Roman özetleri

Tatarcık

tatarcikl-halide-edip-adivarKaş uçları kalkarak, gözler süzülerek, dudaklar bükülerek her yeni şeyin aşağılık, her köhneliğin kibarlık olduğunu size söyleyen bu adamların şuurlarının arkasında yeni şeylere karşı gizli olduğu kadar kudretli bir meyil vardır. Bu meyil, doğrusunu söylemeli daha çok kadınlardadır. İstanbul’a nadir inseler de mutlak arkalarında moda bir manto, başlarında yeni bir şapka görülür. İskarpinlerinin ökçesi birer karış, tırnakları kıpkızıldır.

Halide Edib Adıvar, Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşmeyi, bunun yarattığı dönüşümü anlatan romanlarında özellikle kadın kahramanları öne çıkarmıştı. Sinekli Bakkal ve Zeyno’nun Oğlu romanlarının devamı niteliğindeki Tatarcık, bir balıkçının kızı olan Lâle’nin toplum hayatında yükselişini konu edinen bir roman. Uzun bir zamandan beri yeni baskısı aranan Tatarcık’ın ilgiyle okunacağına inanıyoruz.

HALİDE EDİB ADIVAR, 1882’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1908’de yazmaya başladığı kadın hakları hakkındaki yazılarından dolayı kimi kesimlerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması sırasında Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’ dan sonra öğ­retmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde tarihî bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Onbaşı ve üstçavuş rütbeleri aldı. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası’yla fikir ayrılıklarına düştü. Bunun sonucunda 1917’de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. İlerleyen yıllarda konferanslar vermek üzere ABD’ye gitti, Mahatma Gandhi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’da İstanbul’a dönenHalide Edib, 1940’ta İstanbulÜniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’te istifa ederek evine çekildi. 1964’te öldü.

Halide Edib Adıvar’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

Ateşten Gömlek, 2007
Handan, 2007
Mor Salkımlı Ev, 2007
Sinekli Bakkal, 2007
Türk’ün Ateşle İmtihanı, 2007
Vurun Kahpeye, 2007
Son Eseri, 2008
Yolpalas Cinayeti, 2008
Tatarcık, 2009
Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan
Tesirleri, 2009
Âkile Hanım Sokağı, 2010
Kalp Ağrısı, 2010
Zeyno’nun Oğlu, 2010
Çaresaz, 2011
Sevda Sokağı Komedyası, 2011
Kerim Usta’nın Oğlu, 2012
Dağa Çıkan Kurt, 2014
Yeni Turan, 2014
Hindistan’a Dair, 2014
Ateşten Gömlek (sadeleştirilmiş),
2014
Vurun Kahpeye (sadeleştirilmiş),
2014
Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan
Tesirleri II, 2015
Döner Ayna, 2015

Yayıncının Notu

Bu kitabı hazırlarken yazarın diline, üslubuna, kelime tercihlerine müdahale etmedik; sadece imlasını günümüz kurallarına uyarladık. Artık pek kullanılmayan Arapça, Farsça kelimeler için kitabın sonunda bir sözlük hazırladık. Yabancı kelimeleri de özgün şekilleriyle yazmaya çalıştık. Gündelik hayata ve döneme dair gerekli bilgiler için sayfa sonlarına dipnot düştük. Tatarcık ilk olarak 1939’da, Ahmet Halit Kitabevi yayını olarak çıktı. Elinizdeki kitap için romanın 1943 baskısını esas aldık. Gerek gördükçe kitabın diğer baskılarına da başvurduk.

Köyde herkes onu Tatarcık diye anardı. Köy deyince sakın Anadolu sanmayın. Bu küçük yerin orayla münasebeti sırf Boğaziçi’nin vatan semtinde olmasından ibarettir. Adına da haydi Poyraz köyü diyelim. Çünkü poyraza nazırdır. Fakat Karadeniz’e bakan harap ve modası geç- miş kıyı köylerinden herhangisi olabilir. Yani yer uydurmadır hatta hikâyenin kahramanı da. Yalnız Tatarcık denilen kız kendi neslinden olan herhangi Türk kızının ayrı ayrı ve biraz da aykırı cephelerini nefsinde toplamış genç bir mahluktur.

Evvela Tatarcık kızın köyünü tarif edelim:
Karadeniz’le yüz yüze olduğunu söylemiştik. Hani Boğaz’ın mavi ve nazlı suları, dolambaçlı, zarif, yeşil sahilleri arasından kıvrıla kıvrıla akar geçer de birdenbire darca bir geçide varır. İki tarafı şahane yüksek kayalı, kendi öbür tarafından karanlık boş bir su sathı görülen açık bir kapı. İşte Poyraz köyü bu geçitle karşı karşıyadır. Onun için manzarası emsalsizdir. O kadar ki, vaktiyle parasının hesabını bilmeyen İstanbullular orada birer arsa edinmiş, üstüne eski biçim fakat muazzam yalılar kurmuşlardır.

