Her şey antik bir taş halkada başladı. Orada, belli zamanlarda açılan bir kapı vardı ve yolcularını geçmişe – ya da ölüme – taşıyordu.
Claire Randall bu olağanüstü geçitten geçmeyi başardı, hem de iki kez. İlk yolculuğunu 18. yüzyıl İskoçya’sına yaptı ve Jamie Fraser ile tanıştı ama efsanevi aşkları Claire’in onun çocuğunu taşıyarak günümüze dönmesiyle sonuçlandı. İkinci yolculuğunu ilk seferinden yirmi yıl sonra yaptı ve iki âşık Amerika’daki İngiliz kolonilerinde birbirine kavuştu. Ancak Claire bir şeyi geride, 20. yüzyılda bırakmıştı: Kızları Brianna.
YABANCI serisinin dördüncü kitabı olan Güz Davulları’nda ise Brianna korkunç bir sırrı keşfediyor. Geleceğini riske atıp annesini ve hiç tanışmadığı babasını bulmak için tarihi değiştirmeyi… ve onların hayatını kurtarmayı deniyor.
“Unutulmaz karakterler… Zengin tarihi detaylarla bezeli… Elinizden bırakamayacaksınız.”
The Cincinnati Post
“Tutkulu ve muhteşem. Tarih, fantezi ve romantizmin müthiş bir karışımı.”
Arizona Republic
***
KISIM I
GİRİŞ
Hayaletlerden hiç korkmadım. Ne de olsa her gün onlarla yaşıyorum. Bir aynaya bakınca annemin gözleri bana bakıyor ve dudaklarım, büyük büyük babamı hatırlatan bir gülümsemeyle yukarıya kıvrılıyor.
Hayır, aşkla uzanan ve yok olan bu ellerin dokunuşundan nasıl korkarım? Beni ben yapan ve sonsuza dek mezarda kalacak olan kalıntılarımı yaratanlardan nasıl korkarım?
Yine de geçip giderken düşüncelerime dokunan bu hayaletlerden az da olsa ürkebilirim. Bütün kütüphaneler onlarla dolu. Tozlu raflardan bir kitap alıp, yıllar önce ölmüş ama sayfaları çevirdikçe hâlâ canlılığını koruyan birinin düşünceleriyle dolabilirim.
Elbette bu, uykusuzluğa neden olan gösterişsiz, her zamanki hayaletlerden olmaz. Arkanıza bakar ve karanlık köşeleri aydınlatması için bir meşale tutarsınız. Tek başınıza yürüdüğünüzde arkanızdan gelen ayak seslerini dinlersiniz.
Hayaletler her zaman geleceği saklayarak içimizden geçip giderler. Aynaya bakarız ve geçmişi gösteren diğer yüzlerin gölgelerini görürüz; boş bir kapı eşiğinde sapasağlam duran anıların şekillerini fark ederiz. Kanla ve seçimlerimizle, kendi hayaletlerimizi kendimiz yaratırız; aslında kendimize biz musallat oluruz.
Her bir hayalet, rüya ve sessizliğin gizeminden davetsizce gelir.
Mantığımız, “Hayır, olamaz,” der.
Fakat diğer yanımız, geçmişteki yanımız her zaman karanlıkta usulca seslenir, “Evet, olabilir.”
Bilinmezlikte gelir gideriz ve bu gelgitler arasında unutmaya çalışırız. Fakat zaman zaman sessiz bir odada bir esinti şefkatle saçlarıma dokunur. Bu kişi benim annem sanırım…
*
BÖLÜM 1
GÖRKEMLİ YENİ DÜNYA
1
Cennette İdam
Charlestone
Haziran 1767
Daha davulları görmeden seslerini duyuyordum. Vuruşları, adeta bir boşluktaymışım gibi karnımda yankılanıyordu. Ses kalabalıktan geçip gidiyordu, sert askeri ritim, konuşmayı ve top ateşini bastırma niyetindeydi. İnsanların sessizleşip East Bay Caddesi’ne bakarken başlarını çevirdiklerini gördüm. White Point Gardens’a uzanan yeni Gümrük Dairesi’nin yarı bitmiş iskelesi bu cadde üzerindeydi.
