şeytantırnağı… Hayalete dönüşmek, giderek silinmek… Ya elini ayağını çekmek toplumdan ya da çılgınlığa vurmak… Hangisi olursa olsun aşırısına kaçmak istemeden, sanki nefsi müdafaa da gibi de Mercan denilebilir mi?
– Nefsi müdafaa… Bir anlamda doğru. ‘Dul’ sözcüğü doğrudan bu anlama geliyor gibi. Mercan doğanın kendisinden istediğini yaptı ama aşkıyla evlendi. Onca bir insanın aşkıyla evlenmesi yaşamın bir insana verdiği en büyük ödüldü ve Mercan nedenleri ne olursa olsun, boşandı ve çıldırdı. Dul kadın durumunu kendisi şöyle yorumluyor: ‘Bir gün evimde yürürken bir şey algıladım, boşandığımdan beri ayaklarımın ucuna basarak yürüyorum. Kimse boşanmış bir kadın olduğumu anlamasın, hiç kimse dul bir kadın olduğum için kapıma dayanmasın, gece yarısı hiç kimse kapımı çalmasın korkularımın yansımasıydı ayaklarımın ucuna basarak yürümek. Bunun için mi okumuş, beynimi her şeye patlatmış, kendimi seven bir kadın olmuştum. Kimdim ben? Bu soruyla kim baş edebilir?’
Bu dediğim gibi acıların somutlaştığı en belirgin, insanı gerçekten üzen bir an… ‘Kim için var olmaktayım’ sorusunun neredeyse sona geldiğinizin habercisi gibi olan bir çaresizlik… Ve bu duygular içinde hep diri görünmek arzusu, hep genç kalmak arzusu, kaz ayaklarının dünya sorunu haline gelmesi. Dul kadın, adam gibi adam bulma konusunda bir cengaver olmak zorunda; dul kadın sahibi olacağı erkek vatanını dişiyle tırnağıyla yaratmak zorunda. Çünkü Mercan kendini boşandıktan sonra, erkek dünyasının dalgınlık anlarında iletişim kurdukları bir kadın olarak algılamaya da başlıyor. Büyük çelişkiler.
– Evlendi, boşandı, sevgilisi çocuk istiyor… O ise kabul etsin etmesin kocasını özlüyor, kendisiyle evlenip çocuk sahibi olmak istemediği için sevgilisi de bundan muzdarip. Bu kadın başta coşkuyla yaşadığı ilişkisini sonradan gözünde sıradanlaştırıyor istemeden. Eski enerjiyi bulamadığından mı yoksa ne kendine ne erkeklere güveni kalmadığından mı? Yoksa hem isteme hem istememe sıkışmışlığından mı? Yalın ve derin bir yalnızlık işin kötüsü buna alışma da var Mercan’da değil mi?
– Mercan, ‘Ben bu dünyaya ait miyim?’ sorusundan doğan bir kadın. Bu sorunun yinelenmesi bir insanı asla iyileşmeyecek bir yalnızlık hastalığına yakalanmasına neden olabilir. Bu bağlamda, hiçbir yere ait olmadığı inancıyla bir erkek ona, ‘daha ne istiyorsun, benden büyüksün ve ben senden bir çocuk istiyorum, kabul etmiyorsun’ derken, Mercan ‘sen kendi çocuğunu istiyorsun ama ben bizim çocuğumuz diyebileceğim bir yaşantı istiyorum’ diyor. Bu romanın temelinde, ‘Fonksiyonel İlişkiler’in insanları esir alan travmaları var. Değer çatışmalarının ilişkileri çürüttüğü baş edilmez anlar ve olaylar var.
Mercan’ın annesinin, kendisine benzemediği, kızından nefret etmeye başlaması gibi… Mercan’ın dünyasında her taş yerine oturmalı, boşluklara yer yok, bu sıkıntı nedeniyle bir çocuk doğurmak istemiyor ve yaşı sınırda. Oysa onun için her ilişkinin tanımı şu: Yeni bir insan yeni bir yaşam demek. Bir erkekle yenilemeye, yaratıcılığının da artacağına güveni tam ama kocasıyla on yıl süren birlikteliğinde, Korhan’ın ailesiyle kendi ailesi arasındaki sosyal ve kültürel farklılığın patlamalarını içine sindirme güçlüğü de var. Âşık olduğu kocasıyla tek kişi olma denen bir lükse asla sahip olamayacağını biliyor. Ve kocasını özlüyor; özlemek ona yaraşan tek lüksü oldu. Mercan’ın erkeklere güven gibi bir sorunu yok. O gündelik yaşamın insanı sakatlayan dürtülerinden haberdar değil.
– Kadın mantığında ve algısında öne çıkanlarla erkeklerinkiler arasındaki uçurum… Bu uçurumu derinleştiren ayrılık dönemeci… Ortak duygu ve birliğe elveda denilişinin ardından fiziksel ve duygusal debeleniş… Psikolojik süreçlerin adeta illet bir hastalığınkiyle aynı seyredişi… Önce inkâr sonra zoraki kabulleniş ve dürten ‘mantık’ eşliğinde cehennemi mücadele… Kendine dönüş ve hapsoluş! Anne, baba, akraba baskısı, dedikodular derken… Tren kaçtı kaçıyor muhabbetlerine alış artık olayı! Eşinden sonra hep temkinli ve güvensiz, pek bir şeyler başlamıyor Mercan için. Aslında, izin de vermiyor buna bilinçaltı… Yeni başlangıçlara geçmiş olsun gibi… Nerede o eski naz, niyaz, kıkır kıkır gülmeler, şımartılmalar, aklını kaybetmeler, dünyayı umursamamalar… Mercan kalbini kiraya veriyor gibi değil mi… Artık böyle gibi… Tersini istemediğinden değil ama refleksleri buna engel (mi)? Korhan bitti, Ali başladı… Başladı mı aslında? Sonra Ulaş… Yine aynı soru, başladı mı aslında?