Aklı az, parası çok, zevki olgun insanlar bütün bu zahmet ve külfeti yazın iki, hatta bir ayını geçirmek için ihtiyar etmişlerdir. Çünkü o devir kibarlarının hepsi İstanbul’da konak, Erenköyü’nde yahut Adalar’da köşk sahibiydiler. Tabii olarak o devir gelmiş geçmiştir yahut el değiştirmiştir. Binaenaleyh Poyraz köyünün yalı sahipleri İstanbul’daki konaklarını, Erenköyü’nde yahut Adalar’daki köşklerini çoktan satmışlardır. Onlar bugün sadece tıpkı karaya vurmuş, antika çarpık meskenleri gibi karaya oturmuş bir sınıfın son bakiyesinden ibarettir. Onlar şimdi bu köhne yurtların bir köşesine sığınmış yaşar. Kışın tepelerinden damları akar, döşeme tahtaları yamru yumru, evlerinin temeli denize kaymış, sofalar ve odalar bir tarafa çarpılmıştır.

Neden burada yaşarlar?
Evvela başka yerde yaşamaya kudretleri yoktur. Sonra burada zamanın icabı dans, kokteyl, çay davetleri gibi içtimai mecburiyetler ya yoktur yahut nadirdir. Hü- lasa masraf edecek yer yoktur. Sonra bura sakinlerinin hepsi, rahatsız köhne yalılarını Aksaray’da, Fatih’te üç odalı dar fakat her rahatı yerinde ve işi az apartmana tercih eder. Çünkü hepsi, öldükten sonra gözü süprüntülükte kalan darbımesel horozuna benzer. Allah kimseyi gördüğünden yâd etmesin.

Bu saltanat düşkünü zavallılar sırf falan yahut filan paşa yalısında diye adres vermekle hâlâ kendilerini dünyanın tepesinde, âleme burunlarının ucundan bakacak bir mevkide tahayyül ederler ve bu sefalet yuvalarında, medrese kovuklarına sığınan eski harikzede yahut Balkan Harbi bakiyesi muhacirlerden farksız yaşadıkları halde hâlâ herkesten başka, içtimai hayatın ta tepesinde olduklarına dair zihinlerinde bir kanaat vardır. Ve hepsi başkalarına sırf züğürt tesellisi gibi gelen fakat onların samimiyetle inandıkları birtakım şairane laflarla vaziyetleri süsler, hayatlarının müstesnalığını izah eder. “Eski kibar, tabii münzevi yaşar, çünkü onlar fikir sahibidir, kalabalığa uymaz… Hem nedir o efendim pencerelerinde çocuk bezi asılı, merdivenleri soğan sarımsak kokan izbe apartmanlar! Nedir o efendim bakkalın çakkalın, kasabın bile tutabildiği kümes gibi dar, bayağı, pis yerler! Eski de olsa bizim yalıların bir üslubu var, adı sanı var, şahaneliği var… Cami yıkılsa da mihrabı yerinde kalıyor…”

Kaş uçları kalkarak, gözler süzülerek, dudaklar bükü- lerek her yeni şeyin aşağılık, her köhneliğin kibarlık oldu- ğunu size söyleyen bu adamların şuurlarının arkasında yeni şeylere karşı gizli olduğu kadar kudretli bir meyil yardır. Bu meyil, doğrusunu söylemeli daha çok kadınlardadır. İstanbul’a nadir inseler de mutlak arkalarında moda bir manto, başlarında yeni bir şapka görülür. İskarpinlerinin ökçesi birer karış, tırnakları kıpkızıldır. Calibe Hanım’a beş senede bir kostüm ısmarlayabilmek için selamlığın kiremitlerini, limonluğun enkazını satar hatta otuz yıldır biriktirdikleri cenaze paralarını verirler. En ihtiyarı bile senede bir defa berbere gidebilmek, saçını boyatabilmek için sandıkta sepette ne varsa Bedesten’e1 yollamıştır.

Erkeklerin yaşlı kısmı ya çoktan ölmüş yahut tekaüt sınıfına girmiştir. Yalnız işten değil hayattan da elini ete- ğini çekmiş, umumiyetle sefir eskisi, vükela bakiyesi, hü- lasa müzeye konulmuş tarihten birer heyuladır. Hiçbiri İstanbul’a inmez. Esasen inseler de kılık kıyafetleri mü- sait değildir. Bir kısmı pantolonları yama yama olduğu için kahveye bile çıkmaktan vazgeçmiştir. Tekaüt maaş- larını almaya ya eski bir kalfa yahut karıları iner. Arkalarında güve yemiş birer kürk, içlerinde gecelik entarisi, başlarında takke, çıplak ayaklarında mercan terlik bir köşeye büzülür, Divan şairlerini okur ve hava iyi olduğu günler de aşağı pencerelerde oturur balık tutarlar