Hava, Haziran ayında Charleston için bile oldukça sıcaktı. Havanın hareketlendiği dalgakıran, en iyi yerlerdi; burası ve aşağısı, adeta canlı canlı kızarıyormuşsunuz hissi veriyordu. Kombinezonum ıslanmıştı ve pamuklu korsajım göğüslerimin arasına yapışıyordu. Onuncu kez yüzümü sildim ve enseme serin hava çarpar umuduyla saçlarımı yukarıya kaldırdım.
Şu an bütün dikkatimi boynuma vermiştim. Elimi boğazıma götürüp, parmaklarımı sardım. Davulların sesleri arasında şah damarımda atan nabzı hissedebiliyordum. Nefes aldığımda sıcak nemli hava adeta boğuluyormuşum gibi beni tıkadı.
Hemen elimi boğazımdan çektim ve elimden geldiğince derin bir nefes aldım. İşte bu hataydı. Önümdeki adam bir aydır, belki de daha fazla zamandır banyo yapmamıştı. Boynunun kenarları kirden simsiyahtı ve kıyafetleri, ekşi ve küf kokuyordu, hatta bu ter kokulu kalabalığın ortasında kokusu keskindi. Seyyar satıcılardan gelen sıcak ekmek ve kızarmış domuz kokusu, gölden gelen küflü deniz yosunu kokusunu bastırıyordu. Sadece körfezden gelen tuzlu hafif esinti havayı rahatlatıyordu.
Endişeli ebeveynleri tarafından çağırılan, caddeye bakmak için meşe ve palmiye ağaçlarının altından koşup boyunlarını uzatan birkaç tane çocuk vardı önümde. En yakınımdaki kızın boynu, sanki bir çimen gibiydi; ince ve narin.
Halkı bir heyecan dalgası kapladı. Darağacı alayı caddenin ucundan görünüyordu. Davullar daha sesliydi artık.
“Nerede o?” diye yanımda mırıldanan Fergus, görmek için boynunu uzatıyordu. “Onunla gitmem gerektiğini biliyordum!”
“Buraya gelecek.” Parmak uçlarımın üzerinde durmak istedim, fakat bunun uygunsuz olacağını hissederek yapmadım. Etrafa bir göz attım, daha doğrusu çevremi araştırdım. Kalabalıkta her zaman Jamie’yi fark edebiliyordum. Çoğu adamın arasından başı ve omuzları görülebiliyordu ve saçları, ışıkta kızıl-altın renginde parlıyordu. Henüz ortalarda yoktu. Sadece gölgede yer bulmak için geciken vatandaşların, sıcaktan korunmak için taktıkları bere ve üç köşeli şapka seli vardı.
İlk önce bayraklar geldi. Büyük Britanya ve Güney Carolina Kraliyet Kolonisi’nin sancakları heyecanlı kalabalığın tepesinde dalgalanıyordu.
Sonra davulcular geldi. Bir seferde ikişerli yürüyorlar, çubukları karşılıklı bir şekilde vuruyorlardı. Çaldıkları, ağır bir marştı ve oldukça acımasızdı. Bir ölüm marşı, sanırım bu ritme böyle diyorlardır. Bu şartlar altında çok da uygundu. Diğer bütün gürültüler, davulların sesleriyle bastırılıyordu.
Sonra kırmızı ceketli askeri birlik ve ortalarında mahkûmlar geldi.
Üç kişiydiler. Elleri, boyunlarına takılan demir halkalara tutturulmuş bir zincirle önlerinde bağlıydı. İlki küçük ve yaşlı bir adamdı, üstü başı yırtık pırtık, perişan bir haldeydi. Sendeleyerek yürüyen bir enkazdı. Bu yüzden mahkûmların yanında yürüyen siyah takımlı papaz, adam düşmesin diye kolundan tutmak zorundaydı.
“Bu Gavin Hayes mı? Hasta görünüyor,” diye mırıldandım Fergus’a.
“Sarhoş.” Arkamdan yumuşak bir ses geldi ve döndüğümde Jamie’nin orada olduğunu ve gözlerini acınası birliğe dikmiş olduğunu gördüm.