‘Mercan kalbini kiraya vermeyi yeğliyor!’
– Sıkıntıyla oflamama neden olan bir soru oldu bu, harikasın, Mercan’ın kalbini kiraya vermesi, evet çok acı, kötü bir hüzün bu… Tanımın çok doğru. Erkek ve kadının hep bir arada olma zorunluluğu. Güzel bir yaşam bu. Kadın bedeni, erkek bedeni, daha güzel bir yaradılış da olmadı henüz dünyamızda… Bu ikiliye kim göz dikti bilmiyorum ama hep ‘ayrılık’ denen biz sözcük gece gündüz bu ilkinin boynuna celladın ipi gibi atılıyor… Ben erkekleri severim ve çok gizemli bulurum; erkek kendini asla anlatmaz, kadında bu sessizliğe âşık olur, ne travma değil mi? Bilinmeyene âşık olmak, kadını da yürekten alkışlamak gerekiyor… Boşanmak gerçekten hem kentli hem kırsal kadının büyük travması, eğitim de bu konuda hep sınıfta kalıyor. Başta da söylediğim gibi okulda boşanmış bir kadın nasıl yaşar diye bir ders yok, boşanmaların yüzdesi yüzde yetmiş beş. Annelik dersi, babalık dersi verilmiyor. ‘İki kere iki dört eder’in yanına kadın ve erkek ilişkisini de koymak gerek diye düşünüyorum. Evet Mercan da bu belirsizlikler içinde yaşamaya çabalıyor ve ilişki uzmanı da olmadığı için öylesine korku ve yalnızlık içinde kalıyor ki bir aşka bir erkeğe teslim olmak yerine kalbini kiraya vermeyi yeğlemeğe başlıyor. Bitti ve başlamaların travmalarından çok yoruldu çünkü, hem de çok. Korhan, Ulaş ve Ali, Taner; diyor ki Mercan, ‘bu erkeklerin yaşamımda ciddi bir anı oluşturmalarını’ isterdim. Burada durup sormak gerek: ‘Bu toplum kadınlara ne yapıyor!’
– Romanda da bu sözcükler çok sık karşımıza çıkıyor ‘bitti’, ‘bitti mi?’… Bu, Mercan için hiçbir ilişkisinde erkeklerle helalleşemese de, bitenin aslında aynı anda nasıl bitmeyişinin öyküsü de diyebilir miyiz?
‘Bittiler ya da bitişler, aslında yazılamayacak kadar acı dolu’
– ‘Bitti’ sözcüğü benim özel yaşamımdan gelen ciddileşmiş bir sözcük… Hemen burada bir anımdan söz etmek istiyorum: Kocamın hastalığı nedeniyle boşandık. Bu bir bitiş miydi? Kim gerçek yanıtı verecek? Karısına âşık bir erkeğin kanser seyrini sevdiğinden uzak tutması, bu bir erkek için bitiş mi? Hastalık seyrinde sevgilileri olması bitiş mi? Bırakılan kadın için bitti mi? Bilemiyorum… Kocamın cenazesinde oğlumla yan yana durup, onun yaşamındaki kadını seyrettik ve o an kadın kocamın tabutuna sarılmış ağlıyordu ve biz oğlumla sadece bu manzaraya bakıyorduk. Durum artık bizim için sadece bir manzara olmuştu; bu büyük acıya bitti ya da bitiş denilebilir mi acaba? Yaşam, gerçek yaşam, bittiler ya da bitişler aslında yazılmayacak kadar acı dolu; böyle acıları yazamazsınız, elinizden gelmez, eliniz kolunu kırılır. Bu nedenle belki de Mercan’ın da helalleşme gibi bir yeteneği yok.
– Kadın ve dişi olmak farkı, kıskacı… Mercan’ın kafasında oluşan, sevimsiz, aklına yatmayan ama rahatsız eden bir soru işareti de bu mu?
– Mercan çocuksu ama akıllı bir kadın. Hep sevilmek istiyor, kısık sesiyle kahkahalar atıyor ve iki parmak genişliğindeki alnına âşık olan erkeğiyle sonsuza dek yaşamak istiyor. Büyük istemeler!.. Dişiliğin düşünsel boyuta çekildiği bir roman bu. Bir kadının yaşamla yüzleşmesi ve asla kendisiyle değil.
Mercan bu dünyada yerini yurdunu bilen bir kadın. Tek sorunu oldu, kendince dürüst ve sevimli dünyasına, hep bilgilenmek istediği dünyasına erkeğini ve insanlarını nasıl alacağını bilememek. Ve erkekler. Onlara da bayılıyor Mercan, bayılmasa tüm yaşamını bir erkeğe yer açmak için sorgulamazdı değil mi? Düşünerek ya da eylemle… Anlamaya çabalamak bence ciddi bir deneyim olsa gerek; bu romanda.