Eğer yalılarda halk sırf bu ihtiyarlardan ibaret olsaydı oradan bahsetmeye, ora hakkında hikâye yazmaya vesile bulunmazdı. Kuru kütüklerde bazen filiz sürdüğü, yeşillik belirdiği gibi burada da yeni hayatla münasebeti olan genç bir nesil yetişmektedir. Bu köhne meskenlerin Kandilli Lisesi’ne, Üniversite’ye1 hatta Arnavutköy Koleji’ne giden kızları vardır. Erkek çocukları nasılsa çok çalışkandır. Her müsabakaya giren ve mutlak Avrupa’ya tahsile gitmeye muvaffak olan bir gençliktir. İnsanlar arasındaki fazla farkı ne yapıp yapıp tesviyeye muvaffak olan gizli bir kuvvet, bu düşkün semti gençlerinin omuzlarında kaldırmakla meşguldür.

Birkaç tanesi son zamanlarda oldukça dolgun maaş- lara geçmiş, bu sayede birkaç yalıya azıcık refah girmiş- tir. Fakat yeni hayatın içten içe buraya nüfuzuna rağmen bu koy kadar göze görünür şekilde eskiliğini muhafaza etmiş bir yer İstanbul’da hemen hemen yok gibidir. Mamafih henüz içten içe tesirini yapan yeni hayatın bir tek haricî alameti de son sene meydana çıkmıştır. Bu, Bay Sungur Balta’nın yalısıdır.

Sungur Balta, Poyraz köyüne hariçten gelen bir tek yalı sahibidir. Eski ismi lazım değil. Bu adam Milli Mücadele’nin ilk yıllarında nasılsa biraz karışmış hatta kısa bir müddet için ilk Büyük Millet Meclisi’nde mebus bile olmuştur. Şimdi yeni zenginler sınıfının ileri gelen bir simasıdır. Nasılsa –belki vaktiyle çımacı çocuğu oldu- ğu için– son zamanlarda balığa merak etmiş, burası vapurla geçerken gözüne ilişmiş, yıkık bir yalı arsasını almış, üstüne kübik planını kurdurmuştur. Bu yeni bina hakikat bu kıyıda göz alır ve bazılarına göre göze batar. Eğer böyle ücra ve modası geçmiş, cehennemin bucağında olmasa belki Büyük Harp senelerinde “Bulgur Palas” ın1 yaptığı dedikoduyu yapardı.

Üslubu adından da anlaşılacağı gibi kübiktir. Acı sarı, acı mor, acı kırmızı, acı yeşil boyalar sıra sıra evin yüzünü kaplar. Münasebetli münasebetsiz kuleler, girintiler, çıkıntılar ve hiç beklenilmeyen yerinde üstü camla kapalı acayip balkonlar vardır. Bakınca insan, mimarın burasını bir sıtma nöbeti arasında düşündüğüne hükmeder. Fakat bah­ çe çok güzeldir. Yaşları yüzü geçen salkım, çam, meşeler arasında binanın üslubuna uygun yeni bir bahçe meydana çıkmıştır. Mor menekşe kümeleri, sarı papatyalar, kırmızı sardunyalar, hülasa her renk çiçek vardır.

İşte Poyraz köyünün lebiderya tarafının görünüşü. Yani dış yüzü. Onun bir de iç yüzü vardır ki, o deniz üzerinde değildir, görmek için bu sıra yalıların arkasındaki yolu geçmeli, deniz üstündeki geniş, yıkık rıhtımlı caddeye varmalı ve yüzünü karaya çevirip yeşil yamacın dibine sığınan küçük mahalleyi tetkik etmeli. Yamaç Feridun Paşa’nın korusudur. Fakat onun yarısı öteki kıyı köye ve sahibi Poyraz köyünün dış yüzü halkının sınıfına mensup olduğu için şimdilik ondan bahsetmeyeceğiz. Korunun araba alan sokağına bir kapısı olduğunu söylemek kifayet eder.

Sokağın bir taraf evleri Feridun Paşa korusu duvarı- nın altında, öteki tarafı karşısındadır. Sokak boyu, otuz ile kırk binadan ibarettir. Karşı binaların arka pencereleri rıhtıma ve denize bakar. Duvar dibindekiler yalnız karşı evleri görür. Burada oturanlar ekseriyetle tek atlı araba sürücüleri, birkaç küçük mütekait fukara memur, eski biçim bir…

Related Articles

Namık Kemal – Cezmi Romanı Özeti, Türü, Konusu

admin

Bir Küçük Osmancık Vardı – Hasan Nail Canat

admin

Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu Yandı Gitti Kül Oldu (Anonim)

admin