Küçük adamın dengesizliği askeri birliğin ilerlemesini etkiliyordu, çünkü tökezlemesi, ona zincirle bağlı iki adamın dengelerini korumaları için zikzak çizmelerine neden olmuştu. Sanki üç sarhoş bir tavernadan çıkmış, yuvarlanarak evlerine gidiyorlardı. Durumun ciddiyeti düşünülürse bu oldukça tuhaftı. Davulları bastıran kahkaha seslerini, East Bay Caddesi’ndeki evlerin süslü demir balkonlarına çıkmış kalabalığın bağrışlarını duyabiliyordum.
Dikkat çekmemek için, “Senin işin mi?” diye sessizce konuştum. Fakat bağırıp çağırsam da sorun çıkmazdı, çünkü herkesin gözü önümüzdeki sahnedeydi.
Jamie yanımda durmak için öne gelirken onun omuz silktiğini görmekten çok hissettim.
“Benden istediği buydu ve benim de onun için yapabildiğim en iyi şey buydu.”
Fergus, Hayes’in görünüşünü inceleyerek, “Kanyak mı viski mi?” diye sordu.
“Adam bir İskoç, küçük Fergus.” Jamie’nin sesi yüzü kadar sakindi ama ben o küçük gergin tınıyı duyabilmiştim. “İstediği viskiydi.”
“Akıllıca bir seçim. Şansına onu astıklarında hissetmeyecektir bile,” diye mırıldandı Fergus. Küçük adam, papazın kolundan kaymış ve kumlu yola yüzüstü düşmüştü. Bu nedenle bir arkadaşı da diz çökmüştü. Fakat son mahkûm, uzun boylu genç adam sendeleyerek ayakta duruyor, dengesini korumaya çalışıyordu. O noktadaki kalabalık neşeyle gürlüyordu.
Muhafız komutanı, öfkeden güneş kadar kızarmıştı. Davullar kuvvetle çalmaya devam ederken, bağırarak bir emir verdi ve bir asker mahkûmları birbirine bağlayan zinciri çıkarmak için acele etti. Hayes sertçe ayağa kaldırılınca, askeri birlik daha iyi ilerlemeye başladı.
Birlik darağacına geldiğinde artık kahkaha yoktu. Katır arabası büyük bir meşe ağacının altına yerleştirilmişti. Davulların sesini ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Sıcak ve kokular yüzünden hafiften midem bulanıyordu. Birden davullar kesildi. Sessizlikte kulaklarım çınlıyordu.
“İzlemene gerek yoktu Sassenach,” diye fısıldadı Jamie bana. “Arabaya geri dön.” Kendi gözleri, tökezleyip askerlere bir şeyler mırıldanan ve çılgınca etrafına bakınan Hayes’e odaklıydı.
İstediğim son şey izlemekti. Ancak Jamie’nin bunu tek başına göğüslemesine izin veremezdim. O, Gavin Hayes için gelmişti ve ben de onun için. Elini tuttum.
“Kalıyorum.”
Jamie omuzlarını dikleştirerek doğruldu. Kalabalıkta göründüğünden emin olmak isteyerek bir adım öne çıktı. Eğer Hayes bir şeyi fark edecek kadar ayıksa, bu dünyada görmek istediği son şey bir dostun yüzü olmalıydı.
Görebilirdi. Hayes, onu arabaya kaldırdıklarında, boynunu büküp üzgün bir şekilde etrafına bakınmaktaydı.
“Gabhainn! A charaid!” diye bağırdı Jamie aniden. Hayes’ın gözleri hemen onu buldu ve debelenmesi sona erdi.
Suçu (altı pound, on şilinlik bir hırsızlık) okunurken küçük adam hafiften sallanarak ayakta duruyordu. Üstü başı kırmızı bir tozla kaplıydı ve gri kirli sakalından boncuk boncuk ter akıyordu. Papaz ona doğru eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı hemen.
Sonra davullar düzenli bir şekilde çalmaya başladı yeniden. Cellât, urganı kelleşen başın üzerinden geçirip sıkıca bağladı ve düğümü hemen kulağın altına getirdi. Muhafız komutanı duruşunu ayarlayıp kılıcını kaldırdı.
Birden mahkûm doğruldu. Gözleri Jamie’deydi, sanki konuşacakmış gibi ağzını açtı.
