“E.L James’in Grinin Elli Tonu romanını bitiren kadınlar, üzülmeyin. Daha fazla zevk alacağınız bir eseri elinizde tutmaktasınız. Bu roman içerdiği aşk ve romantizm bakımından Grinin Elli Tonu’na en büyük rakip.”
– Kirsten Acuna
Uluslararası en çok satan yazarlardan biri olan Sylvain Reynard’tan, bir adamın bağışlanmasının ve kadının cinsel uyanışının unutulmaz öyküsü…
Hayli muammalı ve son derece seksi bir adam olan Profesör Emerson, gündüzleri saygın bir Dante uzmanı olarak yaşamını sürdürür, ama gecelerini hiç çekingenlik içermeyen bir cinsel zevke ayırır. Ün salmış yakışıklılığını ve üst düzey cazibesini kullanarak her hevesini tatmin etmeyi başarır, ama için için de karanlık geçmişinden ötürü acı çekmekte, tüm bağışlanma umutlarını yitirmiş olduğuna derinden derine inanmaktadır.
Masum güzel Julia Mitchell, sınıfına lisansüstü öğrencisi olarak yazılınca, cazibesi ve Julia’yla olan esrarengiz bağlantısı yüzünden Profesörün hem kariyeri tehlikeye girecek, hem de hayatında geçmişiyle bugününü karşı karşıya getiren bir olaylar dizisi başlamış olacaktır.
Gabriel’in Cehennemi, yasak aşk, baştan çıkarma ve ruhsal bağışlanma gibi alanları yoklayan ilginç, sürükleyici, vahşicesine ihtiras dolu bir yolculukta, bir erkeğin kendi kişisel cehenneminden kurtulup imkânsız sandığı şeye, bağışlanmaya ve mutluluğa ulaşmasının öyküsüdür.
“Sen sadece şanssızlıkları üzerine çekiyorsun, Bayan Mitchell, bense günahların mıknatısıyım.”
“Grinin Elli Tonu’nun yazarı rekabete hazırlan! Sylvain Reynard sahneyi sana bırakacakmış gibi görünmüyor.”
– Books and Reviews’tan Jessica Durham
***
Giriş
Floransa, 1283
Genç kadın yaklaşırken şair köprünün kenarında durmuş, ona bakıyordu. Onun iri, koyu kahverengi gözlerini, özenle kıvrılmış saçlarını seyrederken dünya neredeyse durmuştu.
Başlangıçta onu tanıyamadı. Soluk kesecek kadar güzeldi. Hareketleri kendinden emin ve zarifti. Ama yüzünde ve vücudunda öyle bir şey vardı ki, ona uzun süre önce âşık olduğu kızı hatırlatıyordu. Sonradan yolları ayrılmıştı, ama meleksi ilham perisinin, sevgili Beatrice’inin acısı yüreğinden hiç çıkmamıştı. O olmayınca hayatı yapayalnız bir hâle gelmiş, küçülmüştü.
Şimdi yeniden kutsanıyordu sanki onun varlığıyla.
O yanındakilerle birlikte yaklaşırken şair eğildi, kibar bir reveransla selam verdi. Şair varlığının fark edileceğini hiç düşünmüyordu. Mükemmeldi ve dokunulmazdı o. Muhteşem beyaz elbisesiyle kahverengi gözlü bir melekti. Oysa kendisi yaşlı, yorgun ve özlem doluydu.
Şairin önünden geçiyordu ki, meleğin yere indirdiği gözleri onun ayakkabısına ilişti. Tam önünde tereddüt eden bir ayakkabı. Kalbi hızla çarparken soluksuz bekledi. Kız yumuşacık sesiyle ona hitap ettiğinde anıları yeniden uyandı. Şaşkın bakışları kızın yüzüne yükseldi. Yıllarca bu anı özlemiş, hatta rüyalarında görmüş, ama onunla böyle raslantı sonucu karşılaşacağını hayallerinde bile canlandıramamıştı. Hele böyle tatlı biçimde karşılanacağını ummaya asla cesaret edememişti.
Dengesi bozulur gibi oldu, ağzından birkaç nazik kelime çı kabildi, yüzünde bir gülümseme belirmesine izin verdi, ilham pe risi de o gülümsemeyi on misliyle iade etti. Yüreğinde ona duy duğu sevgi kabarıp göğsünde cehennem alevi gibi tutuşurken kalbi yerinden çıkacak gibi oldu.
