aşkın gerçek anlamını tekrar sorgulayacağınız satırlar…
işgal yılları sırasında birbirlerine âşık olan iki genç, binlerce insan açlıktan ölürken
ve masumlar işkence görüp vatanseverler idam edilirken,
o zorlu günleri birbirlerini ve hayatı keşfederek deneyimler.
fakat almanlar’ın selanik’te yaşayan yahudileri toplama kamplarına yerleştirdikleri
o gün geldiğinde benimsemek zorunda olacakları bambaşka bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalırlar.
“… dudaklarının dokunuşunu ve verdiği hazzı bugün bile hatırlıyorum. gözlerimden, kulaklarımdan, dudaklarımdan, parmaklarımın ucundan aşk sızıyordu. tenim aşkla yanıyordu. yüreğim, boğazım, her yanım aşk içindeydi. onun aşkı bana aktı, bedenimi deldiğini hissedebiliyordum. sıcacık, akıcı ve heyecan vericiydi. tek kelime etmedik. birbirimize o kadar yakındık ki aramızda sözlere yer kalmamıştı. dudaklarım yeniden onunkilere dokundu, usulca ve masumca. ve yeniden boynuna, alnına, gözlerine doğru kaydı…”
***
Aşağıdaki öykü yaşanmış bir öyküdür.
*
Dün gece yine eski mahallemi gördüm düşümde. Uyurken bir düş, uyanıkken ve bugün neye dönüştüğünü gördüğümde ise bir kâbus. Ama ben onun görkemli halini biliyorum, onu eski haliyle tanıdım. Ne mutlu bana ki savaştan önce orada doğup büyüdüm ve savaşla işgal sırasında, sonrasında birkaç yıl orada yaşadım.
O günlerde, savaştan önce, bizimki gibi bölgelerde, insanlar apartmanlarda değil evlerde yaşıyorlardı hâlâ. Bahçeler ve çiçekler vardı ve mevsimlerin her birinin kendine has kokusu. Gecenin sessizliği yalnızca köpek havlamaları ya da şafak sökmeden önce duyulan horoz sesleriyle bozulurdu. Yazın komşunun bahçesindeki havuzda kurbağalar vıraklar, sabahları erkenden sütçü gelirdi ve kadınlar bahçe çitleri üzerinden günün ilk keyifli dedikodularını yapmaya başlarlardı. Araba falan yoktu. Tanrım, bütün bunlar ve daha neler neler.
O zamanlar küçük, yoksul bir ev vardı. Bu ev sonradan benim için çok önemli bir ev haline gelecekti. Uzun ve alçak bir yapıydı, çatısı eğimliydi, önünde evin yarısını kaplayarak verandayı saran bir asma vardı. Korunacak bir şey ya da korunacak biri olduğundan değil sadece sınır belirlemek için etrafı döküntü çitlerle kaplı olan bahçesi ise birkaç çiçek saksısı, kocaman bir incir ağacı, çim ve yabani otlardan ibaretti. Bir başka deyişle mütevazı, abartısız, biraz insan eliyle oluşturulmuş, çoğunlukla da Tanrı vergisi, sahip olunmaktan keyif duyulacak bir bahçeydi burası. Şimdi artık yok. Sonraki yıllarda Avrupa’nın parklarında dolaşırken kalbim o bahçe için sızladı. Onun kuytu köşelerini, taşlarını, böceklerini, çekirgelerini, kertenkelelerini, birkaç karış toprağa sığdırılmış oyunlar oynadığımız, büyüdüğümüz, yaşadığımız ve öğrendigimiz – her şeyin ötesinde öğrendigimiz – o sınırsız dünyasının özlemini çektim.
O küçük evle bizim evin arasında yazları alabildiğine yabani otlar bürüyen bir arsa vardı. Kimin bahçesiydi bilmiyorduk, kimse de çıkıp benimdir demedi ve bizim küçük çetemiz hep orada toplanırdı. Orası konuşulacak, oyunlar oynanacak, itişip kakışılacak, sevilecek bir yerdi. Orada saklambaçlar oynadık, hırsız-polis olduk, ormandaki kâşifler gibi gezindik ve yaz akşamları otların üzerine uzanıp önemli şeyler konuştuk.