Kılıç, sabah güneşinde parıldıyordu ve davullar son bir tak sesiyle durdu.
Jamie’ye baktım. Dudaklarına kadar bembeyazdı ve gözleri de kocaman olmuştu. Gözümün kenarından sallanan ipi ve kıyafet yığınının belirsiz titreyişini görebiliyordum. Sıcak havayı keskin idrar ve dışkı kokusu kaplamıştı.
Diğer tarafımda duran Fergus, soğukkanlılıkla olanları izliyordu, üzüntüyle, “Sanırım yine de hissetti,” diye mırıldandı.
***
Ölü beden, adeta düzeneğin ucundaki kurşun top gibi hafifçe sallanıyordu. Kalabalık, huşu ve rahatlamayla bir iç çekti. Deniz kırlangıçları gökyüzünde ötüyorlardı ve körfez sesleri belirsizce geliyor, yoğun havayı boğuyordu fakat şu anda etraf tamamen sessizdi. Durduğum yerden, cesedin düşen ayakkabılarından çıkan küçük pat seslerini duyabildim.
Gavin Hayes’i tanımıyordum ve öldüğü için de kişisel bir üzüntüm yoktu ama bunun çabuk olmasından memnundum. Bakmak ayıp gelse de ona bir göz attım. En mahrem olay herkesin önünde yapılmıştı ve ben buna bakıyor olmaktan bile utanıyordum.
Cellât işini biliyordu. Ne bir zorlanma ne pörtlemiş gözler ne de dışa çıkmış dil vardı. Gavin’ın küçük yuvarlak kafası, keskin bir şekilde yana yatıktı. Boynu tuhaf bir şekilde gergindi ama düzgünce kırılmıştı.
Hayes’in öldüğünden emin olan muhafız komutanı, darağacına getirilen diğer adam için kılıcını hareket ettirdi. Gözlerinin, kırmızı giymiş taburu taradığını ve sonra da öfkeden büyüdüğünü gördüm.
Aynı anda kalabalıktan bir çığlık yükseldi ve çabucak yayılan bir heyecan dalgası etrafı kapladı. Başlar döndü ve insanlar hiçbir şeyin görülmediği şeyi görmeye çabalayarak komşularını itmeye başladı.
“Kaçtı!”
“İşte gidiyor!”
“Durdurun onu!”
Üçüncü mahkûm, uzun boylu genç bir çocuktu. Kaçmak için Gavin’in ölüm anını kollamış ve onu izlemesi gereken fakat darağacının büyüsüne kapılan bekçinin yanından sıvışmıştı.
Bir seyyar satıcının arkasında bir hareketlenme gördüm; kirli sarı bir saçın görüntüsünü. Bazı askerler de bunu gördü ve o yöne doğru koştular. Fakat çoğu kişi aksi yöne doğru koşuyordu, bu çarpışma ve karışıklık arasında hiçbir şey başarılamıyordu.
Yüzü mora dönen muhafız komutanının bağırışları, bu gürültüde duyulabiliyordu. Kırmızı ceketliler, komutanlarının emri üzerine hemen kendilerine çeki düzen vermeye çalışırken, şaşkına dönen geri kalan mahkûm tutuldu ve aceleyle Saray Muhafızı’na doğru götürüldü.
Jamie bir kolunu belime dolayıp beni yaklaşan insan selinin dışına çekti. Çavuşlarının zalim ve öfkeli yönlendirmeleri sonucu sıraya girip, alanı aramak için dağılan askerler gelmeden önce kalabalık dağılmaya başlamıştı.
Jamie, “Ian’ı bulsak iyi olur,” diyerek bir grup heyecanlı insanı savuşturdu. Fergus’a bir göz attı, başıyla darağacını ve onun kasvetli yükünü işaret etti. “Cenazeyi iste tamam mı? Daha sonra Söğüt Ağacı’nda buluşuruz.”
“Onu yakalayacaklarını düşünüyor musun?” diye sordum. Dağılan kalabalığı itiştirerek kaldırım taşlarından tüccarlar iskelesine doğru ilerliyorduk.