Ne yazık ki konuşmaları çok kısa sürdü, kız gitmesi gerek tiğini söyledi. O uzaklaşırken şair eğilip selam verdi, sonra doğruldu, arkasından baktı. Karşılaşmalarının sevinci aniden gelen bir hüzünle gölgelenmişti. Acaba bir daha görebilecek miydi onu?
1. Bölüm
“Bayan Mitchell?”
Profesör Gabriel Emerson’un sesi sınıfın içinde yükseldi, arkalarda bir yerde oturan kahverengi gözlü güzel kıza ulaştı. Kız düşüncelerinin içinde kaybolmuştu ya da belki çevirinin içinde kaybolmuş olabilirdi. Başını eğmiş, defterine harıl harıl bir şeyler yazıyordu.
On çift göz ona doğru döndü, o solgun yüze, uzun kirpiklere, kalemi kavrayan ince beyaz ele baktı. Sonra on çift göz, hareketsiz duran, kaşları çatılmaya başlayan profesöre döndü. Sert tavrı, hem hatlarının simetrisiyle, hem de iri, ifadeli gözleri ve dolgun dudaklarıyla çelişki oluşturuyor gibiydi. Aslında yakışıklı adamdı ama şu anda acımasız bir sertliğe bürünmüştü, bu da görünümünün o sevimli, uyumlu hâlini mahvediyordu.
“Öhöm.” Sağdan gelen hafif bir öksürük kızın dikkatini çekmeyi başardı. Yanında oturan geniş omuzlu adama şaşırarak baktı. Adam gülümsedi, gözleriyle sınıfın en önünde durmakta olan profesörü işaret etti.
Kız adamın bakışlarını izledi, karşısında mavi gözlerin delici bakışlarını buldu. Sesli biçimde yutkundu.
“Soruma bir cevap bekliyorum, Bayan Mitchell. Bize katılmak isterseniz tabii.” Sesi de gözleri gibiydi. Buz gibi.
Sınıftaki lisansüstü öğrencileri yerlerinde kıpırdandılar, kaçamak bakışlarla birbirlerine baktılar. Bakışlarında, “Buna da ne oldu şimdi?” sorusu okunuyordu. Ama hiçbir şey söylemediler.
(Çünkü lisansüstüne gelenlerin hiçbir konuda profesörlerine itiraz etme alışkanlıkları yoktu, nerede kaldı kaba davranışa itiraz etmek!)
Genç kız ağzını birazcık açtı, sonra kapadı. O mavi gözlere bakarken kızın gözleri ürkmüş bir tavşanı andırıyordu.
“İngilizce ana diliniz mi?” diye alay etti profesör.
Sağda oturan kuzguni siyah saçlı bir kadın gülmesini tutmaya, onu öksürüğe dönüştürmeye çalıştı, inandırıcı olamadı. Tüm gözler bir kere daha ürkek tavşana döndü. Kızın cildi al kırmızıya dönmüş, başı eğilmiş, böylece nihayet profesörün bakışlarından kurtulmuştu.
“Bayan Mitchell bir başka dilde kendi paralel semineriyle ilgilendiğine göre acaba soruma bir başkası cevap vermek ister mi?”
Adamın sağında oturan dilber pek hevesliydi. Yüzünü hocasına çevirdi, soruya ayrıntılı bir cevap verirken gülümsedi, Dante’den orijinal dilinde, İtalyanca alıntılar yaparak, el kol hareketleriyle olayı bir şova çevirerek konuştu. Bitirdiğinde sınıfın arkalarına bakarak yakıcı bir gülümseme sundu, ardından gözlerini profesöre çevirdi, içini çekti. Tek eksiği yere çöküp sırtını adamın bacaklarına sürtmek, ebediyen onun küçük kedisi olacağını göstermekti. (Ama adamın bundan pek hoşlanacağı söylenemezdi.)
Profesör kaşlarını belli belirsiz çatarken bu ifadeyi hiç kimseye yöneltmeksizin arkasını döndü, tahtaya yazmaya koyuldu. Ürkek tavşan gözlerini kırpıştırarak biriken yaşları yok etmeye çalıştı, karalamalarına devam etti, bereket versin ağlamadı.