Hemen hemen her gün orada iki kuzenimle birlikte o evde yaşayan ailenin altı çocuğuyla bir araya geldik. Çocukların büyük olan ilk dördü kızdı, diğerleri ise erkek. Aramızda yaş farkı olmasına rağmen uzun bir süre sorun yaşamadık ve hepimiz bir arada oynadık.
Onlar Yahudilerdi ve çok yoksullardı ki bu durum anne babalarının keyifle görmezden geldiği bir gerçekti. Ayrıca o günlerde ve bizim dünyamızda, ailelerin yaşam tarzları arasında pek de bir fark yoktu. Çocukların daha iyi günler görmüş olduğu belli olan, görünümüne fazlasıyla uyan asil biri gibi davranan bir de büyükanneleri vardı. Alçak bir sesle emreder gibi konuşur ve önünde eğilmenizi, elini öpmenizi bekliyormuş gibi bir izlenim bırakırdı. Yine de soğuk biri değildi, varlığından rahatsızlık duymazdınız. Tam aksine insan onun cazibesine kapılır, ayaklarına kapanmaya hazır olurdu. İçten bir kadındı.
Kızı ve damadı, yani arkadaşlarımızın annesiyle babası çok daha basit insanlardı. Fakat onların da tavırlarında, ara sıra hallerine gülmenize neden olan, sıcak konukseverlikleriyle birleştiğinde kendilerini sevdiren genel bir yumuşaklık vardı. Durumu eğlenceli kılan da yoksulluklarına rağmen Selanik’te onlardan çok daha zengin olan insanların evlerinde dahi bulunmayan şeyleri gösterişle sergilemeye tamamen hakları olduğuydu. Mesela oturdukları ev, nasıl olduysa, çoğumuzunki gibi kiralık değil kendi evleriydi. Yalnızca zenginlerin kendi evleri olurdu. Ayrıca evlerinde piyano vardı, fakirlerin evinde nadiren görülen bir şeydi bu. O piyano ne kadar zamandır oradaydı kimse bilmiyordu ve bir o kadar zamandır da ayarı yapılmamıştı. Ama oradaydı işte. Çocuklar hep piyano dersi alacaklardı, aslına bakarsanız kızlardan büyük olan ikisi kendilerini dinletebilecek kadar iyi çalıyorlardı. Ve anneleri, Madam Leonora sık sık verandaya çıkıp onları belki biraz da yüksekçe bir sesle içeriye, yemeğe ve sonra da piyano çalışmaya çağırdığında, kimse onu iyi bir anne olmanın ötesinde bir şeyle suçlayamazdı. Gerçekten de tam anlamıyla öyleydi.
Çocuklar annelerine çekmişlerdi; sıcak, gülümser bir ifade taşıyan kocaman kahverengi güzel gözleri vardı. İçlerinden yalnızca benden bir yaş küçük olan, ailenin dördüncü çocuğu Gioconda’nın hafif şaşı, genellikle ciddi, neredeyse hüzünlü bakan ela gözleri vardı. Güzel bir kızdı. Ağır ve etkileyici hareketleriyle uzun boylu, hoş yapılıydı; gülümseyince dünya aydınlanırdı. Oyun oynadığımızda benim eşim o olurdu ve annesine benden söz ettiğini duyduğumda – annemle Madam Leonora konuşurken işitirdim – nasıl da gururlanırdım, çünkü hep benim tarafımı tutardı. Biraz utangaçlığımdan, biraz yumuşak başlı oluşumdan, biraz da kayıtsızlığımdan ötürü şöyle ya da böyle olsun diye tutturmazdım, benim yerime kavgaya o tutuşurdu. Böyle zamanlarda, doğruyu söylemek gerekirse pek de sık olmazdı, her zamanki utangaçlığı yerini hepimizi şaşırtan ateşli bir tavra bırakırdı ve sonunda onun dediği, aslında ilk başından beri benim dediğim şey olurdu. Bunun ne anlama geldiğini ne o bilirdi, ne de ben. Konuşmayı öğrendiğimizden beri o benim en yakın arkadaşımdı, on beş yaşındayken bütün ailesiyle birlikte Almanlar tarafından götürülünceye dek. Bu olaydan iki yıl önce bir bahar günü akşam alacasında bizim bahçedeki kayısı ağacının altında dururken, birdenbire o güne dek gördüklerimden çok farklı ve anlamını kendisinin de bilmediği bir ifadeyle bana kaçamak utangaç bir gülümseme sunup aklımı bilinmedik bir heyecana ilk kez salan o kızdı.