“Öyle umuyorum. Nereye gidebilir ki?” Dalgın bir halde konuşuyor, kaşlarının ortasında ince bir çizgi görülüyordu. Açıkçası ölen adam hâlâ aklındaydı ve şu anda hayat kurtarma çabasına pek ilgi duymuyordu.
“Hayes’in ailesi var mı?” diye sordum. Jamie başını iki yana salladı.
“Ona viskiyi götürdüğümde bunu sordum. Hayatta kalan bir erkek kardeşinin olduğunu düşünüyordu ama nerede olduğu hakkında bir fikri yoktu. Hayes, erkek kardeşinin ayaklanmadan sonra Virginia’ya gönderildiğini düşünüyordu ama o zamandan beri hiçbir haber almamış.”
Almaması şaşırtıcı değildi. Bir sözleşmeli işçinin – yani kölenin – patronu, onun adına bir mektup gönderecek kadar kibar değilse, İskoçya’da kalan akrabasıyla iletişime geçme hakkı yoktu. Kibar ya da değil, bir mektubun, gönderilme sırası gelmeden önce on yılını Ardsmuir hapishanesinde geçirmiş olan Gavin Hayes’i bulması imkânsızdı.
“Duncan!” diye seslendi Jamie ve buna cevaben uzun boylu, zayıf bir adam arkasını dönüp el kaldırdı. Adam kalabalığın arasından kıvrılarak ilerlerken, tek kolu yayaları uzaklaştıran vahşi bir açıyla sallanıyordu.
“Mac Dubh,” diyerek Jamie’yi başıyla selamladı. “Bayan Claire.” Uzun, dar yüzü üzüntüden kırışıktı. O da bir zamanlar Hayes ve Jamie ile birlikte Ardsmuir’deydi. Kan zehirlenmesi sonucu bir kolunu kaybetmesi, onun diğerleriyle birlikte gönderilmesini engellemişti. İşçi olarak da satılmaya uygun olmadığından af çıkmıştı ve açlıktan ölmesi için serbest bırakılmıştı, ta ki Jamie onu bulana kadar.
Duncan hüzünlü bir şekilde başını iki yana sallayarak, “Huzur içinde yatsın zavallı Gavin,” dedi.
Jamie de Gaelce bir şeyler mırıldanıp istavroz çıkardı, sonra büyük bir çabayla günün sıkıntısını atarak doğruldu.
“Evet, öyle. Ben limana gidip Ian’ın yolculuk hazırlıklarını yapmak zorundayım. Sonra Gavin’ın gömü işini düşünürüz. Ama önce delikanlıyı göndermem lazım.”
Heyecanlı dedikoducular grubunun arasından ilerleyip, çeşitli esnaf gruplarını barındıran kalabalıktan geçip el arabalarından sakınarak limana doğru gitmeye çalışıyorduk.
Kırmızı ceketli asker birliği, kalabalığı yararak rıhtımın diğer ucundan hızla geliyordu. Güneş ışınları süngü dizisinde parıldıyor, adamların adımları adeta boğuk bir davul gibi bu kargaşada duyuluyordu. Hatta kızak ve el arabalarının gürültüsü bile onlar geçsin diye birden kesilmişti.
“Para kesene dikkat et, Sassenach,” diye kulağıma mırıldandı Jamie. İki küçük çocuğa yapışmış başörtülü köle ve bir kutu üzerine çıkmış vaaz veren bir sokak papazının arasındaki küçük aralıktan beni geçirdi. Papaz günah ve tövbeden bahsediyordu fakat bu kargaşada söylediklerinin ancak üç kelimesi duyuluyordu.
“Onu sıkıca diktim,” diye güvence verdim ona. Yine de uyluğuma vuran küçük ağırlığa dokunmak için uzandım. “Seninki?”
Jamie sırıttı ve şapkasını öne eğdi. Koyu mavi gözleri parlak güneş ışığına karşı kısıktı.
“Kilt eteğimin ön kesesinde. Eli çabuk bir fahişeyle karşılaşmadığım sürece güvendeyim.”