Birkaç dakika sonra, profesör Guelf’lerle Ghibelline’ler arasındaki anlaşmazlıkları anlatmaya koyulduğunda, ürkek tavşanın İtalyanca sözlüğünün üzerinde katlanmış, dört köşe, küçük bir kâğıt belirdi. O önce farkına varmadı, ama yanında oturan yakışıklı adamdan yeni bir “öhöm” sesi gelince dönüp baktı. Adam bu sefer daha belirgin biçimde gülümsedi. Yüzünde hevesli bir ifadeyle, bakışlarıyla kâğıdı gösterdi.
Kız gördü, gözlerini kırpıştırdı. Tahtada sayısız İtalyanca kelimelerin etrafına halkalar çizip duran profesörün sırtından gözlerini ayırmadan kâğıdı kucağına çekti, açtı.
“Emerson eşeğin teki.”
Kimse görmemişti çünkü kimse ona bakmıyordu. Bir tek yanındaki adam. Kâğıdı okuduğu anda, yüzünde başka bir pembelik belirdi, yanaklarına birer bulut gibi yükseldi, kız gülümsedi. Dişleri görünmedi, gamzeleri de belirginleşmedi, gülme çizgileri de oluşmadı, ama gülümsemeydi yine de.
Gözlerini yanındaki adama doğru kaldırdı, ona utangaç bakışlarla baktı. Adamın yüzüne dostça bir sırıtma ifadesi yayıldı.
“Komik bir şey mi var, Bayan Mitchell?”
Kahverengi gözler korkuyla irileşti. Yeni arkadaşının gülümsemesi çabucak kayboldu, o da dönüp profesöre baktı.
Profesörün o soğuk mavi gözlerine bakmayacak kadar aklı vardı kızın. Başını eğdi, tombul alt dudağını kemirmeye koyuldu.
Yandaki adam “Suç benimdi, Profesör,” diye söze karıştı. “Hangi sayfada olduğumuzu soruyordum.”
“Bir doktora öğrencisinden beklenecek bir soru değil, Paul. Ama sorduğuna göre, birinci ‘kanto’dan başladık. Herhâlde orayı Bayan Mitchell’in yardımı olmadan bulabilirsin. Ha, ayrıca Bayan Mitchell?..”
Ürkek tavşan başını yavaşça kaldırırken saçının at kuyruğu belli belirsiz titredi.
“Dersten sonra ofisime gelip beni görün.”
2. Bölüm
Seminerin sonunda Julia Mitchell kucağındaki katlanmış kâğıdı çabucak İtalyanca sözlüğün arasına, ‘asino’ kelimesinin olduğu sayfaya tıktı.
“Çok çok özür dilerim. Adım Paul Norris. Sevimli adam masanın üzerinden kocaman elini uzatıyordu. Julia onunla tokalaşırken kendi elinin o koca pençeye göre ne kadar küçük ve güçsüz kaldığına baktı. Adam avucunu kıpırdatsa çürütürdü o eli. “Merhaba, Paul. Ben de Julia Mitchell.”
“Tanıştığımıza sevindim, Julia. Profesör tam bir itoğlu. Derdi nedir, anlayamıyorum.” Emerson’a o sıfatı yakıştırırken sesi alaycıydı.
Julia biraz kızardı, tekrar kitaplarına döndü.
“Yenisiniz, değil mi?” diye ısrar etti adam. Başını biraz eğmiş, sanki onun gözlerini görmeye çalışıyordu.
Yeni geldim. Saint Joseph Üniversitesi’nden.”
Paul bunu çok anlamlı bulmuş gibi başını salladı. “Master için mi geldiniz?”
“Evet.” Başıyla sınıfın ön tarafını işaret ederek konuştu. “Belki pek belli olmuyor ama Dante uzmanı olmak için çalışıyorum.” Paul dişlerinin arasından bir ıslık sesi çıkardı.
“Yani Emerson’la Çalışmaya geldiniz.”
Julia başını onaylar vaziyette salladı, Paul bu arada onun boynundaki bir damarın atmaya başladığını fark etti. Kalbi daha hızlı çarpmaya başlamış gibiydi. Paul buna bir neden bulamadığı için üzerinde durmamayı seçti. Ama ilerde bunu hatırlayacaktı.
“Birlikte çalışması zor bir insandır, bu yüzden de öğrencisi pek fazla değil. Ben de doktora tezimi onunla yazıyorum. Christina Peterson da var. Onunla tanıştınız bile.”