Kendi aramızda oyunlar yaratır, eski oyunların kurallarını değiştirirdik. Aramızda kelimelere dökülmeyen gizli bir bir yarış başlamıştı ve orijinallikte birbirimizi geçtiğimizde keyiflenirdik. Sürekli birlikte olma ihtiyacı içindeydik. Daha ona özel bir ilgi duymaya başlamadan çok önce ben yedi sekiz o altı yedi yaşlarındayken, sonrasında ben on iki o on bir yaşındayken ve o benim için önemli hale gelip ben de onun kahramanı olduğumda hep birlikte oynamıştık. Ona tek bir laf etmem yeterdi, anında kıpkırmızı kesilirdi. Ailesi durumun farkına varmıştı ve bu onları eğlendiriyordu. Yalnızca biz ikimiz bunun ne anlama geldiğini bilmiyorduk, birlikte olmaktan mutluyduk, hepsi bu. Ve bunun yoğunluğu gün geçtikçe artarak neredeyse bir öfkeye dönüşüyordu. Daha nasıl meydana geldiğimizi bile bilmezken oynadığımız aşk oyununun yerini tutan o yoğun duyguya.
*
Savaş başladı ve sonra da işgal. Ben on üç on dört yaşlarındaydım, onun ise daha on bir yaşındayken bile yüzünde duygulu bir ifade belirmiş, hareketleri ve jestleri kadınsı bir zarafet kazanmış, ergenliğe girdiğinde de yok olmamıştı. On iki yaşındayken bedeninin her santimiyle tam bir kadındı; gözleri, sesi, tavırları inanılmayacak kadar heyecan verici bir şekilde masum ve tatlıydı.
Ailesindeki herkes güzeldi. Uzun keskin hatlı yüzü, solgun cildi, gür beyaz saçlarıyla büyükanneleri. Eski zamanlara yaraşır güzelliğiyle Madam Leonora. Romantik bakan kocaman gözleri, küçücük ağzı, utangaç gülümsemesiyle annesine tıpatıp benzeyen ailenin en büyük kızı Laura. Uzun boylu, kır saçlı, güçlü kuvvetli ama nazik yüzü ve çocuksu yüreğiyle baba Jack. Yaşam dolu hınzır bakışlarıyla pek bir kadınsı, müthiş çekici görünen ve bu gerçeğin farkında olan ailenin ikinci kızı Renée. Uzun boylu, solgun yüzlü, kırılgan yapısıyla sık sık hastalanan, yazları çoğunlukla bahçedeki bir koltukta, kışınsa odun sobasının yanında oturan, elinde bir kitap, bakışlarında hiçbir zaman
göremeyeceği bir geleceğe bakıyormuş hissi veren uzak bir ifadeyle Aline. Ve Gioconda, benim Gioconda’m, hepsinin en güzeli. En sonda da iki oğlan; sıcacık bakan kahverengi gözlerini çevreleyen, o güne dek gördüğüm en uzun kirpiklere sahip olan Peppo ve ufak ama güçlü, yaramaz, tam bir küçük şeytan olan Maurice.
Gioconda’nın ailesi böyleydi ve her biri sevilesi insanlardı.