Pantolonunun hafif çıkıntılı ön kısmına bir göz attım ve sonra ona vurdum. Geniş omuzlu, uzun boylu, keskin yüz hatları olan ve Kuzey İskoçyalı gururunu taşıyan Jamie, parlak saçlarını örten gösterişsiz mavi renkli üç köşeli şapkasıyla bile yanından geçtiği her kadının dikkatini çekiyordu. Ödünç alınan pantolon ona oldukça dardı ve ‘genel görünümü’nü gösterişsiz yapmak için hiçbir şey yapmıyordu. Bu izlenim, Jamie’nin tamamen farkında olmamasıyla artıyordu.
“Sen fahişeler için ayaklı bir meydan okumasın. Yapış bana, ben seni korurum.”
Biz küçük bir alana çıkarken Jamie bir kahkaha atıp koluma girdi.
Kalabalığın arasından yeğenini görerek, “Ian!” diye bağırdı. Bir dakika sonra uzun boylu, leylek gibi bir çocuk, gözlerinin önüne gelen bir tutam kahverengi saçı çekip kocaman sırıtarak kalabalığın dışına çıktı.
“Seni hiç bulamayacağım sandım dayı!” diye bağırdı. “Tanrım, burası Edinburgh, Lawnmarket’tan çok daha kalabalık!” Ceketinin koluyla uzun, gösterişsiz yüzünü silince yanağına küçük bir leke bulaştı.
Jamie soran gözlerle yeğenini inceliyordu.
“Bir adamın ölüme gittiğini henüz görmüş biri için oldukça neşeli görünüyorsun Ian.”
Ian büyük bir ciddiyetle hemen ifadesini değiştirdi. “Ah, hayır Jamie Dayı. Ben idamı görmedim.” Duncan bir kaşını kaldırdı ve Ian hafiften kızardı. “Ben… ben izlemekten korkmadım. Sadece… yapmam gereken başka bir işim vardı.”
Jamie hafiften gülümseyip yeğeninin sırtını sıvazladı.
“Dert etme, Ian. Gavin arkadaşım olmasaydı ben de izlemezdim.”
“Biliyorum dayı. Bunun için üzgünüm.” Çocuğun kahverengi iri gözlerinde bir neşe pırıltısı belirdi. Yüzünde güzel denilecek tek yer gözleriydi. Bana bir göz attı. “Korkunç muydu yenge?”
“Evet ama geçti.” Koynumdan nemli bir mendil çıkarıp, yanağındaki lekeyi silmek için parmak uçlarımda yükseldim.
Duncan Innes hüzünlü bir halde başını iki yana sallıyordu. “Evet, zavallı Gavin. Yine de açlıktan ölmeye göre çok daha çabuk bir ölüm oldu. Bunun haricinde ona kalan pek bir şey yoktu.”
“Hadi gidelim,” diye araya girdi Jamie. İşe yaramayan bu konuşmalarla vakit kaybetmek istemiyordu. “Bonnie Mary rıhtımın diğer ucuna yakın bir yerde olmalı.” Ian’ın Jamie’ye bir bakış atıp sanki konuşmak istercesine doğrulduğunu gördüm fakat Jamie çoktan limana doğru dönmüştü ve kalabalıkta ilerliyordu. Ian bana bir göz atıp omuz silkti ve bana kolunu uzattı.
Denizcilerden, işçilerden, kölelerden, yolculardan, müşterilerden ve çeşitli tüccarlardan kaçınarak, rıhtım boyunca uzanan mağazaların arkasında Jamie’yi takip ettik. Charlestone ana nakliye bölgesiydi ve bu mevsimde bir ay içinde Avrupa’dan gelip giden yüzlerce gemi sayesinde yoğundu.
Bonnie Mary, Jamie’nin şarap işinde servet kazanmak için Fransa’ya gitmiş ve bunda başarılı olmuş kuzeni Jared Fraser’ın bir arkadaşına aitti. Biraz şansla Bonnie Mary’nin kaptanı, Jared’ın hatırına Ian’ı Edinburgh’a geri götürmek için miço olarak gemisine almaya ikna olabilirdi.
Ian bu ihtimal karşısında heyecanlı değildi ama Jamie maceracı yeğenini ilk fırsatta İskoçya’ya göndermeye kararlıydı. İki ay önce – kazara – Amerika’ya ayak bastığımız Georgia’dan bizi Charleston’a getiren Bonnie Mary’nin olduğu haberleri diğer endişeler arasındaydı.