“Christina mı?” Paul’e soru sorar gibi baktı.
“Önde oturan o şıllık. O da onun öteki doktora öğrencisi. Ama asıl amacı, Bayan Emerson olmak. Daha yeni başladı, fakat şimdiden ona çörekler pişiriyor, ofisine uğruyor, telefon mesajları yolluyor. İnanılır gibi değil.”
Julia tekrar başını evet anlamında salladı, hiçbir şey söylemedi. “Toronto Üniversitesi çok ciddi bir ‘mesafeli olma’ politikası yürütür, ancak Christa bunun farkında değil” Paul gözlerini devirdi, karşılığında ödül olarak pek tatlı bir gülümseme geldi. Kendi kendine, Julia Mitchell’ı daha sık gülümsetmeliyim, diye düşündü ama bunu şimdilik ertelemek zorundaydı.
“Gitseniz iyi olacak. Dersten sonra sizi görmek istemişti. Bekliyordur.”
Julia eşyalarını çabucak L.L. Bean marka sırt çantasına doldurdu. Bu çantayı üniversiteye ilk başladığı yıldan beri taşıyordu. “Şeyy, ofisinin yerini bilmiyorum.”
“Sınıftan çıkınca sola dönün, sonra yine sola dönün. Odası koridorun sonunda, köşede. İyi şanslar. Daha önce rastlaşmazsak, en azından gelecek derse görüşürüz.”
Julia minnetle gülümsedi, dönüp sınıftan çıktı.
Profesörün oda kapısının aralık olduğunu daha köşeyi dönerken gördü, oraya varınca kararsızlık içinde durdu. Kapıyı tıklatmalı mıydı yoksa aradan başını mı uzatmalıydı, bilemiyordu. Bir an düşünüp ilk seçenekte karar kıldı. Omuzlarını dikleştirdi, içine derin bir soluk çekti, tuttu, parmaklarını kıvırıp eklemlerini ahşaba yaklaştırdı. O anda profesörün sesini duydu.
Hemen geri aramadığım için üzgünüm. Seminerim vardı! Sesindeki öfke belirgindi. Tanıdık bir durumdu bu. Kısa bir sessizlik oldu, sonra Emerson devam etti. “Çünkü yılın ilk semineri, taş kafa, ayrıca onunla son konuştuğumda iyiyim demişti.” Julia hemen bir adım geriledi. Profesörün telefonda olduğu belliydi. Bağırıyordu. Julia onun kendisine de bağırmasını istemediğine göre, hemen oradan kaçıp sonuçlarına ilerde katlanmayı seçti. Ama o anda adamın boğazından acılı bir çığlık yükselip genç kızın kulaklarına saldırdı. Bundan kaçamazdı.
“Tabii isterdim orada olmayı! Onu seviyordum. Elbette yanında olmak isterdim!” Kapının arkasından bir hıçkırık daha geldi. “Oraya kaçta varabilirim, bilemiyorum! Geliyor de onlara! Hemen havaalanına gidip bir uçağa atlarım, fakat son anda nasıl uçak bulurum, bilemiyorum.”
Durakladı. “Biliyorum. Üzgün olduğumu söyle onlara. Üzgünüm…” Sesi hafifledi, yumuşacık, titrek bir ağlamaya dönüştü, sonra da Julia telefonun kapandığını duydu.
Artık ne yapacağını düşünmeden kapıdan başını uzatıp baktı. Otuzunu geçmiş olan adam, başını uzun parmaklı elleriyle kavramış, dirseklerini masaya dayamış, ağlıyordu. Julia geniş omuzların sarsılışını seyretti. Göğsünden acı ve üzüntünün yırtılırcasına çıktığını görünce içinde merhamet duygusu kabardı.
Yanına gitmek, taziyede bulunmak, onu teselli etmek, kollarını boynuna sarıp onu avutmak geldi içinden. Saçlarını okşayıp ona üzgün olduğunu söylemek istedi. Bir an için, o ifadeli mavi gözlerden gözyaşlarını silsem, o gözler bana anlayışla baksa nasıl olurdu acaba, diye geçirdi içinden. Hafifçe yanağını okşadığını, onu anladığını göstermeye çalıştığını hayal etti.