Yine de o sıralar benim için endişe ve huzursuzluk kaynağı olan bir karanlık nokta vardı. Bu, Gioconda’nın benden iki yaş büyük olan kuzenlerinden biriydi. Adı Rudi’ydi. Uzun boylu, yakışıklıydı ve bunun farkındaydı. Ondan hoşlanmıyordum, o da bunu biliyor ve sanki bu durumdan keyif alıyordu. Sık sık kuzenlerini ziyarete geliyordu, beni sinirlendirecek kadar sık. Gioconda’ya özel bir ilgi gösteriyordu ya da en azından bir süre sonra bana öyle gelmeye başladı ve ondan sonra da kıskançlık yakamı bırakmadı. Daha da kötüsü, onun pek çok açıdan benden daha iyi olduğunu kabul etmek zorundaydım, o da becerilerini sergilemekten zevk alıyordu. Zayıftı ama kuvvetliydi, hızlı ve kolayca hareket edebiliyordu. Akıllıydı, güzel konuşurdu. Bir sürü komik öykü bilir ve bunları anlatırken herkesi güldürürdü. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de gitar çalar, yumuşacık bir sesle şarkı söylerdi, oysa benim sesim kurbağa gibi çatlaktı, lafın yarısında kırılır, ya aşırı tizleşir ya da kısılıverir, beni gülünç duruma düşürürdü. Bir başka deyişle o mükemmeldi ve ben bunu kabullenmek zorundaydım, o da bunun farkındaydı ve herkesin farkına varması için elinden geleni yapıyordu. Uzun lafın kısası ondan nefret ediyordum. Gitgide bir saplantı halini almıştı bende, bir tür kâbus. Hiçbir şekilde onunla aşık atamayacağıma inanmıştım. Her şeyden kuşkulanır olmuştum, en ufak lafın altında bile bir başka anlam arıyordum, karmakarışık kafamda her bir şey özel bir anlam kazanıyor, Gioconda’nın ona hayran olduğunun, onu bana tercih ettiğinin kanıtı haline dönüşüyordu. Gioconda ona âşık olmuş olmalıydı. Bu korkunç sonuca vardığımda derin bir umutsuzluğa kapıldım. Bu öyle bir umutsuzluk ki bugün bile utanarak hatırladığım ama sonradan olayları benim lehime hızlandıran yüz kızartıcı bir şey yapmama yol açtı. Sıcak bir yaz günüydü, Rudi yine onları görmeye gelmişti. Onlarla yemek yemişti, geldiğini görmüştüm, kalacağını biliyordum. Yemek falan yiyemedim, boğazım düğümlenmiş, midem altüst olmuştu. Yemek masasında öylece oturdum ve kahrolarak şimdi onun onların masasında oturduğunu, komik öyküler anlattığını, sözlerin dudaklarından nasıl döküldüğünü, Gioconda’nın ona nasıl hayranlıkla baktığını, bir an bile beni aklından geçirmediğini, aklından geçirse bile bunu sadece beni onunla karşılaştırmak için yaptığını ve beni hiç mi hiç çekici bulmadığını düşündüm. Evet, öyle olmalıydı, bundan hiç kuşkum yoktu. Düpedüz ortadaydı. Düşündükçe, kafamda onun zaferini daha da çok canlandırıyordum ve yüreğim daralıyordu. Ağzım kupkuruydu, dilimde acımsı bir tat vardı. Bir lokma bile yiyecek halde değildim, karnım ağrıyormuş gibi yaptım, aslında numara yapmama bile gerek yoktu, gerçeği söylüyordum, artık tahammül edemez hale geldiğimde masadan kalktım, odama gidip yatağıma uzandım. Orada öylece, yaz öğleden sonrasının sıcağı panjurlardan içeri sızarken, bahçedeki ağustos böceklerinin açık pencerelerden içeri dolan sesleri ve denizin tuzlu kokusu arasında, o ince sızıyı yüreğimde hissederek bedenim kımıltısız, başım dönerek yattım. Terden sırılsıklam olmuş bir halde, ağlamak isteyip kendime ağlama izni vermeden. Oysa herkes uyurken, hiçbir yerden hiç kimseden hiçbir ses gelmezken, aynı evde, aynı odada, aynı yaz sıcağında, panjurları kapalı odamın yarı loşluğunda bir başka gün çıplaktım ve bir yılı aşkın bir zamandır olduğu gibi aklım hiç alışkın olmadığım aşk fantazileriyle doluydu; çıplak kadınlar ve onların okşanacak bedenleri, ellerinin sertleşmiş erkekliğime dokunması, her yanımı öpmeleri, türlü erotik sahneler, rüya gibi müthiş heyecan verici…
Ama bugün bedenim kaskatıydı, aklımsa yitik. Kıskançlık ve nefret içimi kemiriyordu. Ve kendimi güçsüz, yenilmiş hissediyordum. Tembel öğleden sonrası yavaş yavaş serinledi, sonunda yerini mis kokulu akşama bıraktı. Gölgeler yerlerini yeniden ele geçirdiler. Bu, genellikle kuytu böcekleri gibi evlerimizden dışarı çıkıp oyun oynamak için arsada toplandığımız saatti. Cesaretimi toplayıp dışarı çıktığımda Gioconda, Rudi ve Peppo evlerinin önünde mahalleden iki arkadaşla konuşuyorlardı. Umursamaz ama arkadaşça görünmeye çalışarak aralarına katıldım. Rudi en başından beri bana karşı kibar davranıyordu ama şimdi nedense bana aşırı kibarmış gibi geliyordu ve kuşkularla dolu aklım onun davranışlarını sanki yendiği ya da isterse kolaylıkla yenebileceği rakibine tenezzül ediyormuş gibi algıladı. Tabii bu algı, ruhiyatıma hiç de iyi gelmedi. Gioconda’nın çok sessiz olduğunu, benimle göz göze gelmekten kaçındığını – ki bunun sebebi de suçlu olduğundandı – fark ettiğimde ise darmadağın oldum. Her şey artık açıkça ortadaydı. Gioconda Rudi’ye âşıktı ve bu da kendini bana karşı suçlu hissetmesine yol açıyordu. Rudi bunu biliyordu, bu yüzden de bana karşı zafer kazanmış gibi hissediyordu. Tüm bunlar çok fazlaydı, bu kadarına dayanamazdım. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse söylesinler ya da ben ne yaparsam yapayım, ne kadar sakin ve doğal görünmeye çalışırsam çalışayım bir işe yaramıyordu. Kafamın arkasında acayip bir basınç vardı, midem ise acımasız bir el tarafından sımsıkı avuçlanıyormuş gibiydi. Derin derin soluyordum. Gioconda’yla Rudi’ye gelince, ufacık bir hareket, söyledikleri her şey, seslerinin tonundaki, yüz ifadelerindeki her bir değişiklik, aralarındaki bir bakışma, her şey bana gizli bir anlam, özel bir önem taşıyor gibi geliyordu. Hiç kuşku yoktu ki birbirlerine âşıklardı. Mantıklı olmaya çalıştım. Kendi kendime aptalca davrandığımı, olmayan şeyleri hayal ettiğimi telkin ettim. Ortada hiçbir şey yoktu, bana kuşkulu gelen her şeyin bir açıklaması vardı. Bunları kendime tekrar tekrar söyledim. Bir işe yaramadı. Çok geçmeden dikkatim bir başka kanıta yönelip korkularımda haklı olduğumu gördüğümde, bütün savunmalarım yükselen suların basıncıyla patlayan bir baraj gibi yıkıldığında, neredeyse bir rahatlama hissettim. Beynim kıskançlık dalgalarının altında kalmıştı, dizlerimin bağı çözülmüştü. Birdenbire kendime acıdım, kendimi yalnız ve terk edilmiş hissettim. Ve aşağılanmış. Bu yenilmenin ilk tadıydı ve çok acıydı.
Ne yaptığımın farkına bile varmadan, aklımı yitirerek robot gibi başkalarının başlattığı bir oyuna girdim. Çok garipti, birkaç saat içinde ona olan duygularımın boyutunun farkına varmıştım. Onunla yapmayı, paylaşmayı istediğim şeyler, birbiriyle kaynaşmış görüntüler, şekiller, renkler, onunla bir yaşam, hepsi şimdi sıcak, neredeyse akıcı, aynı zamanda tatlı bir hüzünle kaplanmıştı. Tek başıma bir taşın üzerine oturup akşamın serinliğine yayılan kekik kokusunda yüreğim yumuşayıncaya dek ağlamak istiyordum. Ve bunu düşünürken kendimi orada, yalnız otururken hayal ettim, birdenbire yüzüme bir el dokunacaktı ve başımı çevirdiğimde onu görecektim, sessiz ve aşk dolu, akşam alacasında bekliyor