Ama Emerson’un yüreği yarılıyormuşcasına ağlayışını izlemek Julia’yı bir an için dondurmuştu. Bu düşündüklerinin hiçbirini yapmadı. Sonunda nerede olduğunu fark ettiği anda çabucak kapıdan dışarıya sıyrıldı, sırt çantasından rastgele bir kâğıt çekip üstüne bir şeyler karaladı:
Çok üzgünüm. – Julia Mitchell
Elindeki kâğıdı ne yapacağını da bilemedi, sonunda onu kapı tokmağının üzerine yerleştirdi, sıkıştırdı, kapıyı yavaşça çekip kapattı.
Julia’nın en çok öne çıkan özelliği utangaçlığı değildi. Onu asıl tanımlayan şey merhametiydi, onu da annesinden ya da babasından miras almamıştı. Babası dürüst adamdı, ama sertti, ödün vermeyen tiplerdendi. Şimdi ölmüş olan annesiyse, hiçbir şekilde merhametli sayılamazdı; kendi tek çocuğuna karşı bile.
Tom Mitchell az konuşan fakat iyi tanınan ve genelde sevilen biriydi. Susquehanna Üniversitesinde bakım onarım sorumlusu, aynı zamanda Pennsylvania’nın Selinsgrove kentinin İtfaiye Şefi’ydi. İtfaiye orada gönüllü kuruluş olduğundan, kendisi de, diğer itfaiyeciler de olmadık zamanlarda ve sık sık göreve çağrılırdı. Tom görevlerini gururla yerine getirir, o işe kendini adardı. Bu da tabii onu genellikle evden uzak tutardı, acil çağrıya gitmediği zamanlarda bile evden uzaktı çoğu zaman. Julia’nın ilk lisansüstü seminerinin akşamında, onu itfaiye merkezinden aramış, sonunda cep telefonuna cevap vermeyi seçtiği için sevindiğini söylemişti.
“Her şey nasıl gidiyor oralarda, Jules?” Sesi pek duygulu olmasa da rahatlatıcıydı, sıcacık bir battaniye gibi ısıtıyordu onu. Julia içini çekti. “İyi her şey. İlk gün… ilginçti, ama iyiydi.”
“O Kanadalılar sana iyi davranıyor mu?”
“Evet. Hepsi çok nazik.” Esas itoğulları Amerikalılar. Daha doğrusu, BİR Amerikalı.
Tom hafif öksürüp iki kere boğazını temizledi. Julia yılların tecrübesinden, onun ciddi bir şey söylemeye hazırlandığını anlamıştı. Soluğunu tuttu. Acaba ne diyecek, diye düşünüyordu. “Tatlım, Grace Clark bugün öldü.”
Julia yatağında dimdik doğrulup boşluğa baktı.
“Ne dediğimi duydun mu?”
“Evet. Evet duydum.”
“Kanseri nüksetti. İyileşti sanıyorlardı. Ama nüksetti. Farkına varılıncaya kadar, kemiklerine de karaciğerine de yayılmış. Richard’la çocuklar çok sarsılmış durumdalar.”
Julia dudağını ısırdı, hiçkırığını engellemeye çalıştı.
“Senin çok üzüleceğini biliyordum. Bir anne gibiydi senin için. Rachel de lisede çok yakın arkadaşındı. Ondan haber alıyor musun?”
“Şey, hayır. Hayır, haber almadım. Neden beni aramadı?”
“Grace’in yeniden hastalandığını ne zaman öğrendiler, bilmiyorum. Biraz önce onları görmeye gittim, Gabriel orada yoktu bile. Bu sorun oldu tabii. Geldiğinde neyle karşılaşacak, bilemiyorum. Çok fazla kötü kan var o ailede.”
“Çiçek gönderiyor musun?”
“Herhâlde. O çeşit işlerde pek iyi değilimdir, ama Deb’den yardım isteyebilirim.”
Deb Lundy, Tom’un kız arkadaşıydı. Julia bu ismi duyunca gözlerini devirdi, ama kötü tepkisini kendine sakladı.
“Lütfen ondan rica et, benim için de bir şey yollasın. Grace gardenyaları çok severdi. Kartı da Deb imzalasın.”
“Yaparım. Bir şeye ihtiyacın var mı?”
“Yo, ben iyiyim.”
“Para lazım mı?”
“Yok. baba. Bursum yeterli olacak… tabii eğer dikkatli davranabilirsem ”