olacaktı. Bu fantaziyle içimi bir sevinç kaplıyordu ama bir anda çirkin gerçekle yeniden yüzyüze geliyor, böyle bir şeyin asla olamayacağını fark ettiğimde kendimi daha da kötü hissediyordum. Tabii ya, kekik kokulu bir akşamda bir taşın üzerinde kendi başıma oturup ağladığımda olup olacağı, kendimi kekik kokulu bir akşamda bir taşın üzerinde oturup ağlarken bulacağımdı. Bu kavrayış kendime acıma duygularımı arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Ve bütün bunlar olurken yaptığım, düşündüğüm, hissettiğim her şeyin, oynadığım rolün tamamen bilincindeydim. Belki de istemsizce bundan zevk bile alıyordum. Bu rol benim yaşımdaki, benden önce veya benimle aynı zamanda doğmuş ya da benden sonraki yıllarda, yüzyıllarda, burada, başka yerlerde, dünyanın her bir yanında doğacak olan sayısız gencin yaptıklarından, söylediklerinden, hissettiklerinden hiç de farklı değildi. Bu binlerce öyküde, şiirde, şarkıda, iyi ya da kötü, kuşaklar boyunca yeryüzündeki her bir insan tarafından yazılmış, okunmuş, taklit edilmiş, gülünüp geçilmiş veya görmezden gelinmişti. Ve ben, bizzat şu anda karşılıksız aşk acısı çeken önemsiz, sıradan bir ergen tiplemesindenden başka bir şey değildim. Hiçbir orijinalliği yok. Kendimi alaya alma becerimi yeniden kazandığım anlar da oluyordu, fakat bu anlar çok kısaydı ve çok geçmeden yine o umutsuzluk bataklığına saplanıp kalıyordum. Akşam doğru dürüst bir oyun oynamanın başarısız çabalarıyla geçiyordu, grubun küçükleri isyan halindeydiler. Gioconda orada değilmiş gibi bir izlenim uyandırıyordu, Rudi’ninse her zamankinden fazla kendini beğenmiş bir hali, iğrenç bir çekiciliği vardı. Bana iyi davranmak için bu akşam her zamankinden daha çok kolları sıvamış gibiydi. Mükemmel bir aşk meleği gibi davranıyordu bana karşı. Açık açık benimle ilgileniyordu. Söylediği her söz bana yönelikti, bir öneride bulunmak istediğinde önce benim onayımı almak istiyordu. Karşı çıktığımda veya o öyle olduğunu düşündüğünde, hemencecik önerisini geri çekiyor, pek de iyi bir fikir olmadığını öne sürüyor, hatta benden, evet, benden, sahtekâr, benden özür diliyordu. Yalnızca benimle ilgileniyordu, onu değil beni düşünüyordu, ikiyüzlü, sanki ben onun ne yaptığını göremiyordum. Ah, elbette bunu kasten yapıyordu. Bir süredir bunun farkındaydım. Nikos şöyle, Nikos böyle. Ne demekti şimdi bu? Ve teşekkür ederken ya da özür dilerim derken hiç utanması da mı yoktu? Ah, bu piç kurusunun bana bunu yapmasına daha fazla izin veremezdim, vermeyecektim. Tanrı aşkına, onu benden çaldığı yetmez miydi? Üstüne üstlük bir de tahammül edilemez ikiyüzlü davranışlarıyla beni aşağılaması mı gerekiyordu? Bu kadarı da fazlaydı, ah, hem de çok fazlaydı. Ona hakkında ne düşündüğümü gösterecektim. Ona engel olacaktım, evet bayım, ona haddini bildirecektim. Evet, gösterecektim ona gününü. Onunla kozumu paylaşacağımı düşünmek beni az da olsa rahatlattı. İnanılmaz bir şey ama Gioconda’yla neler yapmak istediğimi düşünmeyi bırakıp Rudi’ye ne yapmak istediğimi düşünmeye başladım. Yalnızca sözlerle değil, ellerimle de. Ondan ne kadar güçlü, ne kadar hızlı ve tecrübeli olduğumu unuttum. Kafamın karışıklığını unuttum ve onunla kavgaya tutuştuğumu, onun o kibirli burnuna bir yumruk indirdiğimi hayal etmeye başladım. Evet, aynen öyle, suratının tam ortasına bir yumruk darbesi alacak, o lanet olası kafasının üzerine gerisin geriye yığılacak, konuşmasını unutacak, gülünç duruma düşecek, aptallaşacaktı. Ve diğerleri beni hayranıkla seyredeceklerdi. En çok da Gioconda… En çok da o bana hayran olacak, sonunda bana yalvaracak, yüreğinin iyiliğini yansıtan gözlerinde anlam dolu bir bakışla Rudi’ye merhamet etmemi, onu bağışlamamı dileyecekti. İçimde ateşli bir öfke büyüdü ve gözlerimi kör etti, hastalıklı beynimde düşünceler birbirini itip kakmaya başladı. Yaralanmış benliğimin bütün yaratıcılığıyla onu azarlıyor, ona küfürler ediyordum. Tam olarak hangi noktada kendime geldim bilemiyorum ancak dehşete kapılarak fark ettim ki Tanrı bilir ne kadar zamandır istemsizce yüksek sesle konuşuyor, pis düşüncelerimi yüksek sesle dışa vuruyordum. Zedelenmiş onurumun bütün zehiri, içimdeki bütün irin dışarı akıyordu. Birdenbire ne yaptığımın ayırdına vardım; herkes oyunu kesmiş, buz gibi bir saşkınlıkla bana bakıyordu. Rudi taş kesmiş gibi bembeyaz olmuştu. Gioconda’nın gözleri, o inanılmaz gözleri, derin bir üzüntüyle bana bakıyordu. O dehşet dolu anda kendi sesimi duydum: “Seni pis Yahudi.” Gioconda’nın gözlerindeki üzüntü dışında her şey dondu kaldı, soluğum kesildi, beynim uğuldamaya başladı, bir an bayılacak gibi oldum, ansızın döndüm, eve doğru koşmaya başladım. Odama, yatağıma doğru. Yatağıma yığılıp kaldım, kalbim deliler gibi atıyor olsa da bedenim adeta felç olmuş gibi cansızdı. Sonunda patladım; içimdeki bütün pişmanlık, kahroluş ve utanç, kontrolsüz bir kırbaç gibi hıçkırıklarla dışarı vurdu. Artık biliyordum: Sadece savaşı ve Gioconda’yı kaybetmemiştim, aynı zamanda onurumu, kendime olan saygımı, onunla birlikte olmayı, onu sevmeyi bir yana bırakın onu yeniden görebilme şansını bile kaybetmiştim. O “pis Yahudi” lafı kulaklarımda çınlıyordu. Haksızlığımla ve korkaklığımla yalnızca Rudi’yi değil – onu niye inciteyim ki Tanrı biliyor onu arkadaş olarak seviyordum, bunu çok iyi biliyordum, herkesten daha çok Rudi arkadaşım olsun istemiştim – Gioconda’yı da, ailesini de, her yandaki Yahudileri de incitmiştim, ben o Yahudileri seviyordum, onlara hayranlık duyuyordum, hayatımın en mutlu anlarını onlarla yaşamıştım.
Ağlaya ağlaya uyuyakaldım, sabaha kadar da uyanmadım, annem bir şeyler olduğunun farkındaydı, ne olduğunu bilmek istiyordu ama yine de bilmiyormuş gibi yapıp beni kendi halime bırakmıştı. Babamınsa çok daha önemli sorunları vardı uğraşacak.
Ertesi sabah uyandığımda kendimi daha da kötü hissediyordum. Daha ne olduğunun farkına bile varamadan, midemdeki rahatsızlık yaptığım şeyi anımsamama neden oldu ve bu, günün sıkıntı verici parlak ışığında daha da çirkin ve aşağılık görünüyordu. Kendimi kaçak bir suçlu gibi hissediyordum, aradaki tek fark, o gözlerden ve onlarda gördüğüm şeyden kaçacak bir yerimin olmayışıydı.
Durup durup kendime erkek gibi gidip onu bulmam, ondan özür dilemem, tam olarak bu sözlerle olmasa bile ona hakkımda ne düşündüğünü yüzüme karşı söyleme, beni cezalandırma şansını vermem gerektiğini, ancak bu şekilde bu durumdan arınabileceğimi söylüyordum. Sonra da gidip Rudi ve diğerleriyle yüzleşmem gerektiğini. Yüreğimdeki ağırlıktan kurtulabilmek için kendimi savunmasız bir şekilde onların öfkesine ya da alaylarına – artık hangisini seçerlerse – terk etmem gerekiyordu. Kendime bunları telkin ediyordum ama yapabilecek gücüm yoktu.
Bunun yerine, daha ortalarda kimseler yokken, ne Gioconda, ne Rudi, ne de başkaları, kimseler beni görmeden ….